SOSYAL BİLİMLERDEKİ YETERSİZLİK TEKNİK İLERLEMEYE MÂNİ MİDİR?
Ömer Torlak –
Bizim toplumda, “İslam, terakkiye mâni midir?” sorusu epeydir sorgulanan ve irdelenen bir konu malum. Bakış açısı ve alınan pozisyona göre hemen herkesin kendince yargıda bulunduğu bir konu aynı zamanda. İnanç değerlerinden bağımsız olarak insanı düşünmek elbette mümkün değil. İslam’ın ilke ve değerleri ile bu inanca sahip olduğunu iddia edenlerin karar ve eylemlerine rehberlik eden ilke ve değerlerin her zaman birbirinin aynı olduğunu söyleyemeyiz. Dolayısıyla bir inanç alanının bütünü ile o inancı temsil edenlerin aynı anlamda kullanılmak suretiyle bu tür konularda pratikler üzerinden yapılan değerlendirmelerin yanlılık içermesinin mümkün olduğunu biliyoruz. Bunun farkında olarak bu yazıda konuya daha özelde sosyal bilim ile teknik ilerleme ilişkisi/kopukluğu açısından bir değerlendirme ortaya konulmaya çalışılmıştır.
Hayatı kolaylaştırmak için tekniğin kullanımı, insanın her zaman başvurduğu çabalar arasındadır. Taşıyacağı yükün kendisine yükleyeceği ağırlığı hafifletmeden tutun da verinin işlenmesi, depolanması, analiz edilmesi ve farklı mecralara transfer edilmesine kadar akla gelebilecek her alanda kendi iş yükünü hafifletme ve hayatı kolaylaştırmak için en basitinden en karmaşık olanına kadar her türlü tekniğin kullanımı insan aklı ve zekâsı sayesinde mümkün olabilmiştir. El becerisine dayalı tekniklerin zamanla yine insan akıl ve zekâsının geliştirdiği makine, bilgisayar ve yazılımlar sonucunda teknolojik gelişmelere dönüştüğüne tanık olduk. Gelinen noktada insanın kendi zihnini rahatlatacak, kendisine talimatlar vermesine imkân verecek akıllı sistemler yanında işlerinde yardımcı olacak robotlarla da yüz yüzeyiz. Yine insan, pek çok başka canlı için olduğu gibi kendi benzerini kopyalama, ikinci bir ömrü yaşama ve mümkünse hastalanmayan, yaşlanmayan bir insan prototipini yapma çabasını da sürdürmekte.
Bu tür çabalar sonucunda ortaya çıkan bazı ürün ve sonuçların zaman zaman farkında olarak ya da olmaksızın insanlığa zarar verecek amaçlarla kullanıldığına da tanık olmaktayız. İnsan sağlığı için olumlu olabilecek bir teknik ya da teknolojik sonuç insanlığın mahvı için de kullanılabilmektedir. Teknik ilerleme ya da teknolojik sonuçların bu şekilde olumsuz kullanımlarının çok farklı sebeplerinden söz edilebilir. Bu yazının amacı bu sebepleri sıralamak ya da irdelemek değildir. Burada teknik ilerleme ya da teknolojik gelişmelerin her yönüyle refah artışına yol açabilmesi için nasıl bir zeminde gerçekleşmesi gerektiğini tartışmak istiyoruz.
İnsanın dengede olması gereken bir varlık olduğu konusunda sanırım farklı bir değerlendirme yapmayız. Biyolojik bir varlık olması yanında psikolojik özellikleri, insanın madde ve mana arasında bir dengede durmasını gerektirir. Yani fizyolojik açlığını giderme ihtiyacı hisseden insanın duygularını tatmin etme ihtiyacını da gidermesi hayatı dengeli yaşayabilmesi için önemlidir. Hedeflerine ulaşmak isteyen insan aynı zamanda inanç, kültür ve ahlaki değerlere uygun hareket etmeyi de gözetir. Bir taraftan vicdanı bir taraftan da sosyal etkilenmeye açık olması onu bu şekilde davranmaya yöneltir. Başarma arzusunu, paylaşma, dayanışma ve başkalarına yardımcı olma duyguları ile dengeli götürmeye çalışır.
Sıraladığımız bu örnekler yanında hayatın tamamında gözeteceği denge, insanın önce kendisini tanıması, muhataplarını insan olarak kabul edip, sevmese bile saygı göstermesi ve kaynakların insanlığın tamamına ait özenle kullanılması gereken değerler olarak görmesi ile mümkün olur. Ancak konunun diğer tarafında ise duygularını bastıran, hayata tek yönlü bakan ve dolayısıyla ya sadece materyalist, makyavelist ve hatta pragmatist kişilikler ya da sadece konformist, mistik veya karamsar kişilikler karşımıza çıkar. Tek yönlü ve dengeden uzak bu tür kişiliklerin geliştirecekleri veya kullanacakları teknik ya da teknolojinin amaca uygun kullanılma ihtimalleri de zayıflar. Öte yandan teknik ya da teknolojiyi geliştiren ya da tedarik edenler bu dengesiz kişilikler eliyle insanlığa zarar verecek biçimde tekniği ya da teknolojiyi kullanabilir. Kendilerini ustaca kenara çekmek suretiyle ortaya çıkacak olumsuzluğun faturasını da bu tür dengesiz kişiliklere kesme becerisi göstermiş olurlar.
Birey düzeyinde dengesiz kullanım ve bunların kabaca sonuçlarına vurgu yaptıktan sonra teknik ilerleme ve teknolojik değişimin toplumsal düzeydeki görünümüne bakabiliriz.
Teknik ilerlemeden teknolojik dönüşüme geçilmiş olması toplumlar arasındaki ekonomik ve sosyal gelişmişlik düzeyleri arasındaki dengeyi bozan bir noktaya geldiğini ifade edebiliriz. Fabrikasyon üretimin olmadığı ve el emeğine dayalı tekniğin kullanıldığı dönemlerde teknik ilerlemenin toplumlar arasındaki refah düzeyinin dengesini alt üst etmediğini biliyoruz. Bu aşamaya kadar Avrupa merkezli bazı ülkelerin kıymetli maden ve ürünlerin kendi ekonomilerine transferi yanında emperyal anlayışla ele geçirdikleri bazı yabancı topraklardaki arazi ile kıymetli madenleri ekonomik değere dönüştürme kabiliyetlerinin öne çıktığını söylemek mümkün. Bu kabiliyet yanında deniz aşırı taşıma için kullandıkları gemi tekniğine sahip olmaları yanında yönetme becerilerinin de Avrupalı bazı ülkelere avantaj sağladığını ifade edebiliriz. Dolayısıyla teknik yanında bazı sosyal becerilerin de etkisiyle refah düzeylerini artırabildikleri anlaşılmaktadır.
Bu noktadan fabrikasyon üretim ve matbaanın kullanılması aşamasına kadar Avrupa merkezli bu ülkelerin, hayatın daha nitelikli yaşanması ve refahın artırılması amacını taşıyan bazı kurumsal düzenlemeler yanında teknik ilerleme ve teknolojik gelişmelere zemin hazırlayacak toplumsal dinamikleri anlama çabasını da görmekteyiz. Gerek kendi toplumlarının gerekse ilişkide olunan diğer toplumların iş, alışveriş, günlük hayat, alışkanlıklar ve tutumlarını öğrenmeye yönelik olmak üzere, antropoloji, sosyoloji ve psikoloji başta olmak üzere sosyal bilimlerin her bir alanına ilişkin kavramsal ve kuramsal birikimlere de bu dönemlerde zemin hazırlandığını biliyoruz. Yine bu dönemler Avrupa üniversitelerinde sosyal bilimlerin farklı uzmanlık alanlarına ilişkin okul ve ekolleşme çabalarına da tanık oluyoruz. Bu çabaların sonuçlarını toplumsal ve ekonomik refaha dönüştüren bu insanlara kapılarını açan Kuzey Amerika’nın da geç bir toplum olmakla birlikte hazır birikimden faydalanma becerisini gösterdiğini söylemek mümkün.
Söz konusu dönemlerde ise Doğu olarak tanımlanan coğrafyada sosyal bilimlerin inanç değerleri ile çeliştiği fikrinden hareketle sınırlar çizildiği ve hatta dışlandığını görüyoruz. Teknik bilimlerde ortaya konulan çalışmaların Avrupa ülkelerince tercüme yoluyla faydaya dönüştürülüp ekonomik refaha katkı sağlayacak teknik ve teknolojik ilerleme amaçlı kullanımına karşılık, bu teknik ve teknolojik birikimi eleştirel bakışın ve araştırma özgürlüğü altında kazanmış olan Doğu’da ise sosyal bilimlerde söz söyleme, fikir belirtme ve müzakerenin, araştırma yapmanın boğucu bir atmosferde yok edildiği bir dönemde teknik ilerlemenin mümkün olması beklenemezdi. Nitekim bu gelişmeler sonucunda sosyal bilimlerin neredeyse hurafe olarak değerlendirildiği uzun bir dönemin yaşanması kaçınılmaz oldu.
Buraya kadar olan değerlendirmelerden yapılabilecek çıkarım olarak teknik ilerleme ya da teknolojik gelişmenin sosyal bilimlerden bağımsız düşünülemeyeceği olgusu olsa gerek. Zira böylesi bir yaklaşım, ya topluma refah artışı sağlayacak bir teknik veya teknolojik gelişmenin çıkamayacağı ya da herhangi bir gelişmenin farklı sebep ve gerekçelerle dengesi bozulmuş insan elinde insanlığın zararına yol açacak biçimde kullanılabileceği sonucuna bizi götürecektir.
Günümüzdeki durum açısından konuyu irdeleyecek olursak, neler söylenebilir sorusuna cevap vermemiz gerekir.
Küresel bir dünyada yaşıyoruz. İnsanlar ve ürünler neredeyse sınır tanımaksızın hareket edebiliyor. Bu mobiliteye imkân tanıyan şey de aslında bizatihi teknolojik gelişmeler. Kas gücü ile yük taşıyan, duman, ulak ya da güvercin ile haberleşen, buhar ile taşıma yapan insandan uydu üzerinden işlem yapabilen insan var karşımızda. İşte bu ve yazının girişinde bahsettiğimiz çok sayıdaki teknolojiyi üretenler yanında bunları kullanan toplumlar da fayda elde etmeye çalışıyor. Şu farkla ki, teknolojiyi üretenlerin elde ettiği katma değer onları kullananlarınınkine göre çok fazla. Bu teknolojileri tüketenler onları elde edebilmek için miktar olarak çok fazla mal satmak durumundalar. Yani pazara sunulan ürünlerin birim değerleri arasında teknolojik ürünler lehine kapatılması mümkün olmayacak bir açıklık var. Ve bu açıklık sürekli olarak teknolojik değişim ve dönüşümü yapabilenler lehine işliyor.
“Son birkaç asırdır oluşan bu durum tesadüflerle açıklanabilir mi?” sorusu önemli bir soru. Yazının bu son kısmında bu sorunun cevabına odaklanacağız.
Teknik ilerleme ve teknolojik gelişmenin toplumsal refah artışına katkısını tesadüflere bırakmamak için öncelikle akıl ve zekâsını kullanacak insanın toplum içindeki gelişimine odaklanmak gerekiyor. Devamında ise teknik ve teknolojik ilerlemeyi toplumun faydasına kullanabilme adına ve tabii zarar verecek bir enstrüman olarak kullanılma ihtimalini azaltmak üzere bir toplumsal stratejinin geliştirilmesinin önemli olduğunu söylememiz mümkün.
İnsanın aklı ve zekâsını kendisinden başlamak üzere çevresine ve topluma katkı sağlayacak biçimde kullanabilmesi için aile, kurumlar ve kuralların sağlam bir zemin olabilecek biçimde kurgulanmasına ihtiyaç var. Diğer bir deyişle, sosyal bilimlerin her alanını değerli gören bir anlayış gerekli. Aksi halde sonuca odaklı, belki aklını ve zekâsını iyi kullanan, ancak sonuçta fayda yerine zararı daha fazla bireylerden oluşmuş kaotik bir toplum yapısı ile karşı karşıya kalabiliriz. Tarihi hamaset ya da düşmanlık vesilesi olarak görebilir, hukuk kurallarını yasaklayıcı veya delinmesi gereken kurallar bütünü şeklinde algılayabilir, iş dünyasında fırsatçılık ile idealizm arasında sıkışabilir, psikolojik açıdan daha mistik veya çok pragmatik bir bakış açısıyla hareket eden ikircikli insanlardan oluşan bir toplum olabiliriz. Böylesi ikircikli insanların çoğunluğu oluşturduğu toplumlarda ise teknoloji üretiminden ziyade teknolojiyi tüketen konumunda olması ise neredeyse kaçınılmaz olur.
Teknolojiyi üreten ve elde edilen katma değer sayesinde daha müreffeh yaşayan toplumlarda her insanın elbette iyi insan olması gibi bir iddiamız yok. Bu toplumları yönetenlerin de tamamının salt insanlık faydasına işler yaptığını söylemek durumunda değiliz. Ancak teknolojik dönüşüm sayesinde katma değeri daha yüksek ürünlerle refah düzeyini yükseltebilmiş toplumların sosyal bilimlere daha fazla değer veren toplumlar olduğunu rahatlıkla ifade edebiliyoruz.
Yazının sonuna yaklaşırken teknik ilerleme ve teknolojik gelişimde sosyal bilimlerin katkısının nasıl olduğuna ilişkin somut şeyler söylemem gerektiğinin farkındayım. Toplumsal hayatın bütüncül bir bakış açısı ile tanımlanması, açıklanmaya çalışılması, kaotik bir toplumsal ilişkiler ağından sosyal ve ekonomik refahı artıracak bir ilişkiler ağının toplumda inşa edilebilmesi bakımından öncelikle disiplinler arası yaklaşımla sosyal bilimlerin her alanının eleştirel çalışmalarına imkân sağlanmasına ihtiyaç vardır. Bu tür çalışmalar yapılırken ve sonuçları paylaşılırken her ortamda dışlayıcı olmaksızın anlamaya çalışan bir yaklaşımla toplumsal hayatın her alanı için kurum ve kuralların oluşumuna alan açılması gerekir. Dolayısıyla sosyal bilimleri önemseyen ve teşvik eden bir yaklaşım ile toplumu oluşturan bireyler ile o topluma sonradan katılanların akıl ve zihinlerini özgürce kullanmalarına, hatta saçmalama hakları olduğunu da kabul ederek alan açılmalıdır. Kurum ve kuralları oluşmuş ve oturmuş toplumlarda insanlara işlerini amaca uygun yapma, fikirlerini müzakere etme ve kaynakları etkili ve etkin kullanma noktasında alan da açılmış olacaktır. Böylesi bir atmosferde katma değeri yüksek ürün ve teknoloji üretiminin bu tür ürünler ile teknolojinin tüketiminden daha fazla gelir getirmesi sayesinde ekonomik refah artışı da beraberinde gelmektedir. Tersine uygulamaların yaygın olduğu toplumlardan kendisini ifade etme alanı olduğu düşünülen toplumlara yaşanan beyin göçü tam da bu durumun bir sonucu olarak gerçekleşmektedir.
Sosyal bilimleri bilinenleri taklit etme ya da dedikodu düzeyinde gerçekleştiren toplumlar bakımından teknik ilerleme ve teknolojik gelişme sağlamak mümkün olamamaktadır. Buna bağlı olarak bu ülkelerde katma değeri yüksek ihracat rakamlarına erişmek hayal ötesine geçememektedir. Nihayetinde teknolojik gelişime açık ve üretken zihinleri anlama çabası için, onlara çalışmaları için hem işletme hem de ülke düzeyinde olgunlaşmış bir çalışma ortamı hazırlama becerisine ihtiyaç vardır. Ve bu ihtiyacı karşılayacak olan da onların en azından sosyal ilişkilere nasıl yaklaştığı, psikolojik ihtiyaç ve beklentilerinin neler olduğu, hangi duygusal durumların onları nasıl etkilediği, iletişimde neye dikkat ettikleri ve hangi araçlarla iletişim kurdukları, tarihsel anlatılara nasıl yaklaştıkları, kendi hikâyelerini nasıl kurguladıkları, iktisadi beklentileri ile rasyonalitelerinin nasıl şekillendiği, hangi liderlik tarzlarından nasıl performans gösterdikleri gibi sosyal bilimlerin hemen her alanını ilgilendiren hususların anlaşılmaya çalışılması olacaktır. Bir diğer deyişle, toplumun fotoğrafını doğru çekmeye çalışan bir sosyal bilim çabasının olmadığı toplumlarda araştırma ve geliştirme, teknolojik gelişme ve benzeri çabaların başarıya ulaşması tesadüflere bağlıdır. Üstelik bu başarıların yazının başında ifade etmeye çalıştığımız olumsuz çıktılar üretmesi de neredeyse kaçınılmazdır.
Yazıyı bitirirken şu iki sorunun anlamlı olduğunu düşünüyorum:
“Sosyal bilimlerin üvey evlat muamelesi gördüğü toplumlarda teknolojik gelişme ve teknik ilerleme sağlanması mümkün müdür?”
“Sosyal bilimlerin üvey evlat muamelesi görmesinde ülkeyi yönetenler mi yoksa sosyal bilimciler mi daha fazla sorumludur?”
Ömer Torlak
1961 İstanbul doğumlu. İstanbul Üniversitesi İşletme Fakültesi’nden 1982 yalında mezun oldu. 1984 yılında yüksek lisans ve 1991 yılında doktora derecelerini pazarlama alanında İstanbul Üniversitesi’nden aldı. 1996 yılına kadar özel sektörde çalıştı. 1996 yılından itibaren Kırıkkale, Eskişehir Osmangazi ve Çankırı Karatekin Üniversitelerinde görev yaptı. KTO Karatay Üniversitesi’nde rektörlük ve Rekabet Kurumunda başkanlık görevlerinde bulundu. TÜBİTAK Bilim Kurulu üyeliği de yapan Torlak, pazarlama ahlakı, pazarlama tarihi, tüketim kültürü, tüketici davranışları ve pazarlama araştırmaları alanlarında çalışmalarını sürdürmekte ve halen İstanbul Ticaret Üniversitesi’nde çalışmaktadır.