CUMHURİYETİN 2. YÜZYILINDA TÜRKİYE GELİŞMİŞ ÜLKE STATÜSÜNE GEÇEBİLİR Mİ?

Ahmet Tıktık –

Mümkün fakat zor. Neden zor olduğunu bu makalede değerlendirmeye çalışacağım.

Önce Türkiye ekonomisinin yüzyıllık yumuşak karnı olan cari işlemler açığından başlamak istiyorum.

2006 yılında 9. Kalkınma Planını hazırlarken gelecek 7 yıllık dönemde çeşitli büyüme hedeflerinin ima ettiği makroekonomik görünüme baktığımızda şöyle bir tablo ile karşılaştık. Aslında bu tablo bizim için çok da sürpriz değildi ama sürdürebilirlik açısından önemliydi: Türkiye ekonomisi büyümek zorunda, kişi başına düşen geliri artırmak için büyümek zorunda. Her sene piyasasına giren bir milyon genci istihdam etmek için büyümek zorunda. Ama şöyle bir problemimiz var: Ekonomide ne zaman yüksek büyüme gerçekleştirsek, bu büyüme ithalat gereğini artırmakta ve bu da bizi kronik olarak cari işlemler dengesi açığı ve bu açığın finansmanı sorunu ile karşı karşıya bırakmaktadır. Cari açığın orta-uzun vadede sürdürülebilirliği, makroekonomik temeller açısından bir kırılganlık unsurudur. Bu kırılganlığın enflasyon, faiz, kur ve ücretler gibi temel makro fiyatlar üzerine sonuçları olmuştur. Bu da ekonominin yönetimini zorlaştırmakta ve kalkınma yolunda sağlıklı bir süreci engellemektedir. Korkumuz ve çekindiğimiz patika bu idi.

Peki, çözüm ne olabilirdi? Çözümü işte o süreçte bulduk: İhraç ettiğimiz malların ortalama kilo başına değerinin daha yukarılara, başka bir deyişle daha teknoloji yoğun ürün kompozisyonuna doğru evrilmesini sağlamak.

Geriye dönüp baktığımızda ihracatımızın ortalama kilo başına değeri 1,3 – 1,5 dolar civarında gerçekleşmiş. Yani ihraç mallarımızın teknolojik yoğunluğunda fazla bir gelişme sağlayamamışız.

Bu makalede, imalat sanayinin üretim ve ihracat yapısının, değer zincirinin daha üst halkalara evrilmesi için atmamız gereken adımları paylaşmak istiyorum. Bunu yapmadan önce, Cumhuriyetin birinci yüzyılında gerçekleştirdiğimiz gelişmeyi ve kısıtlarımızı paylaşacağım. Bunu yaparken de kalkınma performansımızı, sanayideki gelişme örneğinde ele alacağım. Tabii kalkınma çok boyutlu ve uzun bir süreç. Diğer boyutlara ve bunların zaman içindeki evrimlerine bu makalede değinmeyeceğim.

Cumhuriyet döneminde ekonomik ve sosyal alanda gösterdiğimiz gelişmeyi yadsıyamayız. Cumhuriyetin başlangıcındaki el işçiliğine dayalı küçük atölyeler ve işletmelerden şimdiki kapasitelere gelmişiz. Geçtiğimiz yüzyılda, sanayinin çeşitli dallarında gıdadan tekstile, tekstilden ağaç mobilyaya, sonra kâğıt, gübre, çimento, demir çelik, beyaz eşya, otomotiv ve elektroniğe kadar önemli kapasiteler oluşturmuşuz. Bu kapasitelerle hem iç talebi karşılıyoruz hem de global pazarlarda rekabet ederek 200’ü aşkın ülkeye ihracat yapıyoruz.

Fakat ekonomimizin önemli bir yapısal özelliği var, o da ithalata bağımlılığımız. İthalata bağımlılığımızın da iki boyutu var: Birincisi enerji bağımlılığımız. Toplam kullandığımız enerjinin %70-75’ini ithal etmek zorundayız. Bunun için de döviz bulmamız lazım. İkincisi ise ekonominin çeşitli sektörlerinin üretim sürecinde ithal girdi ihtiyacı ve bağımlılığı. Özellikle sanayi sektörünün üretim sürecinde demir-çelikten kimyaya, kimyadan ilaca, hatta bazı gıda sektörlerine kadar ara girdiyi ithal etmek durumundayız. Mesela ham yağ üretimi iç talebi karşılamaya yetmiyor. Türkiye’de bitkisel yağ üretmek için ham yağ ithalatı yapıyoruz. Bu yapıyla daha çok üretim ve dolayısıyla daha çok büyüme ithalatı uyarmaktadır. Bu da bizi cari işlemler açığıyla karşı karşıya bırakmaktadır.

Burada teknik tabirle cari işlemler açığını kabaca şöyle tanımlamak istiyorum: Dış dünyadan aldığımız mal ve hizmet giderlerinin, dış dünyaya sattığımız mal ve hizmet getirilerinden büyük olması. Bu kronik bir mesele. Yani Cumhuriyetin ilk yüzyılında Türkiye ekonomisi tarihi, cari işlemler açığı tarihi dersek çok yanlış olmaz. Geçtiğimiz yüzyıl boyunca toplamda 23 yıl fazla vermişiz. Diğer bir deyişle 100 yıl içinde sadece 23 yıl toplam döviz gelirlerimiz, döviz giderlerinden fazla olmuş. O da çoğu zaman ya ekonomide daralma ya da 2. Dünya Savaşı dönemlerinde gerçekleşmiş. Buna karşılık bu dönemin çoğunda (77 yıl) açık vermişiz. Bu açık bizim yumuşak karnımız. Bugün, güncel olarak da yumuşak karnımız. Bu açığı verdiğimiz zaman bunun finansman zorunluluğu var. Bunu karşılamamız lazım. Bunu karşılamak için de uluslararası rezerviniz yeterliyse oradan karşılarsınız veya dış borç alırsınız. Veya her iki kaynağı da kullanabilirsiniz.

Bunun sürdürülebilir olmaktan çıkması durumunda, yani açığın finansmanının soru işareti olması durumunda ise döviz kuru üzerinde baskılar oluşmaktadır. Böylece döviz kuru-enflasyon dinamiği harekete geçmektedir. İstikrarın bozulması, belirsizliğin artması ve öngörülebilirliğin azalması ekonomideki kaynak tahsisi ve sermaye birikim sürecini bozmaktadır. Bu süreç aynı zamanda özel ve kamu sektörleri finansman dengelerinin (bilançolarının) bozulması ile sonuçlanmaktadır. Tıpkı bugün olduğu gibi. Tıpkı 1958, 1970, 1980, 1994 ve 2001 krizlerindeki gibi.[1] Dolayısıyla önümüzdeki ikinci yüzyılda kalkınma performansımızı iyileştirmek, bir üst aşamaya, yüksek gelirli ülkeler grubuna geçebilmek için bu yapısal sorunu çözmemiz lazım.

Yapısal sorunun çözümünde anahtar rolü olan ihracat yapımıza bakalım.

Günümüzde ihraç ettiğimiz malların teknolojik yoğunluğu şöyle bir görünüm arz ediyor: Düşük teknolojili ihracatın payı yaklaşık %32 civarında. Orta teknolojili ihracatın payı %31 civarında. Ortanın üstü teknolojili ihraç mallarının payı aşağı yukarı %33 civarında. Yüksek teknolojili ihracatın payı ise %3 civarında.[2] Bu alanda yüksek teknolojili ihracatın payında OECD ortalaması %17, Kore %36, Japonya ve ABD %20, Almanya ise %16’dır.

2002’den bu yana teknoloji kompozisyonunda belli bir ilerleme sağlamışız: Düşük teknolojili ihracatın (gıda, tekstil, giyim, deri, ağaç/mobilya, kâğıt vb.) payı yüzde 47’den yüzde 32’ye düşmesine karşın orta teknolojili ihraç mallarının (lastik, plastik, cam, seramik, metal ana sanayi) payı yüzde 23’ten yüzde 31’e; ortanın-üstü teknolojili malların (taşıt, makine, kimya, demir-yolu araçları, elektrikli cihazlar, motorlar, tıbbi cihazlar) payı da yüzde 24’den yüzde 33’e yükselmiştir. Fakat maalesef yüksek teknoloji yoğunluklu mal kompozisyonuna (ilaç, hava ve uzay araçları ve ekipmanları, elektronik, bilgisayar ve optik ürünler) evrilme konusunda yeteri kadar bir mesafe kaydedemedik.

İhracatın mevcut teknolojik kompozisyonunun ima ettiği ortalama kilo başı değerine bir bakalım. Türkiye İhracatçılar Meclisinin yayınladığı bilgilere göre ortalama kilo başına ihracat değerimiz 1,3 – 1,5 dolar civarında. Yıllardır bu böyle. Orta-uzun vadede sürdürülebilir bir büyümeyi ve cari işlemler dengesini sağlayabilmemiz için bu değeri daha yukarılara çıkarmamız (tüm ürünlerde değer zincirinin daha üst halkalarına geçmemiz) lazım. Böylece ekonomi, makro temeller açısından sağlam bir zemine oturacak, döviz kuru üzerindeki baskılar azalacak ve istikrarlı bir büyüme patikasında ilerlememiz mümkün olacaktır.

İhracatımızda teknolojik dönüşümü gerçekleştirmek için atmamız gereken reform adımlarına geçmeden önce sanayimizdeki mevcut kapasiteler nasıl bir ortamda oluştu, uyguladığımız sanayi politikaları ne idi ve nasıl bir makroekonomik ortama maruz kaldılar onu da kısaca özetlemek isterim.

Cumhuriyet dönemi boyunca önce kamu eliyle sonra da özel sektör eliyle önce tüketim ve ara malları sanayiinde daha sonra da yatırım malları sanayiinde önemli kapasiteler oluşturuldu. Bu yatırımlar yapılırken şöyle bir strateji izlendi: 1980’e kadar iç piyasaya dönük üretimi teşvik eden bir sanayi politikası uygulandı. Bu süreci, dış ticaret rejimi de ithalat kotaları ve yasakları ve lisanslama araçları ile destekledi. Bu sistemle 1980 yılına kadar geldik.

1970’li yıllar, ekonominin dış şoklara maruz kaldığı yıllar olmuştur. 1973 yılında dünyada enerji fiyatları 3 misli arttı: 3 dolarlardan 11 dolarlara. Sonra 1978-79’larda ikinci petrol fiyatları şoku yaşandı ve ham petrolün varil başına fiyatı yaklaşık 35-40 dolarlara çıktı ve bu da ülkeye döviz bazında ilave finansman yükü getirdi. Türkiye’nin bu yeni ortama uyumu, döviz rezervlerini kullanarak ve yurt dışından borçlanma şeklinde olmuştur. Öte yandan sanayi yapımız içe dönük üretim yaptığı için döviz üretme kapasitesi hemen hemen yoktu ve ilave döviz talebine olumlu katkıda bulunamıyordu.

Bu yapı sürdürülemez bir duruma gelince 1980 yılında radikal bir karar alındı. Rahmetli Turgut Özal’ın mimarlığında ve öncülüğünde ekonomiyi dış piyasalara açma, dışa dönük üretim yapma konusunda önemli reform adımları atıldı. İçe dönük yapı olmanın önemli bir göstergesi de ihracatın toplam millî gelir içindeki payının 1980 yılında sadece yüzde 5 olmasıdır. Bu günlerde mal ihracatının payı yüzde 30 civarında. Yüzde 5’lik bir ihracat payının daha yukarılara taşınması için hakikaten Türkiye çok önemli bir dönüşüm geçirdi ve ekonomi daha liberal bir yapıya kavuştu: Dış pazarlar öğrenildi, ihracatçılara geniş teşvikler verildi ve desteklendi.

Ekonomiyi dışa açma çabaları ile 1980’li yılların sonlarına geldiğimizde ihracatın millî gelir içindeki payının yüzde 5’lerden yüzde 18’e ulaştığını görürüz. Buradaki temel uyum, üretimi iç piyasadan dışa kaydırarak olmuştu. Bir ekonomide ihracatı, iç talebi kısarak, iç piyasaya daha az satarak, dış piyasaya daha fazla satarak artırabiliriz. İç talebi kısmak, reel ücretleri aşağı getirerek mümkün olur. Türkiye’de de 1980’li yıllarda iç talebi kısmak için reel ücretler aşağı getirilerek bir süreç yaşandı. 1989-90’lara geldiğimizde maalesef bu süreç toplumsal olarak daha fazla sürdürülemedi ve tersine çevrildi. 1989 yılı ile birlikte reel ücretlerde önemli artışlar gerçekleşmeye başladı, bu da iç piyasadaki talebi canlandırdı. Bu süreçte şunu öğrendik yurt içi tüketimi kısarak ve ihracatı artırarak dış dengeyi daha yönetilebilir bir patikada sürdürmek zor idi.

1990’lı yıllar maalesef kayıp yıllar oldu. Ekonomideki diğer sektörler gibi sanayi sektörü de yükselen ve kronik bir yapı arz eden enflasyon ortamına maruz kalmıştır. Sanayi sektörü bunun yanında bir de 1996’da yürürlüğe giren AB ile Gümrük Birliği anlaşmasının getirdiği rekabete uyum sağlama sürecine maruz kalmıştır.

1990’lı yıllarda maalesef bazı stratejik hatalar yaptık. Bu stratejik hataların altını çizmek istiyorum. Çünkü önümüzdeki ikinci yüzyılda benzeri stratejik olarak yanlış tercihleri yapmaya devam edersek ve bunların sonucu olarak ekonomideki kaynak dağılımını yanlış yaparsak (kamusal politikalar neticesinde) yine orta gelirli bir ülke konumumuzu sürdürmeye mahkûm olmaya devam ederiz.

  1. Birinci stratejik hatamız: 1989da sermaye hareketlerine serbestlik sağlanmakla birlikte bunu kontrollü bir şekilde yönetemedik. Turgut Özal Türkiye’deki iç tasarruf oranı düşük olduğu ve tasarruflarımız yetmediği için yurt dışından kaynak gelsin, yatırıma gitsin, yeni teknolojiler getirelim, ülkenin üretken kapasitesini artıralım düşüncesi ile böyle bir karar aldı. Sermaye hareketlerinde kontrolleri kaldıran ve Kambiyo Rejimini serbestleştiren düzenleme (Türk Parası Kıymetini Koruma Hakkında Karar) ile Türkiye’ye yeni dış kaynak girişinin önü açıldı. Bu şu demekti: Yurt dışındaki yerleşik kişi ve kurumlar, tasarruf sahipleri ve yatırımcılar, Türkiye’de finans piyasalarına, satın almalara, borsaya, bankalar kesimine rahatça girmelerine imkân tanındı 1989’un sonunda. Bu özünde doğru bir şeydi. Fakat bu yeni uygulamayı maalesef kontrollü bir şekilde yönetemedik. Beklentimiz yeni gelecek olan kaynak girişi, ülkede gerçekleştireceğimiz sabit sermaye yatırımlarına ve üretken kapasitenin gelişmesine finansman sağlayacaktı. Ama 90’lı yıllar boyunca gelen yurt dışı kaynaklı finansman çoğunlukla iç tüketimin finansmanına gitti; tüketime gidince tabii bu sürdürebilir bir görünüm arz etmiyor. Bu birinci hatamızdı, bunu daha kontrollü bir süreç ve yöntem içinde yapamadık. Mesela Şili ve Malezya benzer bir uygulamayı daha kontrollü yaptı. Örneğin Şili, bir yıldan daha kısa vadeli finansmanın ülkeye girmesine izin vermedi.
  2. İkinci hatamız: Sosyal güvenlik sisteminin parametrelerini bozduk. 1991 yılına kadar sosyal güvenlik sistemimizde denge (kabaca çalışanlardan kesilen prim gelirleri ile emeklilerin maaş ve sağlık giderleri arasındaki fark) yaklaşık başa baştı, yani açığımız yok derecesinde idi. 1991 yılında kadın çalışanlarda 20 yıl, erkek çalışanlarda 25 yılını dolduran herkese emeklilik hakkı vermek çok yanlış bir uygulama oldu. Bugün sosyal güvenlik sisteminin açığını her sene bütçeden 32-33 milyar dolar vererek karşılıyoruz. Türkiye’nin yıllık bütçesi 190-200 milyar dolar civarında, bunun 33 milyar doları Sosyal Güvenlik Sisteminin açığını kapatmakta kullanılıyor. Bu yıl EYT (Emeklilikte Yaşa Takılanlar) uygulaması ile sosyal güvenlik parametrelerini daha da bozduk. Bu seneden itibaren her yıl kabaca ilave 10 milyar dolarlık yük gelecek. Bu ikinci stratejik hatamızdı. Yani o dönemde siyasetçiler bu parametreleri gevşeterek erken emekli olma imkânı tanıdılar. Bu da geriye dönülmez bir durum. Yani aldığınız kararlar geri dönülmez bir şekilde sistemin performansını etkiliyorsa o sizin önünüzdeki 10 yılı hatta 100 yılınızın performansınızı da olumsuz etkiliyor.
  3. Üçüncü stratejik hatamız: Hiç yoktan kendi elimizle 1994 yılında “faizleri düşüreceğiz” diye bir kriz yarattık. Nisan 1994 krizi. Bu krizin önünü almak, bankacılık sisteminde olabilecek bir çöküşü engellemek için bankalardaki her türlü mevduata %100 kamu garantisi getirildi. O an için belki de gerekliydi ve doğruydu. Ama onun zaman içinde kaldırılmaması bankaların rasyonel bazda karar alma süreçlerini bozmakta; buna literatürde Moral Hazard” (Ahlaki Zarar/Tehlike) deniliyor. Bu uygulama, bankaları rasyonel davranmamaya, (devlet garanti ettiği için) ve yatırım ve kredi kararlarında daha riskli davranmaya ve bankacılık sisteminde risklerin birikmesine neden oluyor. Nitekim hem 1994 hem 2001 ekonomi krizlerinde bankacılık sisteminde ortaya çıkan hasarların ve bunların toplumsal maliyete dönüşmesinde bu uygulamanın da önemli katkısı olmuştur.
  4. Dördüncü stratejik hatamız: Yine 90’lı yıllarda bütçede ayrılmış kaynağı olmadan, çiftçi ve esnafa destekleme ödemeleri için kamu banka kaynaklarını kullanmakla, kamu bankalarında önemli bir bilanço hasarı oluşturduk. O bilanço hasarını da 2001-2002 yıllarında bu bankaların sermaye yapılarını güçlendirerek ödedik. Bunu da IMF’den aldığımız borç kaynakla ödedik. Ekonomi yönetiminde stratejik hatalar ülkenin performansını önemli derecede etkiliyor ve önümüzdeki on yılları işgal eden, rehine eden, bir duruma sevk ediyor. Kamudaki yanlış politika tercihleri, daha sonra kamunun elindeki bütçe imkânlarının hareket alanını kısıtlıyor. Bu hareket alanımızı kısıtlamaya bir örnek de: 90’lı yıllardaki bozduğumuz kamu mali disiplin neticesinde Hazinenin 2002 yılında yapmak zorunda olduğu iç ve dış borç faiz ödemeleri, devletin bütçesindeki toplam harcamaların yüzde 44’üne ulaşmasıdır. Faiz ödemelerinin bütçe içindeki bu ağırlığını 2002’den sonra uyguladığımız reform süreci sonunda yüzde 8,5’e düşürdük.[3] Yüzde 44’ten yüzde 8,5’e düşürünce aradaki farkı altyapıya, eğitime, sağlığa, yapısal reformlara ve sosyal transferlere ayırdık. Bu da ülkenin refahının artması için önemli bir gelişme oldu.

Sanayimiz, 1980’den sonraki süreçte içe dönük yapısından dışa dönük, ihracat ve dış pazarlara yönelik bir yapıya geçti ama bu arada 1990’lı yılların getirdiği belirsizlik ve olumsuz makroekonomik ortamın da katkısıyla maalesef ölçek, teknoloji, kurumsallaşma ve yönetişim açılarından kapasitesini fazla geliştiremedi.[4] Bu arada 1990’lı yıllarda üç dışsal gelişme sanayimize yeni rekabetçi baskılar getirdi:

1) Sovyetler Birliğinin çöküşünden sonra daha liberal bir dünya ekonomisi ortaya çıktı.

2) 1996 yılında AB ile Gümrük Birliği anlaşması yürürlüğe girdi ve bunun getirdiği rekabete uyum sağlama süreci başlamış oldu.

3) 2001’de Dünya Ticaret Örgütüne üye olan Çin, uluslararası ticaret sistemine, ölçek olarak ve çok rekabetçi maliyetlerle yeni ve önemli bir aktör olarak dâhil oldu.

Tüm bu iç ve dış ekonomik gelişmeler sanayimizin uyum sağlaması gereken rekabetçi bir ortamla karşı karşıya kalmasına neden oldu. Bugün geldiğimiz noktada, “sanayicilerimiz bu ortama nasıl bir uyum gösterdi” diye baktığımızda ihracat alanında mal çeşitlendirmesini sağladıklarını, yeni piyasalara ulaştıklarını fakat küçük ve orta ölçekli, düşük ve orta teknolojili bir paydan çıkamadıklarını görüyoruz. Bugün ihraç mallarımızın ve hatta imalat sanayindeki toplam üretimi içinde yüksek teknolojinin payı hâlâ %3. Yüksek teknolojili ve yüksek katma değerli bir yapıya maalesef ulaşılamadı. Buna ulaşmamızın en önemli yolunun insan kaynaklarımızın kalitesini ve yetenek seviyesini artırmaktan geçtiğine inanıyorum. Makalenin temel önermesi de bu.

Yüksek teknolojiyi ülkemize getirme ve bunun için gerekli sermaye konusunda problem yok. Uluslararası finans piyasalarında yatırıma uygun alanlar arayan trilyon dolarlık global tasarruf havuzu var. Bugün, sadece 20 OECD ülkesinin sosyal güvenlik sistemlerinin aktüeryal açıklarının 80 trilyon dolar civarında olduğu tahmin edilmektedir.[5] Söz konusu açığı kapatmak için özellikle ileri ülkelerdeki sosyal güvenlik fonlarını yöneten kurumsal yatırımcılar, yönettikleri emeklilik fonları için dolar bazında yıllık yüzde 6’yı aşan bir yüksek getiri arayışı içindeler. İstikrarlı ve güvenilir bir ortam ve kârlı ve fizibilitesi olan projeler ve finansal enstrümanlar sunduğunuz vakit kaynağa erişim nispeten daha kolay. Dolayısıyla sermaye konusunda problem yok. Esas problemimiz beşerî sermayemizin kalitesi ve yetenek seviyesidir. Şimdi, bu alanda hangi durumdayız onu paylaşmak istiyorum.

İnsan kaynağının yetenek seviyesini ölçme anlamında en önemli değerlendirme, kavramsallaştırma yeteneğidir (conceptualization/cognitive skills). Bu yetenek, bilişsel beceriler olarak da adlandırılıyor. Bu konuda çeşitli performans karşılaştırmaları yapılmaktadır. OECD, kısa adı PISA olan (Programme for International Student Assesment – Uluslararası Öğrenci Değerlendirme Programı) bir program kapsamında her üç yılda bir (en son 2022’deki sınava 38’i OECD üyesi 81 ülke katıldı) 15 yaşındaki çocukların, büyük çoğunluğu 10. sınıfa giden öğrencilerin matematik, fen bilgisi ve okuma alanındaki kavramsallaştırma yeteneklerini ölçmektedir. 2022 sınavına Türkiye’den yaklaşık 7.250 öğrenci katıldı: %56’sı Anadolu liselerinden, % 23’ü mesleki ve teknik liselerden, % 10’u Anadolu imam hatip liselerinden, %5,6’sı fen liselerinden ve kalanı diğer lise türlerinden katılmıştır.

Sorular 6 farklı düzeyde sorulmaktadır: Seviye 1 (asgari temel yeterlilik düzeyi altı), seviye 2 (asgari temel yeterlilik düzeyi), seviye 3-4 (üst düzey) ve seviye 5 ve 6 (kompleks) sorulardan oluşmakta. Matematik alanında Türkiye’den katılan 7.250 öğrencinin % 5,4’ü 5 ve 6 seviyesindeki soruları doğru cevapladı. Öğrencilerin % 39’u asgari temel yeterlilik düzeyinin (seviye 2) altında kalmıştır. Singapur’dan yaklaşık 6.600 öğrenci girmiş, bunların %41’i 5 ve 6 seviyesindeki soruları yapmış. Tayvan’lı öğrencilerin %32’si matematikte 5 ve 6 seviyesindeki soruları yapmıştır. Ülkemizden katılan öğrenciler, fen okuryazarlığı ve okuma becerileri alanlarında da benzer performans göstermişlerdir. Kanaatimce, Cumhuriyetimizin ikinci yüzyılında kalkınma başarımızı esas test edeceğimiz nokta burasıdır.

OECD benzer bir ölçmeyi, hâlen hayatında olan çalışan yetişkinler üzerinde de yapmış. 5.277 çalışanın katıldığı sayısal beceri alanında kompleks soru seviyesini çözebilenler sadece yüzde 1,4 olmuştur. Bu konuda OECD ortalaması %11, Almanya %14.[6]

İnsan kaynağı stokumuz ile ilgili bir veriyi daha paylaşmak istiyorum. 2022 yılı verilerine göre ülkemizde çalışan sayısı 30.8 milyon kişidir. Bu stokun eğitim düzeyi dağılımı şöyledir: Eğitim düzeyi lise altı olanların payı yüzde 41, lise mezunu olanların payı yüzde 13, meslek lisesi mezunlarının payı yüzde 11,4 ve üniversite mezunlarının payı yüzde 27,6’dır.

Çalışma hayatına hazırladığımız ve hâlen eğitim sürecinde olan insan kaynağımız (okul öncesi, ilköğretim ve ortaöğretim) sayısı 2021-22 öğretim yılında 19.2 milyon. Böylesi bir stoku geleceğe hazırlayan ve onların kavramsallaştırma yeteneğinin gelişmesine en önemli rol oynayacak olan öğretmenlerimizin mesleki yeterlilikleri de kalkınma performansımızı bire bir etkileyecek en önemli faktördür diye inanıyorum. Bununla ilgili olarak yeni mezun öğretmenlerin kendi branşlarında ÖSYM tarafından bu yıl uygulanan test sonuçlarına bir bakalım: 2023 yılında 420 bin öğretmen adayı sınava girmiş ve kendi alanlarında 75 soru sorulmuştur. Buna göre alan bilgisi ortalama doğru net cevap sayısı Türkçe: 36, matematik: 23 (ilköğretim) ve 19 (lise), fen bilimleri: 23, fizik: 27, kimya: 23 ve İngilizce: 30.

Beşerî sermayemiz (hâlen piyasasında olanlar, öğrenciler ve öğretmenler) ile ilgili yukarıdaki performans göstergelerini paylaşıyorum ki hakikaten bu stokla bizim ileri teknolojili ve yüksek katma değerli bir sanayi yapısına geçmemizin kolay olmayacağını bilmemiz gerektiğidir.

Şimdiye kadar sunduğum tüm bilgilerden ülkemizin Cumhuriyetin ikinci yüzyılında gelişmiş ülkeler sınıfına dâhil olabilmesi için iki alan öne çıkıyor: Eğitimde reform ve AR-GE/inovasyon kapasitemizi artırmak.

Birinci alan, eğitim konusunu, partiler üstü olarak düşünmemiz lazım. Çünkü eğitim reformu sabır gerektiren kompleks ve uzun bir süreç. En başta da öğretmenlerin eğitimi. Ülkelerarası çalışmalarda bu alanda başarılı ülkeler pratiğinden de çıkan bulgular bu yöndedir.

Ülkemizde her yıl 50.000’e yakın öğretmen adayı mezun oluyor ve Milli Eğitim Bakanlığının atama havuzuna geliyor. Bakanlık her yıl 25-30 bin, biraz kamuoyu baskısı olursa 35 bin yeni öğretmen ataması yapıyor. Bu şekilde havuzda biriken toplam aday sayısının 500 bine yaklaştığı tahmin ediliyor. Bu durum bir ülkenin beşerî ve kamu kaynaklarının israf edilmesine ve verimsizliğine somut bir örnek teşkil etmektedir. Eğitim reformunun en önemli parçası olan öğretmenlerin yetişme sistemini gerçekten ele almamız lazım. Bugün bir pilota pilotluk belgesi verirken gösterilen çok titiz sertifikasyon sürecinin bence öğretmenlere de uygulanması lazım diye inanıyorum.

Tabii ki üniversite alanındaki reform da eğitim reformunun önemli bir parçası. Bu alandaki sistem verimsizliğine bir örnek olarak ülkemizde ve ABD’de yüksek lisans ve doktora yapılan ilk on alanı paylaşmak istiyorum. Chicago Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Ufuk Akçiğit ve arkadaşlarının yaptığı bir araştırmaya göre Türkiye’de ve ABD’de seçili alanlarda yazılan tezler sırasıyla[7]:

Türkiye Sıra ABD
İşletme 1 Bilgisayar mühendisliği
Psikoloji 2 Elektrik mühendisliği
Ziraat 3 Klinik psikoloji
Tarih 4 Makine mühendisliği
İlahiyat 5 Moleküler biyoloji
Ekonomi 6 Halk sağlığı
Hukuk 7 Biyokimya
Türk dili ve edebiyatı 8 Sinir bilimi
Makine mühendisliği 9 Biyomedikal mühendisliği
Elektrik mühendisliği 10
Bilgisayar mühendisliği 11

 

Görüldüğü gibi Türkiye’de mühendislik alanında yazılan tezler 8. sıradan sonra geliyor. İki ülke arasındaki ilk on tez alanını karşılaştırdığımızda, eğitimin kalitesi ve düzeyi kadar, bu eğitimin, geleceğin teknolojilerine yön veren alanlarda yapılıp yapılmadığını da görebiliyoruz. Bu veri, Türkiye’nin teknoloji alanında ilerlemesi ve sanayisinin bu yönde yapılanması hakkındaki bir fırsatı iyi kullanmadığını göstermektedir.

İkinci alan AR-GE/inovasyon alanında da kapasitemizi yukarı çekmemiz lazım. Bugün İsrail’de ve Kore’de Ar-Ge harcamaları toplam millî gelirin % 4 – 5’i. OECD ortalaması % 3. Bizde ise sadece % 1. Bu oranı artırmamız, mevcut AR-GE desteklerini gözden geçirmemiz ve inovasyon eko-sistemini (kamu ve özel sektör, üniversiteler ve diğer kurumsal altyapı) daha verimli bir şekilde kurgulamamız lazım. Üniversite mezunları arasında temel bilim ve mühendislik bölümlerinin payını artırmalıyız.

Son olarak, bütün bunları yapabilmek için üç temel ön koşulu gözetmemiz gerekmektedir. Birincisi, makroekonomik temelleri sağlam tutmak (fiyat istikrarı, kamu maliyesinde disiplin/denge, aşırı değerlenmemiş TL ve aktif bir bankacılık gözetim ve denetimi). İkincisi, hukukun üstünlüğünü ve iyi yönetişimi (kamu yönetiminde hesap verilebilirlik ve şeffaflık, kamuda kurumsal kapasite, düzenleyici kalite ve sözleşmelerin etkin uygulanması) sağlamak. Üçüncüsü, sosyo-politik zeminin (adil gelir dağılımı, sosyal mobilite ve kapsayıcı siyasal kurumlar) sağlam olması. Bu ön koşulları gözetmiş, kapsamlı bir eğitim reformunu başarmış ve kaynaklarını verimli bir şekilde kullanan Türkiye, Cumhuriyetin ikinci yüzyılında kalkınmış ülkeler arasında hak ettiği onurlu yerini alacaktır. Buna yürekten inanıyorum.

[1] Bu krizlerde ekonomi yönetimlerinin uyguladıkları politika tercihlerinin rolünü yadsımıyoruz.

[2] 2024 Yılı Cumhurbaşkanlığı Yıllık Programı, Cumhurbaşkanlığı Strateji ve Bütçe Başkanlığı, 2023.

[3] Bu oranın 2023’te yüzde 10’a çıkacağı bekleniyor.

[4] Sanayi sektörü bu hususlara ilave olarak dijital dönüşüm, işgücü piyasası ile ilgili yükler, yatırım ortamı ve düzenleyici çerçevenin getirdiği yükler, insan kaynaklarındaki İngilizce açığı, iklim değişikliği hedeflerine uyum (Yeşil Mutabakat) gerekliliği vb. alanlarda kamunun desteği ile iyileşme/uyum sağlamak zorundadır. Bu konuda OECD Economic Surveys (2013-2014)’e bakılabilir.

[5] Huge pension fund deficits are a global crisis in waiting, The Conversation, February 2018.

[6] Skills Matter: Additional Results From the Survey of Adult Skills, OECD 2019

[7] Türkiye Akademik Diaspora Raporu: Beyin Göçünden Beyin Gücüne, Ufuk Akçiğit vd. Nisan 2023

Ahmet Tıktık
+ diğer makaleler

Ekonomist. Lisans (1979), yüksek lisans (1981) ve doktora (1996) ODTÜ. 1980-1997 döneminde Devlet Planlama Teşkilatı (DPT) uzman yardımcısı, uzman ve daire başkanı (Ekonomik Modeller Dairesi). 1997-2002 Ekonomik İşbirliği Teşkilatı (Tahran) direktör (Ticaret) ve Genel Sekreter Yardımcısı. 2002-2008 DPT Müsteşarı. 2009-2017 döneminde İslam Kalkınma Bankası (Cidde) kurumsal hizmetler Başkan Yardımcısı. 2018-2020 İstanbul Sabahattin Zaim Üniversitesi, İslam Ekonomisi bölümü öğretim üyeliği.