DEPREM, SAHİPLİK VE ÖLÜMSÜZLÜK DÜŞÜNCESİ BAĞLAMINDA SOSYAL BİLİMCİ

Ömer Torlak –

“Ölümsüzlüğü arayan insana sosyal bilimler ne söyler?” başlıklı bir önceki yazıda[1] “Ölümlü olduğunu tüm tecrübe ve gözlemleri ile bilen, Yaratıcısının tüm örnekleri ile önüne serdiği bu gerçekliğin farkında olan insan, hiç ölmeyecek gibi nasıl yaşayabiliyor ve sosyal bilimler bu durumu nasıl açıklayabilir” sorusuna cevap aramış ve yazıyı sosyal bilimlerle ilgili pek çok alan bakımından örneklendirmeye çalışarak “insanın kendi ölümsüzlük arayışına ilişkin bir sosyal bilimci olarak cevap arama çabasının karşılık bulup bulmadığı ise ayrı bir yazının konusu” diye noktalamıştık.

Aslında ve özünde insanın ölümsüzlük çabasına sosyal bilimlerin katkısını irdelemek bir yönüyle de insanın ölümsüzlük arayışının incelenmesi demek. Dolayısıyla bu yazıda insanı anlama ve anlamlandırma çabasındaki sosyal bilimciyi, ölümsüzlük arayışı yolculuğundaki insan olma özelliği bağlamında biraz daha irdelemek istiyoruz.

Bu ikinci yazıya başlandığında henüz 6 Şubat deprem afeti yaşanmamıştı. Yazıya kaldığı yerden devam ederken, ölümsüzlük arayışında sosyal bilimcinin söylemi bağlamında deprem afetinin sarsıcı etkisini de dikkate aldığımızda yazının daha da anlamlı hale geldiğini söylemek sanırım yanlış olmaz.

Yaratılmış bir varlık ve bu yaratılışın bu dünya hayatı bakımından sonu olduğu inancına sahip insan bakımından iki husus önemlidir: Hayatı yaşamada referans noktaları ile sahip olunan her ne ise onların asıl sahipliği konusu. Başka bir ifadeyle, insanın asıl rehberlikten uzaklaşıp yanlış referans noktası konusunda dışsal ve içsel etkilerle hareket etmesi onu her türlü nesne ile kurduğu ilişkide müstağni konuma getirirken, egemenlik hakkını kendisinde görmeye başlamasına ve yine her türlü nesne üzerinde tasarruf yetkisinin sadece kendisinde olduğuna kendisini inandırmaktadır. Böylece referans çizgisinden uzaklaşan insan egemenlik konumunda kendisinden başkasını görmek istememekte. Bu yaklaşım beraberinde ölümlü olma fikrinden uzaklaşmayı getirmekte.

Öyle ki, insan, asırların ortaya koyduğu tarihi gerçekler ve verilere rağmen, doğal bir afet olan deprem kuşaklarını yerleşim alanı olarak seçmesi bir yana, kendisi ya da başkalarının hayallerini süsleyen ev ve işyerlerini imar ve inşa ederken dahi zeminde, betonda, demirde her türlü tasarruf hakkının kendisinde olduğu zannıyla hareket etmektedir. İşin teknik tarafında olanların şehir ve şehircilik adına tabiatın her alanında kendisini yetkili görmesi, inşa bakımından işin gerektirdiklerinden uzaklaşabilmesi her ne kadar teknik zafiyet gibi görülebilse de aslında özünde insanın tabiattaki egemenlik hakkını sadece kendisinde görmeye başlamasının bir sonucudur. Üretilen ürünlerin tasarımı ve pazarlanması açısından ekonomik, psikolojik ve sosyolojik her türlü çabada da ölümsüzlük arayışındaki insanın her nesneye karşı kendisini üstün görme ve onları kendi arzusu doğrultusunda kullanma yetkisinde görmesi yatmaktadır.

İnsanın diğer tüm nesneler ve kendisi ile olan ilişkisini ve etkileşimini açıklama çabasındaki sosyal bilim alanlarının tamamındaki tüm insanlar da böylesi bir durumdan uzakta değildir. Ütopya ya da distopya içeren edebiyatla uğraşan edebiyatçılar, tarihî gerçekleri aktarırken kişileri ve kurumları yüceltme gayretinde olan tarihçiler, kariyer gelişimi adına mit ve efsaneleri bağlamından kopararak kullanan psikologlar, toplumsal değerler ya da kültür kodlarını analiz eden ve yorumları bir otorite adına gerçekleştiren sosyologlar, iktisadi gerçeklikten kopuk değerlendirmeleri ifade edebilen iktisatçılar, dünyasının gerçek ihtiyaçları yerine günübirlik çözüm önerileri sunan işletmeciler, hukukilik yerine mevzuatı zorlayan yorumları ile hukukçular, otoriteyi destekleme adına tefsir, hadis, kelam ve fıkıhla ilgili fetva ya da değerlendirmeler yapan ilahiyatçılar gibi sosyal bilimlerin her alanındaki sosyal bilimcinin ölümsüzlük arayışına katkı sağlama çabasında olduğunu söylemek mümkün. Bu ve benzer konumdaki tüm sosyal bilim çabasında, yazının girişinde ifade etmeye çalıştığımız, ilahi rehberliğe rağmen Yaratıcının hilafına üstenci bir bakış yanında, tüm nesne ile olan ilişkisinde egemenlik hakkını kendinde görme çabası vardır. Bu çabalar da aslında insanı ve dolayısıyla sosyal bilimciyi ölümsüzlük arayışı yolculuğunda destekleyen en önemli hususlar olarak çalışılmakta, gündemde tutulmakta ve öne çıkarılmaktadır.

Yaratılmış varlık olarak insanların bir kısmını Yaratıcıya karşı konumlandıran en temel faktör, kendisini diğer yaratılmışlardan üstün görme eğilimi yanında yaratıcının muhataplığından uzaklaşması sonucu rehber edinmesi gereken ilkeleri göz ardı etmesidir. Böylesi bir konumlanma ile insan, yeryüzündeki egemenliğinin yanı sıra hemen tüm nesneler karşısındaki üstünlüğü öne çıkarmak suretiyle ölümü ve ölüm fikrini hayatından çıkarmayı çabuklaştırabilmektedir. Öyle ki, insan olarak üzerine düşeni yapmaktan kaçınabilmekte, kendisi ya da bir başkasının hayatına mal olabilecek sorumluluklarını yerine getirmekten uzaklaşabilmektedir. Sosyal bilimci olarak ise çalışma alanına ilişkin anlama, anlamlandırma ve açıklama çabaları yerine algı oluşturma, yönetme, yöneltme ve ikna çabalarını öne çıkarabilmektedir. Bunları yaparken dünyayı güzelleştirme, estetik ve eğlence adına yaptığını söylemekten de geri durmamaktadır. Şehrin planlanmasından toplumsal ilişkilerin konu edinildiği sosyolojiye, ticaret hayatının canlandırılması adına pazarlama ve reklamcılık çalışmalarında ölümsüzlük fikrini destekleyecek içeriklere ve benzer şekilde ölümsüzlüğü besleyecek sigortacılık konularına kadar pek çok sosyal bilim alanı ve bu konuları çalışan sosyal bilimcinin böylesi bir yaklaşım içinde olduğu ifade edilebilir.

Deprem vb. afetler sonrasında bile doğrudan ya da dolaylı olarak tüm sorumluluk sahibi olması gereken insanın kendi sorumluluklarını kadere yüklemesi ise bir başka garabet olarak karşımıza çıkmaktadır. Ölümsüzlüğü arama noktasında Yaratıcıdan uzaklaşan insanın çoğu kez sorumluluklarını yerine getirmemesinden kaynaklanan can kayıplarını ise O’nun tasarrufu olarak sunma çabası şeklinde anlamlandırılan kader anlayışına yüklenmesi bile başlı başına aslında insanın ölümsüzlüğe çare bulamadığının göstergesi olarak da okunabilir. Sosyal bilimcilerin bir kısmının bu tür söylemlere katılmasını da benzer şekilde okumak mümkün.

Egemenlik arayışındaki insanın dünya serüvenindeki güç sarhoşluğu, sosyal bilimci olarak her bireyin kendi alanına ilişkin de ortaya çıkabilen bir gerçekliktir. Başkasının görüşüne kulak kabarttığında ya da kabul ettiğinde kendi gücünün eksileceği, taraftar kaybedeceği ve artık itibar edilen bilim insanı olmaktan uzaklaşacağı gibi kaygılar, sosyal bilimcinin ölümsüzlük arayışını besleyen en önemli saikler arasındadır. Bu sebepledir ki, tüm insanlık tarihi boyunca, yetiştirdiği öğrencilerin kendisine itiraz etmesini isteyen ve kendisinden daha açıklayıcı anlam arayışı içine girmesini isteyen hoca ya da bilim insanı sayısı istisna düzeyinde kalmıştır. Güce ram olmuş azımsanamayacak çoğunluk içinde çok sayıdaki öğrenci de maalesef böyle bir sistem içinde kendi varlığını ancak güç sahibi hocası ya da bir başkasının gölgesi altında aramıştır. Diğer bir deyişle hemen her alanda olduğu gibi, yöneten-yönetilen ilişkisine benzer şekilde hoca-öğrenci ilişkisinde de egemenlik alanı oluşturabilenler başkalarına alan açmazken, egemenlik elde edemeyenler ya da elde etmek gibi bir çaba içinde olmayanlar ise ölümsüzlük arayışlarını güce ram olarak elde etmeye çalışmıştır.

İnsanın tamamını ilgilendiren böylesi bir konuyu sosyal bilimci açısından ele almaktaki ısrarımızın sorgulanması elbette tabiidir. Yönetilen ya da yönetilmeye aday çoğunluğun ölümsüzlük arayışındaki pasif konumlanması çözümlemekten yöneten ya da yönetime talip olanların ikna çabalarına varıncaya kadar insanı ilgilendiren her konuyu farklı yönleriyle açıklamanın sosyal bilimcilerin işi olmasından ötürüdür bu ısrarımız. Özetle insanı, onun oluşturduğu topluluk ve toplumlar ile aradaki ilişkilerin anlaşılma çabasının alanı olması bakımından sosyal bilimcinin önce insan olarak kendisinin sonra da anlamlandırmaya çalıştığı sosyal bilimler bağlamındaki ölümsüzlük arayışından kaynaklanan ruh hâlinin insanı ve toplumu getirdiği noktayı ifade etme çabası olarak da okunabilir yapmaya çalıştığımız şey.

Şimdi yazının başındaki soruya yeniden dönebiliriz. İktisadı ve iktisadi ilişkileri anlamlandırmaya çalışırken “kıt kaynaklarla sınırsız ihtiyaçların karşılanmasının verimli bir şekilde gerçekleştirmesi” ya da “görünmez bir elin alıcı ile satıcı arasındaki fiyatın oluşumunu sağlayabileceği ve piyasa dengesinin oluşacağı” şeklindeki yaklaşımların uzun yıllar kabul gören ve itiraz edilmeyen bir anlayış olarak iddia edilmesi ve yaygın görüş olarak kalmasının, insanın ihtiyaçlarını sınırsız olarak görmesine ve karşılanması noktasında herhangi bir hassasiyet gösterilmeksizin kaynakların kullanılmasına yol açtığını rahatlıkla ifade edebiliriz. Yönetme gücü ve otoritesini ne pahasına olursa olsun devam ettirme adına kaynak bilginin aksine ya da zorlayarak yorum getirme çabası içinde olan ilahiyat alanında çalışan sosyal bilimcinin de benzer biçimde haksızlığa yol açan yöneticilere destek olduğunu söylemek yanlış olmaz. İkna modellerini çalışan iletişim uzmanının ölümsüzlük fikrini besleyen mesaj içeriklerinin bir yandan insanın her türlü nesne üzerindeki egemenlik duygusunu kabartacağı diğer yandan ise mesaja yenik düşerek zaman başta olmak üzere çok sayıda diğer kaynağın da heba edilecek düzeyde kullanımına yol açacağı da unutulmamalıdır. Bu da aslında işletme, pazarlama ve reklam alanlarında çalışan çok sayıda sosyal bilimcinin ölümsüzlük fikrini besleyebilen ve onların da ortaya koyduğu düşünce ve yaklaşımlarla kendi çevrelerindeki öğrenci, uygulayıcı ve karar alıcıların hayata bakışlarını etkileyen bir süreci beslemektedir.

Sosyoloji, mimarlık, işletmecilik, psikoloji, ilahiyat, hukuk, edebiyat, iktisat, tarih, iletişim ve daha pek çok sosyal bilimcinin hem kendisi hem de etkileyebildiği diğer insanlar bakımından egemenlik hissi taşıdığı diğer tüm nesneleri hor kullanması sonucunda gelinen nokta ortada. Tasarımı daha güzel olacak bir mağazanın oluşumu için taşıyıcı kolonun kesilmesine göz yuman, estetik görünür değerlendirmesiyle insan hayatını zorlaştıran şehir tasarımını onaylayan, rüzgârı kesecek düzeyde yüksek binalarla toprağı ıslatacak yağmur bulutlarını etkileyen, insanlar arasındaki ilişkileri zorlamak suretiyle toplumsal değerlerin sinir uçlarını kaşıyan her sosyal bilimcinin ölümsüzlük fikrini ne denli beslediğine bakmak gerekir.

Kendisini müstağni görmeye başlayan insan, aynı zamanda sosyal bilimci olarak da hem varlığının hem de egemenlik hakkını kendisinde gördüğü canlı ve cansız her türlü varlığa hükmettiği düşüncesinin esiri olmaya görsün. Bu noktanın ötesi artık, ben ve benim fikirlerimi önemseyin, gerisi önemli değil bakış açısını yansıtır. Benzer bir yaklaşımla karşılaştığında içe kapanan ve izleyicilerini de o başka düşüncelere kapalı olmaya çağıran nice sosyal bilimci ve onların ortaya koymuş olduğu teoriler çöplüğü olarak da okunabilecek insanlık tarihinden söz ediyoruz. Buna rağmen, egemen olma düşüncesine kapılan her insanda olduğu gibi sosyal bilimci için de bu tuzak her daim var ola gelmiştir. Çünkü sosyal bilimci de insandır.

Sadece yaşanılan anı değil, gelecek nesli düşündüğünü iddia edeceksek eğer, nitekim son yıllarda sürdürülebilirlik kavramını dikkate aldığımızda, sosyal bilimci olarak her şeye sahip olduğumuz anlayışı içindeki ölümsüzlük fikrinden vaz geçebilmeliyiz. Denebilir ki, öyle bir iddiamız zaten yok. O zaman şu soruyu sormak da hakkımız sanırım: O halde kendi canını, ailesini ve en yakından başlayarak çevreyi ve içindekileri düşünmeksizin ve sanki hiç ölmeyecekmiş gibi karar ve uygulama, düşünce ve fikirde bu ısrar niye?

Birey ya da sosyal bilimci olarak her birimizin böyle bir soruya cevap verirken zihnimizin arka planında yer alabilecek ölümsüzlük düşüncesi ve egemen yaklaşımı sorgulayabilmek bile başlı başına bir maharet. Çünkü her konuda kendini yeterli gören, kendinden başkasını yok sayan veya önemsemeyen öylesine çok sosyal bilimci örneği var ki! Yeni mekân tasarımında mezarlıkları şehrin dışına taşımış olsak da nice vazgeçilmez gibi duran, ölümsüzlük fikri ile kendisi ve etrafını besleyen, yaşarken kendisi dışındaki her şeyin sahipliğini üstlenen nice insan ve onları düşünce ve iddiaları ile ikna etmeye çalışan nice sosyal bilimci, şehrin dışına çıkarılmış ve bizlerden uzaklaştırılmış mezarlıklarda. Onların sadece az bir kısmı yaşarken ölümlü olduğunu kabul ettiği için ve mütevazı kişilikleri sayesinde ortaya koydukları iyi niyetli düşünce, fikir ve eserleri ile yaşamaya devam etmekte. Çünkü o az sayıdaki insan ve sosyal bilimci ölümlü olduklarının farkında olarak, iyi niyetle uzmanlık alanlarına ilişkin anlama, açıklama ve anlamlandırma çabasının dışında bir iddia sahibi olmamıştı.

Böylesi bir yaklaşım onlara, önce kendilerine ve sonra da yönetici ve talebelerine karşı dürüst olma erdemi ile hareket etme rahatlığını sağlayabilmişti. Bize düşen, birey olarak da sosyal bilimci olarak da hayatımızın referans noktasını unutmaksızın ve etrafımızdaki her şeyin sahibinin biz olmadığımız düşüncesi ile hareket edebilmektir. Yeter ki, her şeyden önce kendimize karşı samimi olabilelim.

6 Şubat deprem afetinin üzerinden geçecek haftalar, aylar, yıllara bağlı olarak farklı zaman dilimleri için ortaya koyacağımız performanslar, insan ve sosyal bilimci olarak sahiplik ve ölümsüzlük fikri bağlamında samimiyetimizin testi de olacak aslında. İnsanlık tarihine bakıldığında bu tür testlerden çok da başarılı çıkamadığımız sonucu ortada olsa da, bir sosyal bilimci sorumluluğu yine de böyle bir hatırlatmayı gerektirir kanaatindeyim.

[1] https://www.sosyalbilimlervakfi.org/2023/01/omer-torlak-olumsuzlugu-arayan-insana-sosyal-bilimler-ne-soyler/

Ömer Torlak
+ diğer makaleler

1961 İstanbul doğumlu. İstanbul Üniversitesi İşletme Fakültesi’nden 1982 yalında mezun oldu. 1984 yılında yüksek lisans ve 1991 yılında doktora derecelerini pazarlama alanında İstanbul Üniversitesi’nden aldı. 1996 yılına kadar özel sektörde çalıştı. 1996 yılından itibaren Kırıkkale, Eskişehir Osmangazi ve Çankırı Karatekin Üniversitelerinde görev yaptı. KTO Karatay Üniversitesi’nde rektörlük ve Rekabet Kurumunda başkanlık görevlerinde bulundu. TÜBİTAK Bilim Kurulu üyeliği de yapan Torlak, pazarlama ahlakı, pazarlama tarihi, tüketim kültürü, tüketici davranışları ve pazarlama araştırmaları alanlarında çalışmalarını sürdürmekte ve halen İstanbul Ticaret Üniversitesi’nde çalışmaktadır.