Mustafa ACAR –

Schumpeter’in önemli eseri Kapitalizm, Sosyalizm ve Demokrasi tarafımızdan yapılan yeni bir çevirisiyle bugünlerde piyasaya çıkmış bulunmaktadır.1Bu vesileyle bu yazıda gerek söz konusu eser gerekse bir iktisatçı-düşünür olarak Schumpeter’in iktisadi düşünce ve iktisat tarihindeki yeri ve önemine ilişkin kısa bir değerlendirme yapılmaktadır.

Ondokuzuncu yüzyıl sonları ile yirminci yüzyılın ilk yarısında yaşamış olan Joseph A. Schumpeter (1883-1950) birçok bakımdan gerçekten de önemli bir isimdir. Onu iktisadi düşünce tarihi, iktisadi analiz tarihi, iktisat, sosyolojisi ve modern iktisat tarihinin en önemli şahsiyetlerinden biri yapan birçok neden sıralanabilir.

Schumpeter yaşadığımız çağı anlama, iktisadi gelişme sürecini açıklama ve geleceğe yönelik öngörülerde bulunma konusunda yaratıcı, sorgulayıcı, üretken ve mucit bir sosyal bilimcidir. Yaratıcı yıkım (creative destruction), inovasyon (yenilik) ve girişimci gibi günümüz dünyasında büyük önem kazanmış, modern gelişmelerin izahında anahtar rol üstlenmiş kavramların ya mucidi ya da bilim dünyasına yeni bir içerikle takdim edicisi Schumpeter’dir.

Her cihangir zekâ ve her sıra dışı üretken yazar gibi Schumpeter de anlaşılması, yorumlanması, çözümlenmesi kolay olmayan bir iktisatçı-düşünürdür. Çalkantılı hayat macerası Avusturya’da başlamış, Hitler zulmünün ortaya çıkmasıyla birlikte 1930’lu yılların başlarında ABD’ye göç etmek zorunda kalmış ve eserlerinin çoğunu burada vermiştir. Tahsil hayatı bağlamında Viyana Üniversitesinde hukuk ve iktisat okumuş, Avusturya İktisat Okulunun önemli temsilcilerinden Böhm-Bawerk’in öğrencisi olmuştur. 1909’da bugün Ukrayna sınırları içinde kalan Çernivtsi Üniversitesi, 1911-14 arasında da Avusturya’da Graz Üniversitesindeki hocalığından sonra bir süre Avusturya Maliye Bakanı olarak görev yapmış (1919-20), ardından özel bir bankanın üst yönetiminde bulunmuştur (1920-24). 1925-1932 döneminde Almanya Bonn Üniversitesinde görev yapan Schumpeter, Almanya’da Hitler ve Nazi hareketinin iktidara gelmesiyle birlikte siyasi ortamın bilim insanları açısından çekilmez bir hal almasından sonra ABD’ye gitmiş, ömrünün sonuna kadar Harvard Üniversitesinde çalışmıştır (1932-50). Özellikle İktisadi Analiz Tarihi ile Kapitalizm, Sosyalizm ve Demokrasi adlı eserleri büyük yankı uyandıran, itibarı yüksek önemli eserlerdir. Konjonktür dalgaları ve kapitalizmin gelişimini girişimcilerin öncü faaliyetleri, teknolojik yenilikler ve bazı sektörler ölürken bazılarının ortaya çıkmasını ifade eden yaratıcı yıkım gibi kavramlara dayalı olarak izah etmiştir. Buna göre kapitalizmin ilerlemesini mümkün kılan temel mekanizma, yeni ürünlerin ve yeni üretim yöntemlerinin ortaya çıkmasıyla bazı eski ürün ve sektörleri ortadan kaldıran yaratıcı yıkım sürecidir.

Bizim bugüne kadar İngilizce’den Türkçe’ye yaptığımız çeviriler arasında en karmaşık, dili ağır, cümleleri uzun ve dolaşık, dolayısıyla tercümesi en zor olanı hiç kuşkusuz Schumpeter’in Kapitalizm, Sosyalizm ve Demokrasi adlı eseridir. Ana dili Almanca olup İngilizceyi sonradan öğrenmesine rağmen bu dilin inceliklerine hâkimiyeti, İngilizceyi çoğu Amerikalıdan çok daha ustaca kullanması hayret vericidir. Bir yandan ele alınan konuların sadece iktisadi boyutu olmayan, bunun yanında siyasi, ideolojik, tarihî ve felsefi boyutu da olan konular olması, bir yandan da yazarın tercih ettiği uzun, bazen paragraflık, iç-içe geçmiş cümleciklerden ve yargılardan oluşan karmaşık cümlelerle örülü dil mütercim için gerçekten de hayatı epey zorlaştıran, zaman zaman deyim yerindeyse “saç-baş yolduran” cinsten hususlardır.

Kapitalizm, Sosyalizm ve Demokrasi klasik bir eser olup 1940’lı yıllarda, yani II. Dünya Savaşı devam ederken yazılmış, bu yönüyle kısmen tarihe tanıklık eden bir eserdir. Bazen sosyalizmi överken bazen eleştiren, aynı şekilde kapitalizmi bazen göklere çıkarırken bazen yerden yere vuran, demokrasiyi yer yer överken yer yer eleştiren eser, ana fikri bir çırpıda özetlenmesi zor bir eserdir. Her şeye rağmen kitabın ana fikri, kapitalizmin geçmişte büyük başarılara imza atmış, girişimcinin öncü rolü, inovasyon ve yaratıcı yıkım süreci sayesinde toplumsal dönüşüm ve refah artışlarına imza atmış; ancak kendi başarılarının zamanla kendi altını oyacağı, bu nedenle de uzun dönemde ayakta kalma ihtimali zayıf bir sosyal-ekonomik düzen olduğu, onun yerini ise demokrasiyle kısmen barışık bir sosyalizmin almasının mukadder olduğu şeklinde özetlenebilir.

Kapitalizmin ve sosyalizmin akıbeti konusundaki öngörülerinin isabeti bir yana bırakılırsa, yazarın eleştirel-analitik zekâsı gerçekten takdire değerdir. Kapitalizmi de, sosyalizmi de, demokrasiyi de ince eleyip sık dokuyan bir eleştiri süzgecinden geçirirken yazar eskilerin güzel ifadesiyle “hem nalına, hem mıhına” vurmaktan çekinmemektedir. Argümantasyon, iddialarını temellendirme, gerekçelendirme ve bunu yer yer felsefi derinliği olan sofistike önermelerle dile getirme becerisi her türlü takdirin üstündedir.

Eserin muhtelif yerlerinde çok daha fazla örneği bulunabilecek, şu türden kulağa küpe tespitler ve yorumlar, Covid-19 salgınından mustarip bir dünyada, Rusya-Ukrayna savaşının gölgesinde, enflasyonun bütün dünyada rekor seviyelere yükseldiği bugünlerde, yazılmasının üzerinden seksen yıl geçtikten sonra bile hâlâ dikkat çekicidir.

  • Milli birliğin yüceltilerek ahlaki bir düstur haline getirilmesi, faşizmin en önemli ilkelerinden birinin kabulü demektir. (s. 306)
  • Yenilgiyle sonuçlanan her önemli savaş, toplumsal dokuyu sarsacak ve yönetici zümrenin konumunu tehdit edecektir; askerî yenilgiden kaynaklı prestij kaybı bir rejimin kendisine rağmen ayakta kalabileceği en zor şeylerden biridir. (s.307)
  • Her türden ve sınıftan politikacılar, bir muhalifi hain olarak yaftalama fırsatını değerlendirmeye bayılırlar. (s. 313)
  • Hiçbir şey şundan daha aşikâr değildir: İş dünyası denen organizma, –ücretler, fiyatlar, faiz gibi- en önemli “eylem parametreleri” siyaset alanına transfer edilip de orada siyasi oyunlara alet edildiği, hatta daha da beteri, bazı planlamacıların fikirlerine göre hareket edildiği takdirde, tasarlandığı şekilde işleyemez. (s. 333)
  • Erdemleri konusunda okuyucu neye inanırsa inansın, bugüne kadar uygulandığı şekliyle fiyat kontrolü çıktının genişlemesi önünde başka bir engeldir. (s. 334)
  • Gerçekten kabul edilmelidir ki, en azından şimdi ve gelecekte, fiyat kontrolü ile birleştirilmiş ücretlerde artışları teşvik politikası, özel girişimi çökertme niyeti taşımadıkça, irrasyoneldir ve çıktı artışının düşmanıdır. Düzenleyici kurumun bazı fiyatları –siyasi gücü az olanlarınkini siyasi gücü fazla olanlarınkinden- çok daha fazla “bastırmak” suretiyle göreli fiyatlar sistemini tahrip etmek, sistemin iktisadi etkinliğini azaltır. Fiyat sabitlemenin bizatihi kendisi verilen hasarın tam kapsamını tanımlamaktan uzaktır. Aynı derecede önemli olan, yüksek maliyetli üreticileri “sübvanse” ederken düşük maliyetlileri “cendereye sokma” uygulamasının etkisizliğe verdiği primdir. (s. 334)
  • Fiyatlardaki kaçınılmaz artışı belirli bir limit dâhilinde tutabilmek için bir dizi tedbir gerekir. Hepsi de hayli sevimsiz şeylerdir bunlar. Sonuç alınabilmesi için hepsi de deneyim ve yetenek gerektirir ki, ben bunları görmüyorum. Üstelik bazıları, çıktı artış hızını bir ölçüde yavaşlatacaktır. Aynı zamanda üretime de müdahale etmeksizin hiç kimse tehdit edici boyutlarda enflasyonla mücadele edemez. Şimdi, şayet bunun yerine hiçbir şey yapılmaz da yeni bir Fiyat Kontrol Otoritesi kurulur, radikallerimizin savunduğu öğretiye göre bile enflasyonun tehdit etmediği gelirler ağır bir şekilde vergilendirilir, üstüne bir de sonuçlarına bakmaksızın ücretler tırmandırılırsa, Washington’un çaresiz bir biçimde devalüasyon gibi, mevduatları “dondurmak” gibi, “doğrudan kontrol”lere girişmek gibi, “fırsatçıları” ve “tekelcileri” veya başka bazı günah keçilerini cezalandırmak gibi hoyrat ve zalimce tedbirlere sarılacağı bir durum pekâlâ ortaya çıkabilir. Bu ise bir çuval inciri öylesine berbat edebilir ki, (milli geliri) iki yüz milyar dolar hedefinin yanı başı yerine bizi yarım yamalak bir sosyalizmin eşiğine getirebilir. (s. 337)
  • Siyasi deha tam da öylesine müthiş bir “lehteki ihtimallerden yararlanıp aleyhtekileri nötralize etme becerisi” demektir ki, her şey olup bittikten sonra yüzeysel bir gözlemci sadece öncekini görür. (s. 343)
  • Bu noktada çarpıcı bazı problemler kendini gösteriyor! Ancak okuyucularımın bu iddiaya inanmayı reddedeceğine olan inancım, burada bu sorunlara dalmamın imkânsızlığından kaynaklı üzüntümü bir ölçüde hafifletmektedir. (s. 344, dipnot 32)
  • Bazı bakımlardan, üstün yetenekli bir düşman ile başa çıkması daha az yetenekli biriyle başa çıkmaktan daha kolaydır ve aslında bir paradoks da değildir bu. (s. 346, dipnot 33)
  • Emperyalizm bir devletin kontrol gücünü kendi milletinden olmayan gruplar üzerinde onların rızası olmadan yaymayı amaçlayan bir politikadır. (s. 347, dipnot 36)
  • Aslına bakılırsa, Stalinist rejim, esas itibariyle, tek ve katı disiplinli bir partiyle ülkeyi yönettiği ve basın özgürlüğünü kabul etmediği, “rekabetçi liderlik karşısında tekelci liderliğin siyasi yöntemi” anlamında faşizmin tanımlayıcı özelliklerinden birini paylaştığı ve de Marksist anlamda kitleleri sömürdüğü için, militarist bir otokrasidir. Her ne kadar kendisine inanmamızı beklemesinin ima ettiği aklımıza hakarete içerlesek de, buna –en azından ümitle beklenen- demokratik sosyalizm denmesi gerektiğini düşünecek kadar şartlanmış Amerikan entellektüellerini anlayabilir, üzüntülerimizi bildirebiliriz. (s. 347)
  • Millileştirilmiş bir sanayi, bir otokrat lider için yönetilmesi ve sömürülmesi daha kolay olur, (böyle bir sanayi) bir muhalefet odağı haline de gelemez. (s. 347)
  • Teslimiyetçi o kişidir ki, Hristiyanlığa ve medeniyetimizin bütün öteki değerlerine sahte bağlılık gösterirken, bunları savunmak için ortaya çıkmayı reddeder. Kendisinin bunların yenilgisini kaçınılmaz akıbet olarak mı gördüğü, yoksa kendisini umuda karşı beyhude umutlarla mı avuttuğunun bir önemi yoktur. (s. 354)
  • Kapitalizm sadece ev kadınlarının bezelye ile fasulye arasında yapacağı tercihle üretimi etkileyebileceği ya da gençlerin fabrikada mı yoksa tarlada mı çalışmak istediğini seçebileceği yahut fabrika yöneticilerinin neyin nasıl üretileceğine karar vermede söz sahibi olabileceği düzen demek değildir: Bir değerler sistemi demektir, bir yaşam tarzıdır, bir medeniyettir, eşitsizlik ve aile serveti medeniyetidir. Ancak bu uygarlık hızla ölmektedir. Herkes gibi bayram edelim, olmadı matemini tutalım; ama buna gözümüzü kapatmayalım. (s. 363)
  • Şimdi, toplumsal değişimin hızlanmasına neden olan en etkili faktörlerden biri enflasyondur. “Hiçbir şey enflasyon kadar bir toplumun esas yapısının altını oyamaz” deyip duran bunca otorite varken, bu önerme üzerinde çok fazla düşünmeye bile gerek yoktur. Bunu kabul ediyorsak şayet, o zaman -sadece sorumsuz devrimcilerinki hariç- akla gelebilecek bütün açılardan, şu sonuç çıkar: Bir savaşın ardından bir ülkenin ekonomik sürecine, mevcut enflasyonun daha da fazla enflasyon yaratmasına meydan vermeyecek şekilde ayar vermek gerekir. Ancak, aynı zamanda da açıktır ki, herkesin bu tür bir politikanın kısa vadeli sonuçlarından korktuğu, (özellikle de parasal ücretlerde bir artış olmadan daha önce baskı altında tutulan fiyatların çoğunda bir artış gibi) gereken ayarlamaların bazılarının kesinlikle “siyaseten mümkün” olmadığı bir dünyada bunu yapmak da son derece zordur. (s. 365)

Görüldüğü üzere, Schumpeter’in iktisat ve siyasetin etkileşimine dair birçoğu rahatlıkla bugüne de uyarlanabilecek çok önemli tespitleri vardır. Ancak bu çarpıcı tespitler, argümantasyon yeteneği ve derinlikli ifadeler bizim gözümüzü kör etmemelidir: Schumpeter’in sosyalizmin zamanla –başarılarının kendi altını oyacağı- kapitalizmin yerine geçeceği öngörüsü SSCB deneyiminden ve 1990’ların başından bu yana dünyada yaşanan gözlemlerden sonra açıkça çökmüş durumdadır. Her ne kadar Karl Marx’ı adeta bir peygamber konumuna oturtup öngörülerinin bir gün mutlaka gerçekleşeceğine ölesiye iman etmiş, her ekonomik kriz sırasında her sabah uyandıklarında “kapitalizmin sonunun artık geldiği” düşüncesiyle gözleri parlayan, “kapitalizmin kaçınılmaz sonu” şarkıları terennüm eden, ama SSCB’nin dağılmasıyla da büyük hayal kırıklığı yaşayan mahcup sosyalistlerimiz, komünistlerimiz ve Marksistlerimizin hoşuna gitmese de, bugün kapitalizm düşe kalka da olsa yoluna devam ederken sosyalizm pratikte büyük ölçüde umut kaynağı olmaktan çıkmış durumdadır. Sosyalizmin kaçınılmaz akıbeti konusunda Friedrich A. von Hayek, Ludwig von Mises gibi öteki Avusturyalı iktisatçılar ve Milton Friedman gibi ustaların çok daha isabetli öngörülerde bulundukları aşikârdır.

Kapitalizm, Sosyalizm ve Demokrasi dünyada pek çok dile çevrilmiş klasik bir eserdir. Türkiye’de de ilk defa altmışlı yılların sonlarında çevrilmiştir. Ama ne hikmetse eserin tamamı yerine bir kısmı çevrilmiş, bir kısmı çevrilmeye gerek görülmemiştir. Türkiye’de tercüme kalitesi bağlamında üzerinde ciddiyetle durulması gereken hastalıklardan biri olan, orijinal eserin tamamı yerine bir kısmının çevrilmesi hastalığından bu eser de nasibini almış görünmektedir. Ayrıca çeviri kalitesi konusunda da yer yer “bu cümle yazarın kaleminden çıkan bir cümle mi, yoksa mütercimin öyle çıkmış olmasını umduğu bir cümle mi?” sorusunu sorduracak kadar orijinal metinden sapmalar dikkati çekmektedir. Sözün özü, daha önce modern iktisadın kurucusu Adam Smith’in başucu eseri Milletlerin Zenginliği çevirisinin takdiminde söylediğim şeyi izninizle burada da tekrar edeceğim: Bizim çevirimiz, Schumpeter’in Kapitalizm, Sosyalizm ve Demokrasi adlı eserinin tam, eksiksiz, doğru ve anlaşılır çevirisi olma iddiasındadır; takdir elbette ki ilim erbabı ve okuyucunundur.


[

Ömer Torlak –

Aynı konu müzakere edilirken iki farklı hukuk yorumunu ne çok duyar olduk. Benzer biçimde ne çok birbirine benzemez sonuçlar sunan kamuoyu yoklamaları sunuluyor bizlere. Aynı konudaki yorumlardan birinde toplumu ahmak yerine koyan sosyoloğa karşılık normun yanlışlığına yapılan vurgularla karşılaşıyor, birbirine benzemez değerlendirmeleri ile adeta birbirini aforoz eden ilahiyatçıları görüyoruz. Örnekleri artırmak tabii ki mümkün. İktisadi bir konuda iki uca savrulan yorumlar bugünlerde ne kadar da çok çıkıyor karşımıza. Bunları söylerken tabii ki yorum farkının çok ötesine geçen ve zorlama içeren bilimsel değerlendirmeden uzak farklılıkları ifade ediyoruz.

Böylesi farklı görüşler, ünlü bilim felsefecisi Feyerabend’in1Bilim felsefesine meraklı ve Feyerabend’i okumak isteyen okuyucular için: P. Feyerabend (1999). Yönteme Karşı. Çev. Ertuğrul Başer. İstanbul. Ayrıntı Yayınları.2bilim insanlarını bilimsel cendereden kurtarma yanındaki sıradan vatandaşları bilim insanlarının bilimsel cenderesinden kurtarma görüşü kapsamında değerlendirdiğimizde, elbette ayrı bir yazının konusu. Ancak tam burada şu kadarını ifade etmemiz yerinde olur: Yukarıda ifade etmeye çalıştığımız ve bunlara yapılabilecek çok sayıdaki örnek, bazen Feyerabend’in sade insanların bilim insanlarının aklı karıştıracak farklı yorumlarına işaret ederken, bu yazıda konu etmek istediğimiz kısmıyla ise otoritenin etkisi ya da kişisel çıkar adına kasıtlı yorumları ifade ediyor.

Sağlık alanında ya da depremle ilgili farklı yorumlar da olmuyor değil şüphesiz. Onlar herkesin kolaylıkla yorum yapabileceği konular olmadığı için en fazla farklı görüşler arasından her birimiz kendi aklımızın erdiğince bir şeyler öğrenmeye çalışıyoruz. Bir yandan da farklı görüşleri alıyoruz ki, doğrudan hayatımıza mal olabilecek bir hata yapmamak istiyoruz çünkü.

Aslında dünyasında da pek çok sosyal bilimci makul olanı söylemek zorunda olduğunu bilir. Peki, o halde bir sosyal bilimciyi bilerek ve isteyerek yorum farkının ötesine geçerek gerçekliği çarpıtma noktasına getiren şey nedir? Bu soru üzerinde düşünmek ve sorumluluk üstlenmek kaçınılmaz diye düşünüyorum. Bu sorumluluk bilinci ile sosyal bilimcinin güçle imtihanına ilişkin kısa bir değerlendirmemi sizlerle paylaşmak istedim. Şayet sizler de niçin aynı konuyu böylesine birbirinden uzak noktada anlatan ve savunan bilim insanları var şeklinde düşünüyor ve sorunun cevabını merak ediyorsanız, yazının devamını okuduğunuzda cevapların sizin için ne kadar tatmin edici olup olmadığı da benim merak ettiğim konu olacak.

İnsanı merkezine alan ya da sonuçlarının insanı ilgilendiren boyutları bulunan bilimlerin tamamı sosyal bilimlerden ibaret değil. Jeoloji, yer bilimi, uzay bilimi, fizik, kimya, biyoloji, matematik, tüm mühendislikler ve sağlık hemen her bilim alanının çalışmaları ve ortaya çıkan sonuçlar doğrudan ya da dolaylı olarak insanı ilgilendiriyor tabii ki. Fen, sağlık ve temel bilimlerin uzun geçmişe dayalı bilimsel kabul görmüşlüğünü dikkate aldığımızda onların tamamının neredeyse sosyal meşruiyet kaygısı olmaksızın hareket ettiklerini söylemek mümkün. Tabii ki zaman zaman o alanlara ilişkin sızlanmalar, eleştiriler ve hatta karşı çıkışlar duyarız. Yıllara dayalı özgüvenleri o alanlarda çalışan bilim insanlarını tek tek insanlara ve topluma karşı daha korunaklı ve hatta üstenci bir tutuma sürükler. Çünkü doğrudan insanın ve toplumun kendilerine muhtaçlıklarının daha fazla farkındadırlar.

Oysa sosyal bilimcinin birey ve toplum nezdindeki konumu sürekli savunmacı pozisyonunda bir görünüm arz eder. Bu durumun oluşması kısmen sosyal bilimlerin bilim olarak meşruiyetlerini ispatlamak için uzun yıllar temel bilimlerin yöntemlerine mahkûm bırakılmış olmasından kaynaklanırken kısmen de birey ve toplumun sosyal bilimlere kendini mahkûm hissetmemesi sebebiyledir. Hatta yönetici elitler sosyal bilim alanlarına ilişkin düzenleme, değişiklik ve tamamen yeniden yapılandırıcı kural ve normları kendi tekellerinde görmeleri yüzünden sosyal bilimleri kendi karar ve uygulamaları için destekçi görmeyi adet edinmiştir.

İnsanlık tarihi bir hastalık karşısında tedavi sağlayan hekim ve eczacıları, barınacakları yerleri inşa eden ya da makineleri icat eden mühendisleri, lekeleri çıkaran ürünleri geliştiren veya araçlardaki sürtünmeyi artıran lastikleri üreten kimyacılara neredeyse saygıda kusur göstermezken, ilahiyatçıları kendi kararlarını destekleyecek fetva vermeye, hukukçuları kendilerine ayrıcalık sağlayacak norm oluşturmaya, sosyologları kendi stratejilerini destekleyen açıklama yapmaya, ekonomistleri kendi uygulamaları için teorik zemin oluşturmaya, iletişimcileri ikna edici içerikler üretme yanında gerektiğinde eğriyi doğru algılatabilecek işler yapmaya, tarihçileri mitolojik içerikler yoluyla kendi propagandalarına destek vermeye teşvik eden nice örneklerle doludur. Kitle iletişiminin gelişmiş olması, insanların küresel ölçekte gelişmelerden çok daha kısa sürede haberdar olması, pek çok konuda her geçen gün daha fazla duyarlı hale gelmesi ilk bakışta sosyal bilim alanlarına ilişkin geçmişte olmuş olanlar gibi fazlaca manipülasyonun olmayacağı izlenimi verebilir. Ancak görünen o ki, insanın duyguları, efsanelerden beslenen hâlleri, popülizmi politik arenada ve hemen her sosyal ortamda hâlâ geçerli ve etkili bir yaklaşım olmaktan uzaklaştırmamaktadır.

Kamuoyu yoklamalarını gerçekleştiren çok sayıda insan ve şirket bunları yaparken bilimsel yöntem kullandığını bize söyleme ihtiyacı hissediyor. Kendi itibari değerini oluşturup koruyabilmesi için de zaten bunu yapmak durumunda. Seçim sonuçlarını ne denli doğru tahmin edebildiği ölçüde itibarını koruyabiliyor. Araştırmalarda görev alan istatistikçi, işletmeci, iletişimci ve diğer pek çok sosyal bilimci de kendi bireysel itibarları bakımından bunu yapmak durumunda olduğunu biliyor. Buna rağmen medyada, televizyon ekranlarında, sosyal medyada birbirinden çok farklı seçim anket sonuçları ile karşılaşabiliyoruz. Üstelik seçimlerde ortaya çıkacak genel sonuçtan kopuşu da dikkate almak suretiyle bunlar yapılabiliyor. Yani, aslında itibari değerin göz ardı edilebilmesi bir yana, var olan gerçekliğin, sebep ne olursa olsun, çarpıtılmasını göze alabilecek bir durumdan söz ediyoruz. Bu sonuçlara bakarak sosyolog, iletişimci, hukukçu ve siyaset bilimci çok sayıda sosyal bilimcinin de gözünü sakınmadan kendine göre yorum yapabildiklerine tanıklık edebiliyoruz. Bir kısmının görünür olabilmek adına bunu yapması söz konusu iken önemli bir kısmının da gücün karşısında bireysel bir sınav verdiklerini biliyoruz. Gerçekliği savunabilecek olan çok sayıdaki sosyal bilimcinin ise ekranlar veya platformlarda yer almak istemediği ya da yer alamadığını da görüyoruz. Bu bağlamda bu yazıda söylediğimiz her konuya ilişkin sorumluluğunu yerine getirme çabasındaki sosyal bilimcinin hakkını teslim etmek de bizim sorumluluklarımız arasında.

Yeniden bir sosyal bilimcinin dün de bugün de ve muhtemelen yarın da güç ve otorite karşısındaki imtihanına dönecek olursak, sürecin geçmişten bugüne ve muhtemelen yarınlara benzer biçimde devam edebileceğine ilişkin öngörü nasıl açıklanabilir?

Öncelikle şunu söylemek mümkün diye düşünüyorum: Bir şirket için bile ticari kaygı ile gerçekliği doğru açıklama kaygısı duyan ve böylesi bir duyarlılıkla hareket eden sosyal bilimci, gücün etkisinde genel kamuya karşı söylenen her ne varsa toplumsal hafızanın hızla unuttuğu tecrübesine yaslanabilmektedir. Nice sosyal bilimci kayıtlardaki söylemlerine rağmen, kolaylıkla gücün etkisi ile yön değiştirebilmekte ve bir şekilde kendisine yeni alanlar bulabilmektedir. Bu noktada maalesef akademik camianın bu tür konulara ilişkin geçmiş birikiminin çok masum olmadığı ve hatta güç karşısında değişen örneklikleri teşvik etmiş olması ve hâlâ devam ediyor olmasını anmak gerekir. Böylesi alışkanlıklar sosyal bilimcilerinin bir kısmını başkaca güçler söz konusu olduğunda da riyakârca davranmaya hızlıca yönlenmesinin önünü açmaktadır.

İkinci olarak, sosyal bilim alanında kişinin öne çıkması, görünür olması çok kolay olmadığı için, güce teslimiyet sayesinde kendisinin daha görünür olabileceği beklentisinden söz edebiliriz. Öyle ki, bir ilahiyatçının, iktisatçının ya da tarihçinin mevcut birikimi ve söylemleri ile öne çıkamayacağını bildiği için kendisini gücün sesi haline getirmesi kendisine bu açıdan beklediği fırsatı yakalama şansı sunabilir.

Bilgisi dâhilinde herhangi bir iktisadi politikanın ortaya çıkarması neredeyse mümkün olmayabilecek sonuçları ortaya çıkarabilecek tek politika olarak otoritenin belirtmiş olduğu politikanın savunucusu hâline gelebilmesi, itikadi açıdan problemli olduğunu düşündüğü bir görüşe ters olsa bile herhangi bir konudaki karar ya da uygulamanın arkasında durması, hukuk normlarına aykırı biçimde tartışmalı bir karar veya uygulamayı savunmak durumunda kalması, manipülasyonu bilerek iletişim sürecinin bir parçası olması, tarihi gerçekliklerin hamaset ya da popülizme alet edildiğini bilmesine rağmen ses çıkarmaması, sosyal bilimcinin farklı açılardan imtihanının sadece birkaç örneği. Bu örneklere ilave edilebilecek çok sayıda örnek olabileceğini sanırım anlayabiliriz.

Peki, tüm bu ve benzer durumları kişisel çıkar ya da güce adanma adına yapabilen sosyal bilimcinin gerçekleştirmiş olduğu bir araştırma sonucu ya da teorik çerçeve çizmeye çalıştığı bilimsel çalışmalarını aynı yöntemle yapması halinde başarılı olması mümkün müdür? Daha somutlaştırırsak, elde edilen verileri metodolojik açıdan destekten yoksun bir biçimde sunduğunda, çalışmasını teorik çerçeve bağlamında ilişkilendirme ihtiyacı duymaksızın hareket ettiğinde bunları yayınlatabilir mi? Bu soruların cevapları da elbette bağlamı içinde verilmelidir.

Editör ve yayıncısı ile ilişkisini güce dayalı gerçekleştiren bir sosyal bilimci kısmen bu tür işler yapabilir. Ancak bu durumda bu dergiler ve yayınların akademik camia tarafından kabul görme şansı neredeyse sıfır olacaktır. Kapalı devre şeklinde çalışabilen bazı yayın platformlarında kısmen karşılık bulabilecek bu ve benzeri çabaların doğal bağlamı içinde karşılık bulması ise mümkün değildir. Bu noktada şu hususa da değinmek uygun olur. Baskın görüşlere karşılık aykırı görüşlerin akademik camiada yer alması hususunun -bu yazının konusunu teşkil eden gücün etkisinde çarpıtıcı işler yapmanın dışında yer alan gerçek anlamda bir sosyal bilimcinin makul gerekçelerle gerekçelendirmeye çabaladığı çalışmaları istisna ederek- kolay olmadığını da kabul etmek gerekir.

Sosyal bilimcinin güç ile imtihanı derslerinde kendisinin dersi ve sınavına girdiği ya da lisansüstü tezini yönettiği öğrencisinin gözündeki konumu bakımından da önemli olsa gerektir diye düşünüyorum. Ekranda ya da herhangi bir platformda gördüğü hocasının derslerde ya da danışmanlık yaparken söylediklerinin tam tersi sayılabilecek söylemini dinleyen veya iddiasını desteklemekte zorlandığını gören öğrencilerine karşı sosyal bilimcinin hâli nicedir diye sormadan geçemiyoruz. Yazmış olduğu bir makale ya da kitaptaki görüşlerini okuyup da onu ekranlarda izleyen bir okuyucusunun karşısında bu görüşleri neredeyse inkâr anlamına gelebilecek bir hukukçu, iktisatçı, işletmeci, iletişimci, ilahiyatçı, tarihçi, edebiyatçı, özetle bir sosyal bilimcinin nasıl değerlendirileceğini bir düşünelim. Hoş biz böyle düşünürken kim bilir kendisi ne kadar da iyi bir şey yaptığını düşünüyor olabilir. Yani onun adına izleyici, okuyucu ya da dinleyiciler boş yere telaşa kapılıyor olabilir.

Bir sosyal bilimci olarak kendi adıma bigâne kalamadığım için yazma ihtiyacı duydum. Umarım sizi yormamışımdır ve umarım okuduğunuza pişman olmamışsınızdır.

Vitrinde olanlar sosyal bilimcileri temsil etmiyor çok şükür. Peki, farkı nasıl daha iyi anlayabiliriz diye bir soru duyuyor gibiyim. Öğrencisi olanlar zaten kendilerini biliyor. Onları ayrıca yazılarından takip etmek lazım. Yani işini iyi yapan sosyal bilimciyi bulabilmek ve anlayabilmek için iyi okuyucu olmak önemli.

Onların da güçle imtihanı böyle maalesef. Vitrine çıkmalarının önünde engeller var. Zira güç ve otorite sahipleri çoğunlukla onların gerçeği ifade etme çabalarından haz etmiyor. Onlar da bunu kendilerine dert etmiyor, işlerine odaklanıyor. İyi ki de öyle oluyor.


[


Enes POLAT –

Fıkra

Vekâlet

Ormanlar Kralı Aslan, yurt dışı seyahate çıkacakmış. Orman ahalisini toplantıya çağırmış ve yokluğunda kendi yerine Zebrayı vekil bıraktığını açıklamış. Yapılan bu görevlendirme, homurtuya sebep olsa da sesli bir tepki gelmemiş…

Beklemediği bu vekâlet görevi, Zebrayı çok sevindirmiş ve gururlandırmış.

Ertesi gün vekâletin getirdiği prestijle ormanda gezintiye çıkan Zebra, aldığı yetkiyi ahaliye göstermek istemiş. Ormanda karşılaştığı Jaguara arkadan bir tekme atmış.

Yediği tekmeyle deliye dönen Jaguar, bu cüretkârın kim olduğunu merak etmiş. Gözlerinden ateş fışkırıyormuş, tekme atan kim ise parçalayacakmış. Sinirle arkasına dönmüş ancak tekme atanın Zebra olduğunu, vekâletin de O’nda olduğunu hatırlayınca “Allah kahretsin!” demiş, tekmeyi sineye çekmiş, boynunu bükmüş, geri adım atmış.

Biraz daha gururlanan Zebra bu kez bir Kaplana arkadan tekme atmış.

Jaguar gibi hiddetten gözü kararan Kaplan arkasına dönünce Zebrayı görmüş ve vekâletin O’nda olduğunu hatırlayınca sadece “La havle…” çekebilmiş.

Böylece hayvanlara tekme atarak ormanı dolaşan ve her seferinde gururu biraz daha artan Zebra bu kez arkadan yaklaştığı Zürafaya bir tekme atmış.

Sinirle arkasına dönen Zürafa, Zebraya meşhur darbelerinden birini vurmuş, iyice hırpaladıktan sonra uzaklara fırlatmış.

Kafasının üzerinde yıldızlar dönen Zebranın dudaklarından şu cümle dökülmüş: “Sorumsuz işte, ne olacak. Toplantıya gelmedi, vekâletten haberi yok.”

Başkası Adına Yöneticilik: Vekâlet…

Konuya başlarken çok sıkıcı olmadan biraz teknik bilgi verilmesi sanırım iyi olacak.

Kamu personel yönetiminde vekâleten görevlendirme iki şekilde karşımıza çıkar:

  • Dolu kadroya vekâlette fıkramızda olduğu gibi bir yönetici kadrosunda oturan kişi, görevinden yurt dışı seyahate çıkmak gibi bir sebeple geçici olarak ayrılmıştır. Hizmet aksamasın diye bir başkasına geçici olarak vekâleten görevlendirme yapılmıştır.
  • Boş kadroya vekâlette ise yönetici kadrosunun sahibi çeşitli sebeplerle (görev süresinin sona ermesi, görevden alınma, başka bir göreve atanma, emeklilik, ölüm vb.) kadroyu sürekli olarak boşaltmıştır. Yerine vekâleten görevlendirme yapılmıştır.

Kamu personel yönetiminde “vekâlet, hem sosyolojik hem psikolojik hem de duygusal(!) yönleri olan, uygulamada sıkça kullanılan bir yöntem olması dolayısıyla da çeşitli açılardan artıları ve eksileri göz önüne alınarak etraflıca irdelenmesi gereken bir konudur. Bu bağlamda yukarıdaki fıkranın, bu karmaşık meselenin muhtemelen sadece bir boyutunu açıklayabileceğini baştan söylemiş olalım.

Bir konu farklı yönleriyle ele alınacaksa, cevabı aranan soruları başlangıçta ortaya koymak gerekir:

  • Vekâleten yönetici görevlendirme, görevlendirilen kişi açısından nasıl bir süreci başlatır?
  • Atayan makam açısından vekâleten görevlendirme nasıl görülür?
  • Üst yönetici kendi yerine birini vekâleten görevlendirirken ya da yerine birinin vekâleten görevlendirilmesini teklif ederken ne düşünür?
  • Bir kurumdaki muhtemel yönetici adayları, bir kişi üzerinde tecelli eden vekâleten görevlendirmeyi nasıl değerlendirir?
  • Kurum çalışanları açısından vekâleten görevlendirme ne anlama gelir?

Şimdi bu konuyu çeşitli açılardan biraz ortaya koymaya çalışalım.

Vekâlet Muhtemel Yönetici Adayları Arasında Kıskançlık Başlatır

Kurum içinde kendisine vekâlet görevi verilen kişi o kurumda, kurum yöneticisinin kendisine güvendiği, geleceğin yönetici adaylarından biri” olarak görülmeye başlanır. Bu anlamda bir kişiye vekâlet görevinin verilmesi, o kurumda muhtemel yönetici adayları cephesinde kıskançlık duygusunun da başladığı noktadır. Kıskançlık ateşi için için yanar, zaman zaman alevlenir.

Daha düne kadar herkes gibi kendi hâlinde görevini sürdüren ve arkadaş çevresi tarafından sevilen bir kişi yönetici kadrosuna vekâlet etmeye başladığında şimşekleri üzerine çekmeyi başarır. Aynı görev için beklenti içinde olan muhtemel yönetici adayları, bu vekâleten görevlendirmeyi kişi bazında eleştirerek orasından burasından tırtıklamaya başlarlar:

  • Hangi özelliği sebebiyle bu kişiye vekâlet görevi verilmiştir ki?
  • Bula bula bunu mu buldular? Başka adam mı yoktur Allah aşkına?
  • Geçmişte şöyle şöyle yanlışları vardı. Bu yanlışlar idare tarafından nasıl görülmez?

Mizahi anlatımı çok seven bir toplum olduğumuz için böyle durumlarda dost meclislerinde, fiili gerçeklikle bağdaşıp bağdaşmadığına bakılmaksızın hemen “Bekri Mustafa” fıkraları anlatılmaya başlanır. Bu durumu anlatan çok güzel bir Anadolu deyimi vardır: “Ev danasından öküz olmaz.”

Unutulmamalıdır ki bir kişi ister yarın kendisinin atanmasının mümkün ve muhtemel olduğu bir boş kadroya isterse kadronun asıl sahibi görevine dönünceye kadar emaneten bir dolu kadroya vekâlet etsin, bir “topal ördek”tir. Hem üstüne hem de astlarına karşı gerekli donanımdan yoksun ve biraz tedirgindir.

Özellikle kurum içerisinden atanan vekil yöneticinin yöneticiliğinin çalışanlarca psikolojik olarak hazmedilmesi için az ya da çok bir süreye ihtiyaç duyulur. Daha düne kadar başka bir kadroda görev ifa eden bir kişiye vekâleten yöneticilik görevi verildiğinde, çalışanlarca ağız dolusu “Müdürüm”,“Başkanım”,“Genel Müdürüm” diye hitap edilmesi için dahi bir sürenin geçmesi gerekebilir.

Çalışanlar, vekil yöneticiyi çoğunlukla hemen benimsemez, kendisine bir süre asıl kadronun sahibi gibi davranmazlar. O koltukta beklentisi olan muhtemel yönetici adayları da bu durum ve algının pekişmesi için dedikodu değirmenine su taşımaya devam ederler. Kurum içinde “çok gezen propaganda aygıtı aylak çalışanlar” eliyle çalıştırılan bir dedikodu mekanizması devreye sokulur. Vekil yöneticinin ayağına çelme takılmaya çalışılır, vekâletin asalete dönüşmemesi için elden ne geliyorsa yapılır. Vekil yöneticinin rutinin dışına çıkarak kullandığı inisiyatifler, boş kadroya vekâlette atamayı yapacak makama, dolu kadroya vekâlette asıl makam sahibine ama her iki halde de kurum içerisine farklı algılara yol açacak şekilde lanse edilir.

Bürokrasi geleneklerine vâkıf olanlar bilirler ki, bir kişinin bir makama atanmasını sağlamak çok zordur, ancak aynı kişinin bir göreve atanmasını engellemek son derece kolaydır. “Kulağına kar suyu kaçırmak” deyimi belki böyle durumlar için kullanılabilir.

Vekâleten görevlendirilen kişinin varsa yanlışları ya da yanlış anlaşılmaya müsait doğruları, bir yerlerde kayıt altına alınmaya başlanır, hakkındaki kayıtlar bir dosyada biriktirilir. Bu dosya, belli periyotlarla zamanın iletişim kanalları ve teknolojik imkânları da kullanılarak asaleten atamayı yapacak makama ya da atamayı yapacak makama ulaştırabilecek makam ve kişilere servis edilir. Böylece makamda, “vekilin esasen atanmaya lâyık birisi olmadığı, yapılan vekâlet görevlendirmesinin de yanlış olduğu, görevlendirmenin bir an önce sonlandırılmasının millet ve memleket hayrına olacağı” algısı oluşturulmaya çalışılır.

Hele bu vekil yönetici kurum dışından gelmiş ise, o koltuğun kurum içindeki muhtemel talipleri tarafından kendisi hakkında yukarıda anlatılan mekanizmaların işletilmesi çok yüksek ihtimaldir. Hatta kurum dışından gelen bir yönetici asaleten atansa bile bu faaliyetler devam edebilir. Çünkü kurum içindeki yönetici adayları bilirler ki “o yolcudur, kendileri ise hancı…

Vekâletin Karakteristiği: Rutini Sürdürmek…

Kurumsal yöneticiliğin vekâleten yürütüldüğü dönemlerde, bireysel ve kurumsal performans genellikle azalır. Böyle zamanlarda performans artışı beklemek çoğunlukla beyhûdedir. Kurumsal işleyişte ortaya çıkan belirsizlikler bu durumu tetikler. Zira kâğıt üzerinde görev ve yetkilerin kullanılmasında hiçbir farklılığı olmamasına karşılık “vekil yönetici” asla “asıl yönetici” gibi olmaz.

Vekâlet gibi geçici yöneticilik zamanlarında genellikle işe dört elle sarılmak, gerektiğinde risk alıp sorumluluğu üstlenmek yerine, “ne olur ne olmaz, başıma almayayım” düşüncesiyle sadece rutinin sürdürülmesi, önemli kararların alınması ve uygulanmasının zamana bırakılması tercih edilir. Dolu kadroya vekâlette vekil yönetici çoğunlukla fiilen kısıtlanmıştır zaten. Kadronun asıl sahibi, kendi yokluğunda önemli kararların vekil yönetici tarafından alınmasını istemez, görevden ayrılırken talimatını vermiştir: “Vekâlet süresince rutin işler sürdürülmeli, beklenmeyen bir durum olduğunda kendisi mutlaka haberdar edilmeli, önemli işler kendisi dönünceye kadar beklemeli”dir.

Atamayı Yapan Makamın Vekâletten Beklentisi: İzlemek ve Denemek…

Görevlendirmeyi yapan makam açısından bakıldığında vekâleten görevlendirilen kişi, bir süre denenmesi, o göreve lâyık olup olmadığı test edilmesi gereken bir yönetici adayıdır. Vekâlet görevi verildikten sonra atamayı yapacak makamca bir süre izleme yapılarak verilen kararın isabet derecesi ölçülmeye çalışılır.

Atama makamı, atamayı düşündüğü kişi, geçmişten beri tanıdığı, bildiği, yöneticilik yeteneklerine güvendiği biri değilse, yönetici atamalarında asaleten atamayı değil, bir süre vekâleten görevlendirme yapıp izlemeyi tercih eder. Bu bağlamda makamca tercih edilen bu yöntem, işin tabiatına uygun, sağlıklı ve doğrudur.

Nitekim atama makamı açısından bir kişiyi asaleten atayıp sonra görevden almak, birçok formaliteyi gerektirir. Asaleten atanan kişi daha sonra görevinden alındığında bu tasarrufa karşı yargı yoluna da başvurabilir. Oysa memnun kalınmayan bir vekâleten görevlendirmenin sona erdirilmesi, kurum içi basit bir onayla halledilebilecek kadar kolaydır. Dolayısıyla böylesi durumlarda nihai karar verilinceye kadar vekâleten görevlendirme daha çok tercih edilir.

Diğer taraftan bir göreve asaleten atanmış olan kişinin yerini daha sağlam görüp bazı talimatlara daha kolay itiraz edebildiği, “eski köye yeni âdet getiriyorlar” düşüncesiyle birtakım yeniliklere karşı ayak sürüyebildiği, belli konularda talimatları uygulama konusunu biraz daha ağırdan alabildiği değerlendirmeleri yapılabilir. Bu sebeple makam açısından, emri altındaki yöneticinin bazen atama beklentisi içinde olanı tercih edilebilir. Vekâleten görevlendirilen kişi, asaleten atanma beklentisi içinde olduğu için daha gayretli çalışabilir, icraatıyla kendisini makama göstermek ister, talimatları uygulama konusunda daha heyecanlı bir görüntü içerisinde olabilir, makamla uyumlu bir profil çizer.

Uzayan Vekâlet Beklenen Amaca Hizmet Etmez…

Bazen vekâleten görevlendirme uygulamasının, asaleten atanma beklentisine giren vekil yöneticiyi daha uyumlu ve gayretli çalışmaya iten bu yönü fazlaca abartılır. Esasen hizmet sunumunda sürekliliğin sağlanması ya da yöneticilik vasıfları henüz bilinmeyen bir adayın test edilmesi amacıyla başvurulan geçici bir görevlendirme usulü olması gereken vekâleten atama süreleri yıllarca uzayabilir.

Bazen atayan makam sahipleri değişir, ama bu durumdaki kişilerin vekâlet görevi yine de devam eder. Farklı bir siyasal kadro göreve gelmişse büyük ihtimalle vekâleten görevlendirme fazla geçmeden sona erdirilir. Ancak aynı siyasal kadrodan olup sonradan makama gelen kişi, kendisinden önceki makam sahipleri tarafından verilmiş vekâlet görevini asalete döndürmede bir tereddüt içerisine girebilir. Aynı siyasal kadrodan gelen yeni makam sahibi, bir yandan uzun süredir devam eden ve görevlendirilen kişi açısından ister istemez bir beklenti oluşturan vekâleten görevlendirmenin sonlandırılmasına eli varmaz, diğer taraftan da vekâlet görevini kendisi vermediği için bunu asaleten atamaya dönüştürmekte zorlanır.

Bir başka açıdan bakıldığında aynı siyasal kadrodan olsalar bile makam sahipleri değiştiğinde en kolay görevi sonlandırılabilecek kişilerin aslında vekâleten yöneticilik yapanlar olduğu söylenebilir. Çünkü yeni makam sahibinin yakın çalışma arkadaşlarına birtakım yöneticilik görevleri verilerek bir takım ruhu oluşturulacaksa, hemen kurum içi bir onayla vekâlet görevi sona erdirilip boşaltılabilecek kadrolardır bunlar.

Yöneticilik deneyimine sahip olanlar bilirler ki, uzayan vekâlet, tam anlamıyla “açıkta bırakılmış et”tir, uygun zamanda asaleten atamaya dönüştürülmediği ya da tadında sona erdirilmediği takdirde bir süre sonra “kokmaya başlar. Geçici vekâleten görevlendirmenin başlangıçta görülen kısmi faydaları, süre uzadıkça zarara dönüşür, vekil olarak görev yapan yöneticiyi yıpratır, kurumsal yapıya ve hizmet sunumu performansına zarar verir.

Birkaç ay sürdürülen ve makamca istenilen performans düzeyine ulaşılmadığı ya da başka bir sebeple memnun kalınmadığı için sona erdirilen vekâleten görevlendirmeler hakkında bir şey söylenemez, yönetimin bir gereğidir ve makamın takdiridir. Ancak, uzun yıllar sürdürüldükten sonra asalete dönüştürülmeyen ve sona erdirilen bir vekâlet görevinin geride bıraktığı, sadece “bir kırık kalp”tir.

Vekâlette Banker Bilo” Sendromu…

Bir yönetim yapısında üst yönetici, kendisinin görevinden geçici olarak ayrılması sebebiyle yerine birinin vekâleten görevlendirilmesi ihtiyacı ortaya çıktığında, maalesef bazen kendisinden daha donanımlı, nitelikleri daha iyi olan bir astına vekâlet görevi vermek istemeyebilir. O’nu kendi makamına aday, potansiyel bir tehlike olarak görür. Böyle üstün niteliklere sahip bir yönetici adayına kendi yokluğunda yürütülmek üzere verilecek vekâlet görevi, kurum içerisinde asıl yöneticinin eksikliklerinin görülmesine sebebiyet verebilir. Ya da asıl yöneticiden daha parlak ve donanımlı bir vekil yöneticinin, asıl yöneticinin yokluğunda atama yapacak makam tarafından “fark edilebilme” riski söz konusu olabilir. Asıl yönetici vekâleten görevlendirme yaparken bu durumu da çoğunlukla dikkate alır.

Bu anlamda bu tür görevlendirmelerde, “liyakat” temelli bütün değerlendirmelerin dayandığı iki temel ilkeden “emanet”, her zamanehliyet”e tercih edilebilir. Hele hele yönetici ile kendisinin yerine vekâleten görevlendirilen kişi arasında emanetten daha öte anlam taşıyan “bireysel sadakatsöz konusu ise, atama ve görevlendirmelerde “ehliyet” daha da geri planda kalabilir.

Diğer taraftan en saf vekilin dahi, bir ihtimal olarak da olsa eline yetki geçtiğinde neler yapabileceği, Şener Şen’in Banker Bilo” filmiyle toplumsal hafızaya kazınmıştır. Bu endişe her zaman yöneticiler tarafından yedekte tutulur.

Neden Kaplan Değil de Zebra?

İşte bu fıkrada, muhtemelen vekâleten görevlendirme ile ilgili olarak yukarıda anlatılan yönetim geleneklerinden haberdar olan Ormanlar Kralı Aslan, kendisinin yokluğunda başka bir Aslanı ya da vekâleten de olsa yöneticiliği asla yadırganmayacak olan bir astını (örneğin bir Kaplanı) değil, görevlendirmeyi şapkasını havaya fırlatacak kadar sevinçle karşılayan bir başka orman sakini Zebrayı vekil tayin etmektedir.

Kral Aslan Zebraya vekil yöneticilik görevi verirken Zebranın hem vekâlet döneminde kendisinin talimatları dışına çıkmayacağına inandığından hem de vekâlet sonrası muhtemel iktidar kavgası sürecinde asla kendisine rakip olamayacağından hareketle koltuğunu emin ellere teslim ettiğini düşünmektedir. Böyle bir görevlendirmeyi, Zebra dâhil ahaliden hiç kimse tahmin dahi edememiştir. Sürpriz bir görevlendirmedir bu.

Ahalinin tamamının gözünde Zebranın bu düzeyde bir yöneticilik görevi için ehil bir vekil olarak görülmediği açıktır. Zebra, hemcinslerinin yaşadığı orman bölgesinde Zebralardan sorumlu bir bölge müdürlüğüne vekâlet ettirilseydi muhtemelen kimsenin diyecek bir şeyi olamazdı. Fakat Zebranın kendi çapını çok aşan üst düzey bir göreve vekâlet ettirilmesi, toplantıya katılan ahali arasında homurtulara sebep olmuş, şaşkınlıkla karşılanmıştır. Belki de bu görevlendirmenin yapılmasında aslan ile Zebra arasında güvenilirlik ve gelecekteki kurum içi iktidar ilişkileri açısından tarafımızca mahiyeti bilinmeyen bir bağ bulunduğu söylenebilir.

Üç Günlük Beylik de Beyliktir…

Nitekim Vekil Kral Zebra, verilen göreve ehil olmadığını daha vekâlet görevinin birinci gününde işin fazlasıyla havasına girerek yaptığı davranışlarıyla göstermektedir.

Esasen vekil yöneticinin daha ağır başlı olması ve yüklendiği sorumluluğun farkında olduğunu hissettirecek hareketler göstermesi beklenir. Hatta vekil yöneticiler çoğunlukla rutin işleri sürdürür, önemli kararların alınması ve uygulanması konusunu acil değilse asıl yöneticinin dönüşüne bırakırlar. Fıkramızdaki Zebranın yukarıda anlattığımız bilgilere uygun hareket eden bir vekil yönetici sınırları içinde kalmaya pek niyeti yoktur. Asgari rutini sürdürmek yerine görevlendirildiği kadronun hakkını vermek düşüncesindedir. Beklemediği, tahmin dahi etmediği bu vekâleten görevlendirme Zebranın kafasını allak bullak etmiştir. Yüklendiği ağır sorumluluğun üstesinden nasıl gelebileceğini düşünmesi gerekirken, “ne oldum delisi olmuş” bir görüntü çizmektedir.

Zebranın bugüne kadar böylesi bir görevde kullanabileceği bir yönetim tecrübesi bulunmadığı için aslında o görevde geçici bir süre ile emaneten bulunduğunun bilincinde olması gerekirken, “üç günlük beylik de beyliktir” anlayışıyla gününü gün etmeyi düşünmekte, kendi asıl kadrosunun yetki ve sorumluluk çapını aşan boyuttaki hareketlerini, “arkasında Aslanın gölgesi bulunan vekâlet yetkisi” ile örtebileceğine inanmaktadır.

Oysa hayatın gerçeklerine uyum sağlayamayan, er ya da geç “patlama”, “bir duvara toslama” riski bulunduğu açık olan bu sınırları aşan yetki kullanımı, az-çok tahmin edilebileceği gibi maalesef bir süre sonra kullanılamaz hale gelmektedir.

Tek Başına Hukuka Uygunluk Yetmez, Yerindelik de Lazım…

Fıkramızda görüldüğü üzere Jaguar ve Kaplan gibi iki efsane varlığın hukuka saygısı da bu durumu değiştirmemektedir. Zira bu iki efsane gücün bu görevlendirme ve Zebranın hareketleri karşısında “kan yutup kızılcık şerbeti içtim” demelerinin sebebi, kendi yönetim tecrübelerine göre hayatın olağan akışına aykırı olduğunu düşünseler bile bu vekâlet görevinin usulüne uygun bir şekilde verilmiş olmasıdır. Yapılan görevlendirme, yerindelik açısından çok kolay eleştirilse bile yetki, şekil, sebep, konu ve maksat yönlerinden hukuka aykırı değildir, usule uygundur.

Nihayet bu kontrolsüz ve sınırları aşan yetki kullanımı, beklendiği gibi bir yerde patlak vermiştir. Bir başka anlatımla kâğıt üzerindeki görev ve yetkilerle gerçekliğin çatışmasıdır bu. Zebra bundan da bir ders almış gibi gözükmemektedir. Kendisi ne kadar cesametinin ötesinde yetki kullanımında bulunursa bulunsun suçun vekil yöneticiye gereken saygıyı göstermeyen orman sakini Zürafada olduğunu düşünmektedir. Sorumsuz Zürafa, dün yapılan toplantıya katılsaydı, hoşuna gitmeyen bu yetkiyi kullananın normal bir Zebra değil, “aslan elbisesi giymiş bir Zebra” olduğunu görürdü.

Buradan çıkaracağımız ders ve ilkeler iki başlık altında ifade edilebilir:

DERS 1- Birinci sınıf kadroya vekâlet eden kişinin en azından ikinci sınıf olması beklenir.

(Ehliyet ve liyakat ilkesi)

DERS 2- Asılın kullandığı yetki vekil tarafından kullanılacaksa, bir arıza çıkmaması için vekâletin tüm personele duyurulduğundan emin olunmalıdır.

(Aleniyet ilkesi)

[1] “Topal ördek” deyimi, genel olarak çeşitli sebeplerle yönetme güçlüğü bulunan makamlar için kullanılmaktadır. Bu kavram, esas itibariyle ABD’de Başkan ile Kongrenin çoğunluğunun aynı partiden olmaması durumunda Başkan için kullanılmaktadır. Çünkü Başkan almış bulunduğu birtakım kararları Kongreden geçirirken güçlük çekecektir. Topal ördek kavramı ayrıca, yeni seçilen başkan görevine başlayıncaya kadar, görev süresi sona eren fakat yaklaşık 3 aylık dönem için fiilen görevde kalan eski başkan için de kullanılmaktadır.

[2] Bu çalışma, tarafımdan hazırlıkları sürdürülen personel yönetimine ve çalışma hayatına ilişkin fıkralardan, gerçek hayatla da bağlantısı kurulmak suretiyle gerçek veya ironik birtakım dersler çıkarılmasını esas alan, (şimdilik) “Mizahla Karışık Yönetim Dersleri” adı verilmesi düşünülen kitabın bir bölümüdür. Metin içerisindeki mizah unsurlarının kullanılma amacı, kasıt değil vurguyu pekiştirmek olup zülf-i yâre dokunan bir şey olursa şimdiden affımı talep ederim.

Ömer DEMİR

İnsanlar hem bireysel düzeyde hem de topluluk olarak genelde olumlu özelliklerini daha çok öne çıkarırlar. “İnsan hafızası da kendine ait iyi hatıraları daha fazla hatırlamada yanlı davranır” der bilişsel psikologlar. Buna temel neden olarak, bireyin zorluklar karşısında kendisini güçlü hissetmesini, sorunlara rağmen yaşamaya devam etmesini sağlamada kendine güvenin gözle görülür olumlu katkısının olması gösterilir. O sebeple zorluklar karşısında pes etmemek, ele güne muhtaçlığını hissettirmemek, kendine acındırmamak, bu manada daima “kuyruğu dik tutmak,” “kol kırılsa bile çaktırmadan yen içinde kalmasını” sağlamak tecrübeye dayalı en popüler hayatta kalma stratejileri arasında yer alır. Geleneksel “sen yaparsın edersin, aslansın, kaplansın” telkinlerine paralel olarak tüm pozitif psikoloji yöntemlerinin sonu, çoklu zekâ ortamında herkeste gelişmeye açık bir “öz” bulunduğu varsayımına dayalı olarak, bir şekilde “başarısızlık seni yıldırmasın kamçılasın, kendine güven, denemekten korkma, başarılar hayal kırıklıkları üzerinde yükselir” benzeri önerilere çıkar. Bunun sonucu, yaygın olarak bireysel mukayesede kendisini toplumun diğer bireylerinden, genel mukayesede ise kendi toplumunu öteki toplumlara göre üstün gören etnosentrik bir bakışın yeşermesidir.

Bu girişin, yazının başlığına hiç uymadığını hemen fark etmişsinizdir. Haklısınız, zira bu yazıda tam tersi bir durumu, yani sosyal psikologların tersine etnosentrisizm dedikleri (reverse ethnocentricism) “kendi toplumunu aşağılama” durumunu, biraz dar bir çerçevede ele alacağız. Kim, niye kendi toplumunu aşağılar ki demeyin! “Kaç ben vardır benden içeru,” Allah bilir.

Özgüven Olmadan Olmaz

Birey hayattan kopmasın, zorluklar onu yıldırmasın, yaşadığı topluluk içinde gördüğü olumsuzluklar onu topluluğundan koparmasın diye verdiğimiz bireysel veya toplumsal özgüven oluşturma telkinleri, sonunda hatalarını görmeyen, hatta hata yapabileceğini pek düşünmeyen, hep kendini haklı gören, kendinde hiç kusur bulmayan, çocukken şımarık, büyüyünce de burnu havada narsist bireylerin ortaya çıkmasına sebep olur. Çoğunluğu bu tür düşüncelere sahip bireylerden oluşan bir topluluk, kısa sürede başkalarından öğreneceği hiçbir şey olmadığını düşünen, burnundan kıl aldırmayan kibirli bir topluluk haline gelir. Kendine güvenmek iyi bir şey, ama diğer herkesin aynı şekilde kendine güvendiğini bilmek, sizin başkaları hakkındaki küçümser görüşlerinizin benzerlerinin, başkalarının zihninde de sizin hakkınızda olduğunun farkına varmak, aşırı güvenin negatif sonuçlar üreten etkisinin hızını kesen bir fren işlevi görebilir. Bunu sağlamak için de kendine güvenden taviz vermeksizin zaman zaman durup özeleştiri yapmak suretiyle kendi durumunu muhasebe etmenin iyi bir şey olduğu salık verilir.

Başta söylediğimiz gibi insanın doğal eğilimi, kendisini ve grubunu ötekilere üstün görmektir. Bunun bireyin zorluklar karşısında hayata tutunmasına, olumsuz durumlara rağmen grubuna sadakat göstermesine katkı sağladığı için yaygın meşruiyet bulduğuna dikkat çektik. Bu eğilimin katı biçimde beslenmesinin sonunda şımarık, ukala, fanatik, narsist ve despot bireyler çıkarma ihtimali çok yüksek. O sebeple tevazu her toplumda daha çok ileri gidenlere, yükselenlere kendilerini frenlemeleri umuduyla dile getirilen çok kıymetli bir tavsiyedir. Tevazunun bir adım sonrası da, başkalarının da yapıp ettiklerini değerli görmektir. Bu durumda hep övünmek yerine, yeri geldiğinde kendisini eleştirebilmek, hatalarını görüp düzeltebilmek, bu süreçte başkalarının tecrübelerinden de istifade edebilmek için özeleştiri iyi bir haslet olarak öne çıkar.

Özeleştiri İyi Bir Şey, Ama Yapılırsa

Özeleştiri, özünde, hayat serüveni içinde son tahlilde bir muhasebe yapıldığında artılarının çok olduğunu veya bundan sonra telafi edecek kadar çok olacağını düşündüğü için yanlış yaptığının ortaya çıkmasından korkmayan cesur insanların işidir. Özeleştiri, bireyin hata yapabileceğini kendisinin fark etmesinin, üstüne üstlük fark ettiğini de açıktan itiraf etmesi nedeniyle iyi bir olgunlaşma göstergesi olarak görülebilir. Ancak özeleştiri, salt kendisini kötülemek değildir. Zira kendini kötüleyerek, kötü göstererek genelde iyi sonuçlara ulaşılamaz. Tersine, hatalarını fark edip onlardan kurtulmak için yeni yollar arama cesareti gösterdiği ölçüde takdir görür.

Öte yandan özeleştiri yapan kişi, görece daha kolay bir yöntem olan hatayı başkalarına yüklemek yerine kendisini sorgulama yolunu seçtiği için zor bir işe kalkışmış olur. Özeleştiri yapan dolaylı biçimde “kendimi düzelteceğim, hatalarımın olumsuz sonuçlarını olabildiğince telafi edeceğim” demiş olur. O sebeple özeleştiriye konu olan olumsuz sonuçlardan etkilenenler için kısmi bir tazminat müjdesi içerir. Tam da bu sebeple övgü alır. Övgü almak herkesin arzu ettiği bir şeydir ama özeleştiri olumsuz sonuçları sahiplenmeyi gerektirdiği için sadece övgü almayı değil, sorumluluk üstlenmeyi de gerektirir. Sorumluluk üstlenmek de az ya da çok bedel ödemeyi zorunlu kılar. O sebeple her insan topluluğu içinde görece az sayıda kişi özeleştiri yapma yolunu seçer. Dolayısıyla bu sayının azlığının sebebi, hem hata yapmış olmayı kendi kendine kabullenmenin bilişsel ve psikolojik maliyetlerinin (yanlış yapmış olmayı düşünmenin verdiği acı veya bunun kendine güvende açtığı yaralar vs.) hem de bunu açığa vurmanın getireceği ilave yükleri (özür dilemek durumunda kalmak; hatalı olmuş olma nedeniyle açık veya örtük biçimde kınanmaya maruz kalmak; yaptığı hatalar yüzünden maddi manevi tazminatlar ödemek vb.) göğüslemenin zorluğudur. Bedel kesin, getiri tahmini olduğu için ortalama bir insan davranışı, hem hata yaptığının fakında olmayı arzulamaz, hem de bir şekilde farkında olursa da açığa vurulmasını değil gizli kalmasını sağlamaya çalışır. Bu sebeple tüm bu maliyetleri göze alarak özeleştiri yapan kişi yarı kahraman olarak takdir görür.

Aşağıdaki Bizim Hikâyemiz, Somurtarak veya Kızarak Değil Gülümseyerek Okuyalım!

Öte yandan kişi hem kendini övmekten vazgeçmeyip hem de öz eleştiri yapıyor olmanın keyfini sürmek isterse, yani bedel ödemeden özeleştiri yapmak isterse ne olacak? İşte onun da imdadına, bu yazının konusu olan, tersine etnosentrisizm yetişiyor. Lütfen bundan sonrasını, kızarak değil gülümseyerek okuyalım. Çünkü bu ağırlıklı “bizim” hikâyemiz. Niye bizim? Göreceğimiz üzere tersine etnosentrisizm hayatını boşu boşuna geçirmiş, kendisine verilen imkânları çarçur etmiş, başarılı olamadığı için de kendini eleştiren bireylerin işi değildir. Çünkü başlığımızı oluşturan “ah bu, (ben hariç) kahrolası biz” sendromu toplumun her kesiminde görülebilir ama daha çok kendisini grubuna kıyasla başarılı olarak görenler arasında gözlenir. Bu yazıyı okuyanların böyle bir grup olduğu varsayımıyla “bizim hikâyemiz” diyorum. Zaten bu yazıyı okumayacak olanları burada çekiştirmenin bir âlemi yok!

Ana tezimiz şu: İçinde yaşadığı, ana veya alt kimliğini oluşturan topluluğu, kabulü zor genel yargılarla mahkûm ederek eleştirenler, bunu ancak kendilerinin istisna olduğunu varsayarak yaparlar. Bu yönüyle bu tarz bir “biz özeleştirisi” samimi bir muhasebe değil, “ben çok iyi birisiyim ama gel gör ki içinde yer aldığım grup öyle değil” imasında bulunur. Konuyu netleştirmek için bazı hayali sorular sorarak ilerleyelim.

Bir kişi “Biz Türkler lafta iyi ama icraatta çok kötüyüz” dediğinde sizce muhatabına samimi bir itiraf olarak kendisinin iyi konuşan, ama kötü icraat yapan birisi olduğunu mu söylemek istiyor?

“Biz Müslümanlar bize verilen dünyaya örnek modeller ortaya koyma fırsatını kaçırdık” diyen bir Müslüman entelektüel, kendisinin insanlara örneklik teşkil edecek uygulamalar önermekte acz içinde olduğunu, bu yönüyle hayatının boşa gittiğini mi söylemek istiyor?

“Akademik hayatımız verimsiz, akademisyenler ilmin değil, idari pozisyonların peşinde koşuyor” kabilinden bir camia eleştirisi yapan kişinin, hemen akabinde bu durumu teyiden kendi yaptığı kulislerden ve onları yaptığı için duyduğu pişmanlıktan örnek vermesini bekler miyiz? Ya da yeni açılan bir üniversiteye yeni giren bir doktor öğretim üyesinin “yeni açılan üniversiteler yoluyla seviye çok düştü, üniversitelerimizin ortalama öğretim elemanı profili ne yazık ki çok kötü” dediğinde, arkasından “bunu nereden mi biliyorum, çünkü ben de ancak bu sayede üniversiteye intisap edebildim” deme ihtimali ne kadardır?

Bir eski milletvekili, bakan, müsteşar yahut genel müdür “arkadaşlarımız çok yanlış işler yapıyorlar” dediğinde arkasından “ben de yönetici olarak çalışırken şu şu şu yanlış işleri maalesef yaptım. Bir daha imkân olsa kesinlikle yapmam” dediğini duydunuz mu? (Vefasızlık yapanlara hayıflanmak hariç ben pek duymadım 😀). Aslında, bu özeleştirinin sahibinin “ben hep doğru zamanda doğru işleri yaptım, yanlışlarımız da olmuş olabilir (ama ben hatırlamıyorum), fakat şimdi görev başında olanlar çok kötü” demek istediğini sezersiniz.

Bir adamı “rüşvetsiz yapılamaz oldu, ortalık ahlaksızlıktan geçilmiyor” dediğinde “siz bakmayın benim masum masum durduğuma, işlerimin çoğunu rüşvetle yapıyorum” demek istemiş olabilir mi? Tersine muhtemelen “diğerleri bozulmuş ama ben aralarında sapasağlam duruyorum”u mu ima eder?

“Biz” ile başlayan eleştirilerin tamamına yakını kendisini dışta gören ama içinde yer aldığı grubu yerine göre beceriksiz, hatalı veya suçlu gören bir çehre kazandığında, işte buna bu yazıya konu olan tipik bir “biz eleştirisi” diyebiliriz. Bunu çevreci ve geleneksel mimari taraftarlığının imaj rantından istifade etmek için “ülkeyi beton yığınına çevirdik” deyip modern sitelerde oturan; “ülkenin her tarafına üniversiteler açıldı, eğitim yerlerde sürünüyor” deyip, burada yeterli puan alamayan çocuğunu sınavsız öğrenci kabul eden yurtdışı üniversitelerde bir yıl okutup sonra Türkiye’ye yatay geçiş yaptıran; “ahh kahretsin torpilsiz yaptırılmıyor” deyip konu değiştiğinde “falan yerde bir tanıdık var mı?” diye soran ve yakınları için bulduğu her fırsatta aracılık yapan; “devlet devlet değil ki, her tarafı dökülüyor” deyip fırsat bulduğunda vergi kaçıran kişinin bu “biz eleştirisi” içi boş bir eleştiri olmaktan öteye gidemez.

Ah Bu Kahrolası Biz!

Bu “biz eleştirisinin” kanaatimizce aşırı özgüven, kendini istisna etme, “öteki”nden itibar görme ve havalı karamsarlık olmak üzere başlıca dört dikkat çeken unsuru var. İlk olarak, yukarıda izah edildiği üzere lafzi olarak kendisini de içinde tutar bir üslupla “biz” diyerek, ancak bedel ödemeye hazır cesur kişilerin yapabileceği bir özeleştiri yapılıyor olması, yapan için yüksek bir özgüven göstergesi olduğu gayet açık. Diyebiliriz ki, eleştiri sahibi yaptığı suçlamaların kendisine yapışmayacağından emin olacak kadar özgüveni yüksek. Hatta gerektiğinde grubunu karşısına alabilecek kadar da cesur. Bu kadar özgüven az kişide bulunur. Dolayısı ile seçkin bir kişi.

İkincisi, eleştiride kullanılan rahat dil ve eleştirinin keskinliği (başlıktaki kahrolası vurgusu buna atıf yapıyor) oranında eleştiren, aslında kendisini sahnenin dışında tutuyor. “Kendisini dışarda tuttuğunu nereden biliyoruz?” diye sorabilirsiniz. İşte bu yazının temel iddiası, olağan iletişim dilinde bu şekilde keskin bir niteleme ve ağır suçlamaları kişi kendisini de dâhil ederek dile getirmez. İçinde bulunduğu gruba yönelik eleştiriyi, kendisine somut bir fatura çıkarmadan yapıyorsa, bunun başka bir anlamı olması gerekir. Yani Temel’den “bütün Temel’ler aptaldır” demesini pek beklemeyiz, diyorsa mutlaka başka bir muradı vardır. En kötü ihtimalle tüm zekâsına rağmen kandırılmasına hayıflanıyordur! Temel ve aptallık, tövbe tövbe!

Hatta aslında özeleştirici “biz” derken kendisini dışta tuttuğundan o kadar emindir ki, “ben dâhil” derse, etraftan “estağfurullah” seslerinin yükseleceğinden hiç de kuşkusu yoktur.

Bu bağlamda bir topluluk içinde negatif içerikli bir genelleme yapılacağı zaman, o an söze muhatap olan grup mensupları alınmasın diye zaman zaman eleştiriden önce giriş cümlesi olarak “sözüm meclisten dışarı” diyerek konuşulan mecliste bulunanların tümü istisna haline getirilir. Zira mecliste bulunanlardan bunu kendine yakıştırmayanlar itiraz edebilir, keyifli bir özeleştiri yarım kalabilir. Söz meclisten dışarı bile demeden yapılan suçlayıcı özeleştiri, ancak örtük olarak kendisi dışta tutulduğunda, olağan bir iletişimin parçası haline gelebilir. Aksi taktirde özeleştiri kendisini suçlamaya dönüşür. Bu bağlamda düşünüldüğünde, yukarıda verilen örneklerden hangisindeki “biz eleştirisi” konuşan kişiyi de içine alıyor dersiniz?

Üçüncüsü, “biz”e yöneltilen eleştiri, çoğu zaman “biz” dışındakilerin gözünde ilgili eleştiri sahibine itibar kazandırma potansiyeli taşır. O sebeple “biz”in dışındakiler, “bak içerden birileri bunu söylüyorsa gerisini sen düşün” tavrıyla eleştirinin makuliyetini hiç sorgulamadan hemen benimser ve eleştiri sahibine böyle bir imkân oluşturduğu için hatırı sayılır bir “dürüstlük” payesi verirler. Bu itibar, “ne tam onlardansın ne bizden” türünden ve geçici bir itibardır; ama olsun, itibar itibardır. Sonuçta tanımı gereği dışındakilere çok sevimli görünen “biz eleştirisinin” kendine özgü bir itibar rantı vardır. O sebeple “biz” eleştirisi yapan, kendisini istisna tuttuğundan tam emin olduğunda, daha keskin bir dil kullanır ve ağırlıklı olarak “biz” dışındaki mecralarda daha çok boy gösterir. Kibarca anlat bakalım “Siz ne kadar kötüsünüz?” diye bir mikrofon uzatıldığında, dilinin bağı çözülür, adeta bülbüle döner.

Dördüncüsü, eleştiri, özünde iyiyi ortaya çıkarma gibi masum bir amaç taşısa da son tahlilde yanlış işler yapıldığını ilan ettiği için iyimserlikten ziyade karamsarlık yayar. Doğru diye yanlışların yapıldığını görmek, kimseye işler yoluna giriyor veya girecek yönünde bir iyimserlik duygusu vermez. Başka bir yazıda detaylı biçimde ele aldığımız gibi 1 diğerleri iyimserken karamsar olmanın kendisi çok havalı bir şey. Çünkü karamsarlık kendini değil diğerlerini düşündüğünü ima eden gizemli bir cazibe taşır: “Siz gülüp eğlenin ama benim kaygım kendim değil, sizlersiniz”i ima eder. İlk üç maddeye başkalarının iyimser olduğu yerde karamsar olmanın dayanılmaz cazibesini de eklediğimizde karşımıza cillop gibi “ah bu, (ben hariç) kahrolası bizler” sendromu çıkıveriyor.

Tüm bu sebeplerle “biz eleştirisinin” “ben eleştirisi” ile kıyaslanmayacak bir cazibesi sözkonusudur. O yüzden müşterisi görece az olan ve faturayı tek kişinin ödediği “ben eleştirisi” yerine kendini istisna tutup ötekileri topun ağzına veren “biz eleştirisi” daha yaygın yapılır.

Aslında bu sendromun yaygınlaşmasında ironik bir durum var. Yukarıda söylenenleri veri aldığımızda, ne kadar çok kişi bu “biz eleştirisini” yaparsa o kadar kişi kendisini eleştirinin kapsamı dışında görüyor demektir. Bunun mantıksal sonucu ne kadar çok kişi bu eleştirinin dışında kalırsa “biz”in bu eleştiri karşısındaki fiili durumu o kadar iyi demektir. Yani eleştiriyi yapan kişiler kendilerini eleştiriden muaf tutuyorlarsa, ne kadar çok “biz eleştirisi” yapan varsa o kadar çok istisna olduğu için, aslında eleştirinin içi de tümüyle boşalıyor demektir. Sonuçta hepimiz “kahrolası biz” dersek, bu bir eleştiri değil, sevimli bir slogan, hatta tempolu söylersek müzik bile olabilir!

Ama ben yine de bu mantıksal çıkarıma değil, gramatik anlama önem verme taraftarıyım. Kuşkusuz kişiler içlerinde kendilerinin de bulunduğu grubun hata, eksiklik veya yanlışlıklarına dikkat çekecek özeleştiriler yapabilirler. Bu yazının amacı böyle bir eleştirinin yolunu tümüyle kapayan bir biz eleştirisi kritiği yapmak değildir. Asıl amaç, biz eleştirisinin sonuç vermesi ve “biz” içinde kalan muhataplarında eleştiriden beklenen olumlu etkiyi yapabilmesi için, eleştiriyi dile getireni örtük biçimde dışta tutarak gerçekçilikten uzaklaşan bir eleştirinin negatif sonuçlarına dikkat çekmektir. Bu sebeple beni de içine alan bir “biz eleştirisi” duyduğumda, yapanın “tövbe” durumuna bakıyorum. O kişi aynı zamanda bireysel bir “tövbekâr” ise can kulağı ile dinliyor, anlamaya çalışıyor ve saygı duyuyorum; değilse öz tatmin veya itibar rantı peşinde koşan kişiler grubuna ekleyerek gülüp geçiyorum.


[