Sosyal Bilim Öğretiminde Yeni Bir Mimari İhtiyacı

Ömer Torlak-

İktisat ve işletme gibi bölümlerde öğrenim gören üniversite öğrencilerinin özel sektör veya kamuda istihdam edilme gibi çok temel bir kariyer hedefi bulunurken, hukuk öğrencisi kısa yoldan hâkim, savcı olup kariyerinde hızla yükselip madden rahata ermek isterken ya da avukatlıkta başarılı bir kariyeri hedeflerken, sosyoloji bölümünde öğrenim görenler istihdam kaygısını daha fazla yaşarken, ilahiyat alanında öğrenim görenler toplumun hemen her kesiminin fikir sahibi olduğu bu alandaki öğrenimi sonucunda ağırlıklı olarak kamuda görev alabilmeyi beklemektedir. Tabii ki her alanda bunların istisnaları vardır. Sosyal bilimler alanlarında öğrenim gören öğrencilerin bakış açılarının oluşumu ve gelişiminde bir yandan sosyo-ekonomik gelişmeler etkili olurken diğer yandan ise öğreticilerin derslerini anlatma ve işleme biçimleri ile aşırı uzmanlaşmış ders materyallerinden oluşan içeriklerin etkileri söz konusudur.

Bu durum, iktisadın temel yaklaşımlarından habersiz hukukçu ve ilahiyatçıların mezun olmasına; felsefe, mantık ve sosyal psikolojiden habersiz hukukçuların hâkim ve savcılık yapmalarına; antropoloji, sosyoloji ve psikoloji alanlarındaki birikimleri işletmecilik ve iktisatçılık bilgileri ile bağdaştırmanın gerekliliği ve öneminden habersiz iktisatçı ve işletmecilerin dünyasında yer almasına yol açmaktadır. Akademik kariyer yapanların da benzer şekilde, aşırı uzmanlaşmanın getirdiği körlükle, sosyal bilimler alanının birbirini ilgilendiren ara kesitlerinden yoksun bilimsel çalışmalarla sınırlı kalmaları sonucu oluşmaktadır. Atama ve yükselme kaygılarıyla birleşen bu durum ise sosyal bilimler alanındaki araştırmacı ve öğreticilerin hem kendi bakış açılarının körelmesi hem de öğretim yöntem ve araçlarının kısırlaşması sonucunu doğurmaktadır. Roman, şiir ya da hikâye okumayan sosyal bilimci öğrencisine de bunların önemini anlatamamakta, film ya da romandaki kurgunun aslında sosyal bilimlerin çok sayıdaki teorisini açıklamada kullanılacağını bilemeyen ve dolayısıyla hayatta bunları değerlendiremeyen mezunlar ortaya çıkmaktadır. Öte yandan edebiyat ve sanatın diğer alanlarında öğrenim görenler de sosyoloji, psikoloji ve iktisat bilgisinden yoksun olarak hayata atılmaktadır. Dolayısıyla bu alanlarda öğrenim görenlerin kurguları ve ortaya koydukları edebî, mimari ve görsel eserler de gerçeklikten uzak kalabilmektedir. Adına uzmanlık denen dar alanda kısırlaş/tırıl/mış bilim insanı ve mezunlarla sosyal bilimlerin varacağı yer ise ancak bugün eriştiğimiz nokta olmaktadır. Diğer bir deyişle, bugüne kadar sosyal bilim öğretim mimarisinin bizi getirdiği yer burasıdır.

C. P. Snow’un İki Kültür başlıklı kitaplaşmış eserin aslını oluşturan konferanslarında 1950’li yılların sonuna doğru söylediği de aslında yukarıda ifade etmeye çalıştığımız hususun bir başka açıdan özetidir. 1 Snow fizik öğreniminden sonra akademik çalışmalarına devam etmiş ve yaklaşık yirmi yıl sonra edebiyat alanında eserler veren ve hayatının sonuna kadar da edebiyatla ilgilenmiş biridir. Daha mekanik bakış açısına sahip olan bilimsel çalışma tarafı ile bilimsel gelişmelerden yoksun edebiyatçı seçkinler tarafının nasıl iki farklı kültürel yaklaşım sergilediklerini, iki dünyanın birbirinden adeta habersiz ve kopuk olduklarını uzun uzadıya anlatır bu konferanslarında Snow. Bir yönüyle de toplumun geleceği adına özellikle mensubu bulunduğu İngiliz toplumunu uyarır. Yaklaşık altmış yıl önce Avrupa’nın merkezinde de konuşulan şey, bilimlerin birbirinden kopukluğu ve aşırı uzmanlaşmanın oluşturduğu olumsuzluklardır aslında. Burada son dönemde roman okumaları üzerinden sosyal bilimlere ilişkin çıkarımlarda bulunma çabası içinde olan Mustafa Özel’in çalışmalarının gözden geçirilmesi ile ifade edilemeye çalışılan sosyal bilim öğretiminde hem müfredat hem de içerik bakımından neler yapılabileceği konusunun en azından bir boyutu hakkında bir açılım sağlanabilir. 2

Bilimsel bilgi üretiminde yıllarca hâkim otoritenin vazettiği pozitivist yönteme uygunluk kriteri, sosyal bilimlerin pek çok alanında bilgi üretiminin bakış açısını yönlendirmiş, kısıtlamış ve muhtemel özgünlüklerin önünü uzun süre kesmiştir. Felsefe alanındaki çalışmaların bu noktada istisna gibi değerlendirilebilmesinin en önemli sebebi, belki de bu alanla uğraşan bilim insanlarına “filozoflara dokunmamak ya da onlarla uğraşmamak” yaklaşımının bir sonucudur denebilir. Felsefenin dışındaki diğer tüm sosyal bilimlerle uğraşanlar bu engellerle fazlasıyla karşılaşmıştır. Bilim felsefesinde yirminci yüzyılın ikinci yarısından itibaren ortaya çıkan gelişmelerle ancak bu kısıtlar belli ölçüde aşılabilmiştir.

Bilimlerin “temel bilimler” gibi adlandırılmasında bile bir bilim alanı üstünlüğü yaklaşımı hemen hiç eksik olmamıştır. Ülkemizde yakın tarihlere kadar üstün görülen doğa bilimlerinin “müspet bilimler” şeklinde anılıyor olması, mefhum-u muhalifinden hareketle, sosyal bilimlerin “müspet olamayan bilim” şeklinde algılanmasına kapı aralamıştır. Bu durum ise sadece bilim insanları arasında sosyal bilimlerin önemsiz görülmesine değil aynı zamanda hedef kitlelerin nezdinde de sosyal bilimlerin imaj ve itibarının düşük kalmasına sebep olmuştur.

Oldukça mekanik bir yaklaşımla öğretimin söz konusu olduğu alanlar olarak mühendislik ve kısmen sağlıkla ilgili gerek bilimsel çalışmalar gerekse öğretim süreçlerinde bile hem araştırma-geliştirme hem de yenilik çabalarındaki çıkış noktasında insani olana ilgiden ziyade mekanikleşmiş bir zihinsel yoğunlaşmadan söz edilebilir. Topluma faydanın ve insani olanın göz ardı edildiği böylesi yaklaşımların beraberinde getirdiği sonuçların ürüne dönüşmeleri söz konusu olduğunda ise ne pahasına olursa olsun daha fazla kazanma anlayışının hâkim olduğu ticari bakış açılarının müşteri bulma/yapma çabaları yine insani olanın önüne geçmektedir. Diğer bir deyişle üretim ve tüketimde ihtiyaç oluşturma çabası hem doğa ve mühendislik ile sağlık bilimlerinin hem de sosyal bilimlerin adeta asli çıkış noktası haline gelebilmektedir. Böylesi bakış açıları ise hemen her alanda olduğu gibi sosyal bilimler alanında da uzmanlaşma ile parçalanmış öğretim mimarisini destekleyici unsur olmaya devam etmektedir.

Dar bakış açısıyla sınırlanmış bir öğretim sürecinden geçen sosyal bilimlerin her alanındaki öğrencinin bu kısır döngüden çıkabilmesi çok zor ya da tesadüflere bağlı kalmaktadır. İlahiyat alanında öğrenim gören pek çok kişi bugünün iktisadi, ticari, sosyal, kültürel ve psikolojik problemlerinden habersiz kalmakta, dolayısıyla karşılaştığı olgulara tatmin edici açıklama ve çözüm önerileri getirememektedir. Benzer şekilde işletme ya da iktisat öğrenimi alan çok sayıda genç de hayatına atıldığında, karşılaştığı çok çeşitli konu ve problemde kültürel, sosyolojik, psikolojik ve inançlara ilişkin arka plan tahayyülü çoğu kez aklından bile geçmemektedir. Aynı işyerinde çalışan sosyal bilimci ile mühendisler adeta farklı anadile sahip ayrıksı insanlar gibi durabilmektedir. Mühendis sonuca kilitlenmiş mekanik bir teknisyene dönüşürken, iktisatçı, işletmeci ya da psikolog mühendis gözünde boş işlerle uğraşan, gelişmelerin önünde duran pozisyona indirgenmektedir. Hukukçu, kurum veya işletmenin gelişmesini engellemek isteyen kişi pozisyonunda görülebilirken, mevcut sosyal bilim öğretim mimarisinden mezun olmuş iktisat ve işletme mezunu, etik ve estetik kaygıdan yoksun, kazanç peşinde koşan, dar bakış açısına sahip bir birey olarak karşımıza çıkabilmektedir.

Sosyal bilim öğretiminde yeni bir mimari tasarımın gerçekleştirilebilmesi durumunda sosyal bilim alanında öğrenim görenlerin olgu ve ilişkilere bütüncül bakabilmelerinin önü açılmış olacaktır. Bu fayda yanında ayrıca sosyal bilim araştırmacılarından beklenen “sadece var olan ya da ulaşabildiği verilerden hareketle indirgemeci bir yaklaşımla değerlendirmede bulunmak yerine farklı sosyal bilim uzmanlık bilgileri ile bakış açılarından alınacak desteklerle üzerinde ortaklaşa fikirlerin bir araya geldiği ve daha tatmin edici çözümlere katkı sağlayacak araştırma süreçleri” de hayata geçirilmiş olacaktır. 3 Böylesi bir yaklaşımın sosyal bilim araştırmacıları tarafından benimsenmesi, bugün uygulamada olan sosyal bilim öğretim süreç ve yaklaşımlarının çok önemli bir kısmı ile mümkün gözükmemektedir. Çünkü sosyal bilimlerle ilgili üniversite öğretim programları öncelikle yaklaşım ve beraberinde öğretici profili ve müfredatla birlikte değerlendirildiğinde önemli ölçüde dar uzmanlaşma prangası altında ezilmiş bir hâlde gözükmektedir. Bu prangadan sosyal bilim öğretiminin kurtarılabilmesi, öncelikle sosyal bilim öğreticileri ile araştırmacılarının yeni bir mimariye olan ihtiyacın farkına varabilmeleri sayesinde olabilir.

Sosyal bilim öğretiminde yeni bir mimari için geç kaldığımızın ne kadar farkındayız çok emin değilim, ancak daha fazla geç kalmamız durumunda yeni kuşakların da mevcut öğretim yaklaşım ve yöntemleri içinde kısırlaşması kaçınılmazdır. Diğer yandan öğrenim sonrası hayatın dişlileri içinde sıkışan insanımızın çıkış için bireysel çabaları da bireyci ve faydacı yaklaşımlarla insani olandan uzaklaşan ve toplumsal değerleri örselemeye devam eden boyutlarda sürmeye devam edecektir.

İlk bakışta ekonomik refah düzeyi bakımından gelişmiş sınıflamasına dâhil toplumları gelişmişlik ve kalkınma bakımından yakalayamama kaygısı ile ne pahasına olursa olsun kalkınma ve büyüme hedefleri masum gözükmekle birlikte bu hedeflere ulaşma noktasında sosyal bilim öğretim mimarisinin insani ve toplumsal değerleri de önemli ölçüde yok sayan mekanik uzmanlaşmaya dayalı yapısının bugün bizi getirdiği nokta ortadadır. Kaldı ki gelişmiş ülkelerde bile bu mekanik öğretim mimarisinin zaman zaman ortaya çıkardığı çoğu kez ekonomi kaynaklı ve bazen de toplumsal ve kültürel sebepli krizlerin sosyal sonuçları da daha fazla tartışılır olmuştur. Sosyal bilim öğretimini önemli ölçüde batı merkezli yaklaşımla sürdürdüğümüz gerçeği dikkate alındığında, benzer krizler ortaya çıktığında benzer çözümlerin kimi zaman işe yaramadığı tecrübesini de edinmiş durumdayız. Bu noktada bize ait birikim ve değerlerimiz zaman zaman aklımıza gelse de sistematik olarak ve bugünün ihtiyaçları bağlamında bütüncül bir değerlendirme yapamadığımız ya da yapma iradesini ortaya koyamadığımızı da ifade etmekte fayda vardır.

Sosyal bilim öğretim mimarisinde olması gereken, öğreticiler ile bilim insanlarının öncelikle kendi bakış açılarını zenginleştirebilmesidir. Ancak bu şekilde hem ilgili alanın bilgisi geliştirilir ve aktarılabilir hem de araştırma çabaları daha bütüncül bakış açısı ile katkı düzeyi yüksek sonuçlara dönüştürülebilir. Bu bağlamda örneğin bir iktisat hocası hem müfredat içinde sosyoloji, psikoloji, işletmecilik, hukuk, iletişim, felsefe ve kültür çalışmaları alanlarından ilgili derslerin kapsama alınmasını sağlamış olur -daha da önemlisi- hem de mevcut iktisat dersleri içinde ilgili sosyal bilim alanlarının bilgi ve katkısını öğrencilerine aktarabilir. Böylesi bir açılım için sosyal bilim öğreticileri ile araştırmacılarının özverili gayretleri gerekir.

İktisadi davranış bakımından insanın niçin zaman zaman rasyonel davranamamasının sebeplerini sadece marjinal fayda ya da fırsat maliyeti ile açıklamak yerine sosyoloji ve psikolojinin teorik yaklaşımlarının da işlenebildiği müfredat ve bu konuları örneklendirerek anlatan akademisyenler ile sosyal bilimler öğretiminde yeni bir mimari oluşturulabilir. Benzer şekilde hukuk öğretiminde felsefe, mantık ve sosyal psikoloji alanlarının teori ve yaklaşımlarının hangi durumda ne tür katkılar sunabileceğine ilişkin bir öğretim yaklaşımı, hukuk öğrenimini mekanik bir süreç olmaktan uzaklaştırabilir. İlahiyat öğretiminde iktisadi ve sosyolojik bakış açıları ve araştırma sonuçlarının dikkate alınmasıyla sadece klasik ve geleneksel metin düzeyinde bir öğretim yerine insanın ve toplumun ilahiyat alanına ilişkin güncel ihtiyaçlarını da dikkate alabilen bir bakış açısı ile zenginlik sağlanabilir. İşletme ve iktisat öğretim alanlarında büyük veriyi, yapay zekâyı, makine öğrenmesini ve dolayısıyla dijital dünyayı iyi okuyabilen beceriler yanında ticaret ahlakına ilişkin değerleri, toplumsal faydayı gözetebilen bir sosyal bilim öğretim yaklaşımı sergilenebilir. Edebiyat, sinema ve mimari alanındaki öğretim programlarında iktisadi gerçeklikler, dünyası, toplumun dinamikleri ve sosyal psikoloji ile tarihî ve kültürel çalışmaların birikimleri öğrencilere verilebilir ve öğretim üyeleri de araştırmalarında sosyal bilimlere bütüncül bakabilirlerse çok daha güçlü kurgular hem sanat eserlerine hem de yapı ve kurumlara yansıtılabilir. Ancak bu şekilde yaşanan hayatın ve toplumsal değişimin ihtiyaçlarına uygun ve kurgu bakımından da topluma fayda sağlayacak eser, yapı ve kurumlar tasarlanabilir.

Sosyal bilimler öğretimi yeni mimarisinde iki açıdan genel yaklaşımın değiştirilmesi önemli görülmektedir. Öncelikle akademisyen ve bilim insanı yetiştirmede sosyal bilimlerde bütüncül bakışın yakalanabilmesi elzemdir. Böylece bir yandan bilimsel çalışmalarında sosyal bilimler açısından olgu ve ilişkilerin daha anlamlı bir şekilde analiz edilerek sentezlenebilmesi ve kapsayıcı açıklamalara zemin hazırlayacak teorilerin geliştirilebilmesi mümkün olabilir. Yine böylesi anlayışa sahip akademisyenlerin sosyal bilim öğrencilerini meslek mensubu gibi yetiştirme gayreti yerine geniş ve bütüncül perspektiften bakabilen bir insan olarak yaklaşabilmeleri sonucu ortaya çıkabilir. Her iki açıdan yapılması gereken müfredat düzenlemelerinde temel alanın hangi derslerinin olması gerektiği, bu alanı destekleyecek diğer alanlardan hangi derslere yer verilmesine ihtiyaç olacağı ve alan dersleri içinde ilgili konuların nasıl yerleştirileceği ve aktarılacağı konuları elbette ayrıntılı çalışmayı gerektirir. Bu noktada temel bakış açısının, sosyal bilimlerde her alanın temel kavram, teori ve yapıları dışında pek çok bilginin unutulabileceği bu nedenle öğrenmeyi öğrenme yaklaşımı ile hayatın her anında bunların öğrenilebileceği hususunun olduğu unutulmamalıdır. Veri, enformasyon (malumat) ve bilgi bakımından gerekli ayrıştırmanın nasıl yapılması gerektiği konusunda genel yaklaşımın öğretilebildiği işletme, iktisat, sosyoloji gibi pek çok sosyal bilim öğrencisi, gelişen teknoloji ile birlikte büyük veri ile karşılaştığı durumda da neyin veri yığını neyin bilgi olduğunu ayırt etme becerisini ortaya koyabilir. İnsanı yalan söylemeye ya da suça itebilen içsel ve dışsal faktörler ile varsa kültürel farklılıklara ilişkin teorik birikimleri öğrenebilmiş bir hukuk öğrencisi, örneğin karar verirken mekaniklikten uzaklaşabilir; bu konulara ilişkin temel yaklaşımlardan haberdar işletme, iktisat ya da iletişim mezunu biri dünyasında karar verirken bu hususlardaki temel yaklaşımların farkında olarak örneğin bir çalışanı yargılar ve kararlarında bu temel esasları gözetebilir. Bu sonuca hizmet edecek sosyal bilim öğretim mimarisi için gerek müfredat gerekse ders konuları çalışmasının sosyal bilimin her alanı için detaylı bir çalışma gerektirdiği ve bu yazının esas amacı temel bakış açısının verilmesi olduğundan daha fazla ayrıntıya girilmesinin bu yazının boyutunu aşacağı açıktır. Ancak konuyla ilgili olarak şunu da ifade edelim ki, işe öncelikle her bir bilim alanının tarihi ve felsefesini (işletme tarihi, işletme felsefesi, hukuk tarihi, hukuk felsefesi, iktisat tarihi, iktisat felsefesi, dinler tarihi, din felsefesi vb.) anlamaya yönelik derslerin müfredatlarda hangi içerik ve ayrıntıda yer alabilmesine ilişkin çabayla başlanabilir.

Kısaca özetlemeye çalıştığım sosyal bilimler için yeni bir öğretim mimarisinin uygulamaya geçirilmesinin kolay olmayacağının farkındayım. Böyle bir öğretime açık araştırmacı ve akademisyenler ile ancak bu mimari kurgulanabilir ve hayata geçirilebilir. Sosyal bilimlere bütüncül bakışla, sosyal bilimcilerin birbirleriyle konuşabilir hale gelmesi bu bakımdan önemli ve öncelikli konudur. Araştırmalarının ve ürettiklerinin topluma ait olduğu kabulü ve her bir sosyal bilim alanının işin bir yanından tutarken anlamlı sonuçlar üretebilmek bakımından bütüncül bakış açısıyla hareket etmenin önemi kavranabildiği ölçüde sosyal bilimcilerin konuşmaları daha anlamlı hale gelecektir. Böyle bir ortamın sağlanabilmesi ve bu ortama katkı vermek üzere sosyal bilimcilerin konuşabilmesi oranında sosyal bilim öğretim mimarisi için de toplumsal faydayı artıracak zeminden söz edilebilir olacaktır.

Ömer Torlak
+ diğer makaleler

1961 İstanbul doğumlu. İstanbul Üniversitesi İşletme Fakültesi’nden 1982 yalında mezun oldu. 1984 yılında yüksek lisans ve 1991 yılında doktora derecelerini pazarlama alanında İstanbul Üniversitesi’nden aldı. 1996 yılına kadar özel sektörde çalıştı. 1996 yılından itibaren Kırıkkale, Eskişehir Osmangazi ve Çankırı Karatekin Üniversitelerinde görev yaptı. KTO Karatay Üniversitesi’nde rektörlük ve Rekabet Kurumunda başkanlık görevlerinde bulundu. TÜBİTAK Bilim Kurulu üyeliği de yapan Torlak, pazarlama ahlakı, pazarlama tarihi, tüketim kültürü, tüketici davranışları ve pazarlama araştırmaları alanlarında çalışmalarını sürdürmekte ve halen İstanbul Ticaret Üniversitesi’nde çalışmaktadır.


  1. Snow, Charles Percy (2019), İki Kültür, Çev. Tuncay Birkan, 6. Baskı, Ankara: TÜBİTAK Popüler Bilim Kitapları, s. 157.

  2. Mustafa Özel’in sosyal bilimleri öğrenme ve pek çok sosyal bilim teorisinin anlaşılabilmesi bakımından romanların önemli ipuçları sunduğu ve bu bakımdan sosyal bilimcilerin roman okumasının olguları anlama ve açıklama ile sosyal bilimcileri ve özellikle de sosyal bilim akademisyenlerini geliştirici olacağı konusunda çabaları şu eserlerden izlenebilir: Roman Diliyle Siyaset, (2018), İstanbul: Küre Yayınları; Roman Diliyle İktisat, (2018), İstanbul: Küre Yayınları; Roman Diliyle İş Hayatı (2019), İstanbul: Küre Yayınları; Romanperver İktisatçı, (2019), İstanbul: Küre Yayınları.

  3. Bu yaklaşım aslında sosyal bilimlerde uzun yıllar egemenliğini sürdüren pozitivist bilimsel bilgi üretme yaklaşımına alternatif olarak da önerilmektedir. Bkz. D’Alisa, Giacomo ve Giorgos Kallis, (2020), “Post-Normal Bilim”, Küçülme, Yeni Bir Çağ İçin Kavram Dağarcığı, Editörler Giacomo D’Alisa, Federico Demaria ve Giorgos Kallis, Çevirenler, Ayşe Ceren Sarı, Berk Öktem, Burag Gürden ve Yaprak Kurtsal, İstanbul: Metis Yayınları, ss. 259-263.