ORTA ÇAĞ’IN KAPISI AFGANİSTAN

Ali Maskan –

Tarih yazımı ne yazık ki güç ve iktidara sahip ülkeler tarafından yapılmış, okutulmuş ve yönlendirilmiştir. Bu şekliyle tarihin tarafsızlığından bahsetmek elbette ki saflık olur. Batı, dünya tarihini de kendi tarihsel süreciyle bağlantılı bir şekilde yazmış ve kendinden müstakil cereyan eden tarihsel gelişmeleri de bu çerçeve içine hapsetmeye çalışmıştır. Bu yazının bu çerçeveden kurtulmak gibi bir endişesi var mı? Elbette ki hayır. Ancak Batı’nın İslam dünyasına biçtiği tarihsel süreci anlayabilme yeteneğine sahip olursak, İslam dünyasının bundan sonraki süreçte nelerle karşılaşabileceğini daha rahat kavrayabiliriz. O zaman sorumuz şu: Batı, Afganistan ile İslam tarihinde nasıl bir kırılma noktası oluşturmaya çalışıyor?

Müntesipleri, İslam var olduğu günden itibaren, itikat ve temel kaynaklara ilişkin bıçak sırtı tartışmalarından, mahremiyetin dehlizlerine kadar hemen her konuyu tahayyül edilmez bir rahatlıkla konuşabildi. Bunu yaparken de Antik Çağ ve Mezopotamya’dan devşirdiği bilgileri gocunmadan kullanabildi. Bu özgür düşünce ve rahatlık elbette ki farklı mezheplerin, hiziplerin, yapılanmaların oluşmasına ve bunlar arasında sıcak çatışmalara varacak kadar alevlenmesine de neden oldu. Lakin her türlü olumsuzluklara katlanabilme ve kabullenebilme yeteneği İslam’ı hiçbir zaman Avrupa’nın Orta Çağına benzer bir döneme sürüklemedi. Müslümanlar 11. yüzyıla kadar temel tartışmaların hemen hepsi üzerinde yazılı kaynaklarını oluşturdu. Akabinde Türklerin İslamiyet’i kabullenip bayraktarlığını yapmasıyla birlikte İslam’ın altın çağı 20. yüzyıla kadar devam etti.

20. yüzyılın ilk yarısında işgal altındaki ülkelerin ve sömürgelerin bağımsızlıklarını kazanma süreçlerinde din, bu ülke ve topluluklarının en büyük motivasyon kaynağı oldu. Lakin seküler iktidarların dini siyasetin dışında tutma arayışları, siyasal İslam’ın siyaset arenasında boy göstermesine zemin hazırladı. Böylece Kuzey Afrika’dan Afganistan’a kadar birçok ülkede siyasal İslam söylemi günlük hayatımızın bir parçası haline geldi. Esasında İslam hiçbir zaman siyasetin dışında olmadı. Ancak burada Batılı literatür, argüman ve araçları kullanan bir siyasal hareketten bahsediyoruz. 20. yüzylın son çeyreğinde kendine bir yaşam alanı bulan siyasal İslam, iki kutuplu sistemin sonlanmasıyla birlikte dünya siyasal hayatındaki yerini aldı.

Siyaseten Batıyla mücadele etmeyi gözüne kestiren Müslümanlar iki farklı gruba ayrıldı.  Birincisi reformist ve uzlaşmacı bir tavır ile demokratik teamüller içinde mücadele edilmesi gerektiğini, diğeri ise daha köktenci bir başkaldırı ile silahlı mücadeleyi tercih etmişti. Belki araya bir de gelenekselciler eklenebilir.

Reformistler ve gelenekselciler bu yazının gündeminde olmadığı için biz doğrudan köktenci, radikal ya da fundamentalist olarak tabir edilen gruplar üzerinde konuşmalıyız sanırım. Esasında Batı’nın temel amacı radikal İslam anlayışını yok etmek değil, bilakis her bir yapıyı ayrı ayrı güçlendirmek suretiyle hepsini birbirine düşürmekti.  Alan çalışması için 11 Eylül ziyadesiyle yeterli bir bahane olmuştu. 20 yıllık bir eğitim sürecinden sonra Talebeleri müstakil bir devlete sahip olduğunda, Batı arkasına bakmadan Afganistan’ı terk etti.

Arap Baharı ile canlanan reformist hareketler ne yazık ki kendilerini yeni bir anti demokratik sürecin içinde buldular. Taliban, DAEŞ, El Kaide gibi onlarca örgüt ise İslam’ın en saf ve doğal haline dönebilmek adına müntesiplerini bile çileden çıkarmaktan çekinmedi. Esasında farklı kulvarlarda mücadele ettiklerini düşünen bu iki grup, ne yazık ki Batı’nın Tevhid-i Tedrisatına maruz kaldıklarını fark etmek istemediler. Yani Arap Baharından Taliban’a Müslümanların aldıkları eğitimin müfredatı aynı merkez tarafından hazırlanmış ve uygulanmıştı.

Metodolojik olarak birbirlerine tahammülü olmayan grupların aynı ipte yürütülmeleri, Batı’nın Müslümanlara olan tahammülsüzlüğünün ironik bir göstergesiydi. Sorun, redde ve kabule dayalı bu tahammülsüzlük zincirlemesinin ne kadar uzayacağı veya nerede kopacağıdır.

Mevcut durum bu. Peki, yarın ne olacak? Esasında yaşadığımız çatışmalar, savaşlar, ölümler, gözyaşları ve nefretlerin hâlâ tahammül edebileceğimiz sınırlar içinde olduğunu unutmayalım. Müslümanların tahammül edemeyeceği şey kesinlikle ölümler olmayacaktır. Libya iç savaşı başladığında hasbel kader Bingazi’ye gitmiştim. Şehirdeki bir beyefendi, dün kardeşleri olarak gördükleri insanların tahayyül edilmez vahşilikleri karşısında yüzlerce hamile kadının korkudan çocuklarını düşürdüklerini ifade etmişti. Sanıyorum uzlaşma vakti geldiğinde bu geçmişe bile tahammül edeceklerdir.

Afganistan’ın son çeyrek yüz yılda yaşadıkları da tahammül sınırları içinde sineye çekilebilecektir. Lakin Batı’nın bundan sonraki süreçte planladığı hususlar artık tahammül sınırlarını zorlayan, hatta imkânsızlaştıran yeni bir dönemin başlangıcını işaret ediyor: İslam’ın Orta Çağı. Her türlü tartışma ve çatışmaya rağmen İslam hiçbir zaman kendisine atfedilmek istenen böylesi bir çağ yaşamadı. En zayıf ve korumasız dönemlerinde dahi en vakarlı haliyle bütün dünyaya ışık olmaya devam etti. Ancak ne yazık ki Taliban’ın bir ülkeyi yönetmeye başlamasıyla birlikte, tahammülsüzlüğü beraberinde getiren itikat ve inanış farklılıkları da kurumsal bir mekanizmaya bürünmüş oldu. Kuran’ın farklı okumaları yeni kaynakların ortaya çıkmasına vesile olacak ve dün tahammül sınırları içinde yapılan akla ziyan tartışmalar, bugün bu sınırların çok ötesinde, üstesinden gelinemez sorunların habercisi olacaktır.

Tarihi yazma endişesi Batı’ya doğal olarak dünyayı kendileştirme gücünü de veriyor. Kendi tarihsel süreçlerinden geçmeyen toplumları anlamak ve tarihte bir yere oturmakta zorlanılması Batı’nın bir zekâ sorunu olarak algılanabilir. Ama bu sorunun bedelini ne yazık ki coğrafyanın geri kalanı ödemek zorunda; Afrika’da, Latin Amerika’da ve diğer sömürge toplumlarında olduğu gibi. Bugün ne yazık ki Batı benzer bir sömürgeci zihniyeti bütün İslam dünyası üzerinde uygulamaya kalkıyor. Belirli bir tarihi ve toplumsal altyapısı olan ülkeler bu süreçten kendilerini koruyormuş gibi görünse de geriye kalan Müslüman ülkelerin içine girdiği çıkmaz sanıyorum geniş bir kitleyi etkileyecek.

İslam dünyasının -en azından bahsi geçen kısmının dahi- bu kadar yönetilebilir ve yönlendirilebilir olma düşüncesi, birçoğumuz tarafından kabul edilmeyecek, hatta sınırları zorlayan bir komplo olarak telakki edilecektir. Ama takdir edersiniz ki bahsedilen hususların çoğu yaşandı ve bitti. Geriye kalan tek şey Orta Çağ zihniyetinin kabul edilip edilemezliğidir. Umudun esarete dönüştüğü Afganistan’da tutkular bile köle oldu. Kur’an okumaktan aciz Taliban üyelerinin, İslam’ın bütün literatürüne konvoy yaptıran Batı’nın sıradan şarkiyatçılarının emir eri olmaktan başka çaresi var mı ki? Bir yazarın nüktedan ifadesiyle “vaktiyle Herat’ta ayağınızı sallasanız bir şairin poposuna değerdi” gerçeği günümüz Afganistan’ından ne kadar uzak değil mi?

Orta Çağa geçiş, ne yazık ki sadece Afganistan’ın sorunu olmayacak. Afganistan bir sembol olarak seçildi ve şimdi ondan beklenen, görevini yerine getirmesidir. Yarın El Kaide ve DAEŞ gibi örgütler de kendi dinî okumalarını dayattığında bakalım en tahammüllü kim çıkacak. İşte Batı bu yüzden Müslümanları kendi kendileriyle baş başa bıraktı. Bundan böyle göstermelik uygulamalar dışında Batı muhtemeldir ki hiçbir Müslüman ülkeye askerî müdahalede bulunmayacaktır, ta ki Müslümanlar bu ülkeleri yardıma davet edinceye kadar. Siyasete hapsedilmiş dinin ideolojik çatışmaları, her grup veya ülkenin kendi dinini oluşturmasına vesile olacak ve bu şekilde İslam’ın Orta Çağ kapısı sonuna kadar aralanacaktır.

Herhangi bir kehaneti ve öngörüyü, hatta kendi düşüncelerimi dahi içermeyen bu yazı, sadece sömürgeci yazarların ifadelerinin kendimce seslendirilmesiydi. Sömürgeci çok cesur ve özgüvenli. Onlarca yıllık şeytani planlarını hiç umursamadan pervasızca muhataplarıyla paylaşıyor. Peki, bizler bunları umursuyor ve dikkate alıyor muyuz? Yoksa deli saçması komplolar olarak görüp kutsanmışlığımıza mı güveniyoruz. Bugün Suriye, Yemen, Sudan, Libya ve Afganistan’da yaşananlara rahmet okutacak gelişmeler çoktan kapımızı çalmış olabilir.

İslam’ın Orta Çağını hesaplayan elbette ki reform sürecini de hayal etmiştir. Farkında olmadan binilen bu trenden hiç olmazsa nerede inileceği hesaplanmalıdır. Reform dönemi, yıkılan duvarların yeniden örüldüğü sakin ve çatışmasız bir ortamı gündeme getirecek. O gün kaybettiklerimizin mi yoksa kazandıklarımızın mı? muhasebesi yapılacak bilmiyorum. Bizler bir meseleyi yüz yıl öncesinden konuşmaya alışkın değiliz. En iyisi bırakalım vakti gelince tartışılır nasıl olsa.

Ali Maskan
+ diğer makaleler

1971’de Osmaniye doğdu. 1993 yılında A.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümünden mezun oldu. Akabinde Marmara Üniversitesi Ortadoğu ve İslam Ülkeleri Enstitüsünde yüksek lisans yaptı.  Bir süre akademisyen olarak üniversitede görev yaptıktan sonra bürokrasiye geçti. Kalkınma ve teknik işbirliği alanlarında dünyanın birçok ülkesinde projeler gerçekleştirdi. Balkanlar ve Afrika üzerine yayınlanmış üç kitabı bulunmaktadır. Ayrıca çeşitli düşünce kuruluşlarında uluslararası ilişkiler ve kalkınma yardımları hususunda yazılar yayınladı ve konferanslar verdi. UNESCO Türkiye Milli Komisyonu Yönetim Kurulu üyesi olan yazar halen bürokrasideki görevine devam etmektedir.