Türkiye’nin Uluslararası Görünümü: Fırsatlar ve Zorluklar
Metin Toprak –
Bu yazıda, Türkiye’nin ekonomi, siyaset ve hukuk performansı bakımından uluslararası görünümünü, yayımlanan metrikler ışığında değerlendireceğim. Derecelendirme kuruluşlarının bu konudaki yayınlarını sürekli izleyen birisi olarak, Türkiye’nin yapısal nitelikte zorluklarının olduğunu; örneğin siyasal otoritenin tanımlı yetkisinin meşruiyeti, güçler ayırımı, devlet organlarının kurgu ve ilişki tasarımının etkinliği, din-devlet ilişkileri, devlet-sivil toplum ilişkileri, mülkiyet ve zenginliğin kaynağı, etnik ve dinî gruplara yönelik kimlik meşruiyeti gibi temel alanlarda söz konusu zorlukların çok güçlü düzeyde kendisini hissettirdiğini düşünüyorum. Türkiye’de, Osmanlıdan bu yana yapılan reformlar Batıda verdiği sonuçları verememiştir. Demokrasi, cumhuriyet, özel mülkiyet, planlı ekonomi, serbest piyasa modeli, özelleştirme, kamu-özel işbirliği modeli, dinî ve sivil özgürlüklerin özendirilmesi, hukuk reformu, kamu yönetiminde reform, etnik-temelli çatışmalara dayalı çözüm süreci, uluslararası ilişkilerde geliştirilen inisiyatifler vb. barışçıl ve refah artırmayı amaçlayan girişimlerin neredeyse tamamı çok düşük bir performansla neticelenmiştir.
Özgürlük ve refah vadeden bir siyasi iktidarın dışa kapanmacı ve otoriter bir vizyona evirilmesi mümkün mü?
Temel yapısal sorun alanları ve bunlara yönelik reform girişimlerinin tasarım ve uygulanmasında, inisiyatif sahibi toplum kesimlerinin (sivil toplum, devlet elitleri, siyaset, ekonomi oligarkları) konulara asimetrik yaklaşımlarını, birçok sorunun esasen bir yüzleşme olduğunu kabul etmemelerine veya farkında olmamalarına ve bunun da ötesinde daha ziyade günü kurtarma saikıyla hareket etmelerine bağlıyorum. Bu kısa vadeli ve dar bakış açısı, bir stratejik davranışa dönüşmüş durumdadır. AK Parti, AB üyeliği yolunda, kendisinden önce Özal hükûmetlerinin de denediği gibi, yukarıda sıralanan ana sorunların tamamına el atmış, AB üyeliği sürecindeki hukuk, ekonomi ve siyaset alanına ilişkin reformlar, yeniden yapılanma, fiziki ve sosyal altyapı yatırımları, yabancı sermaye yatırımları, açılım süreci alanlarında farklı düzeylerde uluslararası camiadan da alkış alan başarılara imza atmıştır. Ne var ki, 2012 başlarında artan gerilim ve 15 Temmuz 2016 askerî darbe girişimiyle birlikte kazanımların çoğu ters yüz olmuş ve Türkiye büyük bir ivme kaybetmiştir.
Dünya bir hayli antidemokratik!
Türkiye, demokrasi alanındaki gerilemede dünyada yalnız değil. The Economist Dergisi, ülkelerin 2020 yılında demokrasi performanslarını ve görünümlerini yayımladı. Buna göre, dünyadaki ülkelerin 23’ü tam demokrasi, 52’si kusurlu demokrasi, 35’i kırma (hibrit) rejim ve 57’si de otoriter rejimle yönetiliyor. Buna göre, dünya nüfusunun %36’sı otoriter rejimler, %15’i kırma rejimler, %41’i kusurlu demokrasiler ve %8 civarındaki kısmı da tam demokratik rejimlere sahip ülkelerde yaşıyor. Türkiye ve Orta Doğu ülkelerinin tamamının notu 10 puan üzerinden 5 ve altındadır. Bekleneceği gibi Batı Bloku ülkelerinin notları 7 ve üzerindedir. Malezya, Endonezya, Hindistan, Güney Afrika ve Latin Amerika ülkeleri gibi gelişmekte olan ülkelerin çoğunun notları da 6-8 arasında değişmektedir. Rusya, Çin, İslam ülkeleri ve Afrika ülkeleri en düşük demokratik performansa sahip ülkelerdir.
Çin, Hindistan ve Uzak Asya’daki diğer yükselen ekonomiler, dünya üretim merkezi olma yolunda hayli mesafe almış durumdalar. Ancak üretim ve ticaret üssü olmak ve rol model olmak, insanların yurttaşı olmayı arzulayacakları bir devlet olmak için yeterli olmamaktadır. Demokrasi endeksinde beş boyut yer almaktadır: Seçim süreci ve çoğulculuk, işleyen bir hükümet, siyasi katılım, siyasi kültür ve sivil özgürlükler. İskandinav ülkelerinin başı çektiği listede Yeni Zelanda, Kanada, Danimarka, İngiltere, Hollanda, İsviçre, Almanya, Şili, Japonya ve G. Kore gibi gelişmiş ekonomiler en yüksek performansa sahip tam demokrasiler olarak öne çıkmaktadır. Kusurlu demokrasiler arasında Fransa, ABD, İsrail, İtalya, Belçika, Hırvatistan, Hindistan, Singapur, Endonezya, Tayland, Arjantin gibi gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler yer almaktadır. Kırma rejime sahip ülkeler Bangladeş, Ukrayna, Hong Kong, Senegal, Fas, Bosna Hersek, Pakistan, Türkiye, Lübnan, Nijerya ve benzeri ülkelerdir. Otoriter rejime sahip ülkeler ise Mali, Filistin, Kuveyt, Cezayir, Irak, Etiyopya, Rusya, Çin, İran, Sudan, BAE, S. Arabistan, K. Kore, Kongo DC, Özbekistan gibi mutlakıyetçi ülkelerdir. Etnik ve dinî çoğulcu yapılara sahip olan Fransa, ABD, İtalya ve Belçika gibi gelişmiş ekonomiler potansiyel çatışma alanlarına yönelik çözümde başarısız olabilmekte ve demokrasileri kusurlu olarak etiketlenebilmektedir.
Türkiye: Kusurlu demokrasiden kırma demokrasiye
Türkiye’nin AB ile uzun süreli tam adaylık ilişkisi, Batı kurumları içinde uzun bir süredir bulunması ve ekonomik, siyasi ve sosyal alanlarda sürekli reformlar yapması, ne yazık ki, tam demokrasiye sahip ülkeler arasına girmesine yetmemiştir. AK Parti iktidarının 2012 yılına kadar olan kısmında, Türkiye, uluslararası camiada, ekonomik, siyasi ve toplumsal göstergelerde bazen ılımlı bazen çarpıcı performans göstermiştir. Ne var ki, 2012 yılında (7 Şubat) FETÖ yargısının istihbarat şefini tutuklama niyetiyle ifadeye çağırmasından itibaren gerginleşen siyasi ortam, birçok meydan okuma ve 15 Temmuz 2016 askerî darbe girişimi ve sonrasında başlayan tasfiyeler, tutuklamalar ve müsadereler Türkiye’yi hem içerde hem dışarıda büyük bir meydan okumayla karşı karşıya bırakmıştır. Türkiye, her ne kadar 2012 yılından itibaren, örgütlenmesini dine dayandırdığı varsayılan bir grubun hükümete açık bir meydan okumasıyla gerginlikler ve çatışmalar yaşamışsa da, uzun dönemde ülkenin demokrasi performansının çok değişmediği, kısa süreli iyileşme ve gelişmelere rağmen uzun dönemli düşük performanslı trendine tekrar döndüğü söylenebilir.
Osmanlıda Tanzimat ve Islahat fermanlarıyla somutlaşan ve askerî darbelerin eşlik ettiği reformlar, Cumhuriyet rejiminde de, tek parti dönemi hariç, benzer şekilde devam etmiştir. Menderes ve Özal dönemleri sadece reform hareketleri ile öne çıkarken, Atatürk ve Erdoğan dönemlerinde hem reformlar yapılmış hem de rejim değişikliğine gidilmiştir. Batı dünyası, Atatürk dönemini, otoriter ve arkaik bir rejim olarak gördüğü Osmanlının tasfiyesi olarak kabul ederek övgüler düzerken; Erdoğan dönemini demokraside geriye gitme olarak görmekte ve rejimi kırma demokrasi olarak nitelemektedir.
Türkiye’nin çok partili hayata geçişinden bu yana gerçekleştirdiği reformlarda sürdürülebilirlik hep sorun olmuştur. Belirli aralıklarla depreşen reform yapma iştiyakının yol açtığı yılgınlık ve yorgunluk, siyasetin ve bürokrasinin enerjisini önemli ölçüde tüketmiştir. Daha çok AB’nin telkinleriyle dışarıdan ve Türkiye’nin bir ihtiyacı ve talebi üzerine ön koşul olarak ortaya çıkan, tek seferlik ve yasak savma kabilinden yapılan reformların sürdürülebilirliği ve uzun vadeli etkileri de haliyle sınırlı olmaktadır. Sistemin düzenli gözden geçirme ve alınan önlemlerle sürekli iyileşmeye gitmesi şeklindeki reform tasavvuru söz konusu olmadığı için, AK Parti gibi göbek adı reform olan bir parti dahi, bugün uzun bir nekahet döneminden sonra, hukuk ve ekonomi reformlarından tekrar bahsetmeye başlamış, bunun da gerekçesini değişen dünya koşullarına uyum olarak açıklamıştır. Türkiye’nin demokrasi performansı 2006-2012 arasında dünya ortalamasının üzerinde iken 2013 sonrasında bariz şekilde dünya ortalamasının altındadır (Grafik 1).
Ekonomik dönüşüm ve dijital becerilerde negatif ayrışan Türkiye
Dünya Ekonomi Forumu tarafından yayımlanan Küresel Rekabetçilik Raporundaki analize göre, 11 göstergeden oluşan ekonomik dönüşüme hazır bulunuşluk endeksinde, Türkiye OECD ülkeleri arasında en düşük skora sahiptir. Dünyada en yüksek puan 69,9 ile Finlandiya’ya aitken, Çin 65,5, Almanya 62,9, ABD 62,2, Japonya 61,9, İngiltere 61,4, Hindistan 49,5, Meksika 46,9 ve Türkiye 45,2 puana sahiptir. Bütün ülkelere aynı ölçütler uygulandığına göre, en azından Türkiye kendi klasmanındaki ülkeler ile karşılaştırılırken adaletli bir değerlendirme yapılacağı söylenebilir (Grafik 2).
Dünya Ekonomi Forumu Küresel Rekabetçilik Raporunda, aktif nüfus içinde dijital beceriye sahip olanlar ile otomasyon riski taşıyan işler bakımından Türkiye gelişmiş ülkeler ve yükselen piyasalar arasında en dezavantajlı ülke durumundadır. Türkiye’de 2017 ve 2020 yılları karşılaştırıldığında dijital becerilerde oransal olarak bir artış gözlenmemektedir. 2017 yılına göre dijital beceri oranı düşen ülkeler arasında Yeni Zelanda, ABD, İngiltere, Hollanda, İsrail, Japonya ve Almanya’nın bulunması dikkat çekicidir. 2020 yılında 2017’ye göre dijital becerileri artan ülkeler arasında Finlandiya, Danimarka, Belçika, G. Kore, Slovenya ve Slovakya bulunmaktadır. Ekonomilerin dijitalleşme düzeylerinin 2017 yılındaki zaten yüksek olan düzeyleri, bu düzeyi artırmanın giderek daha güç olmasından kaynaklanıyor olabilir. Ancak, dijitalleşme düzeyleri 2017’de yeterince yüksek olmayan ülkelerde meydana gelen dijital beceri artışları, kendini performans olarak gösterecektir. Ülkeler arası karşılaştırmalarda bu hususun göz önünde bulundurulması yararlı olacaktır.
Türkiye, 15 Temmuz darbe teşebbüsünden sonra yoksullaştı mı?
Türkiye’nin refah düzeyi AK Parti iktidarı döneminde, 2008 büyük resesyonunun etkisi göz ardı edilirse, 2016 darbe teşebbüsüne kadar sürekli bir artış trendi izlemiştir. Ancak, 2016 darbe teşebbüsü ve 2018’de uluslararası piyasalarda meydana gelen olumsuz gelişmeler, Türk ekonomisinde kalıcı ve dirençli bir gerileme trendi ortaya çıkarmıştır. 2018 yılından itibaren Türkiye’nin refah düzeyi 2007 yılının gerisine düşmüş durumdadır (Grafik 3).
Volatilitesi yüksek, düşük kaliteli ekonomik büyüme
Sabit TL ve cari ABD Doları cinsinden millî gelirdeki yıllık değişme, refah endeksi hesaplamasına paralel bir trend vermektedir. Türkiye’de görece yüksek enflasyon ve döviz kurunda meydana gelen dalgalanmalar, ekonomik büyümenin kalitesini düşürmekte ve ekonomik karar alıcıların geleceğe yönelik öngörülerini yüksek belirsizlik nedeniyle zafiyete uğratmaktadır. Nitekim 2003-2020 arasında ekonomik büyümenin TL cinsinden volatilitesi, ABD Doları cinsinden ekonomik büyümenin volatilitesinin yarısından daha azdır. Bu da, döviz kurunda meydana gelen dalgalanmanın ekonomik büyümenin kalitesini bozmada çok önemli bir faktör olduğunu göstermektedir (Değişim katsayısı sabit TL fiyatları cinsinden ekonomik büyüme için %95 iken, cari ABD Doları cinsinden ekonomik büyüme için %220’dir) (Grafik 4).
Kişi başına gelir cari dolar fiyatlarıyla düşüyor, sabit dolar fiyatlarıyla artıyor!
Gelir düzeyi bakımından uluslararası karşılaştırmalarda ABD Doları cinsinden cari ve sabit fiyatlar kullanılır. Türkiye’de kişi başına düşen gelir cari fiyatlarla ABD Doları cinsinden 2014 yılından itibaren sürekli bir gerileme yaşamaktadır. Buna göre, 2020 yılında kişi başına düşen milli gelir 2006 yılının gerisine düşmüş durumdadır. Sabit TL fiyatları cinsinden kişi başına düşen milli gelir 2017-2019 arasındaki üç yılda yatay seyretmiş ve 2020’de küçük düşüş yaşamıştır. Yine, satın alma gücüne göre düzeltilmiş ABD Doları cinsinden seri, sabit TL cinsinden seri ile bire bir doğrusal ilişkili olduğu için aynı trendi izlemiştir (Grafik 5).
Ülkelerin uluslararası piyasalarda borçlanma maliyetleri için bir ölçü olan kredi risk primi (CDS), Türkiye bakımından akran ülkeler ve gelişmiş ülkeler arasında en yüksektir. CDS priminin yüksek olması, uluslararası finans piyasalarından daha yüksek faizle borçlanma anlamına gelmektedir. Finans piyasalarındaki yatırımcılar, yatırım kararlarında, ülkelerin CDS primlerini dikkate alırlar. Ekonomik ve siyasi yapısı istikrarlı, tasarruf-yatırım dengesinde sorun yaşamayan, döviz kazandırıcı ve harcayıcı faaliyetleri dengelenmiş olan, dış borçları çevirmede belirli bir istikrara sahip olan, hukukun üstün olduğu, işleyen etkili bir hükûmete sahip ülkelerde CDS priminin düşük olması beklenir. 8 Şubat 2021 tarihinde Türkiye’nin CDS primi 292, Brezilya’nın 149, Rusya’nın 89, Meksika’nın 84, Endonezya’nın 69, Çin’in 29, İngiltere’nin 17, Japonya’nın 15 ve Danimarka’nın 8’dir.
CDS’lerde Türkiye’nin akran ülkelerden dahi bu kadar negatif ayrışmasını tamamıyla uluslararası bir komployla izah etmek, durumun anlaşılmasına yeterince yardımcı olmaz.
Türkiye’nin kredi reytingleri
S&P ve Moody’s gibi kredi derecelendirme kuruluşları ile Türk hükûmet yetkililerinin yıldızı 2013 yılından bu yana bir türlü barışmamıştır. Türk ekonomisinin uzun vadeli TL ve yabancı paraya yönelik kredi notlarında gerileme olduğunda, Türk hükûmet yetkilileri derecelendirme kuruluşlarına ağır eleştiriler yöneltmekte ve hesaplamalarının yanlış olduğunu belirterek bu kuruluşların kasıtlı davrandıklarını ima etmektedirler. Ancak, kredi notlarında artışlar yapıldığında, bu kuruluşlara yönelik olumsuz tek bir yorum veya habere rastlamak pek mümkün olmadığı için, not kırıldığında verilen tepkinin politik kaygılarla verildiği izlenimi uyandırmaktadır. 2003 ve 2020 yılları için Türkiye ekonomisinin kredi notları neredeyse aynı düzeydedir. Hâlbuki söz konusu yıllar arasındaki dönemde, bir ara, Türkiye yatırım yapılabilir ülkeler kategorisine yükselmişti. Ancak zaman içinde ortaya çıkan olumsuz gelişmeler ve düşük ekonomik performans, Türkiye’yi başladığı noktaya geri götürmüş oldu. İran, Irak, Suriye gibi komşu ülkelerdeki gerilim, çatışma ve savaşlar, Türkiye’nin yaşadığı gerginliklere tuz biber olmakta ve uluslararası finans piyasalarındaki görünümünü daha da kötüleştirmektedir (Tablo 1).
Tablo 1- Türkiye’nin Kredi Dereceleri
Kamu Borç Yönetimi Raporu, Hazine ve Maliye Bakanlığı, süreli.
Türkiye’de özgürlükler, haklar, insani gelişme ve yolsuzluk algısında durum nedir?
Freedom House kuruluşu, 2020 yılı raporunda, son 10 yılda özgürlüklerde en fazla gerilemenin olduğu üç ülkeyi Burundi, Türkiye ve Mali olarak sıralamaktadır. Politik haklar ve sivil özgürlüklerin en fazla azaldığı diğer ülkeler, ağırlıklı olarak İslam ülkeleri ve Afrika’daki ülkelerdir.
2012’den başlayarak artan iç gerilim ve 15 Temmuz darbe teşebbüsü sonrası alınan önlemler, Türkiye’de mülkiyet güvenliği, politik haklar ve sivil özgürlükler konusunda ciddi bir performans gerilemesine neden olmuştur. Devlet nezdinde referans verilen ve başka ülkeler nezdinde tavsiye ve koruma gören sivil toplum teşkilatı formundaki bir yapının ülkesinde askerî darbe yapmaya kalkması, devletin bu yapıyı terör örgütü ilan ederek tutuklama, müsadere ve kamu görevinden çıkarma önlemleri alması, Türkiye’nin uluslararası derecelendirme kuruluşlarındaki görünümünü olumsuz etkilemiştir. (Tablo 2). Tabloda yer alan göstergelerde, Türkiye’nin göreli olarak daha az dezavantajlı oldukları insani gelişme, iş yapma kolaylığı ve rekabetçiliğidir. Türkiye’nin gerileme gösterdiği göstergeler ise politik haklar ve sivil özgürlükler, yolsuzluk ve mülkiyet haklarıdır. Her iki gösterge seti bakımından da FETÖ darbesi ve ardından alınan önlemlerin etkilerinin büyük ölçüde belirleyici olduğunu söylemek mümkün.
Tablo 2- Uluslararası Göstergelerde Türkiye’nin Performansı: Haklar ve Özgürlükler
Kaynak: Freedom House, Heritage Foundation, Transparency International, UN Development Programme, The World Economic Forum, World Bank Doing Business, IPRI International Property Rights Index.
Bu manzaradan ne kadar ümitli olabiliriz?
Liberalizm üç temel hakkın güvence altına alınmasını öngörür: Hayat, hürriyet ve mülkiyet. Yazının dibacesinde de belirttiğim Türkiye’nin temel yapısal sorunları, maalesef bu üç temel ilkenin devlet kurgu ve işleyişinde yeterince dikkate alınmamasından kaynaklanıyor. Bazı toplum kesimlerinin diğerleri üzerinde bu üç ilkeyi çiğneyecek şekilde üstünlük tasavvurları, çatışmaların sürgit devam etmesini garanti ediyor. En özgürlükçü, devrimci ve sivil toplumcu liderler, tahammül ve hazım kapasiteleriyle orantılı olarak er ya da geç devletin söylemini kutsama kervanına katılmaktalar. Batının yaşadığı özgürlük ve refah serüvenini yaşamadan da ders almanın mümkün olduğunu gösteren farklı derecelerde başarılı Japonya, G. Kore, Şili, Hindistan, Malezya gibi örnekler bulunmaktadır.
Yüzyıllarca siyah köleliğini uygulayan ABD’de bir siyahın Başkan, İngiltere’de Türk soylu birinin Başbakan ve Müslüman birinin Londra Belediye Başkanı olması, birçok Avrupa ülkesinde göçmenlerin bakan ve belediye başkanı olmaları, Türkiye’nin üye olmaya çalıştığı Batının olumlu yönünü görme bakımından kayda değerdir.
Kısmen demokrasiyi deneyimlemiş Türkiye ve Hong Kong gibi ülkelerde geriye, otoriter rejime dönüş gerçekçi bir yaklaşım değildir. Bu tür bir hareketin büyük iç çatışmalara ve kırılmalara yol açacağını, diğer ülke örneklerinden rahatlıkla görebiliriz. Nitekim Çin gibi demokratik tecrübeye sahip nesillerin bulunmadığı otoriter bir ülkede bile, artan zenginliğin siyasi özgürlük ve politik haklara yönelik reform taleplerini artırdığı görülüyor. Hong Kong’un dünyanın ilgisini çekmesi, Çin’in anakaradaki politikalarını bu özerk bölgede de uygulama çabalarının sonucudur. Türkiye, son günlerde dile getirdiği hukuk ve ekonomi reformunu temel insani değerler üzerine bina ederse anlamlı ve sürdürülebilir bir reform sürecini kurgulamış olur ve yurttaşlarının geleceğe güvenle ve ümitle bakmalarına daha çok hizmet eder.
Tarihi sürekli yeniden inşa ederek geleceği bu doğrultuda kurgulamak, demir perde ülkelerinde gördüğümüz gibi distopyalara götürüyor. Türkiye’nin toplumsal, hukuksal ve ekonomik alandaki son açılımı 2002’deki büyük kalkış ile kendini göstermişti. O büyük sıçramayı yeniden ve yeni bir bakış açısıyla kurgulamak ve sistemimizi yeni teknolojilerin sağladığı imkânlarla hayat, hürriyet ve mülkiyet değerlerini esas alacak şekilde işletmek bizim elimizde. Bu ilkelerin esas alınmasına engel yasal ve kurumsal ne varsa, birey ve toplum olarak hepimizin geleceği için de tehdit olarak görülmeli ve bertaraf edilmelidir. Türkiye, kaldığı yerden devam ederse, hem kendine hem insanlığa büyük hizmet edecektir.
Metin Toprak
1966 Ardahan doğumlu. İstanbul Üniversitesi İktisat Bölümünden 1987 yılında mezun oldu. Yüksek lisansı ve doktorasını da bu Üniversitede yaptı. Kırıkkale, Eskişehir Osmangazi, Uluslararası Saraybosna, Türk Hava Kurumu ve İstanbul Üniversitelerinde öğretim üyesi ve yönetici olarak görev aldı. Başbakanlık Aile Araştırma Kurumunda uzman yardımcısı, Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumunda Başkan Yardımcısı, Rekabet Kurumunda İkinci Başkan ve ÖSYM’de Başkan Yardımcısı olarak görev yaptı. Finansal sistem ve ekonomik kalkınma, sosyal politika, yoksulluk ve yükseköğrenim sisteminin reformasyonu başlıca ilgi alanlarıdır.