İSLAM ÜLKELERİNİN BUGÜNKÜ SORUNLARININ NEDENİ, İSLAM’IN DOĞRU ANLAŞILMAMIŞ OLMASI MI?
Ölçüm araçları geliştiği için ülkeleri birbiri ile karşılaştıran araştırmalar yapmak ve bazı sıralamalar oluşturmak giderek yaygınlaşıyor. Bu amaçla ülkelerin durumlarını ifade etmek için de bazı göstergeler üretiliyor. Temelde insanın yaşam kalitesini (sağlık, eğitim, hijyen, beslenme, güvenlik, uzun ömür vb.) öne alan bu göstergelerde Müslüman toplulukların diğerlerine öncülük yapacak durumda olmadıkları görülüyor. “İleri-geri” terminolojisinin tartışmaya açık olduğunu söylesek de Müslüman toplulukların eğitim, kişi başına milli gelir, sağlık, gelir dağılımı, altyapı hizmetleri, kent estetiği, yeniliklere ve özgün fikirlere ev sahipliği yapma, tüm insanların sorunlarını çözecek yeni bilgiler üretme, sorunları etkili biçimde çözecek toplumsal kurumlar ihdas etme veya dünya siyasetine yön verme vb. bakımlardan diğer toplumların özeneceği bir durumda olmamaları anlamında “geri” kaldıkları pek tartışma götürmeyen bir konu. Dünyaya örnek olmuş ve Müslüman toplumların övünç vesileleri olan güzel uygulamalar var ama maalesef çoğu tarihte kalmış durumda. Bütün bunların doğru olmasının bize Müslümanlığın ileri-geri tartışmasında ne tür bir bilgi sunduğu konusu ise biraz muğlak. Yani Müslüman olmak insanlara yukarıda sayılanları mı vadediyor sorusunu şimdilik bir yana not edelim.
Bu yazıda günümüz Müslümanlarının mevcut durumlarını ifade ederken sık dile getirilen bir görüşü ele alıp kısaca irdeleyeceğiz. Görüş kabaca şöyle: “Müslümanlar tarih boyunca bazı dönemlerde dünyaya örnek olan bilimsel buluşlar yapmış, üretim sistemleri kurmuş, toplumsal düzenler oluşturmuş ve güçlü devletler kurarak dünya siyasetine yön vermiş; bazı dönemlerde ise bütün bunların gerisine düşerek hâkimiyetlerini kaybetmiş hatta önce Moğol, sonra Batı baskılarına boyun eğmişlerdir. 1 [1] Gerilemelerinin temel sebebi İslam’dan uzaklaşmaları veya onu doğru anlayamamalarıdır. Eğer İslam’ı doğru anlamış olsalardı ‘geri’ kalınmayacak, bugünkü manzara ile karşılaşmayacaktı. O zaman yapılacak tek şey, yanlış anlaşılan ‘hakiki İslam’ı doğru biçimde anlamak ve ona göre yaşamaktır. Karşılaşılan sorunların çözümünde başka bir yol da yoktur.”
Müslümanların dünya hayatında karşı karşıya kaldıkları sorunları çözmek için İslam’ı doğru anlama ve onun meşru kıldığı çerçevede yaşama iradesi göstermelerinin inanç sistematiği açısından gerekliliği herkesçe kabul edilmektedir. Zaten başka türlü Müslüman olamazlar veya kalamazlar. Buradaki sorun, günümüzde halkının büyük çoğunluğu Müslümanlardan müteşekkil devlet ve toplumların karşı karşıya kaldıkları ve çözülmesi gereken sorun olarak gördükleri durumların ortaya çıkmasında temel sebebin, “İslam’ın doğru anlaşılmamış olması” tespitinin ne derece doğru olup olmadığıdır. Kanaatimizce bu tespit yanlış olmaktan öte doğru yerde çözüm aramaktan uzaklaştırdığı için de çok yanıltıcıdır. Bu yazıda bu konuyu ele alacağız.
Üç bin kelime okuyamayacak durumda olanlar için bir cümlelik özet: Akil baliğ olan herkes İslam’ı doğru anlayabilir, günümüz Müslümanlarının “hakiki İslam”ı anlayamadığı için dünyanın efendileri değil de takipçileri oldukları tezi, odağında İslam olması yönüyle kitlelere sempatik gelen ama daha çok kendilerine hakikati ortaya koyma rolü odaklı bir mesleki alan açmak isteyenlerin himayelerinde canlı tutulup geliştirilen, hayati hiçbir sorunu çözmediği gibi hedef saptıran özü itibariyle bir elitist şehir efsanesidir.
İslam’ın Yanlış Anlaşıldığını Nasıl Bilebiliriz?
İslam inancını benimsemenin ve hayatını ona göre düzenlemenin kişiyi diğerlerinden farklılaştıracağı, dünyaya, hayata, ölüme ve ölüm sonrasına bakışını değiştireceği, öngörüldüğü biçimde davranması halinde de onu dönüştüreceği konusunda hiç kuşku yoktur. Bu yönüyle bir bireyin Müslüman olması ile olmaması arasındaki fark, olası tüm sonuçları dikkate alındığında, tek kelime ile muazzamdır. Cennet ve cehennem bu muazzam farklılığı ifade edebilecek herkesin anlayabileceği en iyi iki uç kavramdır. İkisinin de pek şakaya gelir yanı yoktur. Bu sebeple doğru anlama konusu hayati öneme haizdir. Her konuda olduğu gibi İslam’ın anlaşılmasında da yanlışlıklar, yanılmalar hatta çarpıtmalar olabilir. Bunun için doğru anlama konusundaki vurgu çok kıymetlidir.
Öte yandan, bir kişinin Müslüman olabilmesinin ortalama insanların anlayabileceği özelliklerinin olması, İslam’ı anlamanın bir çoğulcu görünüm kazanmasını engellemez.
Bütün dinî inanç sistemlerinin ayrıntıları, değişik birey veya gruplar tarafından, değişik zamanlarda farklı biçimlerde algılanabilir, yorumlanabilir ve uygulanabilir. Bu tür farklılaşmaların, aynı dinin eşdeğer ama farklı tezahürleri olduğunun meşruiyetini koruyabilmesi için de mutlaka bir “farklılaşma sınırı” olması gerekir. Zira her farklı anlama, yorumlama veya uygulama meşruiyet içerecekse o zaman da isimlendirmede meşruiyet kavramının içi boşalır. Çünkü ortak isimlendirmede meşruiyet, farklılıkların ortak bir çatı altında toplanabilmesiyle sağlanabilir. Bu bağlamda istediğine istediği gibi inanan ve canı ne istiyorsa onu yapan kişiye kolay kolay Müslüman denemez. Bu sebeple İslam’ı “doğru anlama” çıkışının kesinlikle haklı bir zemini vardır. Bir inançlar bütününe İslam diyeceksek bunun, mantık terimleriyle konuşacak olursak, içlem ve kaplamının bir ölçüde belli olması lazım. Ancak günümüzde, şimdi yaşayan ve sınırları bilinmeyen bir geçmişte yaşamış, kendisini Müslüman olarak tanımlayan tüm insanları içine alacak bir “İslam’ı doğru anlayamama” genellemesinin bazı önemli yanılgılar barındırdığını düşünüyorum. Burada onlara işaret edilecektir.
Ana tezimiz şu: Dünya nüfusunun dörtte birini oluşturan ve yedi kıtaya yayılmış Müslümanların bugün karşı karşıya kaldıkları sorunların kökeninde onların İslam’ı yanlış anladıkları yaklaşımı, asıl sorunları görmeyi gölgeleyen, engelleyen çok büyük bir yanılgıdır. Üstelik bu, sorun çözme kabiliyeti olmayan, hangi durumda “hakiki İslam”ın anlaşılmış olacağı konusunda rehberlik etmeyen, etmeye kalktığında daha büyük sorunlara yol açan, bu yönüyle de biraz tehlikeli bir yaklaşımdır. İma ettiği çözüm de tıpkı ilk bakışta parlak bir fikir gibi görünen ama sorunlara somut bir çare önermeyen “toplumun ahlak sorununu çözersek tüm sorunları çözeriz” kolaycılığına benzer bir çözümdür. Konu çok boyutlu olduğu için burada sadece bazı önemli boyutlarına işaret etmekle yetineceğiz.
Önce, bu İslam’ı yanlış anlama meselesinde bazı mantıksal tutarsızlıklar içeren durumlara işaret edelim.
İlk olarak, İslam’ı yanlış anlama tezinin dayandığı olgusal durum, Müslüman toplumların diğerleri ile kıyaslandığında birçok alanda onlardan “geride” olmalarıdır. Bu geride kalmışlığın açıklanmasında da İslam’ı yeterince doğru anlayamamış olmak birinci faktör olarak resmedilmektedir. Bu iddiaya tersinden bakacak olursak, bugün Müslümanların çözemediği için “geri” kaldıkları söylenen sorunlarını (altyapı yetersizliği, düşük refah, etkili sosyal, ekonomik ve siyasal kurumların oluşmayışı vb.) büyük ölçüde çözen ve bu özellikleri ile Müslüman toplulukların “önünde” olduğu kabul edilen toplumların bu başarıyı İslam’ı doğru anlamış olmaları sayesinde yapmış olduklarının kabulünü gerektirir ki, bu oldukça mantıksız bir çıkarım olur (İslamilik endeksinin ima ettiği şey buydu biraz). Konuyu şöyle bir soru çerçevesinde ele alalım: Eğer Müslümanlar yüz yüze olunan sorunlarını, İslam’ı doğru anlamadıkları için çözememiş ve bu sebeple “geri” kalmışlarsa, Müslümanlara göre bu sorunları daha iyi çözebilen toplumlar bunu ne sayesinde yapabilmişlerdir? Eğer insanların yüz yüze geldikleri tüm sorunların çözümü sadece İslam’ı doğru anlamaya bağlı ise her sorununu çözen bir topluluğun, diğerlerine göre İslam’ı daha doğru anlamış olduğunu mu söylemiş oluyoruz? Mantıken Müslümanlar İslam’ı yanlış yorumlayıp “hakiki İslam”dan uzaklaştıkları için geri kaldıysalar, “ileri gidenlerin” de İslam’ı doğru anlayarak bunun gereğini yapmış olmaları gerekir. Fiili durum öyle olmadığını gayet açık biçimde gösterdiğine göre, karşılaşılan dünyevi sorunları çözme konusu ile İslam’ı doğru anlamayı özdeşleştirmenin isabetli bir yaklaşım olmadığını söyleyebiliriz. Yoksa burada iki ayrı kulvar mı söz konusudur? Müslümanlar İslam’ı doğru anlayarak, diğerleri ise hiç anlamayarak “ileri gitme” imkânına mı sahiptir?
İkinci olarak, bu düşünce tarzının asıl sorunu bu değildir. Asıl sorunun, bu yaklaşım ile bilinçli veya bilinçsiz biçimde, Müslüman olmayı nihai bir amaç değil de diğer amaçların bir aracı olarak görülmesi olduğunu fark etmeliyiz. Müslüman olmanın beklenen bazı sonuçlarının (mutlu, sağlıklı, huzurlu ve müreffeh bir hayat sürme) Müslüman olmanın ana gerekçesi haline getirilmesi durumu söz konusudur. Yani asıl amaç mutlu, sağlıklı, huzurlu ve müreffeh bir hayat sürmek ve İslam inanç esasları da bunları sağlayan birer araç ise bu kurguda herhangi bir sorun bulunmamaktadır. Ama bu kurgunun İslam ilke ve değerlerini araçsallaştırdığı da gayet açık: “Dünyada huzur bulmak istiyorsan İslam’a gel” makul bir çağrı gibi görünmektedir ama tersinden zaten huzuru yerinde olanın Müslüman olmasının sebebini yok etmektedir. Yani, nihai amaç iyi beslenen sağlıklı bir birey, üyeleri arasındaki dayanışma ve iş birliği gelişmiş bir toplum, bol üretim yapabilen ve bunu aralarında dengeli biçimde dağıtan müreffeh bir devlet kurmak; İslam inanç sistemini de bunları inşa etmenin aracı olarak görmek, açıkça İslam dinine araçsal bir rol atfetmektir. Bu sayılan hedeflerin başka araçlar ile de gerçekleştirilmesi mümkün olduğunda, Müslüman olmanın gerekli olup olmadığı da sorgulanır hale gelmektedir. Hâlbuki nefsinin ters telkinlerine rağmen Allah’ın varlığını kavramak, kabullenmek, iş ve işlemlerinde bilebildiği kadar onun rızasını gözetmek nihai amaç olarak alındığında, bunun zengin-fakir, eğitimli-eğitimsiz, ilkel veya son derece gelişmiş teknoloji kullanan, dünyanın en güçlü silahlarına sahip ülkenin veya devlet bile kurmayı becerememiş bir ülkenin vatandaşı hatta vatansız ve uyruksuz olan insanların Müslüman olabilme niteliklerini değiştirmesi pek mümkün değildir. Zenginse zengin bir Müslüman, fakirse fakir bir Müslüman, özgürse özgür bir Müslüman, özgür değilse kısıtlı bir Müslüman olarak yaşamanın yol ve imkânları her bir kişi için her zaman mevcut olmalıdır. Kuşkusuz zekât verebilmek ve hacca gidebilmek için yeterli zenginlik sahibi olmak icap eder. Ama bu ibadetleri yapacak kadar mal, mülk veya sıhhatin yokluğu, eldeki koşullarda “iyi bir Müslüman” olunmasına mani değildir. Başka türlü yapılacak yorumlar, Müslüman bir birey olmayı dünyada itibar edilen varlık ve statülere ulaşmanın bir aracı olarak görmeyi gerektirir ki bunun da tümüyle araçsal bir dindarlık olduğu gayet açıktır. Benzerlerine sık rastlanan “İslam dininin esaslarına sıkı sıkıya sarıldığımız dönemlerde dünyaya hükmeden bir millettik” diyerek insanları İslam’ın esaslarına sıkı sıkıya sarılmaya teşvik ve tavsiye eden bir kanaat önderi, bu ifadesiyle aslında asıl değer verdiği şeyin dünyaya hükmetmek olduğu, dinin ilkelerine sarılmanın da bunun bir aracı olduğunu söylediğinin çoğu zaman farkında bile değildir. Değer sisteminin bu şekilde kurulduğu bir ortamda İslamlaşma endeksinde dünyaya hükmetme konusunda becerisi yüksek milletlerin ipi göğüslemesini de gayet normal karşılamak gerekir. Dolayısı ile İslam doğru anlaşılmadığı için geri kalındığı iddiası ile İslamilik endeksinin, aynı akıl yürütmeyi veya aynı yöntemi ima ederek, farkında olarak veya olmayarak İslamı araçsallaştırdıkları söylenebilir.
Üçüncü olarak, birbirinden birçok açıdan farklı olan insanların ortak bir yanlış anlama kategorisinde eşitlenmesi mantıklı değildir. Kendisini Müslüman olarak tanımlayanların neyi yanlış anladıklarının belirlenmesi, imkânsızlık düzeyinde zordur. Bunun için her bir birey düzeyinde kimin neyi nasıl anladığının tespiti gerekir ki böyle bir tespiti yapmak bile mümkün değildir. Hiçbir kişi mi İslam’ı doğru anlamamış/anlamamaktadır ve bunu kim nasıl tespit etmiştir? Yoksa bu yanlış anlayanlar sayısal olarak belirli bir oranın üstünde olduğunda, o topluluğun tümünün yanlış anladığını mı kabul edeceğiz! Tek tek bireylerin durum tespiti yerine toplumsal çıktılara bakıp böyle bir genelleme yapılıyorsa, bu durumda bu ikisi (İslam’ı doğru anlamamak ile geri kalma) arasında nedensellik olduğu iddiası anlamsız olur. Kaldı ki, İslam’ı doğru anlayamadığı için Müslüman toplumların geri kaldığını ileri sürmenin, Müslüman olmadığı hâlde ilerlemiş toplumların başka özelliklerinden ötürü ilerledikleri, Müslümanların ise İslam dışında onları ilerletecek bir özelliklerinin olmadığı gibi ancak tebessüm ettirecek bir çıkarıma götürme riski de yüksektir.
Dördüncü olarak, İslam’ı “yanlış anlayanlar” kategorik olarak Müslüman ise hangi İslam’ı yanlış anlamışlardır? Kendilerinin Müslüman olarak tanımlanmasını sağlayan İslam’ı mı yanlış anlıyorlar? Müslüman değillerse o zaman Müslümanların İslam’ı yanlış anlamasından niçin bahsediyoruz? Müslümanlar değil, insanlar İslam’ı yanlış anlıyorlar demek gerekmez mi? Bu ikilemden kolayca kurtulmak isteyen bazıları da tekfir kılıcını eline alıp özellikle de ben Müslümanım diyenlerin niçin “hakiki” Müslüman olmadıklarını anlatarak sorunu kökten çözmeye çalışıyorlar. Mutedil sorun çözücüler ise örtük biçimde “kültürel Müslümanlık” ile “özsel Müslümanlık” ayırımı yapıp “kültürel Müslümanları” “özsel Müslümanlığa” davet etme yolundalar. İşleri bayağı zor, Allah kolaylık versin.2
Beşinci olarak, dil, etnik köken, yaşanılan coğrafya, geçim usulleri, yeme içme, giyim kuşam adetleri, kurumsal yapıları veya yönetim sistemleri bakımından birbirinden çok farklı ve birbirlerini etkilemeleri mümkün olmayacak kadar dünya üzerinde yedi kıtaya dağılmış, dünya nüfusunun yüzde yirmi beşini oluşturan ve büyük çoğunluğu günlük yaşamlarında hiçbir şekilde birbiri ile karşılıklı etkileşim içinde olmayan Müslüman toplulukların (alt grup veya devlet düzeyinde) nasıl oluyor da “geri kalma” konusunda tam bir mutabakat sağladıklarını, tümüyle benzer bir çizgi izlediklerini açıklamak çok kolay değildir. “Hakiki Müslüman” olmayı bir türlü beceremezken ışık hızında bir etkileşimle “geri kalma” konusunda tam bir mutabakat içindeler ve “geri kalma” için üstlerine düşeni hakkıyla yerine getiriyorlar. Bu insan topluluklarının birlikte topluca anlaşmış gibi İslam’ı yanlış anlamaları akla hiç uygun bir tespit gibi durmamaktadır.
Altıncı olarak, bu yanlış anlama aşamalı olarak mı yoksa birden mi ortaya çıkmıştır? Yani İslam, ta başından beri mi yanlış anlaşılmıştır, yoksa önce doğru anlaşılmış bazı olaylardan sonra mı yanlış anlaşılmaya başlanmıştır? Eğer bu yanlış anlama sonradan başlamışa bu yanlış anlamayı ortaya çıkaran olaylar nelerdir? Bu olaylar tüm dünya Müslümanlarını hep aynı zamanda, aynı yönde ve aynı şiddetle mi etkilemiştir? Bu etkiden kurtulan hiçbir kimse veya topluluk olmamış mıdır? Bugünkü kadar merkezî medya araçları olmayan dönemlerde, ademi merkeziyetçi bir bilgi üretim ortamında nasıl oldu da aynı sonucu verecek biçimde dünyanın her yerinde, önceleri doğru anlaşılan bir şey sonraları yanlış anlaşılmaya başlanmıştır? Eğer zamanın geçmesi dinin yanlış anlaşılması konusunda kendiliğinden etkili doğal bir faktör ise, bu durumu yeni bir peygamber olmadan tersine çevirmek mümkün müdür? Bu süreci tersine çevirmek için en çok cesaret sahibi olanların kendilerinin peygamber, daha az cesaretlilerin de mehdi olduklarını söylemelerinin nedeni bu mudur?
Müslümanlar Öteki Şeyleri Doğru Anlarken Niye İslam’ı Yanlış Anlasınlar?
İslam dini insanlara dünyaya niçin geldiklerini, neler yapmaları hâlinde dünyaya geliş amaçlarına uygun yaşamış olacaklarını içeren inanç ve kurallar bütünü sunar. Bu ilkelerin tamamına yakınının (en azından Müslüman olmayı sağlayacak kadarının) ergenlik çağına gelmiş, doğru ve yanlışı ayrıştırabilecek muhakeme kabiliyeti olan kişiler tarafından anlaşılması beklenir. Bir kişinin Müslüman sayılabilmesi için Arapça dilbilgisine, bâtıni-zahirî anlam bilgisine, İslam’ın geldiği dönemlerde başta Arap yarımadası olmak üzere dünyadaki inanç ve yaşayış tarzlarını incelemesine, Hazreti Peygamberin İslam’ı tebliğ ve Müslümanlara önderlik ederken içinde yaşadığı çevre koşullarını araştırmasına, herhangi bir kişinin doğru düşünüp düşünmediğini ortaya koyacak mantıklı muhakeme kuralları sistematiğinde düşünmesine vb. konularda asgari de olsa bir eğitim almış olmasına gerek yoktur. Bir başka deyişle, Hz. Peygamberin tebliğ ettiği İslam’ın mesajını anlamak, ona iman edip hayatını İslam’ın öngördüğü kurallar çerçevesinde yaşamak sadece belirli alanlarda detaylı çalışmalar yapan kişilerin anlayabileceği, bir nevi, bir uzmanlık işi değildir. Nitekim tarih boyunca bugün İslam beldeleri olan yerlerde yaşamış olan insanların büyük ekseriyeti okuma yazma bilmeyen, günlük iaşe ve ibate işleri ile meşgul olan “ortalama” insanlardır. Onlar İslam’ı doğru anlamadan mı sonraki nesillere aktarmışlardır? Eğer bu şekilde düşünürsek içinden asla çıkamayacağımız bir sarmalın tam ortasındayız demektir.
Kısaca söylemek gerekirse, İslam, hiçbir zaman ve hiçbir dönemde, rehberlik eden seçkinleri olsa da, İslam davetinin ulaştırıldığı kitlelerin özellikleri bakımından bir “seçkinler” dini olmamıştır. Bunun daha açık anlamı şudur: Bir kişi buluğ çağına gelmişse ve aklı başındaysa (muhakeme kabiliyetine sahipse) İslam’ın inanç ve ahlak ilkelerini, Allah’a şükür ve ibadet amaç ve şekillerini, hayatını dürüst ve erdemli bir şekilde yaşayabilmesinin kodlarını gayet rahat anlayabilir ve anladıklarını pratik hayatına yansıtarak iyi bir Müslüman olabilir. Bu sebeple Müslüman olmak için erişkin olma ve akıllı olma (akil baliğ olma) dışında başka ön koşullar ileri sürmek gereksizdir. Bazı sorumlulukları yerine getirme bakımından özgür olma, yeterli servete sahip olma veya mukim olma gibi ön şartlar da olabilir. Şartları farklı olanın asgari bilgi düzeyi ve yerine getirmesi gereken sorumlulukları da farklılaşabilir, ama herkes için mutlaka Müslüman olma imkânı vardır.
Şimdi birileri “Bunlardan başka ön koşul ileri süren mi var ki bu konuyu gündeme getiriyorsunuz?” diye düşünebilir. Birazdan değinileceği üzere günümüzdeki ilahiyat tartışmalarının önemli bir kısmı, “Niçin İslam’ı doğru anlamıyoruz?” yahut “Neden mevcut İslam anlayışımız yanlıştır?” konularına o kadar fazla ağırlık vermektedir ki “Ne yapılırsa İslam doğru anlaşılır?” sorusuna cevap vermek giderek zorlaşmakta, adeta imkânsız hale gelmektedir. Derin ilahiyat tartışmaları içinde, her zaman açıkça söylenmese de örtük biçimde, dinî bilginin yorumlanması konusunda uzmanlığı olmayan anlamında “ortalama” bir insandan beklenmeyecek ayrıntıların İslam’ı anlamada ön şart haline getirildiğini görmekteyiz. Bu “derin” tartışmaların herhangi bir alandakine benzer (sosyal veya teknik fark etmez) alanın uzmanı olan kişilerin yorum farklarının birbiri ile yarıştığı bir zenginlik oluşturmasının normal olduğunu göz ardı etmemeliyiz. 3Ayetleri, içinde geldikleri koşulları da ele alarak (esbabı nüzul) nasıl anlamalıyız? Bugün hadisleri nasıl değerlendirmeliyiz? Günümüzde geçmiş dönemlerin sorunlarına çözüm için görüşler ileri süren fıkıh âlimlerinin muhakeme tarzı ve kullandıkları bilgilerin aynısını mı kullanmalıyız? gibi uzmanların ayrıntılı tartışma konuları, insanların önüne öyle kolay kolay anlaşılması mümkün olmayan bir İslam getirmemelidir. Bu tartışmalar biraz yakından izlendiğinde, bir insanın kendi başına veya bir rehber eşliğinde Müslüman olması için adeta, modern tabirle, İslami ilimler alanında doktora düzeyinde bir bilgi birikimine sahip olmasının gerekliliğinin ima edildiği görülmektedir. Üstelik bir alanda örneğin hadis doktorası yaparsanız, tefsir, kelam, fıkıh alanlarında yeterli birikim sağladığınızı söyleyemezsiniz. Bu alanların bir veya birkaçında doktora yapmış olanlar yorumlarında uzlaşmış olsalar, Müslüman olmayı biraz zor ama sonunda yapılabilir bir iş olarak göreceğiz. Her doktora yapan ayrı bir telden çaldığı için (farklı bir şeyler söylemek doktora çalışması yapmanın doğasında var. Zira doktora tezi alana yeni bir yorum veya bilgi katmak için yazılmaktadır) “derin” bilgi, İslam’ın ne olduğu konusunda uzlaşma değil çoğu zaman fikir çatışması getirmektedir. Bu sebeple uzmanlık düzeyinde bir uzlaşma ön şart ise, sadece “İslami ilimlerin” (kelam, tefsir, hadis, fıkıh vb.) bir alanında doktora yapmış olmak bile “İslam’ı doğru anlamak” için yeterli olmayabilir. Hatta bu doğru anlama işi için sadece İslami ilimleri bilmenin de yeterli olmadığı, İslam dinine yöneltilen eleştirilere makul cevaplar verip bu bağlamdaki tartışmaların bi hakkın altından kalkabilmek için ek olarak tarih, sosyoloji, psikoloji, ekonomi ve antropolojiden de haberdar olmak gerektiği söylenebilir. Bu olması gerekenler listesi uzar gider.
Burada Müslüman olmak için İslam’ın lehine ve aleyhine söylenen her şeyden haberdar olup onlara makul cevaplar vermenin bir ön şart olarak ileri sürüldüğü tespiti aşırı abartılı olur. Ancak “İslam’ı doğru anlama” bağlamındaki sözlü ve yazılı literatür göz önüne alındığında, açıktan olmasa da örtük olarak, bu işin yapılmasının büyük bir uzmanlık gerektirdiği varsayımına göre tartışmaların yürütüldüğü açıkça görülecektir. En az külfetli yorum “benim açıklama ve yorumlarımı dinle, hakiki Müslüman olursun” biçiminde kendi yorumunu “hakiki İslam” olarak merkeze yerleştirmektir. Bunun gerçekçi bir yaklaşım olmadığı, Müslümanların yaşadığı coğrafyalardaki uzlaşmaz grupların varlığına ve sonu gelmez tartışmalarına bakılarak gayet rahat biçimde söylenebilir.
Bütün bu tartışmalarda örtülü ya da açık bir şekilde ortaya atılan gereklilikler (yani “İslam’ı doğru anlama”nın ön şartları) dikkate alındığında “ortalama” bir insanın bilgi ve becerileri ile bu işi hakkıyla yapabileceği varsayımının büyük oranda terkedildiği görülmektedir. Bu yorum zenginliğinin, Müslüman olmayı kolaylaştırmaya değil zorlaştırmaya katkı sağlar hale gelmesi durumunda burada bir sorun olduğu gayet açıktır. Hâlbuki Hz. Peygambere nasıl Müslüman olurum mealindeki sorulara verdiği “Allah’a inan sonra dosdoğru ol” mealindeki kısa cevaplar, bağlamın ne kadar önemli olduğu ve herkes için Müslüman olma fırsatının bulunduğu konusunda yeterli ipuçları vermektedir.
Sonuç olarak diyebiliriz ki günümüz Müslümanlarının yüzleştiği sorunların sebebinin İslam’ın yanlış anlaşılması olduğu öngörüsü sağlıklı bir tespit olmadığı gibi pek çok sorunun çözümü bu tespitle ilişkilendirilebilir. O zaman “Sorunlarımızın kaynağı nedir?” sorusuna tam tatmin edici olmasa da gerçekçi bir cevap vermek (ya da vermeye çalışmak) gerekir. O da bir sonraki yazının konusu olsun.
Ömer Demir
ODTÜ Kamu Yönetimi Bölümünden 1988’de lisans ve 1990’da yüksek lisans derecesi aldı. 1993 yılında Anadolu Üniversitesinde İktisat alanında doktorasını tamamladı, 1996’da doçent 2009’da profesör oldu. Üniversite dışında TÜİK, YÖK ve ÖSYM’de yönetici olarak çalıştı, TÜBİTAK bilim kurulunda görev yaptı. Halen Ankara Sosyal Bilimler Üniversitesinde öğretim üyesi. İktisat metodolojisi ile iktisadın kurumsal yapılarla ilişkileri konusunda çalışmalar yapıyor.
İlerleme, ileri gitme, geri kalma kavramları etrafında bir yığın tartışma var. İfadeleri burada o tartışmalara girmeden günlük dildeki çağrışımları ile yetinen bir anlamda kullanıyoruz.↩
Bahsi geçen “Müslümanların İslam’ı anlamadığı” ifadesindeki mantık hatasını giderebilecek ama pek değinilmeyen alternatif bir durumdan söz etmek gerekir. Mevcut Hristiyanlığın hak olmadığı söylendiği halde inananlarına Hristiyan denildiği gibi çeşitli şekillerde özünden uzaklaşmış farklı İslam anlayışlarına inanan “Ehli Kitap Müslümanlar”a da Müslüman denilmesinde bir mantık hatası olmayacaktır.↩
Hatta bu durumu, ilahiyat tartışmalarında temayüz etmiş çağdaş kişilerin Karadenizli olmasına işaret ederek aralarındaki kavgayı bize din diye yutturuyorlar diyen Prof. Dr. Ali Köse Hocanın kulakları çınlasın. https://www.youtube.com/watch?v=tdpotYiMmxY ↩