ÖZGÜRLÜKÇÜ BİR ANAYASA İLE SINIRLI, ŞEFFAF, HESAP VEREBİLİR DEVLETİ BİRARAYA GETİRMEK
Mustafa Acar –
İktidar çevrelerince son aylarda Türkiye’nin yeni bir anayasaya ihtiyacı olduğu vurgulanmaya başlandı ve bu doğrultuda yeni bir anayasa hazırlama çalışmaları yapıldığı duyuruldu. Böylece Cumhuriyet tarihi boyunca defalarca yaşadığımız anayasa tartışmaları bir kez daha kamuoyu gündemine gelmiş oldu.
Anayasalar devletlerin kimliği, teşkilatlanması, öncelikleri ve temel siyasi tercihlerini belirleyen en temel metinlerdir. “Bana arkadaşını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim” özdeyişine bir nazire yaparak denebilir ki, “bana anayasanı göster, senin nasıl bir devlet olduğunu söyleyeyim.”
Cumhuriyet tarihi boyunca Türkiye’nin inişli-çıkışlı, darbelerle ve darbelere tepkilerle iç-içe geçmiş sorunlu bir anayasa tecrübesi olmuştur. Amerika Birleşik Devletleri 1776’da İngiltere’den bağımsızlığını kazandığında yapmış olduğu anayasa ile yaklaşık 250 yıldır idare edilirken, Türkiye Cumhuriyeti 100 yıllık ömrüne dört anayasa ve sayısız değişiklikler sığdırmayı başarmıştır. Bunun ima ettiği sonuç istikrarsızlık, devlette devamlılığın sağlanamaması, kurumların kökleşememesi, demokrasinin kesintiye uğraması, öngörülebilirliğin olmaması ve iktisadi gelişme bağlamında ülkenin potansiyelinin çok altında kalınmasıdır.
Türkiye’nin Darbe Anayasalarıyla İmtihanı
Bu çerçevede denebilir ki Türkiye 20. yüzyılı ne yazık ki büyük ölçüde kendi kendisiyle kavga ederek geçirmiştir. 1923-1950 arasında yaşanan Tek Parti Döneminde milletin rızası ve sosyolojik dokusu umursanmadan girişilen tepeden inmeci modernleştirme gayretlerine tanık olunmuştur. Bu döneme damgasını vuran gelişmeler çok partili demokrasiye izin verilmemesi, muhalefetin susturulması ve özgürlüklerin bastırılmasıdır. 1950’li yıllarda başlayan açılımlar da uzun ömürlü olamamış, çok partili demokrasiye geçişle birlikte gündeme gelen devletin milletle barışma çabaları 27 Mayıs 1960 darbesiyle başlayan darbeler, muhtıralar, post-modern darbeler ve darbe girişimleriyle akamete uğramıştır. Bugüne kadar yapılmış dört anayasadan ilki (1921) savaş koşullarının olağanüstü ortamında, ikincisi (1924) bağımsızlığın kazanılarak yeni bir devletin kurulduğu bir ortamda, üçüncüsü (1961) ve dördüncüsü (1982) ise askerî darbelerin ardından ve darbecilerin çerçevesini çizdikleri koşullarda yapılmıştır.
Eldeki mevcut 1982 Anayasası 12 Eylül 1980 askerî darbesinin akabinde, darbecilerin demir yumrukla ülkeyi yönettiği askerî yönetim koşulları altında yapılmıştır. 1982 Anayasasına damgasını vuran özellik, özgürlüklerin istisna, yasakların norm olmasıdır. Belirli bir özgürlük bir madde ile tanımlanmakta, ama bu özgürlüğün hangi koşullar altında askıya alınacağı adeta dokuz maddede izah edilmektedir. Darbeci zihniyetin ürünü olan, özü itibarıyla yasakçı bir anayasanın bir ülkenin dünyanın büyük devletleri arasına katılmasını sağlayacak atılımlara izin vermeyeceği açıktır. Nitekim 1982 Anayasası bu ülkenin sosyolojik, iktisadi ve kültürel bedenine dar gelmiş, izleyen yıllarda –en kapsamlısı 2017 yılında yapılanı olmak üzere- ondokuz kez değişikliğe konu olmuştur.
1983 sonlarında yapılan genel seçimlerle askerî yönetim sona ermiş, milletin önündeki en sivil ve en demokrat alternatif olan Anavatan Partisinin iktidara gelmesinin ardından 1980’li yıllarda rahmetli Özal’ın gayretleriyle Türkiye kabuk değiştirmeye, asırlık sorunlarıyla yüzleşmeye, devletin millet iradesine daha saygılı olduğu, devlet tekellerinin kırıldığı, dünyaya açılan, daha demokratik ve piyasa ekonomisine dayalı bir düzen kurulmaya gayret edilmiştir. Ancak 1990’lı yıllarda, Özal’ın şaibeli ölümünün ardından gidişat tersine dönmüş, 1990’lı yılların ikinci yarısına 28 Şubat süreci adı verilen ve post-modern darbe olarak tanımlanan baskılar ve hukuksuzluklar süreci damgasını vurmuştur. Söz konusu dönem derin devletin öne çıktığı, tek parti dönemi özlemlerinin dışa vurulduğu, faili meçhul cinayetlerin sıradan vaka (vaka-ı adiye) haline geldiği, özgürlüklerin askıya alındığı, Kemalist rejimin dayatmalarına itiraz eden dindar-muhafazakâr toplum kesimlerinin itilip kakıldığı, sürekli iç ve dış düşman yaratıldığı, sermayenin renklere ayrılıp bir kısmının ötekileştirildiği, hukuksuz rant dağıtımıyla sermayenin el değiştirdiği, öngörülebilirliğin kaybolduğu, bütün bunların bileşik sonucu olarak da makro-ekonomik göstergelerin son derece kötüleştiği yıllar olmuştur. 2001 yılında cumhuriyet tarihinin en ağır ekonomik krizine düşülmesi bu dönemin sonunu getirmiştir.
2002 sonlarında yapılan genel seçimlerle Türkiye’de Erdoğan liderliğinde AK Parti iktidarları dönemi başlamıştır. Dolayısıyla Türkiye’nin son yirmi yılına AK Parti iktidarları damgasını vurmuştur. İlk iki döneminde (2002-2007, 2007-2011) söz konusu iktidarlar değişimci, demokrat ve özgürlükçü bir profil çizmiştir. AB üyelik süreci önemsenmiş, ev ödevleri kapsamında ciddi ekonomik, siyasi ve hukuki reformlar yapılmış, gerek komşularla gerekse dünya ile barışık, dışa açılmacı, serbest ticaretçi ve barışçı politikalar benimsenmiştir. Yakalanan istikrar ve mali disiplin sayesinde riskler azalmış, öngörülebilirlik artmış, AB ile tam üyelik müzakerelerinin başlamasının da kazandırdığı ivmeyle Türkiye’nin makro göstergeleri hızla iyileşmiştir. Enflasyon tek haneli rakamlara gerilemiş, faizler düşmüş, büyüme hızı artmış, doğrudan yabancı sermaye yatırımları patlamış, neredeyse 1 TL=1 USD düzeyi yakalanmış, ihracat, GSYH ve kişi başına gelir de katlanarak artmıştır.
2013’ten Beri Patinaj Yapan Türkiye
Ne yazık ki bu hızlı büyüme, kalkınma ve refah döneminin de sürdürülebilirliği sağlanamamıştır. 2010’lu yılların başından, özellikle 2012’den itibaren içsel ve dışsal birçok faktörün etkisiyle Türkiye bir duraklama devrine girmiştir. Siyasi ve ekonomik çalkantılar tırmanmış, komşularla ve dış dünya ile ilişkiler giderek bozulmuş, öngörülebilirlik azalmış, istikrar kaybolmuş, gerilimler ve riskler artmıştır. Bu gelişmelerin doğal sonucu olarak da 2013 yılından itibaren makro göstergeler belirgin şekilde kötüleşmiştir. Bir ara 12.500 dolar seviyesini görmüş olan kişi başına gelir bugün 8.000 dolara gerilemiş, enflasyon yeniden çift haneli rakamlara (ÜFE bazında %30’lara) yükselmiş, büyüme hızı düşmüş, faizler yükselmiş, Türk parası yabancı paralar karşısında rekor seviyelerde değer kaybetmiş, yabancı sermaye girişleri azalmıştır.
Nasıl olup da 2000’li yılların parlayan yıldızı Türkiye’den 2020’li yılların sendeleyen ve yerinde sayan Türkiye’sine gelindiğinin analizi başlı başına başka bir çalışmanın konusu olabilir. Ancak bu gelişmeleri sadece Türkiye’nin yükselişini hazmedemeyen “dış mihrakların oyunları” ile açıklamanın mümkün olmadığı, içerde yönetim felsefesinin değişmesinin, gerilimin tırmandırılmasının, dış dünya ile ilişkilerin gerilmesinin, uluslararası güç dengelerini hesaba katmadan ülkenin gücüyle orantısız risk alma iştahının son yıllarda işlerin kötü gitmesinde son derece önemli bir rolü olduğu vurgulanmalıdır. Darbeler ve muhtıralar tarihimizin en kara sayfalarından biri olan 15 Temmuz 2016 hain darbe girişimi ve ardından yaşanan savrulmalar, travmalar ve hukuksuzlukların da bu kötüye gidişte ciddi bir rolü olduğu söylenebilir.
15 Temmuz darbe girişiminin yarattığı savrulmanın da ivme kazandırmasıyla devleti yeniden yapılandırma arayışları, siyasi sistemin “Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemi” adı verilen ve özü itibarıyle denge ve denetleme sistemi olmayan bir başkanlık sistemine dönüştürülmesiyle sonuçlanmıştır. Çok başlı koalisyon hükümetlerine son vermesi, istikrar sağlaması ve karar alma sürecini hızlandırması gibi amaçlarla yapılan bu sistem değişikliği henüz yeni sayılabilir. Dolayısıyla yeni sistem hakkında köklü bir eleştirel değerlendirme için henüz erken olduğu düşünülebilir. Ancak şu ana kadar yaşanan tecrübe yeni sistemin özellikle kuvvetler ayrılığı, devlet kurumlarının işleyişi, yürütme gücünün sınırlandırılmasına yönelik denge ve fren mekanizmalarında çok ciddi boşluklar taşıdığı ve keyfiliklere açık kapı bıraktığı anlaşılmaktadır. “Yağmurdan kaçarken doluya yakalanmak” deyiminin ima ettiği türden sorunlara gark olmamak, Parlamenter Hükûmet Sisteminin sorunlarını çözelim derken daha büyük başka sorunlarla karşı karşıya kalmamak için devlet teşkilatlanmasının gözden geçirilmesinde yarar var gibi görünmektedir. Başka bir deyişle, Türkiye’nin anayasa ihtiyacı devam etmektedir.
Özgürlükçü, Kısa, Öz Anayasa; Şeffaf, Hesap Verebilir ve Sınırlı Devlet
“İnsanı yaşat ki, devlet yaşasın” fehvasınca, yapılacak anayasa sivil, özgürlükçü, çoğulcu, katılımcı, bireyi merkeze alan, hukukun üstünlüğüne dayalı bir anayasa olmalıdır. Anayasanın ruhuna özgürlükler damga vurmalı, kanun önünde eşitlik (torpilli vatandaşın olmaması) ve fırsat eşitliği (kamu hizmetlerinden herkesin yararlanabilmesi) esas olmalıdır. Özgürlükler norm, kısıtlamalar istisna olmalıdır. Temel bireysel hak ve özgürlükler muğlak, esnek, içeriği süslü laflarla doldurulabilecek gerekçelerle askıya alınamamalıdır.
Kapsamı ve detaylara ne kadar girip girmemesi bağlamında şunu söylemek mümkündür: Anayasa kısa ve öz olmalı, ayrıntılara girmemelidir. Devlet-toplum ilişkileri, temel hak ve özgürlükler, kuvvetler ayrılığı vb. konularda olması gereken temel ilkeler, öncelikler ve kurumları ortaya koymakla yetinmelidir. Bilindiği üzere anayasalar kolay değiştirilemeyen hukuk metinleridir. O nedenle ayrıntılar yasalara ve yönetmeliklere bırakmalıdır.
Bir diğer tartışmalı mesele anayasada “değişmez, değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez” maddelerin yer alıp almaması meselesidir. Her iki yönde de kuşkusuz çeşitli gerekçeler ileri sürülebilir. Bir açıdan bakıldığında, denebilir ki anayasada değiştirilemez maddelere yer vermek gelecek kuşakların aklından şüphe etmek, onlara güvenmemektir; onların “kendi kaderini tayin hakkına” saygısızlıktır. Dünya sürekli değişmektedir. Buna bağlı olarak ihtiyaçlar, öncelikler, alternatifler ve zorunluluklar da değişmektedir. Bu anlamda her kuşak nasıl bir siyasi iklimde ne tür kurumlar ile yönetilmek istediğine gerektiğinde kendisi karar verebilmelidir. Bir başka açıdan bakıldığında ise anayasada günün birinde birilerinin keyfine göre askıya alamayacağı, temel hak ve özgürlükleri garanti eden değişmez bazı hükümlerin olması gerektiği savunulabilir. Bu satırların yazarına göre anayasada yegâne değişmez maddeler insan olarak doğuştan getirdiğimiz, “hayat, hürriyet ve mülkiyet” gibi vazgeçilemez ve devredilemez temel hak ve özgürlüklerimizi garanti altına alan maddeler olmalıdır. Parlamento veya herhangi bir devlet organının hiçbir koşulda düşünce ve ifade özgürlüğünü sınırlandıramayacağı; devletin resmi bir dini, mezhebi veya ideolojisinin olamayacağı; çeşitli etnik, dinî, ideolojik ve siyasi görüşler ya da gruplar karşısında devletin mutlak tarafsızlığı bunlar arasında olabilir.
Yine yapılacak anayasa vatandaşlığı etnik köken, soy-sop ve ırka göre tanımlamayan; ülke sınırları içinde yaşayan her vatandaşı eşit haklara sahip birinci sınıf vatandaş olarak gören bir anayasa olmalıdır.
Yaklaşık yüz yıllık Cumhuriyet dönemi tecrübesinin önemini yeterince gösterdiği üzere, anayasa gerçek anlamda laik bir devlet öngörmelidir. Gerek içerde gerekse dış dünyada yaşanan deneyim devletin resmî bir dini, mezhebi veya ideolojisi olduğu zaman devleti ele geçirme kavgasının kızışacağına, bir şekilde iktidarı ele geçirenlerin de kendileri gibi olmayanlara hayatı zindan edeceğine işaret etmektedir. Bu çerçevede devlet bütün dinler, diller, ırklar, mezhepler, siyasi görüşler ve ideolojiler karşısında eşit mesafede durmalıdır. Hiç kimse dünya görüşü veya hayat tarzından dolayı devletten torpil görmediği gibi, yine hiç kimse de bu sebeplerle devletten üvey evlat muamelesi görmemelidir.
Klasik liberal geleneğin öncülerinin ısrarla vurguladıkları üzere, devletin üç temel fonksiyonu vardır: Dış güvenlik, iç güvenlik ve adalet. Belki iktisadi hayatın canlandırılması ve toplumsal refaha büyük katkısı olan altyapı yatırımları ile eğitim ve sağlık hizmetleri de devletin vazifeleri arasına ilave edilebilir. Bunların dışında kalan işleri devlet piyasaya, yani hane halklarına, yatırımcılara, girişimcilere ve üreticilere bırakmalıdır. Zira devlet iyi bir işletmeci değildir; devletin iktisadi hayata çok fazla müdahil olması haksız rekabet yaratmakta, kaynak dağılımında etkinliği bozmakta, hantallık ve verimsizlik yaratmaktadır. Bu nedenle anayasada öngörülecek devlet şeffaf, hesap verebilir ve sınırlı devlet olmalıdır. Kamu yöneticileri ve politikacıların son tahlilde “başkasının parasını başkası için harcayan” insanlar konumunda oldukları, bundan dolayı yaptıkları harcamalarda fiyat ve kaliteye dikkat etme motivasyonlarının zayıf olduğu unutulmamalıdır.
Anayasa vatandaşı terbiye etmeye, ona yaşam tarzı ve doğrular dayatmaya kalkışan bir devlet anlayışına kesinlikle meydan vermemelidir. Bütün dinler ve hukuk sistemleri tarafından genel kabul gören adalet, dürüstlük, cömertlik, yasalara ve kurallara uyma, sevgi, dayanışma, yardımlaşma, paylaşma vb. gibi ortak değerler dışında, belirli bir dinin, mezhebin veya ideolojinin kendine has değerlerinin ve ritüellerinin öğretilmesi ve benimsetilmesi sivil topluma, vakıflara, derneklere, özel okullara bırakılmalıdır.
Son olarak şunu vurgulayalım ki, Türkiye’de siyasi gerilimlerin hiç bitmemesinin, her genel seçimin bir “yeniden milli mücadele” yahut “yeni bir kurtuluş savaşı”na dönüşmesinin, ölümüne siyasi kavgalar yaşanmasının, kısaca her toplumsal kesimin “devleti ele geçirmeye” yeminli olmasının temel nedeni devletin aşırı güçlü, şeffaf olmayan, hesap vermeye yanaşmayan, kolları her yana uzanabilen, kısaca sınırsız devlet olmasıdır. Türkiye’de devleti ele geçirmek isteyen herkes esas itibariyle iki şeyden emin olmak için bunu yapmaktadır: Devletin tokadını yememek ve kolay yoldan zengin olmak. Bu çerçevede iç siyasi gerilimleri düşürmenin ve ölümüne siyasi kavgaların önüne geçmenin yolu devlet eliyle rant dağıtmanın ve kolay yoldan zengin yaratmanın yollarını kapatmak, ayrıca devleti resmî ideoloji veya din anlayışı üzerinden vatandaş terbiye etmeye kalkışan bir aygıt olmaktan çıkarmaktır.
Kısa, öz, özgürlükçü bir anayasayı şeffaf, hesap verebilir ve sınırlı devlet ile buluşturmak Türkiye’nin önünü açacak, refah seviyesini yükseltecek ve bu ülkeyi daha yaşanabilir bir memleket yapacaktır.
![](https://www.sosyalbilimlervakfi.org/wp-content/uploads/2020/12/WhatsApp-Image-2023-04-29-at-18.16.25-150x150.jpeg)
Mustafa Acar
1986 yılında ODTÜ İktisat Bölümünden mezun oldu. Yüksek lisans ve doktorasını ABD Purdue Üniversitesi’nde tamamladı (2000). İktisadi gelişme ve uluslararası iktisat alanında 2004’te doçent, 2009’da profesör oldu. Kırıkkale üniversitesi (2000-2011) ve Aksaray üniversitesinde çalıştı (2011-2015). 2015 yılından bu yana Konya N. Erbakan üniversitesi iktisat bölümünde görev yapmakta olan Prof. Acar’ın akademik ilgi alanları arasında genel denge analizi, bölgesel iktisadi bütünleşmeler, AB, tarım ve tarımsal politikalar, ekonomik özgürlükler, küreselleşme ve serbest piyasa ekonomisi bulunmaktadır. Yayımlanmış 22 telif, 18 çeviri kitabı, 65 kitap bölümü ve uluslararası hakemli dergilerde yayımlanmış çok sayıda makalesi bulunmaktadır.