GERİ KALMIŞLIK ÜZERİNE 1/5: OLUŞA BAKIP OLMAYIŞIN NEDENLERİNİ ANLAYABİLİR MİYİZ?

Daha önce yayınlanan bir yazıda1 Müslüman olmanın gerekleri olarak sunulanların tümünün Müslüman olmayı doğrudan ayrıştırıcı bir vasıf taşımadığını, farklı inançlara mensup kişilerin de o özelliklere sahip çıkabileceğini, bunların çoğunun ahlak ve genel değer yargıları içinde tüm inanç sistemlerinde hüsnü kabul gören özellikler olduğunu; bir bireyin Müslüman olup olmadığına dair yargıda bulunmanın ancak İslam’ın ayrıştırıcı vasıflarına bakılarak yapılabileceğini, bugünün dünyasında aşağı yukarı tüm toplumlarda yüksek düzeyde kabul gören ve neredeyse her biri kendi alanında başarı kriteri hâline gelmiş olan bol üretim, etkin organizasyon, etkili yapma yöntemleri, ve çalışma etiğine ilişkin standartlar, verimli işbirlikleri, güçlü toplumsal kurumlar ve başarılı politik sistemlerdeki konumlarına göre yapılan sıralamalardaki yerlerine bakılarak toplumların İslamlaşma düzeylerinin belirlenemeyeceğini ileri sürmüştük.

Diğer bir yazıda da2 Müslümanları ayrıştırıcı özellik taşımasa da İslam’ın da onayladığı, makul ve meşru gördüğü konularda Müslümanların çoğunlukta olduğu toplumların söz konusu olumlu özellikleri ile temayüz etmemesinin sebebinin İslam’ı yanlış anlamayla açıklanamayacağını, bu durumun İslam’ı yanlış anlama yanılgısı olarak nitelenebileceğini savunmuştuk. Bütün bunları doğru kabul etsek de ortada açıklama bekleyen apaçık bir soru hâlâ durmaktadır: Tamam, Müslüman olmak zengin olmayı, etkili sosyal, siyasal, ekonomik ve kültürel kurumlar kurmayı zorunlu kılmasa da, bu konuda geçmiş dönemlerde dünyaya örnek olacak bazı güzel uygulamalar olmasına rağmen, bu alanlarda, en azından son üç asırdır temayüz etmek bir yana sanki büyük bir mutabakat oluşturmuş gibi Müslüman ülkelerin hep arkalarda olmasının makul bir açıklaması var mıdır?

Bir yazı dizisiyle bu konuya dair görüşlerimizi aktaracağız. Hap niteliğinde analiz bekleyenlere kötü haber! Konu, kapsadığı insan çeşitliliği ve yayıldığı coğrafi dağılım nedeniyle, yani doğası gereği, tek cevabı olan ve evet-hayır kalıbında yanıtlanan soruları takip ederek sağlıklı biçimde tartışılabilecek nitelikte bir konu değildir. Bu sebeple genelleme yapmaya çalışmaktan ziyade sürekli ayrıntılara bakmayı, kazdıkça daha derine inmeyi gerektirmektedir, biz de onu deneyeceğiz.

Konuyu üç aşamalı bir akıl yürütme ile ele alacağız. İlk aşamada (ilk yazı) “bir küresel süreç olarak tüm toplumlar için bir ‘geri kalmış’ olma sebebi yahut sebepleri olabilir mi” sorusuna yakından bakacağız. Müslümanların da içinde yaşadığı tüm toplumlar için geçerli kesin bir geri kalmışlık sebebi olduğu yaklaşımı, aşırı basitleştirme ötesinde ciddi bir yanılgı olabilir mi? Yanlış anlaşılmaya meydan vermemek için hemen belirtelim: Bu tarz bir yaklaşımın, şimdi dünya üzerinde gördüğümüz gelişmişlik tablosunu yorum yaparak tersine çevirmek, geri kalmışlığa nostaljik övgüler dizmek, örneğin şimdi gelişmişlik olarak adlandırılan durumların aslında iyi bir şey olmadığını, insanlığı felaketlere götürdüğünü, bu nedenle gelişmemiş olanların avantajlı olduğunu söylemek için değil, gelişme yolundaki açık veya örtük önerilerin neleri atladığını görmek bakımından çok önemli olduğunu düşünüyoruz. Kısaca bunun sebeplerini irdeleyeceğiz.

Bunun bir devamı olarak ikinci aşamada, (ikinci, üçüncü ve dördüncü yazılar) “diyelim ki geri kalmış olmanın sebeplerini tam olarak tespit ettik, bu ne işimize yarayacak” sorusu üzerinde biraz düşüneceğiz. ‘Bu soru da nereden çıktı’ demeyelim. Bu sorunun sanıldığından daha mühim olduğu kanısındayız. Zira çoğumuzun zannettiği gibi “geri kalmış olmak” sadece nasıl “ileri” gidileceğine dair bir bilgi eksikliği veya yeterli kaynak yokluğu ile açıklanabilecek bir durum değildir. Bilgi eksikliği bir şeyi yapamıyor olmada çok önemli bir faktördür ama yapamayışı tümüyle açıklayan bir faktör de değildir. Yapmayı mümkün kılan bir kısmı açıkça görülen ama bir kısmı hemen fark edilmeyen başkaca çok önemli gereklilikler söz konusudur. Kısaca onlara değinecek, yeterli düzeyde biliyor olmakla sorunun aşılacağına umut bağlayarak bu konularda hazır reçeteler peşinde koşmanın olası bazı beklenmeyen olumsuz sonuçlarına işaret edeceğiz.

Son olarak da bu iki aşamayı da geçip, “geri kalma”nın, başta Müslüman topluluklar olmak üzere ileri gidememenin yahut başkalarının ileri gitmesini seyretmenin sebepleri arasında, bugün bilirsek işimize yarayacak olan “neler”in öne çıktığı konusunu ele alacağız.

İlkinden başlayalım:

“Nasıl”ı Bilmek “Niçin”i Bilmek İçin Yeterli mi?

Mukayese içerdiği için “geri” kalmışlık ancak “ileri” gitmişlere kıyasla anlaşılabilen bir durumdur. Çünkü “ileri” gitmiş bir toplum görmeyen, kendisinin “geri” kalıp kalmadığını fark edemez. Bu sebeple “geri” kalmışlık, zorunlu olarak, ancak “ileri” gitmişlik üzerinden kavramsallaştırılabilir. Buradaki kritik soru, sadece “ileri” gidenlere bakıp, diğerlerinin niye gidemediğini anlamak mümkün olabilir mi sorusudur. Çünkü çoğu zaman nasıl sorusunu bilince niçin sorusunu da biliyor izlenimi edinir, bundan yola çıkarak da “niçin değil”i kolayca bilebileceğimizi düşünürüz. Ama sosyal gerçeklik bundan daha karmaşıktır ve fazlasını yapmayı gerektirir.

Öte yandan “bazı toplumların yaptıklarını diğerleri niçin yapamamıştır” sorusu, örtük biçimde “ilerlemenin” herkesin gidebileceği bir yol olduğunu ve bazılarının o yoldan diğerlerinden önce gittiğini varsayar. Bu bakış hepimize oldukça sempatik görünebilir, ama tarihi bu şekilde ele almak zorunda mıyız? Yani hepimizin gidebileceği bir yolu birileri bizden önce mi keşfetti acaba? İcatlar ile keşifleri ayırmak işimize yarar mı? Bu sorulara biraz sonra tekrar döneceğiz.

Önce şunu belirtelim: Toplumların “geri” kalmışlığının sebepleri üzerinde koca bir literatür var. Onu özetlemek bile çok zaman alır. Ama bu konuda son noktanın konduğunu söylemek henüz çok zor. Çünkü insanlık tarihine geriye doğru baktığımızda birçok şeyin “nasıl” meydana geldiğine dair görece kuvvetli delillerle desteklenmiş bazı açıklamalarımız olsa da “niçin” o şekilde olduğunu tam olarak hâlâ bilmiyoruz.

Çok büyük bir verimlilik beklemesek de bu “nasıl-niçin” tartışmasını az da olsa yapmak, şimdiki durumun niye bu şekilde olduğunu anlamak için önemlidir. Çünkü bir süreci iyi betimlemek onu başka ortamlara aktarmak için işe yarayabilir ama niçin başka yerlerde ortaya çıkmadığını anlamaya aynı derecede katkı sağlamaz. Kısaca, nasıl sorusuna verilen cevapların niçin sorusuna verilecek olanların yerine geçmediğini göz ardı etmemeliyiz. Bu bağlamda çoğu zaman zannedildiğinin aksine, “gelişmiş” ülkelerin niçin gelişmiş olduğunu açıklayan, yani gelişmeyi betimleyen değil de gelişme olduğu düşünülen durumların neden başka yerlerde değil de şimdi olan yerlerde olduğunu ortaya koyan, tüm ülkeleri içine alacak kapsamlı bir açıklama ne yazık ki henüz yapılabilmiş değildir, üstelik “Batı nasıl ilerledi?” konusundaki “pozitif” ezberlerimizin bayağı iyi durumda olmasına rağmen. Bu pozitif ezberler arasında Batı dünyasında Rönesans dönüşümünün etkisi var; büyük çaplı dini reformların rolü var; kapitalizme ruh üflediği düşünülen Protestan ahlakı var (Max Weber); Romanın merkezi kurumlarının Germenlerin eşitlikçi karar süreçleri ile Avrupa’da “tesadüfen” örtüşmesi var (Daron Acemoğlu); coğrafi keşifler, bilimsel devrimler var, var oğlu var! İşin görece “olumlu” faktörlere vurgu yapan yanına işaret eden bu gelişmelerin olmadığı yerde de “ilerlemenin” olamayacağını söylemek, ne kadar sempatik gelse de, aslında bize katı bir nedensellik açıklaması sunmaz. Bu nedenselliğe takmış gibi olmayalım, ama öyle dünyanın gidişini açıklayacak büyük laflar edebilmek için nedensellik bağını ortaya koymak son derece önemli; ancak, onu da bir ara yaparız diyerek tehir edilebilecek bir unsur değil. Ayrıca olgusal ve mantıksal yönlerden tatmin edici nedensel bir açıklama sunmadan tüm insanların peşine takılacağı çağrılar oluşturmak da mümkün değil. O sebeple nedensellik önemli.

Konumuz bağlamında ilk başlangıç tespitlerinden biri, sonunda sürece katkısı olan her bir “olumlu” gelişmenin, neden başka yerlerde değil de şimdi olduğu yerde meydana geldiğinin kapsamlı ve makul bir açıklamasının hala yapılamamış olmasıdır. Yani niye o sosyal, ekonomik, politik, düşünsel vb. gelişme başka yerde değil de orada oldu? Niye dünya değiştiren o fikir başka yerdekilerin değil de oradakilerin /oradakinin (hatta oradakilerin hepsinin değil de aralarındaki bazılarının) aklına geldi? Niçin böyle bir yönetim tarzı üzerinde başka yerdekiler değil de oradaki insanlar daha kolay uzlaşma sağladı? Niçin başarı getiren böyle bir eğitim, çalışma, hukuk sistemi veya sosyal norm dünyanın başka yerlerinde değil de burada uygun ortam buldu? Niçin bazıları şu veya bu yolla biriktirdikleri servetlerini sefa sürecek torunlarına bırakmayı değil de araştırma yaptıracak, yapanları ödüllendirecek vakıflara aktararak bugünün uzun soluklu bilimsel çalışmalarına ev sahipliği yapmayı seçtiler? Neden bazıları birinin yaptığını diğerinin bozduğu bir süreç yerine, kurdukları düzenin insan ömründen daha uzun ömürlü olmasını sağlayacak uygun tedbirleri almayı ve düzenlemeleri yapmayı (değişik formatlarda tüzel kişilikler oluşturmayı) tercih ettiler? Bu sorulara başka soruları da ekleyerek uzatmak mümkün. Her bir açıklamanın alt unsurları için aynı sorular geçerliliğini koruyor. Bulduğunuz bir açıklama arkasından o açıklamaya mesnet oluşturan ilişkinin nedensellik bağını da gösterme talebi karşısında ilk anda yüzünüzü güldüren “buldum… buldum” hissi yavaş yavaş kaybolarak hevesinizi kursağınızda bırakıyor.

İnsanlık tarihine bu gözle bakıldığında, onun her insan topluluğunun aynı yoldan aynı tempo ile yürüdüğü bir yolculuk olmadığı gayet rahat biçimde görülüyor. Tamam, insanların benzer ihtiyaçları var ve o ihtiyaçları gidermek için benzer yollar izlemelerini beklemek gayet normal. Yağmurdan korunmak için birbirine benzer kurgusu olan barınaklar yapmışlar, kendilerini korumak için de silahlar. Ama bir o kadar da farklılıklar var. Doğada hazır bulunanlarda benzerlik, insan eliyle üretilenlerde de farklılık daha baskın. Tarih boyunca insan ürünü olan mal ve hizmetlerde benzerlikler ve farklılıklar arasında hangilerinin daha fazla olduğu konusu net değil. Çünkü farklılıkların büyük kısmı zaman içinde elenmiş. Örneğin şu an dünya üzerinde yaklaşık 6 bin dil var, bir zamanlar bu sayının 20 bin olduğu tahmin ediliyor. Bu farklılık azalmasına rağmen hâlâ var olan günümüzdeki muazzam farklılığı görmek için yeme-içme, giyinme, eğlenme, dil ve inanç çeşitliliğine bakmak yeterli fikir verebilir. “Son küreselleşme” ile rekabet edemeyen farklılıkların azaldığını, birçok sebeple benzerliklerin eskiye göre daha fazla artış gösterdiğini söyleyebiliriz.

Bunu söylerken insan toplulukları arasında bugün ortaya çıkan farklılıkların, hayatta kalış başarısı bakımından pozitif bir mesaj verse de bunun mutlak bir üstünlük içermediğini göz ardı etmemeliyiz. Yani bugün var olandan çok daha iyi olanların şu veya bu nedenle yok olmuş olabileceği ihtimalini yok saymayalım. Yakıp yıkılan medeniyetlerde nelerin kaybolduğunu tam olarak bilmiyoruz. Siyasal olarak mağlup olan toplulukların diğer alanlarda da mağlubiyeti getirecek durumda olduklarını söylemenin yanlışlığını anlamak için Moğol istilalarının sonuçlarını incelemek yeterli olabilir.

Ayrıca bugün Batı denen kültür havzasında, insanoğlu için yeryüzünde yürünebilecek en uygun yolun ta en başından beri diğerlerine göre daha iyi bilindiği söylenemez. Çünkü bugün başat hâle gelen yolun işaretleri dağınık biçimde birçok yerde mevcuttur. Bunu biraz açalım.

Ayrı Ayrı Çok Yerde Var Ama Neden Topluca Yok?

Kalkınma ve ilerleme tartışmalarında cevabı zor olan sorulardan biri, mikro düzeyde “ilerleme” olarak resmedilen her bir konuda benzer uygulamaların, kopuk kopuk dünyanın dört bir yanında farklı zamanlarda izine rastlamak mümkün olduğu halde (zenginlik getiren üretim yöntemleri, etkili hastalık teşhis ve tedavi usulleri, soyut ve felsefi düşünce pratikleri, adil idari ve hukuki uygulamalar, eşitlikçi gelir dağılımı, doğa dostu kalkınma politikaları, etkili eğitim kurumları, güçlü savaş aletleri ve teknolojileri… vb.) niçin son 300 yıldır Batıdakine benzer bir sonucun başka yerlerde değil de Batıda ortaya çıktığı sorusudur. Yoksa bugünkü medeniyet birikiminin unsurlarının izini sürdüğümüzde başta Anadolu, Mezopotamya, Çin, Mısır, Uzak Asya, Hint alt kıtası, Latin Amerika ve Afrika olmak üzere dünyanın değişik bölgelerine uğramadan bugüne gelinmeyeceği konusunda tarihçi ve antropologlar neredeyse hemfikir. Zira ilk bitki ıslahı ve hayvan evcilleştirmeleri, insanın görme kabiliyetini artıran ilk ev ve av aletleri, su kanalları ile toplu tarım, istikrarlı hayat sağlayan muhkem kaleler, çok amaçlı olarak kullanılan madenlerin keşfi, büyük ölçekli yerleşik nüfusun barınacağı yeraltı ve yer üstü büyük şehir tasarımları, saban, tekerlek, barut, kâğıt, tuz, sabun, kahve, şeker, kinin, patates, buğday, pusulanın keşfi, bağlayıcılığı olan hukuk sistemlerinin inşası ve muhakeme kabiliyetini geliştiren ve kültürleri kodlayıp gelecek nesillere aktaran destanlar, masallar veya hikâyelerin… vb. öncülerini bu farklı coğrafyalarda görmekteyiz. Başta Anadolu’da olmak üzere bugün harabe hâline gelmiş birçok eski yerleşim yerinin altında döneminin parlak ve büyük medeniyet uygulamaları yatıyor. Belki bir kısmının olduğu zamanki hâlini hiçbir zaman bilemeyeceğiz (geçmişin kozmik kamera kayıtlarını çözen bir kayıt sisteminin varlığı keşfedemez isek).

Yani, dünyanın dört bir yanında insanlar bugünü hazırlayan birçok keşif ve icatlar yapmış, dönemlerinde başka bölgelerde olmayan yenilikler gerçekleştirmiş, farklı alanlarda bugün bile sırları hâlâ tam olarak keşfedilemeyen (örneğin piramitler) harika işler başarmışlardır. İlk zamanlardan beri dalga dalga gerçekleşen küreselleşme süreçleri sayesinde birçok buluş ve icat bugün insanlığın ortak malı hâline gelmiştir. Ancak bu başarıların yoğunlaşarak tarihin kaydettiği en “büyük ilerleme” olarak resmedilen ‘bugün’ün oluşmasında bir araya geldiği yerin, dünyanın bu eski medeniyet merkezleri değil de Avrupa olmasının nedenleri hâlâ belirsizliğini muhafaza etmektedir.

Gelişmenin Tarihinde Bugün Olumsuz Görülen Kurucu Unsurlar da Var

Öte yandan, aynı “büyük ilerleme” sürecinde aktif rol oynamış ancak bugün “olumsuz” çağrışımı olan birçok unsur da var. Walter Benjamin bunu “her uygarlık belgesi aynı zamanda bir barbarlık belgesidir” meşhur cümlesiyle özlü biçimde ifade etmiştir. Medeniyet temsilciliği yapanlar işin ikinci yönünü hep unutma eğilimindedirler. Olayın her iki yönünü de kolektif hafızasında tutan toplumlar yok gibidir. Çünkü maşeri vicdanda ya kahramanlıklar ya da kendilerinin kahraman olmasını önleyenlerin barbarlıkları en büyük yeri alır.

Bu konu önemli çünkü geçmişte olmuş olmasına rağmen bugün insanların adeta yaşanmışlığını unutmak istediği birçok şeyin, bugün “büyük ilerleme” denen sürece hayati katkı sağlamış olması, bugün veya yarının nasıl inşa edileceğinde büyük bir ikilem yaratmaktadır. Belki de bu son “büyük ilerleme” aslında büyük oranda bu negatif unsurlar sayesinde mümkün olmuştur. Bu negatif unsurları sadece geçmişin bir parçası olarak görüp veya hiç olmamış sayıp, bugüne gelişi tam ve doğru anlayabilir miyiz? Başka bir deyişle bu olumsuz unsurları çıkardığımızda tarih şimdiki gibi olur muydu? Örneğin dünyanın farklı coğrafyalarından devşirilen (bir kısmı üzerinde o ülke yönetimlerine rağmen hâlen denetim sağlanmaya devam edilen) eskiden beri oralarda yaşayanlara ait olması makul olan doğal kaynaklara silah zoruyla el koyma; başta Afrika olmak üzere kolonileştirilen coğrafyalarda kullanılan ve bir kısmı da Batıya getirilen büyük ölçekli köle emeği; özellikle sanayileşmenin ilk yıllarında düşük ücret ve çok kötü çalışma koşullarında, günde 18 saate varan uzun çalışma süreleri; buluşlara zemin oluşturan sermaye birikiminin büyük oranda yüksek kârlar elde eden tekeller yoluyla sağlanması; ancak ülkeler arası ve ülke içi kanlı savaşların sonunda mümkün hâle gelen barış içinde birlikte yaşama deneyimleri… vb. olmasaydı bugün “büyük ilerleme” olarak alkış alan gelişmeler olabilir miydi?

Kısacası, sadece olumlu özellik atfedilen değil artık “bu çağda” hiç kimseye tavsiye edilemeyecek “olumsuz” faktörlerin de bugünkü “olumlu” kazanımların ortaya çıkmasına hayati düzeyde önemli katkıları var. Bu bağlamda belki de söz konusu “olumsuz” gelişmelerin olmadığı yerlerde (örneğin Osmanlıda) niçin “ilerleme” olmadığı sorusu hiç de anlamlı bir soru olmayabilir. Tıpkı, rakiplerini gözünü kırpmadan tek tek öldürerek büyük bir hükümdarlık kuran büyük bir “kahramanın” hayat hikâyesine muadil bir hikâyenin, kimseyi öldürmeye kıyamayan merhametli bir kişiden beklenememesi gibi. Bu bağlamda kendi tarihimizden bir örnek olarak bugün duyduğumuzda tüylerimizi diken diken eden “Acaba ‘kardeş katli’ uygulaması olmasaydı Osmanlının ömrü ne kadar olurdu ve tarihin akışı nasıl seyrederdi” sorusu üzerinde düşünmeyi (düşünce deneyleri yapmayı) deneyebiliriz.

Sonuç olarak, “büyük ilerleme”nin oluşum sürecine hayati katkısı olan ama bugünden geriye doğru bakıldığında negatif çağrışımları olan şeylerin tümüyle ayıklandığı steril bir ilerleme modelinin ortaya çıkarılmasının mümkün olup olmadığı iyi düşünülmelidir.3 Hemen aklınıza ar-ge gelecek biliyorum. Onun da masumiyetine ilerde kısaca değineceğiz.

Somut bir örnek olarak bugün tüm coğrafyalarda insanlığın ortak kazanımı olarak övgü alan Batı tipi demokrasilerin ortaya çıkışında, ulus devlet olma süreci içinde birbirine güç yetiremeyen toplumsal alt grupların aralarındaki çatışmaların yol açtığı ülke içi şiddeti ancak o yolla denetim altına alabilen, isyan ve iç savaşların kazandırdığı ayakta kalma deneyimleri, bugün hangi ülkeye tekrar yaşanabilir bir kurtuluş reçetesi olarak sunulabilir! Üstelik bu deneyimlerin çoğu, belirli toplumlara özgülüğü öne çıkan, yani benzer sorunlarla karşılaşan başkalarına garantili bir çıkış yolu sağlamayan özellikler gösteriyor.

“Etkin demokrasiler” geliştirmiş ülkelerin başka coğrafyalarda kendileri ile çıkar çatışması olan ülkelerde hiç tereddüt etmeden kendileri ile uzlaşan askerî veya sivil darbeleri desteklemeleri, hatta bizzat organize etmeleri; vekâlet savaşları görüntüsü altında kendi çıkarlarına hizmet ettiğini düşündükleri terör örgütlerini finanse etmelerinin çelişkilerini göz ardı etsek de, bugün dünyanın birçok yerinde yaşanan bu iç savaş ve çatışmaların sonunda o ülkelerde yaşayanlar için Batıdakine benzer bir şiddet ve kaostan kaçış deneyimi kazandırıp kazandırmayacağı hâlâ meçhuldür. Yani bu iç savaşlar, o toplumlara Batıdakine benzer bir “uzlaşma kültürü” getirebileceği gibi onları bir arada yaşayamayacak biçimde bitirebilir de. Zira elimizde her iç savaşın veya belirli aralıklarla tekrarlanan yahut belirli bir süre devam eden iç savaşların, sonunda çatışan gruplar arasında uzlaşma ile sonuçlanacağını gösteren bir kural yok. Kendi iç dinamikleri yanında gerektiğinde “uzak düşmanla” işbirliği yapılarak körüklenen iç çatışmaların birçok parlak topluluğu tarihten sildiğini unutmayalım. Kısacası, bugün iç savaş ve çatışma yaşayan toplulukların içinden geçtiği tarihsel süreç Batınınkiyle aynı olmak bir yana benzer bile değil. Çünkü bu toplulukların birbirleri ile ve kendi içlerinde çatışma hâlinde olmalarının sebepleri arasında Batının onlarla olan bugünkü ilişkilerinin de önemli rolü vardır. Bunu görmek için birleşmiş milletlerde yapılan oylama sonuçlarına veya daha somut olarak son 20 yılda başta Irak ve Suriye olmak üzere Ortadoğu’da olup bitenlere bakmak yeterlidir. Dünyanın farklı yerlerinde bugünün birçok iç çatışmasının arkasında, “gelişmiş” ülkelerin mevcut statükoyu devam ettirmeye dönük politikalarının rolü büyüktür. Bu durum, geçmiş deneyimin bugüne uyarlanmasının bir bilme sorunu olmadığını göstermesi bakımından önemlidir.

Burada ilk dikkat çekmek istediğimiz konu, hepimizin içinde yer aldığı bu küresel “ilerlemelerin” efradını cami ağyarını mani bir teorisini yapmanın zorluğu göz önüne alındığında, neden bazı toplumların zamanında bu gelişmelere ev sahipliği yapamadığı anlamında “geri” kalmış olmalarının sebeplerini ortaya koyan kapsamlı bir teori ortaya koymanın çok daha zor olduğudur. Çünkü analiz edilecek kitle o kadar geniş bir coğrafyaya yayılmış ve farklı ekonomik, politik ve kültürel unsurlar barındırıyor ki, bunlar arasında onları ortak paydada buluşturan bu “geri kalmanın” ana sebeplerini bulmak ve onlara yol açan alt faktörleri tespit etmek nerdeyse imkânsız. O sebeple içlerinde Müslümanların da bulunduğu “geri kalmış” toplumların geri kalmışlık nedenlerini bulmak iğne ile kuyu kazmak gibi bir şey.

Burada akla gelen ilk çözüm olarak, gerçekleşmiş olan süreçlere bakarak buradan olmayışın sebeplerini çıkarmayı denemek geliyor. Yani bir şeyin bir yerlerde nasıl yapıldığı bilgisinden yola çıkarak başka yerlerde yapılamayışını açıklamaya çalışmak. Bu yöntem hem olgusal hem de bazı mantıksal zorluklar içeriyor. Aynen bir kişinin aklına bir fikrin geldiğini bilmenin, başkalarınınkine niçin gelmediğini açıklamak için yeterli olmaması gibi. Nedensellik içermeyen betimsel açıklamaları sebep-sonuç ilişkisiymiş gibi sunmak doğru değil. Peki, bu durumda bu konuda hiçbir şey söylemeyelim mi? Yok, onu demiyoruz. Söyleyelim ama her şeyi biliyormuşuz edasıyla ve büyük laflar ederek söylemeyelim. Koca tarihin yükünü birkaç değişkenin sırtına yükleyerek işin içinden sıyrılmanın doğru olmayacağının farkında olalım. Bilgimizin sınırlarının farkında olduğumuzu hissettirelim.

Sonuç olarak “gelişme” veya “ilerleme” bağlamında ne olduğunu epeyce biliyoruz ama niçin olanın başka yerde değil de olduğu yerde gerçekleştiğini tam olarak bilmiyoruz. Bu durum bize, gelişmenin niçin başka yerlerde olmadığı sorusunun cevabının pek de kolay verilemeyeceğini gösteriyor.

Bu durumda şöyle bir manzara ile karşılaşıyoruz: “İleri gitmenin” bile niçinlerini tam bilemiyorsak “geri kalmanınkileri” onların yokluğu olarak sıralayabiliriz. Bu da bir açıklamadır, ama ne işe yarayacağı biraz şüphelidir. Niçin şüpheli olduğuna bir sonraki yazıda değineceğiz.


[

Ömer Demir
+ diğer makaleler

ODTÜ Kamu Yönetimi Bölümünden 1988’de lisans ve 1990’da yüksek lisans derecesi aldı. 1993 yılında Anadolu Üniversitesinde İktisat alanında doktorasını tamamladı, 1996’da doçent 2009’da profesör oldu. Üniversite dışında TÜİK, YÖK ve ÖSYM’de yönetici olarak çalıştı, TÜBİTAK bilim kurulunda görev yaptı. Halen Ankara Sosyal Bilimler Üniversitesinde öğretim üyesi. İktisat metodolojisi ile iktisadın kurumsal yapılarla ilişkileri konusunda çalışmalar yapıyor.