28 ŞUBAT’LA YETERİNCE HESAPLAŞABİLDİK Mİ?

Akif Çarkçı –

28 Şubat post modern darbesi, Türkiye darbeler ve ihtilaller tarihinde ayrı bir yere sahiptir. 28 Şubat’ı diğerlerinden farklı kılan en önemli hususiyet, askerin 27 Mayıs ve 12 Eylül’deki gibi fiilen siyasal yönetimi devralmak yerine dönemin mevcut hükümetine verdiği muhtıra ile demokrasinin olağan işleyişine müdahale etmiş olmasıdır. Bu süreçte seçilmiş meşru hükûmet post modern bir yöntemle siyasi iktidardan uzaklaştırılmış, yerine bir başka koalisyon hükûmeti kurdurularak ülkede iktidar değişikliğine gidilmiştir.

28 Şubat’ın karanlık günlerinde ülkede demokrasi, hukuk, insan hakları, din ve vicdan özgürlüğü ayaklar altına alınmış, askeri ültimatomlar demokratik teamüllerin yerine geçerek olağan siyasi işleyiş sekteye uğratılmıştır. Bu durumdan sadece siyaset kurumu ve devlet yara almamış, geniş halk kesimleri de darbenin ve darbecilerin hışmından nasibini almıştır. Ülkede ekonomik iklim bozulmuş, meşru siyaset vesayet altına alınmış, eğitim ve öğretim kurumları hacir altına alınarak en temel insan hakları çiğnenmiş, siyasetçinin ve siyaset kurumunun haysiyetiyle oynanmıştır. Demokrasiye vurulan darbe ise siyasal planda tarifi zor yaralar açmış, ülkede seçmenle siyasetçi, devletle millet arasındaki güven iklimi adeta zehirlenmiştir.

28 Şubat kimin ya da kimlerin eseriydi? Bu sorular Türkiye’de çok farklı şekillerde cevaplanmaya çalışıldı. Kimilerine göre 28 Şubat NATO ve ABD’nin Genelkurmay bürokrasisi içindeki uzantıları tarafından gerçekleştirildi. Bazılarına göre ise 28 Şubat İsrail-ABD ortak yapımı bir darbe girişimiydi ve özellikle İsrail’in mevcut siyasetiyle uyumlu geçinen bazı paşalar bu işe ortak olmuşlardı. Kimilerine göre ise küresel sermayenin Türkiye’deki bayileri (İstanbul sermayesi), medya, kimi siyasi figürler ve askerler bir araya gelerek güçlü bir ittifak kurdular ve demokrasinin olağan gidişatına çelme attılar. Bazılarına göre ise bu ittifak kendi başına hareket etmedi, asker, medya, dünyası ve siyaset çevreleri dışarıdan destek alarak (ABD ve İsrail) bu darbeyi gerçekleştirdiler. Son formülün daha gerçekçi olduğunu düşünenler “Sadece ABD’de askerî darbe olmuyor, çünkü ABD’de bir ABD büyükelçiliği yoktur” ironisini arkalarına alarak aslında çok da haksız olmayan bir yaklaşımla olayı açıklamaya çalıştılar.

Doğrusu pek çok yazar ve aydında Türkiye’de çoğu askerî darbenin arkasında ABD’nin olduğuna dair güçlü bir kanaat vardır. Bu kanaatin oluşması ise öyle birkaç yıllık bir deneyimle açıklanacak türden değildir. 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat ve 15 Temmuz’da yaşanan olaylar yakın tarih kitaplarına ve kimi akademik çalışmalara konu olmuş, bu akademik ve serbest çalışmalarda söz konusu darbelerde Amerikan parmağının olduğu yönünde güçlü kanaatler ortaya çıkmıştır. Neresinden yaklaşırsak yaklaşalım, 28 Şubat iç ve dış mihrakların ortaklığı ile gerçekleştirilmiş bir askerî darbedir ve tüm darbeler gibi 28 Şubat da demokrasi ve Cumhuriyetimiz açısından meşru girişimler değildir.

Peki, 28 Şubat’ta hangi odaklar hedef alındı ve hangi kesimler üzerinde baskı kuruldu? Bu soruya direkt olarak dönemin meşru hükûmetinin hedef alındığını, darbenin siyasi amacının hükûmet değişikliği olduğunu rahatça ifade edebiliriz. Erbakan-Çiller ortaklığı ile kurulan 54. T.C. Hükûmeti askerî tazyikle iktidardan uzaklaştırılmış, yerine Anasol-D hükûmeti olarak bilinen hükûmet kurulmuştur. Bu süreçte Süleyman Demirel’in hükûmet kurma görevini mecliste çoğunluğu bulunan Tansu Çiller liderliğindeki Doğru Yol Partisi (DYP) yerine mecliste daha az sandalyesi bulunan Anavatan Partisi (ANAP) lideri Mesut Yılmaz’a vermiş olması dikkat çekicidir. Darbenin sivil hedefi ise görünürde ülkedeki dindar çevrelerdir. O yıllarda ülke gündeminde irtica olarak kodlanan ve ne olduğu bir türlü tarif edilemeyen olgu 28 Şubat’ın en temel gerekçelerinden birisini oluşturmaktadır.

Darbeden evvel dönemin Başbakanı Erbakan’ın Başbakanlık Konutunda İslami kimlikteki bazı kanaat önderlerine yemek vermesi, Refah Partili (RP) Sincan Belediyesi tarafından düzenlenen Kudüs Gecesi, Aczimendi olarak adlandırılan bir grubun Kocatepe Camiinde “şeriat isteriz” naralarıyla sahneye koydukları düzmece gösteri, Başbakan Erbakan’ın Libya seyahatinde Libya Devlet Başkanı Kaddafi ile bir araya geldiğinde yaptığı konuşmalar darbe heveslileri tarafından bardağı taşıran son damlalar olarak görüldü ve ülkede “şeriatın” hâkim kılınmaya çalışıldığı ve irticanın hortlatıldığı yönünde güçlü bir algı oluşturuldu. Algı yaratma işini dönemin basın yayın kuruluşları üstlendiler ve bu işte çok başarılı oldular. Kalkancılar olarak bilinen grup üzerinden patlatılan skandallar ise işin tuzu biberi oluverdi. Böylece ülkede işin psikolojik alt yapısı hazırlanmış oldu.

Genelkurmayın verdiği muhtıra açıkça gösteriyor ki öncelikle seçilmiş meşru hükûmet irtica paranoyası üzerinden hedef alınmış ve sonrasında ülkedeki tüm dindarlar çeşitli bahanelerle baskı altına alınmaya çalışılmıştır. Örneğin 7 Haziran 1997’de irticai faaliyetlere yardımcı olduğu gerekçesiyle çeşitli firmalara Genelkurmay tarafından ambargo konulmuştur. Ortaöğretimde 8 yıllık kesintisiz eğitime geçilmiş, çok sayıda subay irtica ile yakın ilişkisi olduğu iddiasıyla silahlı kuvvetlerden atılmıştır. Ortaöğretim kurumlarında ve üniversitelerde öğrencilerin derslere başörtüsü ile girmeleri yasaklanmıştır. Ülkede iç savaşı körüklediği gerekçesiyle Refah Partisi hakkında kapatma davası açılmıştır. Böylece 28 Şubat’ın hedefinin sadece bir siyasal iktidar değişikliği olmadığı, aynı zamanda irtica olarak nitelenen olguyu besleyecek girişimlerde bulunan geniş halk kesimlerinin de darbeden zarar gördüğü ve darbenin hedefi olduğu ortaya çıkmıştır. Silahlı kuvvetlerin direkt olarak çeşitli toplumsal kesimleri karşısına alması ve iç düşman algısı yaratarak toplum üzerinde baskı kurması devlet-toplum ilişkilerini de kötü yönde etkilemiştir. Halk ve devlet arasında bir güven bunalımı ortaya çıkmış, ülkenin göz bebeği olan TSK’nın en üst yönetim organı olan Genelkurmayın bu tutumu Ordu-Millet ilişkisini de yakinen etkilemiştir. En azından kurmay tabakanın böyle bir antidemokratik girişim içerisinde olması ülkede büyük bir eleştiri konusu olmuştur.

28 Şubat’ın perde arkasına dair üzerinde konuşulan bir başka konu ise aslında darbenin gerekçesinin tamamen ekonomik olduğu, ancak irtica süsü ile bu boyutun örtülmeye çalışıldığı yönündeki tartışmalardır. Özellikle Erbakan liderliğindeki hükûmetin kamu maliyesinde “havuz sistemine geçmesi” ve Anadolu sermayesinin söz konusu dönemde atağa kalkması İstanbul sermeyesini ve kamu kaynakları üzerinden zenginleşen kesimleri ürkütmüş ve Erbakan’ın iktidardan düşürülerek yerine bu durumu tersine çevirecek birisinin iktidara getirilmesi temel hedef olarak belirlenmiştir. Bu görüşe göre 28 Şubat görünürde dindar kesimleri hedef almış ancak arka planda kamu kaynakları ve özel sektör üzerinde etkisi güçlü olan kesimlerin menfaatleri kollanmaya çalışılmıştır. Buna delil olarak darbe sonrasında irtica ile ilişkisi olduğu bahanesiyle pek çok firmanın devlet tarafından yakın markaja alınması ve kendilerine ambargo konulması delil olarak gösterilmektedir.

Hedefi ve gerekçesi ne olursa olsun siyasal yönetimlerin halka ve hukuk düzenine hesap vermesinin koşulları anayasa ve yasalarla belirlenmiştir. Bu hukuki ve demokratik zemin dışında ikinci, üçüncü bir yol aramak tamamıyla gayr-ı meşrudur.

Peki bu gayr-ı meşru darbe ve bu darbenin sorumluları ile yeterince hesaplaşabildik mi? Evet son yıllarda darbenin askerî ayağında bulunan bazı paşalar yargılandı ve hukuki zeminde hak ettikleri cezalar kendilerine verildi. Bu yeterli mi? Mesela 15 Temmuz’da olduğu gibi ordu içinden bir kliğin tekrar askerî darbe gibi bir maceraya girişmesinin önü yeterince alınabilecek mi? Bunun hukuki zemini yeterince güçlendirildi mi? Mesela neden Türkiye hâlâ bir darbe anayasası hüviyeti taşıyan 12 Eylül Anayasası ile yönetiliyor? Ya da 28 Şubat sürecinde 13 yaşında, 15 yaşında hapse atılan başörtülü kadınlar, yazarlar, memurlar neden hala hapisteler? Bunların sayısının 500’ün üzerinde olduğuna dair bazı rakamlar önümüze geliyor. Mesela neden başörtüsü bir yasal ya da anayasal güvence altına alınamadı? Yarın bir iktidar değişikliği söz konusu olsa ve 28 Şubat Paşalarının zihniyetinde birileri siyasi ve askerî alanda söz sahibi olsalar başörtüsünün lise ve üniversitelerde özgür olacağının garantisi kimin elinde? Öte yandan neden 28 Şubat’ın failleri olarak sadece askerler cezalandırıldı? Dönemin basın yayın kuruluşlarının bu işte hiç mi payı yoktu? Ya da sermaye çevrelerinin 28 Şubat’ta aldıkları pozisyona dair neden bir hukuki girişimde bulunulamıyor?

Bugünlerde pek çok STK ve belediye tarafından 28 Şubat panelleri yapılıyor, çeşitli siyasi figürler, akademisyenler, gazeteciler, yazarlar ve fikir insanları 28 Şubat’ı değerlendirmek üzere bu etkinliklerde yer alıyorlar. Buralarda 28 Şubat’ın ne melun bir darbe olduğu, dönemin paşalarının vatan haini, halk düşmanı olduğu, bunların layık oldukları cezayı aldıkları, 28 Şubat sonrası koalisyon hükûmetleri döneminde ülkenin ne büyük bir kaos ve gerilemeye maruz kaldığı bol bol konuşuluyor. Hatta ve hatta 2002 sonrasında ülke yönetimini seçim yoluyla devralan Adalet ve Kalkınma Partisinin ve liderinin 28 Şubat atmosferinden ülkeyi çabucak çıkararak darbecilere göğüs gerdiği, ülkenin pek çok vesayetten zor da olsa kurtarıldığı çokça konuşuluyor. Ancak bütün bu toplantılarda kimse şu soruları sormuyor: 28 Şubat döneminde hapse atılan siviller ne zaman tahliye edilecek? Darbeye psikolojik altyapı hazırlayan gazete patronları ne zaman yargılanacak? Sermaye çevrelerinden darbeye destek verdiği bilinen adamları ne zaman hukuk önünde hesap verecek? 28 Şubat’ın 5’li çetesi olarak adlandırılan, darbenin sivil ayağını oluşturan ve açıkça darbe çağrısı yapan Türkiye İşverenler Sendikası Konfederasyonu (TİSK), Türkiye Esnaf ve Sanatkârlar Konfederasyonu (TESK), Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB), Türkiye İşçi Sendikaları Konfederasyonu (TÜRK-İŞ) ve Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (DİSK) yöneticileri neden yargılanmazlar? Ülkenin ihtiyaç duyduğu sivil, demokratik, halkın rızasına dayalı bir anayasa ne zaman yapılacak?

Bu sorular sorulmamakla birlikte yaldızlı cümleler kurularak siyasal iktidarın askerî vesayetle mücadelede ne denli başarılı olduğu, güçlü liderlik sayesinde ülkede başörtüsü sorunu kalmadığı, dindarların artık her yerde görünür hale geldiği, devlette bile en kritik yerlerde dindar ve başörtülü personel istihdam edilebildiği konuşuluyor. Kısacası bu toplantılarda muhafazakâr seçmen konsolide ediliyor ve muhafazakâr kesimin gazı alınıyor. Dindar ve muhafazakâr taban ise kendi dilinden birilerinin ne kadar da haklı konuştuğu zehabıyla o salonlardan rahatlamış olarak çıkıyorlar.

Oysaki siyasetçilerin, hukukçuların, medyanın, dünyasının, ilim irfan sahibi kesimin 28 Şubat’la hakikati merkeze alan bir yöntemle yüzleşmesi ve siyasi karar alma mekanizmalarına tazyikte ya da talepte bulunmaları gerekiyor. Hakikat ise askerî darbelerin sonsuza kadar önünü kapatacak güçlü bir hukuk sisteminin kurulması ve darbecilerle hesaplaşma süreçlerinde bu işin faili olan tüm aktörlerle hesaplaşılması, bu işten zarar gören tüm kesimlerin hakkının iade edilmesidir. Bugün hakkaniyetli bir değerlendirme yapmak gerekirse ne devlet ne sivil toplum askerî darbelerle ve darbecilerle tam olarak hesaplaşabilmiştir. Pek çok 28 Şubat mağdurunun mağduriyeti halen devam etmektedir. En azından çocuk ve genç yaşta haksız yere hapse atılan insanların mağduriyetleri giderilmelidir. 28 Şubat mağduru hükümlüler devletine, milletine silah doğrultan insanlar mıydılar? Bu insanlar sadece fikirlerinden ve yaşam biçimlerinden dolayı cezalandırıldılar. İmam-Hatip liseleri önünde başörtüsü yasağına direnirken gözaltına alınan insanların meşru protesto hakkını kullanmaktan başka ne suçları vardı?

Tabi bunları ifade ederken sadece bir kesimin haklarının iadesi değil mevcut sistem içerisinde çeşitli şekillerde mağdur olmuş, hapse atılmış, zulüm görmüş bütün insanların haklarının kutsal olduğunun altını çizmemiz gerekir. İnsan hakları ve hukuk herkes için gereklidir bir gün herkesin ve her kesimin buna ihtiyacı olacaktır. Teröre ve şiddete başvurmadıkça herkesin fikir, din ve vicdan özgürlüğü garanti altına alınmalıdır. Ayrıca 28 Şubat sürecinde mazlum konumda olup bugün o mazlûmiyetin rövanşını ölçüsüz ve hukuksuz şekilde görmeye çalışan bazı samimiyetsiz çevrelerin de şuna yeterince ikna olmamış olduklarını görüyoruz. Ülkede adaletin, hukukun üstün olduğu, servetin adil olarak paylaşıldığı, liyakate, ehliyete ve dürüstlüğe önem verildiği bir düzen herkesin ve her kesimin mutluluğu için gereklidir. Bugün siyasi gücün belli bir kesimin elinde olması ve 28 Şubat’taki gibi bazı talihsizliklerin yaşanmıyor oluşu sadece iktidar gücünün sağladığı rahatlıkla açıklanacak bir şeydir. Önemli olan hukuku güçlü kılmak ve din ve vicdan özgürlüğünü, kılık kıyafet özgürlüğünü ve diğer temel insan haklarını hukuken güvence altına almaktır. Yarınki Türkiye’nin bugünkü Türkiye’den daha özgürlükçü, daha müreffeh, daha adil olacağının hiçbir garantisi yoktur. Zira kötülük zamanla mukayyet bir olgu değildir. Topluma, devlete, millete ve demokrasiye zarar verecek her türlü kötülük her zaman ve zeminde var olma potansiyeli taşıyan birer tehlike olarak karşımızda durmaktadır. Bu tehlikenin bertaraf edilmesi için esaslı girişimlerde bulunmak ve sağlıklı işleyen bir hukuk düzeni kurmak gerekiyor. Diğer taraftan 28 Şubat sürecindeki mağduriyetleri kendi iktidarının devamı adına oya tahvil etmeye çalışan anlayışın da gerçeklerle yüzleşip toplumun tamamını rahatlatacak siyasi, hukuki ve demokratik adımları atması beklenir. Aksi takdirde yeniden başka 28 Şubatların önünün açılması ve ülkenin tekrar karanlık günlere geri dönmesi mukadderdir.

Akif Çarkçı
+ diğer makaleler

1977 yılında Ordu’da doğdu. Doktora çalışmasını Sabahattin Zaim Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası ilişkiler bölümünde tamamladı. Özel sektörde otomotiv, eğitim, yayıncılık ve danışmanlık gibi alanlarda çalıştı. Kamu sektöründe ise belediye, bakanlık ve üniversite gibi kurumlarda danışmanlık ve yöneticilik yaptı. Halen ulusal bir gazetede köşe yazarlığı yapan Çarkçı, Türkiye Yazarlar Birliği üyesi olup yayınlanmış 9 kitabı vardır. İngilizce bilir, evli ve iki çocuk babasıdır.