Gülsen Kaya Osmanbaşoğlu –

16 Kasım 2021 tarihinde Türkiye’nin düşün dünyasından çok önemli bir sima ebediyete göçerek “bir soğuk, bir garip, bir mavi sızı” bıraktı içimizde.

“Ahhh! beni vursalar bir kuş yerine/ Akşamları gelir incir kuşları” diyen Sezai Karakoç’un temennisi, bir akşam üzeri vakti ölüm haberinin gelmesi ile belki de gerçek oldu.

Türkiye’de okuryazar olan neredeyse herkesin bildiği Mona Roza şiirini literatürümüze kazandıran Sezai Karakoç, Türkiye İslamcılığına uzaktan ya da yakından entelektüel ilgi duyan herkesçe tanınan bir şair ve mütefekkir olarak aramızdan ayrıldı.

Bu yazıda, Karakoç’un diğer eserlerin yanında Diriliş dergisine ve Diriliş dergisinin yayınlandığı dönem açısından önemine değinilerek kısa bir değerlendirme yapılacaktır.

Diriliş kavramı Sezai Karakoç’ta bütüncül bir uyanışı, siyasetten ekonomiye, sanattan edebiyata, ahlaktan felsefeye kadar tüm alanlarda gerçekleşmesi beklenen bir silkinme halini betimleyen İslami bir medeniyet kurma çabasıdır. Bu İslami medeniyet tasavvuru, coğrafi bölünmelerden aridir. Gök medeniyeti olarak tanımladığı; bölge, renk ve ırk üstü bir kucaklaşmadır bu. O nedenle yalnızca yerele özel tasarlanmış bir ideal değildir. Aydın ve Duran’ın “İslam’ın yeniden uluslararasılaştırılması” (2015: 311) olarak tanımladıkları bu çaba, Arnold Tonybee’nin kolonyalizm sonrası medeniyetçi tutumundan etkilenmektedir.

Karakoç’ta gözlenen Gemeinschaft düşüncesi, Batı eleştirisi içermekle birlikte, İsmet Özel gibi kimilerince de Batı standartları üzerinden bir yargı ve tasavvur alanı kurduğu iddiasıyla fazla “Batılı” bulunmaktadır. Karakoç aslında yalnız başına maddeci bir bakış açısının yetersizliğine inanarak ve gerçek dünyanın gerekliliklerinden kopmadan, Allah inancını merkeze alan, kendi çabasını büyütmeden, tevazu içinde bir özgürleşme manifestosu kurgulamaktadır. Bu bağlamda, Karakoç erdem devletine vurgu yapar; zihniyetten bağımsız bir gelişme ve özgürleşme düşünmez. Sonradan kurduğu Yüce Diriliş Partisinin programında da vurguladığı gibi Karakoç’un demokrasi ve insan hakları ile uyumlu olan din temelli bir hakikat anlayışı bulunmaktadır. Bilimi ise hakikate götüren esas yol ve araç olarak tanımlamaktadır. Bu bağlamda Karakoç’un düşünce yapısında bilimsel özerklik, fikir ve ifade özgürlüğü, sanat kollarının icrasına ve geliştirilmesine yönelik özgürlükler, basın özgürlüğü gibi hususlara önem atfedilir.

Hakikati arama serüveni içinde yer yer kimi düşünce akımlarına yönelik dışlayıcı bir dil kullansa da, her görüşten düşünürü okuma ilgi ve merakına sahip bir münevverdir Karakoç. Entelektüel açıklığının yanında hem Necip Fazıl ile hem Cemal Süreya ve Muzaffer İlhan Erdost ile kişisel dostluk ilişkisi kurabilmiş biridir. Karakoç’ta estetik kavramı da farklı kaynaklara ilişkin duyarlı ve kapsayıcı bir sanatsal mülahaza içindedir. Diriliş dergisinde ise o dönemin şartlarında yenilikçi biçimde, birbirinden çok farklı kaynaklara yer verildiği görülmektedir. Farklı İslamcı yorumların yanında post-modern söylemler başta olmak üzere önemli ölçüde açık ve çoğulcu bir yayın politikasının izlendiği Diriliş’te Kierkegaard’dan Seyyid Kutub’a, Mevlana’dan Wilfred Owen’a, Pitirim Sorokin’den Ebul Hasan Ali en-Nedvi’ye kadar renkli bir yayın yelpazesi sunulmaktadır. Zira Karakoç’a göre insan önce kendini sonra hem Doğuyu hem Batıyı bilmelidir.

Karakoç’un özgün ve özel yeri, aynı zamanda çocuksu bir umut ve özveriyle de beslenir. Gürcan’ın ifade ettiği şekliyle umutsuzluğa kapılmadan iyimser olma hali, diriliş felsefesinin genel ruh halini oluşturur (2015: 11). Bu iyimserlik, aksiyon alma isteği ile perçinlenir. Teoriyle pratiği harmanlama çabasındaki bu tutum, her ne kadar Karakoç kendisini gerçekçi olarak görse de, ziyadesiyle idealizm de barındırır. Karakoç’un anlam ve hakikat arayışında intikama, kavga ve gürültüye pek rastlanmaz. Yer yer kullandığı savaş kavramının ise düşünsel bir mücadele olduğunun altı çizilir. Bu yönüyle genel anlamda barışçıl bir anlayış içinde olduğu söylenebilir.

Türkiye’den düşünce dünyasına anlam katan gösterişsiz fakat iddialı bir münevver gelip geçti…

“Zeytin ağaçları ve söğüt gölgesi” altında “uyu da turnalar girsin rüyana” dileğini bu defa Sezai Karakoç için okurları istiyor ve dua buyuruyorlar, makamının âli olmasını ekleyerek…

Karakoç bu dünyadan çekip giderken, belki de sayısı çok fazla olmayan bir duruşu kaybetmenin hüznü kaplıyor okurlarını…

Belki de veda edilenin yalnızca Sezai Karakoç olmamasına ve yitip giden bir çizginin ufukta kayboluşunadır tutulan yaslar…

“Bütün şiirlerde söylediğim sensin” dediğin Rabbine kavuştuğunu umuyorum Ey Yüce Şair…

“Kendinden bir şeyler kattın

Güzelleştirdin ölümü de”…

İslam dünyasının büyük düşünürlerinden ve velûd kalemlerinden birisi daha dâr-ı bekâya göçtü. 21 Ekim 2021 tarihinde, 86 yaşında vefat eden Hasan Hanefi, Mısır’ın ve İslam dünyasının önemli entelektüellerinden birisiydi.

1935 yılında Kahire’de dünyaya gelen Hanefi, Kahire Üniversitesi Edebiyat Fakültesi felsefe bölümünden mezun olmuştur. Mezuniyeti sonrasında Fransa Sorbonne Üniversitesine kendi imkânlarıyla gidip doktorasını yapmıştır. Sorbonne Üniversitesinde İslam’da metodoloji üzerine Menâhicu’l-İslamiyye adlı doktora tezini kaleme alan Hanefi, tezinde Mutezile’nin usul-i fıkıh anlayışını çalışmıştır. Hasan Hanefi, Fransa’dan döndükten sonra Amerika’ya gitmiş ve iki yıl ABD’de hocalık yapmıştır. Amerika’dan döndükten sonra özellikle Camp David Anlaşması sonrasında yazdığı sert yazılardan dolayı üniversiteden atılmıştır. Bu süreçte Fas’a gidip iki sene de orada hocalık yapan Hanefi sonrasında Japonya’ya gitmiş ve üç sene de orada hocalık yapmıştır.

Hasan Hanefi’nin yetiştiği dönemde İhvan-ı Müslimin hareketinin etkisi vardır. Paris’e gitmeden evvel Hanefi’nin düşünce hayatını Mevdudi, Seyyid Kutub ve Hasan el-Benna gibi isimler şekillendirmiştir. İslami fikriyattan ciddi şekilde etkilenen Hanefi, Paris’ten döndükten sonra kendisini İslam’ın sol yorumu olarak bilinen “el-Yesaru’l-İslami” akımının içerisinde bulmuştur. Mısır’da ‘İslami sol’ hareketinin kurucusu olarak tanınan Prof. Dr. Hanefi’nin çalışmalarının temelinde Cemalüddin Afganî, Muhammed Abduh, Reşit Rıza gibi düşünürlerin yenilikçi fikirleri bulunuyordu. Kendisini Seyyid Kutub’un düşünce geleneğinin sol yorumu ya da ilerici sol mirasçısı olarak tanımlayan Hanefi, hem doğu hem de İslam düşüncesine hâkim bir zat olarak temayüz etmiştir.

Hanefi’nin İslami sol anlayışının arka planında aslında antiemperyalist bir tutum bulunmaktadır. Hanefi’nin bu söyleme yaslanırken esasında ilhamını reel hayatta karşılığını bulan ve tüm ümmeti, hatta tüm insanlığı ilgilendiren bazı hassas gelişmelerden almıştır. Filistin’in İsrail tarafından işgal edilmesi, İslam dünyasının Batı tarafından sömürge haline getirilmiş olması, Hanefi’yi sol yoruma götüren önemli etkenler olarak karşımıza çıkar. Bütün bu olumsuz durumlara karşılık Hanefi, İslam’ın özünün haktan, hukuktan, emekten yana olduğunu daha fazla öne çıkarmak için bu söylemi kullanmış, Sovyetlerin çöküşünden sonra bu söylem yerini “Aydınlanmış İslam” kavramına bırakmıştır. Çağdaşları Muhammed Arkon, Muhammed Abid Cabiri, Taha Abdurrahman, Nasr Ebu Zeyd gibi Hanefi de yenilikçi ekoldendir.

Hanefi’nin fikriyatı genel manada İslam düşüncesini yenileme üzerinedir. Ehl-i Hadis ekolünün metni ve dogmayı merkeze alan tavrına karşılık Hanefi bu düşüncenin Orta Çağlarda o günün toplumsal koşullarına göre şekillendiğini ifade etmiştir. Rey ehli dediğimiz vicdanı, vakayı, düşünceyi, tümevarımı, olguyu da esas alan düşünce geleneğinin ortaya çıktığı dönemde etkili olamadığını söyleyen Hanefi bugün de İslam dünyasının bu düşünce yapısına ihtiyacı olduğunu savunmuştur.

Ardında 60’a yakın eser bırakan Hanefi’nin en önemli eserleri Miras ve Yenileme, Transferden Yaratıcılığa, Arap Medeniyeti Ansiklopedisi, Doğu ve Mağrip Diyaloğu olarak bilinmektedir. Türkçede İslami İlimlere Giriş, Gelenek ve Yenilenme, Doğu Batı Tartışmaları, İslam Kültüründe İnsan ve Tarih gibi kitapları yayınlanan Hanefi’nin bunlardan başka külliyat özelliği taşıyan ve henüz Türkçeye kazandırılmamış çok önemli eserleri vardır. Kelam üzerine yazdığı Akideden Devrime, felsefe üzerine yazdığı ve dokuz ciltten oluşan Nakilden Yaratmaya, fıkıh eseri olarak kaleme aldığı Nastan Vakaya, tasavvufla ilgili olarak kaleme aldığı Fenadan Bekaya, sekiz ciltlik Mısırda Din ve Devrim ve nihayet 800 sayfalık Oksidantalizme Giriş adlı eserleri Hanefi külliyatının önemli parçalarını oluşturmaktadır. Ne yazık ki Hanefi’nin bu kıymetli çalışmaları henüz Türkçeye çevrilmemiştir. Hanefi’nin İslam düşüncesine yaptığı orijinal katkılar muhakkak değerlendirilmeli, eserlerinin tamamı Türkçeye bir an evvel çevrilmelidir. Özellikle oksidantalizm üzerine kaleme aldığı geniş hacimli eserin bir an evvel Türkçeye kazandırılması büyük önem arz etmektedir.

Bir siyasal yönetim biçimi olarak demokrasiyi savunan ve Müslüman halkların kendi ülkelerindeki ailevi, askerî ve totaliter yönetimleri demokratik mücadele yöntemleriyle bertaraf edebileceğini söyleyen Hanefi, İslami sol akımın güçlü bir temsilcisi olarak ezilen, yoksullaştırılmış ve kenara itilmiş insanların demokrasi yoluyla siyasete katılarak güçlenmelerinden yanadır. 1940’lardan sonra Arap dünyasının sosyalist çizgiye savrulduğu dönemlerden etkilenen Hanefi, pek çok kez Nasırcılıkla suçlanmışsa da siyasal anlamda kendine özgü bir çizgide yürümüş ve cesur çıkışlarıyla çoğu zaman takdir toplamıştır. Mısır’daki seküler elitleri totaliter, İhvancıları ise arkaik olmakla suçlayan Hanefi hem yeni bir tebliğ dilinin oluşturulması hem de geleneği inkâr etmeyen bir anlayışla İslami düşüncenin yenilenmesi gibi iki kritik sahada fikir mücadelesi vermiştir.

Hanefi’nin düşünsel gelişiminde üç önemli merhale önemli rol oynamıştır. Bunlardan ilki 1940’lı yıllarda Arap dünyasında yükselişe geçen milliyetçi düşünce, ikincisi 1967 Arap-İsrail Savaşı sonrasında gelişen ulusal bilinç ve nihayet İhvan hareketine katılımıyla birlikte kendisinde oluşan İslami bilinç. Sonrasında Fransa’daki eğitimi sırasında edindiği felsefi bilinç de Hanefi’nin düşünsel gelişimini pekiştiren bir etken olmuştur. Arap dünyasının özellikle 1967 sonrasında içine düştüğü olumsuz koşullar, Hanefi’yi fikri anlamda yeni arayışların içerisine itmiştir. Edindiği bu güçlü birikimden yola çıkarak o dönemde Arap dünyasında etkili olan sefalet, cehalet, yoksulluk, antidemokratik yönetimler gibi temel problemler üzerinde düşünen ve yazan Hanefi, bilhassa Mısır’ın o dönemde içinde bulunduğu politik ve sosyal koşullar üzerine de kafa yormuştur. Hanefi’ye göre Arap dünyasında liberal, Marksist, milliyetçi ve sosyalist düşüncenin kendisine yer bulamaması, Arapların tarihi geçmişi ve kutsalla olan ilişkisi ile ilgilidir. Arap bilinci esasında bu yabancı ideolojilere kapalıdır. Eğer devrimci ve değişimci bir yöntemle mevcut problemler çözülecekse Araplara bu gücü verecek yegâne kaynak dindir. Toplumsal değişim ve dönüşüm ancak dinî düşünceye yaslanarak yol alacaktır. Hanefi bu noktada geleneği inkâr eden bir yaklaşıma sarılmamakla birlikte yenilikçi yaklaşımıyla kimi çağdaşlarından da ayrılmaktadır. Örneğin bir dönem fikirlerinden etkilendiği İhvan hareketinin yeni dönemdeki söylemlerini beğenmeyen Hanefi, İhvan’ı arkaik olmakla suçlamıştır.

Türkiye’de Hasan Hanefi ve düşüncesi üzerine değerli çalışmalar yapılmıştır. Kendisine ait sınırlı sayıda eserin Türkçeye kazandırılması başta olmak üzere İlhami Güler Hocanın İslamiyet Dergisinde yayınlanan Hasan Hanefi ve İslami Sol isimli makalesi, İslami Araştırmalar Dergisinde yayınlanan yine aynı yazara ait Hasan Hanefî’nin Tecdid Projesi – Tanıtım ve Bir Değerlendirme başlıklı makale, Server Işık’ın Muhafazakâr Düşünce Dergisinde yayınladığı Akideden Devrime, Yenilgiden Zafere: Hasan Hanefi ve Geleneğin Yenilenmesi Projesi isimli makalesi, Ramazan Altıntaş’ın Kelam Araştırmaları Dergisinde yayınladığı Dini Anlamada Yöntem Sorunu: Hasan Hanefi Örneği isimli makale Hasan Hanefi konusunda akademik düzlemde kaleme alınmış değerli çalışmalar olarak öne çıkmaktadır.

Bu vesileyle Hanefi’ye Allah’tan rahmet diliyoruz.

Ömer Demir –

Arkadaş sohbetlerinde nostalji iyi bir şeydir, ama zaman zaman, her zaman değil. Nostaljiyi bozmamak için “Nerede o eski günler” muhabbetinin bazen fazlaca abartıldığı da olur. Çocukluk yılları, gençlik yılları, değişik kademelerdeki okul yılları, erkekler için askerlik yılları, birlikte çalışılan yılları, gerçekte bir daha yaşanmak istendiği içten söylenmese de özlemle anılır bu konuşmalarda. Bu tür nostaljik sohbetlerle bir nevi geçmişe sahip çıktığını düşünür insan.

Sohbetlerin yanı sıra sosyal medya gruplarında duygusal müzik eşliğinde “eskiden hayat nasıldı” konulu görüntüler belirli bir kuşağın üstünde olanlar arasında çok paylaşılanlar içinde yer alır. Bu tür, geçmişe dair güzellemeler içeren konuşma veya görsel paylaşımlara ilgi göstermemek, biraz kökenini unutmak, eskiyi küçümsemek, vefasızlık veya kendini beğenmişlik olarak görüldüğünden, o şekilde damgalanmamak için, azıcık yapmacık da olsa, sürekli ilgi görür. Eski günlerinden özlem ve hasretle bahseden birisine “bırak o eski günleri, onlar geçmişte kaldı, eski çamlar bardak oldu artık” benzeri bir söz söylemek en azından adabı muaşeret ve saygı kurallarına pek uymaz.

Eskiye, geçmişe olan sevgi ve saygı kendi başına sorunlu bir durum olmamakla birlikte geleceğe dair karamsarlık izleri taşıdığında bir kişisel nostalji olmaktan çıkıp bir toplumsal eğilim boyutu kazanmaya başlar.

Niçin karamsarlık daha hızlı yayılır?

Karamsar olması gerekenler mi karamsar yoksa karamsarlığın da simsarları mı var? Karamsarlık bazıları için diğerkâmlık gösterisi, bazıları için nazara karşı bir tedbir, bazıları için de verimli bir geçim kaynağı olabilir. Zira sürekli karamsarlık satarak geçinenler var. İşte bu yazının konusu ekranlarda, ikili sohbetlerde ve sosyal medyada görünürlüğü artan bu yaygın karamsarlığın farklı yönleridir.

Gelecekte Ölüm Varsa Geçmişe mi Bakmak Gerekir?

İnsanın eskiye olan sevgisi, özlemi ve bunun ima ettiği şimdi ve geleceğe dair karamsarlığı, onun dünya üzerindeki geriye döndürülmez biyolojik serüveniyle irtibatlandırılarak ele alınabilir. İnsan yaşlandıkça, doğal olarak ölüme daha da yaklaşır. Her geçen günün onu ölüme daha da yaklaştırmasının, insanı biraz karamsar yapması anlaşılabilir bir durumdur. Geçmiş günlerde yaşasaydı şimdiki günler geleceğinde olacaktı ama gittikçe yaşayacaklarının azaldığını sezmesi onu hüzünlendirebilir ve karamsar yapabilir. Kimsenin “İyi ki yaşayacağım günler azalıyor” diye sevinç içinde olmasını bekleyemeyiz herhalde. Bu yüzden yaşlanmak içten içe acı verir. O nedenle birisine “yaşlanmışsın” demek, doğru bir tespit de olsa, pek sempatik gelmez ama yalansı tonda da olsa “gençleşmişsin” demek her zaman ve her kültürde, kadınlarda daha fazla olmak üzere, daima geçerli bir iltifattır.

Ölümün nihai bir son olmadığına inansa da, yaşamın cazibesi insana ölümün uzak olmasını arzu ettirir. Hani son zamanlarda esprili bir dua dolaşıyor ya sosyal medyada “Allah’ım bize Cuma günü ölmeyi nasip et, ama bu Cuma değil.” Onun gibi bir şey: Yaş almak iyi bir şey ama hemen değil.

Eskiyi canlı tutma, özleme veya yüceltme belli bir yaşın üstündekiler için yaygın olsa da geleceği olumsuz görme daha genç yaştakileri de içine alan genel bir tutum.

Yani, geçmişe özlem, daha çok ileri yaşlardakilerde görülse de karamsarlık öyle değil. Şimdinin ve geleceğin geçmişe göre daha iyi olmayacağı, işlerin kötüye doğru gittiği biçiminde özetlenebilecek karamsarlık hissi, tüm yaş gruplarında sık görülen bir yaklaşım biçimidir.

Karamsarlık, gençlerde, geleceğin daha iyi olmayacağı, yaşlılarda ise geçmişin daha iyi olduğu şeklinde kendini gösterir. Sonuç olarak genelde insanların söylem düzeyinde kendilerini iyimserlikten daha çok karamsarlığa kaptırdıkları görülür. Söylem düzeyinde dememizin sebebi, genelde insanların olduklarından daha fazla karamsar görünmeleridir. Bunun sebebine ayrıca geleceğiz.

Her kesimin karamsarlık için ayrı bir gerekçesi var: Dindarlar asr-ı saadetten uzaklaşmayı kendi başına bir olumsuzluk sebebi olarak görmeye meyillidir. Tarıma geçişle birlikte insanın başının dertten kurtulamadığı, servet biriktirdikçe, sanayileştikçe çevrenin kirlendiği, dünyanın büyük bir çöplüğe döndüğü, devletin denetimine girildikçe işlerin hep kötüye gitmeye başladığı, iktidarın herkesi her şeyi bozduğu, tüm bunların bir karması olarak gelecek nesillere daha iyi bir dünya bırakamadığımız yollu söylemler karamsarlık için hep birer gerekçedir.

Özellikle yenilik çağında yaşayan, kendi hayatında bile birkaç köklü gelişme ve değişme evresi bulunan kişilerin, gelişmenin daha çok negatif sonuçlarına odaklandıkları görülür. Fakir ülkeler zenginlere öykünürken zenginler de “bildiğiniz gibi değil, biz de ne büyük sorunlar var ah bir bilseniz” derler. İnsanoğlu her tür yenilik ve gelişmeden yararlanmasına karşın yeniliklere karşı sızlanmaktan, şikâyetçi olmaktan da bir türlü vazgeçmez. “Öldüm, bittim” diyerek tıka basa yemek yiyen kişiye Nasrettin Hoca’nın “biraz da biz ölelim” dediğine benzer bir durumdur çoğu zaman yaşanan. Peki, niye böyleyiz? Var mı bir açıklaması? Sanki var gibi.

İlk Olarak Karamsarlık Kesin Daha Havalı?

İyimserlik veya karamsarlığın nasıl bir davranış motivasyonu oluşturduğuna bağlı olarak yol açtığı sonuçlar değerlendirilmelidir. İyimserlik, “nasıl olsa öderiz bir gün” düşüncesiyle hesapsız harcama yapmak, saçıp savurmak; karamsarlık ise tutumlu ve ihtiyatlı olmak ise “karamsar olmak daha iyidir” denebilir. Ama iyimserlik daha çok çalışmaya ve her fırsatı değerlendirmeye yol açarsa iyi, buna karşı karamsarlık içe kapanmayı, ilişkileri koparmayı, az çalışmayı ve sonuçta verimsizliği getirirse, o zaman da kötü sonuçlar doğurur. Bu yüzden iyimserlik ve karamsarlığı tek başlarına soyut olarak değil de her birini somut bir bağlam içinde değerlendirmek daha uygun olur.

Fakat yüksek sesle gülme ve neşelilik belirtileri gösterme “hafif”, karamsar ve kasvetli olma da “ağır” insanlara daha çok yakıştırılır. Bunun bir izahı olmalı.

Dünyanın durumu hakkında karamsar tablolar çizmenin sosyal psikolojik bir yönü olduğunu ilk dile getiren düşünürlerden biri John Stuart Mill’dir. Kasvetli olmanın havalı bir eğilim olduğunu 1828 yılında bir konuşmasında şöyle ifade ediyor: “Şunu fark ettim ki, diğerleri umutsuzken umutlu olan insan değil de, diğerleri umutluyken umutsuz olan insan, kitlelerce bilge biri olarak görülüyor ve kendisine hayran olunuyor.[1] İsmet özel de “Acı duymak ruhun fiyakasıdır” der.[2] Çekmese de çekiyor görünmek de işe yarıyor anlaşılan.

Yani neşeli olmak yahut kasvetli olmamak bir nevi toplumsal sorunları umursamazlık algısı yaratıyor. Başkalarını umursadığını göstermek ve bu yolla umursanmak için de kasvetli olmaya içten bir istek var. Hele kitleler kasvetli olana hayran oluyorsa kişi niye kasvetsiz ve umutlu olsun veya öyle görünsün ki! Eğer kitleler kasvetli ve umutsuz olana hayransa kasvetli olmak mantıklı bir şey.

Hayatta olumsuzluklar varken olumlu olanlara dikkat çekmek adeta bir vurdumduymazlık veya olumsuzluklara haklılık payı vermek olarak algılanabilir. Tersine sürekli olumsuzluklara vurgu yapmak, onlardan az insan etkilense de onların durumunu anlıyor, acılarını paylaşıyor olma hâli yaratır. Böylece karamsarlık bir tür saygınlık kazanma aracı ve diğerkâm olma göstergesine dönüşür. Bilinçaltına “benim durumum iyi olsa da durumu kötü olanları çok kaygı ediyorum” mesajı verir. Bu, karamsarlığın masum yüzüdür.

Karamsarlığın karanlık yüzü umutsuzluğu yaymasındadır. Sürekli en iyilerin geçmişte kaldığı, bugünün geçmişi arattığı veya geleceğin daha kötü olacağına işaret etmek, diğerkâmlık sosuna bandırılmış yönüyle masum gibi görünse de gerçekçi olmayan ve hem geçmişin “iyi”lerini abarttığı hem de şimdi ve geleceğin “iyi”lerine haksızlık etme riski taşıdığı için zararı daha fazla olan bir genel tutum kanımca.

Muhalifsen İyimser Olman Zaten Ayıp

Karamsarlık, ideolojik mücadelelerin en dayanaklı yakıtını oluşturur: Mevcudun “kötü” olduğu düşünülecek ki onu değiştirecek kurtarıcı ideolojinin önü açılsın. Arkada yatan temel his, sıkıntıların sebebi olan “mevcut sistem”den kurtulup sorunsuz bir dünya kurma, adeta dünyada cenneti oluşturma beklentisidir. Bu durumda da mevcudu kesin bir dille ve toptan kötülemeden alternatif modellere pazar açılması hayli zordur. O yüzden önce mevcudu iyice bir kötülemek, yerin dibine batırmak gerekir. Bu sebeple her toplumda bağlılık duydukları sosyal kesimlerin iktidarda olmadığını düşünenler, kişisel durumları olumlu yönde gelişse de, mevcut durum değişmediği sürece karamsar tarafta olmayı tercih ederler.

Çünkü mevcut durumu olumlu görmek ve gelecek için daha da umutlu olmak aynı zamanda gücü elinde tutana, olup bitene yön verene, yani muktedir olana karşı göz kırpmak anlamına geleceği için muhalif olan gidişattan umutlu olamaz; ta ki kafasındaki değişim oluncaya kadar. Bu yüzden bir sebeple muhalifsen, zaten kasvetli olman mukadder gibi. Hem muhalif hem de mevcut gidişatla ilgili iyimser olmak yakışıksız kalır!

Ancak karamsarlık kitleleri harekete geçirmede ilk evreyi oluşturur. Mevcut ile ilgili yeterli düzeyde negatif olunduktan sonra ideal bir olumlu durum tasviri, kitleleri harekete geçirmede gerekli olur çoğu zaman. Bu sebeple devrimlerin çoğu kitlelere ümit aşılayan karizmatik liderler sayesinde olmuştur.

Doluya veya Boşa Bakmak

Bardağın boş veya dolu tarafına bakarak betimleme ayrı iki yaklaşım olduğu gibi zamanla bir kişilik özelliği de gösterebilir.

Hayatın içinde iyi ile kötü çoğu zaman iç içe bulunur. Örneğin servet, çoğu zaman eşitsizlik sayesinde birikir, medeniyetler de gözyaşları üzerine kurulur; devlet güç kazandıkça bireyin gücünün esamesi okunmaz. Servete mi, eşitsizliğe mi, medeniyete mi yoksa gözyaşlarına mı, devletin sağladığı güven ve düzene mi yoksa bireyin isteklerinin önündeki engellere mi odaklanacağınız size kalmış. Şöyle bir etrafınıza göz attığınızda eşitsizlik, sömürü ve baskı üzerine konuşmanın daha çok ilgiyi üzerine çektiğini görürsünüz. Bir deneme yapıverin ve “Dünyada hiç olmadığı kadar refah geniş kitlelere yayılıyor” deyin. Dinleyenler arasından birileri bir fakir portresi çizer ve hemen yalanlanırsınız. Ama “tüm gelişmelere rağmen insanların büyük kısmı yokluk içinde, insani olmayan şartlarda yaşıyor, baskı altında ve eziyet görüyor” dediğinizde onaylayıcı bir sessizlik kaplar ortamı. Belki bu satırları okuyanlar da ilki doğru bir tespit olmakla birlikte ikinciye daha çok meyledeceklerdir. “Kahrolsun” diye başlayan sloganlar “yaşasın” diye başlayanlara göre daha fazla dikkat çeker. “Kahrolsun” olumsuzluğun daha çok olduğunu gösterir “yaşasın” olumluluğun. Bu sebeple karamsarların lügatinde boşa bakarak kurulan “kahrolsun” daha çok yer tutar.

Ben Halledebilirim Ama Ya Diğerleri

Karamsarlığın kitlesel yaygınlığı ve prestijli ağırbaşlılığında, bireylerin kendileri ve diğerlerini değerlendirirken yanlı davranmalarının önemli payı vardır.

Dikkatle bakıldığında karamsarlıkta kişinin kendisi ile geri kalanlar arasında kendi lehine bir ayırım yaptığı gözden kaçmaz. Bu bağlamda çoğu karamsarın ülkenin durumu, insanlığın gidişatı hakkında olumsuz kehanetlerde bulunurken özellikle kendilerini istisna tuttukları görülür. Bu durum biraz da objektiflik gerekçesi gibi sunulur. Yani “benim durumun çok şükür iyi ama ben diğer insanları düşünüyorum, karamsarlığımın nedeni kişisel kaygılarım değil” çok sık görülen bir tavırdır. “Benim durumum çok fena o halde dünyanın da durumu fena olmalı” yaklaşımı, aslında kendini merkeze koyduğunu, diğerlerini bahane ederek kendi durumunu gündeme taşıdığını ima ederek bir tür bencillik çağrıştırır. Tersine kendi durumu iyi olduğu halde diğerlerininkinin iyi olmadığını dile getirmek bir nevi diğerkâmlıktır. Nitekim yapılan araştırmalar, insanların kendi hayatlarının seyrindeki iyiye gidişi daha sık görmelerine karşın diğerlerinin hayatının kötüye gittiğini düşünme eğiliminde olduklarını gösteriyor. Eurobarometre anketine göre, Avrupalılar gelecek yıllarda kendi ekonomik durumlarının daha iyi olacağına, daha kötü olacağından iki kat kadar fazla inanıyorlar; aynı zamanda yaşadıkları ülkenin ekonomik durumunun iyileşmektense kötüleşeceğini bekliyorlar. Psikologlar bunun sebebinin insanın kendi kaderini kontrol edebileceğini fakat daha geniş toplumunkini edemeyeceğini düşünmesinden kaynaklandığını söylüyor (Matt, 2013).

Kendi olumlu koşullarına rağmen başkalarının olumsuz durumlarını kaygı ediyor olmak kişilere sosyal itibar kazandırır. “Biz aç veya açık değiliz ama sistem başkalarını aç bırakıyor” zengin semtlerde ve elitlerin söyleminde çokça dillendirilir. Bu sebeple elitlerin yaşadığı zengin semtlerde eşitlikçilik söylemleriyle temayüz eden sol partiler daha çok oy alır. Belki de fabrikatörler arasındaki eğilim de benzerdir, kim bilir. Zira bir yanda zaten servet cepteyken diğer yandan sosyal itibarı da kapmak pek irrasyonel durmuyor. Yoksulluğun arttığının varlıklı mahallelerde daha çok konuşulmasına bir de bu yönden bakmayı deneyelim.

Haberler Karamsarlığa Daha Çok Su Taşır

İnsan ve toplum hayatında her gün binlerce olay vuku bulur. Vücudun sağlıklı çalışmasından günlük trafiğe, gelir ve refah düzeyinin iyileşmesinden ülkeler arası ilişkilere kadar hayatın olağan akışı denebilecek olumlu olaylar, istatistikçilerin tabiri ile beklenen durumdur. Hayatın olağan akışındaki faaliyetlerin ekseriyeti olumludur. İnsanlar düzenli yer, içer, uyur ve eğlenirler. Bu olumlu olağan durumların dikkat çekici yönü yoktur. Bunu engelleyecek veya tersine çevirecek olan gelişmeler insanların dikkatini daha çok çeker. Bu yüzden kötü haberler günlük hayat içinde daha çok haber değeri taşır. Kazalar, savaşlar, yolların tıkanması, cinayetler, fırtınalar, seller, skandallar gibi olumsuz bildirim içeren haberler kulaktan kulağa veya medya yoluyla hızla yayılır. Bu yüzden haberlerde nadir ve olumsuz olaylar daha çok yer alır. Binlerce uçak tam zamanında kalkar ve iner. Bunun haber değeri yoktur. En fazla “onlarca uçak, hiç birbirini engellemeden ve herhangi bir kazaya meydan vermeden aynı anda aynı hava alanından inip kalkıyor” diye bir haber olabilir. Bu haber de, tersinden uçakların kaza yapmamış olmamalarıyla, yani kazaya atıfla haber değeri taşır. Aynı şey hastanelerden, taksi hizmetlerinden, lokanta ve yemekhanelerden hizmet alanlar için de geçerlidir. İyileşenler, kibarca hizmet alan taksi kullanıcıları veya yemeklerden memnun olarak yemekhane veya lokantalardan ayrılanlar değil, sayıları görece çok az olan iyileşmeden taburcu edilenler, müşteriyi dolandıran taksiciler veya yemekten zehirlenenler haber konusu olur. Medya haber değeri taşıyan, yani sıradan olmayan şeyleri gündeme taşır ve biraz da abartır.

Haber konusu olmayı belirleyen bir diğer faktör, olayların zamana yayılışı veya ani gerçekleşme durumudur. Olumluluklar genelde zamana yayılı biçimde azar azar gerçekleşirken olumsuzluklar ani olarak ortaya çıkar ve haberler bu ani değişimlere odaklanarak dikkatleri oraya yönlendirirler. İnsanın dikkati kıt bir kaynaktır, yani sınırlıdır. Haberler dikkati hızla tüketir. Haberlerde daha çok yer alan olayların daha yaygın olduğunun düşünülmesi nedeniyle çok haber dinleyenler daha fazla karamsar olur.

Peki Kötü Haber Niçin İnsan İçin Daha Çok Önem Taşır?

Kötü haberlerin daha çok dikkat çekmesinin, insanın yaşam mücadelesinde kötü olayların rolüyle yakın alakasının olduğunu söyleyebiliriz. Hayat mücadelesinde onlarca faydalı ot yemenin sağlığa katkısı değil, bir zehirli ot yemenin taşıdığı ölüm tehdidi daha önemli ve dikkat çekici bir bilgidir. Temelin fıkrasındaki gibi astroloji, kozmoloji değil “yüzmoloji” bilmezsen tekne batınca boğulursun.

Aynı şekilde yabani bir hayvan tarafından saldırıya uğrama, uçuruma yuvarlanma, yolunu kaybetme, tedavisi bilinmeyen bir hastalığa yakalanmaya sebep olan ve ondan kurtulmada işe yarayacağı düşünülen bilgiye sahip olmak önemlidir. Bu sebeple olağan hayat akışını etkileyecek olana daha çok ilgi duyulması, çok anlaşılmaz bir şey değildir. Hangi otların faydalı olduğundan önce hangilerinin zehirli olduğu öğrenilmelidir. Benzer şekilde hangi yerlerde dolaşmanın tehlikeli, kimlerle ne tür ilişkilerin ölümcül sonuçlarının olduğu birey için hayati önem taşır. Bu yüzden var olma mücadelesinde, negatif sonuçları olan süreçlere daha fazla dikkat çekilmesi anlaşılabilir bir tutumdur. Doğada tek başına veya küçük gruplar halinde sürekli teyakkuz halinde yaşayan biri için ölümcül sonucu olabilecek durumlardan sakınmaktır en öncelikli olan. Bu yüzden olumsuzluklardan haberdar olmak ve onlara karşı tedbirli olmak insan için daima önceliklidir.

Bu bağlamda yılan sokması ile ölen insan sayısının yanlış ilaç kullandığı için ölenlerden çok daha az olmasına karşın hâlâ insanların ilaçlardan çok yılandan korkması, uzun yüzyılların bıraktığı bir etki olsa gerek.

Dün olduğu gibi bugün de güvenlik sistemleri çok gelişmiş olsa da, yaşamı tehdit eden her küçük olay büyük ilgi görür. Sonuç olarak araştırmalar, insanların zaman zaman tersini söyleseler de negatif haberlere daha fazla dikkat ettiklerini ortaya kaymaktadır (Trussler & Soroka, 2014).

Başkalarının İyi Hali Kişi İçin Kötü Bir Haber Olabilir

Kaynakların kıt olduğu her yerde o kaynaklara ulaşmak için örtük veya açık bir yarış söz konusudur. Kaynaklar ne kadar kıtsa diğerlerine kıyasla iyi olma o kadar önemli hale gelir. Ölüm kalım mücadelesi olan yerde insan için en önemli bilgi, kendi durumunun diğerlerine kıyasla ne durumda olduğudur. Başkalarının iyi durumda olduğunu öğrenmek kendi durumu veya konumu bakımından bir tür kötü haber anlamına gelebilir. Güçlü bir düşman elinizdekini alabilir, sizi kendisine bağımlı hale getirebilir. Onun size göre daha iyi olması, bu var olma yarışında durumunuzun kötüleştiğini haber verebilir. Tersine, diğerlerinin kötü olduğunu duymak, üç nedenle size iyi gelebilir. İlk olarak, kötü durum sizin için değil başkaları için geçerlidir. Sizden önce başkaları kaygılanmalı. İkincisi, kötü durumdan haberdar olmanız ondan uzak durmak için size zaman ve fırsat kazandırabilir. Üçüncüsü, sizin dışınızdakilerin durumlarının kötülüğü size bulaşmadığı sürece yaşam mücadelenizi zorlaştırmaz, tersine kolaylaştırır. Bu sebeple başkalarının kötü olması sizin için iyi bir haber olabilir. Kötü habere olan ilginiz farkında olmadan bir bencillik dışavurumu olabilir.

Yeryüzünde Yaşam Koşulları İyileştikçe “Kötü” Olanın Kapsamı da Sürekli Genişliyor

Eğitim, sağlık, temizlik, gelir veya eğlence alanında herkesin ulaşabildiği şeylerin değeri düşmeye başlar. Örneğin ayrıştırıcı nitelik taşıyan yükseköğretim görmek eğer onun paralelinde bir gelir sağlayan işe dönüşmezse mutsuzluk vermeye başlar. Aynı durum çalışma hayatı için de geçerlidir. Önce minimum ihtiyaçları karşılayacak bir peşinde koşulur. Onu elde etmek büyük bir mutluluk gerekçesidir. O elde edilince daha yüksek gelirli bir , sonra da daha prestijli ve yüksek iş tatmini sağlayan bir peşinde koşar insan. İş imkânları genişledikçe, eğitim seviyesi yükseldikçe, yaşam standartları da yükseldiği için beklentilerle fiili durum arasındaki fark açıldığı ölçüde hayattan memnuniyet zorlaşmaya başlar. Geçim mücadelesi içindeki kişinin kaygılanmadığı birçok şey, gelir düzeyi yükseldikçe sorun haline gelmeye başlar. Sonuç olarak iyi yaşam koşullarında daha çok şey göze batmaya, sorun olarak algılanmaya başlar. Yani aç olanı değil tok olanı ağırlamak daha zordur.

Psikolog Daniel Gilbert ve arkadaşları yaptıkları deneylerde bir şeyin nadirleştikçe insan zihninin ona atfettiği ilgi alanının genişlediğini tespit ettiklerini söylüyorlar. Meşhur deneylerinde mavi noktaların sayısını azalttıkça insanların mor noktaları daha sık “mavi” olarak adlandırdıklarını; daha az tehditkâr yüz ifadesi yaptıkça, insanların yüz ifadelerini daha sık tehditkâr olarak tanımladıklarını buldular. Vardıkları sonuç şu: Örnekleri nadirleştiğinde kavramlar genişliyor (Levari vd., 2018). Bunun sonucu olarak da “Sorunlar seyrekleştiğinde, daha çok şeyi sorun olarak görürüz. Çalışmalarımız, dünya daha iyiye gittiğinde, onu daha sert eleştirdiğimizi ve bu durumun aslında hiç de iyiye gitmediği gibi yanlış bir sonuca varmamıza neden olabileceğini gösteriyor. Görünüşe göre ilerleme kendini maskeleme eğiliminde.”[3]

Kötü Şeyleri Unutup İyileri Akılda Tutmak

Geçmişin şimdi ve geleceğe göre daha iyi olduğu fikri hafızanın yanlılığı ile de alakalıdır. Zihinsel kapasitenin zirvede olması, kişiliğin oluşması, mezuniyet, evlilik, çocuk sahibi olma, çalışma yaşamına giriş gibi yaşam öykülerinde ilklerinin yaşanmış olması nedeniyle insanların 15-30 yaşları arasındaki olayları daha net ve ayrıntılı olarak hatırlamalarına psikologlar anı tümseği adını koyuyorlar. Yani geçmişi olduğu gibi değil, yanlı hatırlarız. İnsanoğlu geçmiş kişisel yaşamında iyi şeyleri hatırlama buna karşılık da kötü şeyleri unutma eğilimindedir. Bu sebeple insanların gençliklerine dair hoş bir nostaljileri unutulmaz izler bırakır. Bu da geçmişi şimdi ve geleceğe göre daha olumlu hale getirir.

Felaket Tellallığı Bağış Toplamak İçin de Uygun Bir Araç

Sorunlara çare öneren çağrılar insanların daha çok dikkatini çeker. Çözülmesi gereken büyük sorunlar olduğu fikri yaygınlaştığında, faaliyetlerinde başkalarından bağış toplayanlar için elverişli bir ortam oluşur. Bu sebeple insanlara belirli alanlarda bağışta bulunmaları telkin edildiğinde buna ikna edilmelerinde tüm insanlığı içine alan büyük felaket senaryoları çok işe yarar. Dünyanın kötüye gittiği düşüncesi onu durdurmak için yapılan çabalara desteği artırır, bu amaçla yapılan harcamalara katkı sağlanmasını kolaylaştırır. O yüzden felaket tellallığı yapmak, aynı zamanda katkı ve bağış toplama stratejisi olarak da kullanılır.

Şimdiye Kadar Oldu Ama Şimdiden Sonra Olmaz

İnsanlar şimdiye kadar olan gelişmelere tanıklık etmelerine rağmen daha sonrası için benzer gelişmelerin olmayacağını düşünme eğilimindedirler. Bu tavır, kendi deneyimini, kendi kuşağını merkeze almanın doğal bir sonucudur. Yeni kuşakların eskilere göre bozulduğuna dair eski kuşaklar arasındaki yaygın kanaatin de beslendiği duygu aynı. Bu sebeple gelecek nesillerin başlarının çaresine bakamayacağını ima eden dünyanın sonu, insanın sonu, evrenin sonu gibi kehanet içeren öyküler ilgi görür.

Kötümserliği Bilgi Takviyesi ile Yenmek Mümkün mü?

İsveçli kamu sağlığı uzmanı Hans Rosling, 2013 yılında temel veriler alanında dünyanın ne yöne gittiği konusunda yaygın bir yanlış bilginin olduğunu fark eder. Dünya ölçeğinde okullaşma, yoksulluk, kadınların durumu, ortalama ömür, doğal afetlerde meydana gelen ölümlerin seyri, aşı, elektriğe erişim, nesli tükenen canlılar ve küresel ısınma konulu toplam 13 soruluk basit bir anket hazırlar ve gittiği her toplantıda izleyicilere bu bilgileri sorar. Sistematik bir şekilde bütün dünyada, her eğitim düzeyi arasında küresel gidişata dair bu verilerin hep olumsuz yönde tahmin edildiğini görür. Verilen cevapların isabet oranının, doğru cevaba muz ödülü alan bir şempanzeninkinden daha kötü olduğunu söyleyerek bunu sunumlarında bir eğlenceye dönüştürür. Davos zirvesine katılan dünyanın seçkinleri dâhil, her coğrafyada her eğitim ve meslekten karma toplulukların nesnel verilere göre doğru olmayacak biçimde dünyanın durumu hakkında olumsuz kanaatleri vardır.

Bu durumu değiştirmek için oğlu ve gelini ile birlikte ülkesel ve küresel gelişmeleri görsel olarak kısa ve etkili sunan Gapminder isimli bir web sayfası oluşturup Factfulness: Dünya Hakkında Yanılmamızın On Nedeni ve Neden Her Şey Aslında Sandığımızdan Daha İyi isimli bir kitap yazarlar. Ama sonunda bu bilgilendirme çabalarının pek bir işe yaramadığını görürler.

Yani sorun tüm insanları içine alan bir bilişsel eğilim sorunudur ve eğitim düzeyinin artması bunun giderilmesine pek katkı sağlamamaktadır. Bu web sayfasındaki güncel bilgilere göre son 20 yılda intihar oranları yüzde 25 azaldığı hâlde dünyanın yüzde 94’ü bu oranın arttığı veya sabit kaldığı görüşündedir.[4] Diğer konularda kendinizi sınayabilirsiniz.

Peki, bu yazıyı okuyan karamsarlar bundan sonra iyimser olur mu? Pek sanmıyorum. Zira bu alana eğilen bilim insanları birçok faktörün etkisiyle oluşan karamsarlığın, iyimserlik içeren bilgilerle hemen düzeltilebilecek özellikte bir yanlılık olmadığı görüşünde. Doğru bilgilenmenin mutlaka yararı var ama negatif olan daima pozitif olandan bir adım ilerde. Çünkü ona karşı daha eğilimliyiz, zira kıt bir kaynak olan dikkatimizi önce o çeliyor. Ayrıca unutmayalım ki, diğerleri iyimser iken karamsar olmak havalı bir şey. Okuyanı ve okumayanı ile insanoğlu da havalılığı sever. Hatta çok okuyan daha çok sever. Bilginin laneti (daha az bilgili olanı anlayamama) böyle bir şey herhalde.

Trussler, M., & Soroka, S. (2014). Consumer Demand for Cynical and Negative News Frames. The International Journal of Press/Politics, 19(3), 360–379.doi:10.1177/1940161214524832

Levari, D. E., Gilbert, D. T., Wilson, T. DLevari, D. E., Gilbert, D. T., Wilson, T. D., Sievers, B., Amodio, D. M., & Wheatley, T. (2018). Prevalence-induced concept change in human judgment. Science, 360(6396), 1465-1467. https://doi.org/10.1126/science.aap8731

Trussler, M., & Soroka, S. (2014). Consumer Demand for Cynical and Negative News Frames. The International Journal of Press/Politics, 19(3), 360-379. https://doi.org/10.1177/1940161214524832

Sievers, B., Amodio, D. M., & Wheatley, T. (2018). Prevalence-induced concept change in human judgment. Science, 360(6396), 1465–1467.doi:10.1126/science.aap8731


[1] https://www.utilitarian.org/texts/perfectibility.html Erişim tarihi: 24.10.2021

[2] https://epigraf.fisek.com.tr/index.php?num=619 Erişim tarihi: 6.11.2021 (Bu dizelerden -beni haberdar eden Cengiz Polat’a teşekkür ederim.

[3] https://news.harvard.edu/gazette/story/2018/06/harvard-researchers-may-have-answer-to-why-youre-never-satisfied/

[4] https://upgrader.gapminder.org/t/sdg-world-un-goals/1/ Erişim tarihi: 11.10.2021.


Enes Polat –

Fıkra – Ağustos Böceği ile Karınca

Sıcak yaz günlerinde karınca her zaman olduğu gibi çalışıyor, didiniyor, zorlu kış günlerine hazırlık yapıyordu. Ağustos böceği ise o ağaç gölgesi senin, bu ağaç gölgesi benim, şarkı söyleyip gezmekle meşguldü. Karınca bir gün dayanamadı, ağustos böceğine çıkıştı:

  • Cümle âlem senin ne kadar tembel olduğunu biliyor. Çocuklar senin tembelliğini anlatan masallarla büyüyor. Biraz çalış. Kışı hiç gelmeyecek sanıyorsun. Yarın kar yağınca yine gelip kapımı çalacaksın. Ama kusura bakma! Yine kapımdan eli boş döneceksin…

Ağustos böceği şapkasının altından karıncayı süzdü… Hiçbir şey söylemedi, saz çalmaya devam etti.

Yaz günleri ve sonbahar günleri çabucak geçti.

Karınca sıcak yuvasında mutluydu. Erzak deposu ağzına kadar doluydu. Arada sırada pencereden ağustos böceğinin yuvasına doğru bakıyor ve onun haline üzülüyordu. “Birkaç güne kalmaz kapımı çalıp yiyecek ister. Ben de bir güzel kapımdan kovarım tembel ağustos böceğini” diye düşünüyordu.

Nihayet aralık ayının ilk günlerinde yılın ilk karı yağmaya başlamıştı. Karınca pencereden ağustos böceğinin evine bakınca gördükleri karşısında ağzı açık kaldı. O da ne! Ağustos böceğinin evinin önünde büyük bir marketin servis arabası durmuş ve ağustos böceği arabadan erzak indiriyordu.

Karınca dayanamadı. Soğuğa aldırış etmeden ağustos böceğinin yanına gitti.

  • Kardeş ne oluyor? Bana anlatır mısın?

Ağustos böceği cevap verdi:

  • Şaşıracak ne var karınca kardeş! Şu markette gıda maddelerinde, kredi kartına dört ayı ödemesiz, altı taksit kampanyası vardı, hepsini oradan aldım.

Tarih Her Zaman Tekerrür Etmez

Çalışma hayatında daha dün asla olmaz dediğimiz birçok şey, bir süre sonra mümkün, hatta biraz daha zaman geçtiğinde belki de zorunlu hale gelebilir. Zaman, çalışma hayatında birçok yeni meslek ortaya çıkarır. Daha düne kadar tahmin dahi edilemeyen hizmet alanlarından insanlar para kazanmaya başlayabilir.

İnsanlık Tarihinde Yeni Bir Evre: Avcılık ve Toplayıcılıktan Yerleşik Hayata Geçiş…

Tarihe bakıldığında insanın ihtiyaçlarını giderebilmek için eskiden beri öyle ya da böyle çalışmak durumunda olduğu görülmektedir. Tarihçiler toplayıcılık ve avcılık evrelerinden sonra insanın yerleşik düzene geçtiğini, yavaş yavaş tarımla uğraşmaya başladığını, zamanla evcilleştirilen hayvanların da insanlar için geçim kaynağı haline geldiğini söylemektedir. Bu bağlamda yerleşik hayata geçiş ile tarım ve hayvancılık, insanlık tarihindeki birinci gelişim evresidir.

Şüphesiz o çağın insanı için tabiatta bulduğu bitkisel besinlerin toplanarak tüketilmesi ya da bir hayvanın avlanması evresinden sonra yerleşik hayata geçilerek herhangi bir bitkisel ürünün, örneğin buğdayın yetiştirilmeye başlanması herhalde devrim niteliğinde bir gelişme olmalıdır.

Yerleşik hayata geçen insanla birlikte koyunun, ineğin evcilleştirilmesi ve onların ürünlerinden yararlanılmaya başlanması da insanın ihtiyaçlarının karşılanması ve ilk dönem ekonomik faaliyetleri açısından çok önemli bir gelişme olarak zikredilmelidir.

Uzun asırlar boyunca tarım ve hayvancılık insanlığın temel geçim kaynağı olmuştur. Bugünün gelişmiş toplumlarında pek çok ekonomik faaliyet alanı olmakla birlikte, insanın beslenme gibi en temel ihtiyacını doğrudan karşılayan bir faaliyet olması sebebiyle tarım ve hayvancılığın vazgeçilmezliği ortadadır.

Ulaşım Alanında Gelişmeler…

İnsanlık tarihinin ikinci gelişim evresi ulaşım alanındadır. Bu alandaki gelişmenin temel iki göstergesi vardır: Binek hayvanlarının evcilleştirilmesi ve tekerleğin bulunması.

Yaşadığı bölgede her yere ancak ayaklarının gücüyle koşarak ya da yürüyerek gitmek zorunda olan insanın at ve deve gibi üzerine eşya yüklenebilecek ya da binilerek seyahat edilebilecek hayvanları evcilleştirmesi de en az yukarıda zikredilen gelişim evreleri kadar önemli olsa gerektir. Gerçekten de bir günde yürüyerek en çok yirmibeş – otuz kilometre uzağa gidebilen bir insanın keşif sahası ne kadar da azdır. Oysa atı ya da deveyi evcilleştirip ulaşımda kullanan insanın ufku, öncekiyle kıyaslanamayacak derecede genişlemiş olmalıdır.

Bu bağlamda zikredilebilecek diğer gelişme, tekerleğin bulunmasıdır. Bugünün gelişmiş ulaşım araçlarının altında, diğer parçalar ile kıyaslandığında basit bir unsur gibi duran tekerleğin bulunması, insanlık tarihinin seyri açısından az bir şey midir? At ya da deve üzerinde sadece insanları ve bir miktar ürünü/eşyayı taşıyabilen insan, tekerleğin bulunması ile birlikte eskisiyle kıyaslanmayacak ölçüde çok şeyi taşıyabilir hale gelmiştir. Bunun yeni keşifler ve ticaret açısından ne anlama geldiğini söylemeye gerek yoktur sanırım. O gün ilk kez bir insan tarafından çekilen ya da bir atın arkasına bağlanan arabada kullanılan tekerleğin bir ucundan bakıldığında modern çağın araçlarının, otobüslerin, kamyonların, trenlerin, hatta uçakların tekerleğini görmemek mümkün müdür?

İnsanlık tarihinin seyrinde toplayıcılık ve avcılık evresinden sonra, yerleşik hayata geçilmesiyle birlikte insanın temel iştigal alanı olan tarım ve hayvancılığın yanında maden çağını da özellikle belirtmek gerekir. Herhalde bakır, tunç ve demir çağı olarak bölümlere ayırdığımız bu dönem, insanlık tarihinde pek çok şeyi kökünden değiştirmiş olmalıdır. Madenler hem avcılıkta hem tarımda hem de ulaşımda kullanılmaya başlanmıştır. Bu anlamda insanın hayatına teknoloji büyük oranda madenlerle girmiştir denebilir.

İletişimde Devrim: Yazının Bulunması…

İnsanlık tarihimizin üçüncü gelişim evresi iletişim alanındadır. Konuşma ve işitme anlamında ilk insandan beri kullanılan sözlü iletişimin birtakım işaretlerle ifade edilmesi, yani yazıya dökülmesi, bugüne kadar süren son derece önemli bir evrenin başlangıcıdır.

İnsanın ağzından çıkan, elle tutulmaz, gözle görülmez sözlerinin bir başka yere ve zamana aktarılabilmesine, hatta “gözle görülebilmesi”ne imkân sağlayan yazının bulunmasının insanlık tarihi açısından ne kadar önemli olduğunu söylemeye gerek var mı? Bir kralın başka bir krala mesajının ancak bir elçi tarafından sözlü olarak götürülebildiği bir dönemden sonra aynı elçinin “kralın tablette yazılı mesajı”nı götürmeye başlaması, hem gönderen hem de mesajın muhatabı için “mesajın olduğu gibi götürülebilmesi ve veri aktarımında güvenlik” açısından ne kadar önemli bir gelişmedir.

Ya her türlü anlaşmanın ancak sözlü olarak bağıtlanabildiği ve muhtemelen bu alanda birçok anlaşmazlığın çıktığı bir dönemin akabinde, “hafıza-i beşerin nisyan ile malul” (İnsan hafızasının hastalığının unutkanlık) olduğu iyice kavrandıktan sonra, taraflar arasında varılan bir anlaşmanın hemen oracıkta yazıya geçirilmesine ne demeli? Bu devrim niteliğinde bir gelişme değil midir? Kim bilir anlaşma metinlerinin yazıya geçirilmeye başlanması, taraflar arasında daha önce yaşanan ne kadar sürtüşmeyi sona erdirmiştir?

Takas Ekonomisi Tehlikede: Para Bulundu…

Tarihte üretim, ulaşım ve iletişim alanındaki yukarıda zikredilen gelişmelere paralel olarak gündelik ekonomik hayattaki en önemli gelişmelerden biri, paranın kullanılmaya başlanmasıdır.

Malların ancak birbiriyle değiştirilebildiği takas ekonomisi döneminden sonra, bir malın zaman ve mekândan bağımsız olarak başka bir malla değiştirilebilmesine imkân veren paranın bulunması az bir şey midir?

Yukarıda da özetlenmeye çalışıldığı üzere sanayileşme öncesi insanlığın serüveninin dönüm noktaları yerleşik hayata geçiş, tarım ve hayvancılığın temel ekonomik faaliyetler haline gelmesi, ulaşım alanında binek hayvanlarının evcilleştirilmesi ve tekerleğin bulunması, iletişim alanında yazının bulunması ve ekonomik mübadelelerde paranın kullanılmaya başlanmasıdır.

Her Şeyimizi Değiştiren Makineler

Bu noktadan sonra insanlık tarihi açısından artık her şeyin kökten değişmesi anlamına gelen en önemli gelişme, makineleşme ve sanayi devrimidir.

Makineleşme ve sanayi devriminin sonucu eskisiyle kıyaslanamayacak derecede çok üretimin yapılabilmesi, insan ya da binek hayvanlarının gücüyle hareket edebilen ulaşım araçlarının yerlerini önce buharlı, sonra içten yanmalı motorlu araçlara bırakması, onlarca insanın işini tek başına yapabilen motorlu tarım araçlarının tarımda kullanılmaya başlanmasıyla birlikte birçok insanın tarım sektörü dışına itilmesi, daha önce sınırlı bir alanda var olan başkasına ait işyerlerinde çalışma uygulamasının gittikçe yaygınlaşmasıdır. Sanayi devrimi olarak adlandırdığımız bu dönem, sadece ekonomik hayata değil, sosyal hayatın bütününe çok yönlü etkide bulunmuştur.

Artık Bilgi Çağı’ndayız…

İnsanlık tarihinin içinde bulunduğumuz gelişim evresi ise “sanayi sonrası toplum”, “uzay çağı”, “bilgi çağı”, “iletişim çağı”,“elektronik çağ” gibi adlarla isimlendirilmektedir. Günümüzde her alanda en ileri teknolojiler kullanılmakta; üretim, ulaşım, iletişim ve savaş teknolojisi alanında baş döndürücü bir hız ve değişim yaşanmaktadır. İçinde bulunduğumuz teknolojik değişim çağı, neredeyse hızına yetişilmez bir hâl almıştır. Dünyada insan hayatının başladığı günden yirminci yüzyılın son çeyreğine kadar insanlığın kaydettiği ilerlemenin yüzlerce, binlerce katı hızlı değişim, son elli, hatta son yirmi yıl içerisinde gerçekleşmiştir dense yanlış bir şey söylenmiş olmaz.

Alvin ve Heidi Toffler’in “dalga” olarak isimlendirdiği ve “Tarım Toplumu” “Sanayi Toplumu” ve “Sanayi Sonrası Toplum” olarak 3 dalga hâlinde özetlediği insanlık tarihinin bu gelişim evrelerinin her birinde, sonraki aşamada bulunan yeni toplum düzeni, belli bir süreç sonunda eskisinin yerini almaktadır.

Burada sayılan insanlık tarihinin değişim ve dönüşüm aşamaları, bütün dünyada tüm ülkeler için aynı anda başlayıp biten ve birbirinden keskin ayrım dönemleri değildir. Dünya üzerinde farklı ülkeler, bu tarihsel sürecin farklı gelişim evrelerinde bulunabilecekleri gibi, aynı ülke içerisinde bile farklı gelişim evrelerinde bulunan toplum kesimleri olabilir. Şunu da belirtmek gerekir ki bir toplumun üretim teknolojisi ne ise, ulaşım, iletişim ve savaş teknolojisi de odur.

Aşağıdaki tasnif, her bir alanda (tarım, üretim, ulaşım, iletişim ve savaş alanlarında) kullanılan yöntem ve araçların teknolojik gelişim açısından insanlık tarihinin hangi evresine tekabül ettiğini açıklamaya çalışmaktadır:

Öküz ve Saban / Elle Üretim / At ve Araba / Yazı ve Mektup / Kılıç ve Kalkan (Tarım Toplumu)

Traktör ve Diğer Tarım Makinaları / Fabrikada Makinalarla Seri Üretim / Önce Buharlı Sonra İçten Yanmalı Motorlu Araçlar / Matbaa, Telgraf ve Telefon / Tank, Top ve Tüfek (Sanayi Toplumu)

Genetik ve Uydu Teknolojisi / Dijital Üretim Sistemleri / Elektrikli ve Hibrit Araçlar / Bilgisayar, Elektronik Posta ve Kablosuz İletişim / Nükleer Teknoloji, İHA, SİHA, Savaş Araçlarında Uydu Sistemlerinin Kullanılması (Sanayi Ötesi Toplum)

İnsanlık Tarihinin Her Bir Evresi Hayatımızda Neyi Değiştirdi?

İnsanlık tarihinin bu gelişim evrelerinin her biri, kendilerinden önceki dönemde asla tahmin edilemeyen değişimlere yol açmıştır.

Öküzü ve sabanıyla tarlasını sürmekte olan, düven sürerek harmanını kaldıran bir çiftçi, yüzlerce dönüm araziyi ne yapsın? Oysa traktörü ve biçerdöveri olan bir çiftçi için koca bir köyün arazisi sadece kendisinin olsa ekme, dikme ve hasat işinin altından kalkabilir. Kaldı ki nüfus da eskisine göre kalabalıklaştığı için, üretilen bir ürünün pazarlanması sorunu da bulunmamaktadır.

Kılıç ve kalkanla savaşan bir insanı, günün sonunda kan tutabilir. Düşmana kılıç salladığı kolu bir süre sonra yorulur. Savaş meydanında kendisinin de yaralanma ihtimali vardır. Oysa uydu teknolojisi kullanan bir asker için koca bir kasabanın yok edilmesi, binlerce kişinin öldürülmesi, bir bilgisayar oyunundan farksızdır. Hatta hedefi vurduğunda elindeki kolasını içip, cipsini yerken “yihuuu” diye çığlık bile atabilir. Uydu teknolojisi savaş ahlâkını ortadan kaldırmış, insanı gerçek hayattan kopararak duygusuzlaştırmıştır.

Hayvancılıkla uğraşan birisi yakınlarından biri vefat etmiş bile olsa hayvanlarıyla ilgilenmek durumundadır. Bağ – bahçe, su, gübre ister, hayvanlar yem bekler. Bu alanda tarlaya veya ahıra gitmemek diye bir şey düşünülemez. Oysa bir müfettiş, işyerine gitmeden uzaktan çalışabilir. Hazırladığı raporu, deniz kıyısında ayağında plaj terlikleriyle dinlenirken bile bilgisayar ve iletişim teknolojisi ile merkeze gönderebilir. İzmir’deki bir dairenin satış işlemi, Erzurum’daki tapu dairesinde gerçekleştirilebilir.

Ülkemizde 1980’li yılların ortasına kadar şehirlerarası telefon görüşmesi yapması gereken bir kişi, PTT’yi arayıp kayıt yaptırdıktan sonra neredeyse bir gününü telefon başında geçirmek zorunda kalabilirdi. Çünkü bir şehirden diğerine telefon bağlantısı ancak bu kadar sürede sağlanabiliyordu. Daha otuz – kırk yıl öncesinde postaya verilen bir mektup bir ilden diğerine bazen bir haftada gidiyordu. Çekilen bir telgrafın aynı gün muhatabına ulaşmasını istiyorsanız daha yüksek ücret ödediğiniz “yıldırım telgraf” diye bir seçenek vardı. Oysa bugün herkes elindeki telefonlarla Avrupa’nın herhangi bir şehrindeki bir akrabası ile görüntülü olarak konuşabiliyor. Yazılan bir metnin muhatabına ulaşması için sadece “gönder” butonuna basmak yeterlidir. Üstelik bütün bu işler için kablo bağlantısı da gerekmez.

Yeni Çalışma Alanları, Yeni Para Kazanma Yolları…

İşte insanın kavramakta zorlandığı böylesine baş döndürücü değişim, çalışma hayatında da inanılmaz değişimleri beraberinde getirmiştir.

Bundan yüz yıl önce pek çok insan için para kazanmak, doğrudan insanların ihtiyaçlarını gidermek için mutlaka somut, elle dokunulabilir bir şeylerin üretilmesine bağlıydı.

Bir çiftçi, buğdayını, arpasını, sütünü, yumurtasını ya da sebze ve meyvesini üretir, ihtiyacı kadarını evine ayırır, kalanını satar ve ihtiyacı olan diğer ürünleri de kendi ürettiği bu ürünlerini satarak elde ettiği parayla satın alırdı. Fabrikada çalışmakta olan bir işçi için ise, makinelerle başkası için üretim yapılan bir süreçte, emeğini satıp elde ettiği gelirle ihtiyacını karşılamak gibi bir durum söz konusuydu. Bütün bunlar yukarıda anlattığımız tarım ve sanayi toplumları için anlaşılabilir şeylerdir.

Oysa özellikle 20. yüzyılın başlarından itibaren daha önce akla hayale gelmeyecek alanlarda para kazanılan sektörler ortaya çıkmış, insanlar daha önce hiç tahmin edilemeyen alanlarda hatırı sayılır gelirler elde etmeye başlamışlardır. Hatta bazı alanlarda bu sektörler geleneksel üretim sektörlerini gölgede bırakmıştır da denebilir.

19. yüzyılda profesyonel olarak 11 kişilik iki takım arasında oynanan ve eğlence olsun diye o saatte işi olmayan meraklı bir kitle tarafından izlenmekte olan bir futbol maçının günün birinde on milyarlarca dolarlık bir futbol endüstrisi oluşturacağını, bahis sektörünün milyonlarca insanın meşguliyeti haline geleceğini, tek bir futbolcunun transfer değerinin yüz milyonlarca avro olacağını, hemen her ülkede bazı futbolcuların yat kat sahibi, yüksek ücret alan, magazin dünyasının yakından takip ettiği, binlerce seveni peşinden koşan kişiler olacağını kim tahmin edebilirdi ki?

Bir tiyatroda yazılmış piyeslerin oyuncular eliyle canlandırılmasını ilk izleyen insanlar, bu işin zamanla tiyatrodan sinema ve dizi sektörüne evrileceğini, sinemanın ve televizyon dizilerinin yılda onlarca milyar dolarlık hasılat elde edilen bir sektöre dönüşeceğini nereden bilebilirdi ki? Hele hele sinemanın başlı başına bir propaganda aygıtı olacağını, milyonların zihninde birçok gerçeği ters yüz edebilecek potansiyeli bünyesine alabileceğini öngören birileri acaba var mıydı ki?

Bir başka şehri ya da ülkeyi ziyaret etmenin ileride turizm adıyla anılacak bir sektörü ortaya çıkaracağını, bu sektörün “doğa”, “deniz”, “kış”, “tarih”, “inanç”, “av” ve “gastronomi” gibi alt dalları olacağını, bu için on milyonlarca yataklık oteller inşa edileceğini, yüz milyonlarca insanın “bacasız sanayi” olarak isimlendirilen bu sektörden ekmek yiyeceğini, yüzlerce insanın bir yıllık toplam gelirine karşılık gelecek tutarların bazı zenginler tarafından bir otel dairesine sadece bir gecelik ücret olarak ödenebileceğini, sektörün yüz milyarlarca dolarlık bir büyüklüğe ulaşacağını tahmin edebilen biri var mıydı ki?

Bundan iki yüz yıl önce bu topraklarda herhangi biri, sesi güzel olan birinin söylediği şarkı veya türkülerle milyonlarca lira kazanacağını bilebilir miydi ki?

Bundan yirmi yıl önce herhangi birisi, sadece elindeki telefonun kamerasıyla birtakım çekimler yapan ve internet üzerinden paylaşımlar gerçekleştiren birinin “youtuber” olup milyonlarca lira kazanabileceğini düşünebilir miydi ki?

Örnekleri artırabiliriz. Bu örnekler, günümüz toplumlarında insanların, geçmiş zamanlarda asla tahmin edilemeyen alanlarda farklı işler yaparak devasa paralar kazanabildiklerini ortaya koyuyor.

Dilerseniz şimdi yavaş yavaş bunca açıklamayı neden yaptığımızı anlatalım ve sözü artık bir yere bağlayalım.

Tekerrür Etmeyen Tarih: Ezop’un Masalı Neden Geçersiz Hale Geldi?

Bilindiği üzere “Ağustos Böceği ile Karınca”, Milattan Önce 6. yüzyılda yaşamış olan Yunan Masalcısı Ezop’un neredeyse herkes tarafından bilinen en ünlü masallarındandır. Söz konusu masal bizlere kimselere muhtaç olmadan rahat bir hayat sürebilmek için çalışmanın önemini ve gerekliliğini, çalışma zamanını eğlence ile geçiren birisinin zamanı geldiğinde çalışan kişiye muhtaç hâle geleceğini, fakat yardım için çaldığı kapının suratına kapatılacağını, bu hâle düşmemek için boş işlerden uzak durulması gerektiğini anlatmaktadır.

Oysa burada herkesin bildiği masaldan uyarlanarak anlatılan fıkra, başta gerçekten de Ezop’un anlattığı gibi başlasa bile, hiç de Ezop’un anlattığı netice ile sonlanmıyor. Yaz boyunca yine şarkılar söyleyerek gününü geçiren ağustos böceği, kış ayları geldiğinde, karıncanın tahmin ettiği gibi yardım için kapısını çalmıyor. Hatta ağustos böceğinin evine bir marketin servis aracıyla yüklü miktarda erzak indiriliyor olması karıncayı hayretler içerisinde bırakıyor.

Şimdi isterseniz fıkranın Ezop’un masalından farklı bir şekilde neticelenmesinin ve karıncanın hayretler içerisinde kalmasının sebeplerini tarihsel verilerle açıklamaya çalışalım.

Bir kere şunu özellikle tespit etmek gerekir ki, Ezop’un bu masalı anlattığı dönemin üzerinden onlarca asır geçmiş, “köprünün altından çok sular akmış”tır.

Aradan asırlar geçmiş olmasına rağmen karınca hâlâ tarım toplumu öncesi “avcı ve toplayıcı” dönemin özelliklerine uygun bir mesleğin sahibidir, toplayıcılıkla geçinmektedir. Karıncanın topladığı yiyecekler kendisi tarafından üretilmemektedir. Karıncanın dünyasında, dönemin özelliklerine uygun olarak tabiatta hazır bulunan yiyeceklerin toplanıp istiflenmesi, bilahare ihtiyaç duyulduğunda da kullanılması esasına dayanan bir çalışma sistemi uygulanmaktadır. Karınca bahse konu masalın yazılmasının üzerinden asırlar geçmiş olsa bile yine eski alışkanlıklarını sürdürmekte, gecesini gündüzüne katarak yoğun bir şekilde çalışmakta ve geleceği belli olan kış için hazırlık yapmaktadır.

Fakat ağustos böceğinin cephesinde bazı şeyler değişmiştir. Ezop’un masalı kurguladığı dönemde, bir ağustos böceğinin şarkı söylemesi ancak boş olanların, aylak gezenlerin yapacağı bir iken, geçen zaman içerisinde şarkı ya da türkü söyleyen insanların bu işleri dolayısıyla gelir elde edebilecekleri bir “müzik piyasası” ortaya çıkmıştır. Öncelikle karşılığında para kazanılan konserlerle sanat icra etmeye imkân sağlayan bu sektör, belli ortamlarda kaydedilen sesin plâk, kaset, CD gibi araçlarla nakledilebilir hâle gelmesiyle de farklı bir yöne evrilmiştir. Bu, eğlence sektörünün eskiye göre biçim değiştirmesinin bir sonucudur. Daha düne kadar orada burada boş boş saz çalan, başkalarının yardımlarıyla geçinen asalak birisi olarak görülen ağustos böceği, belki de söylediği şarkılarla albümler çıkarabilmekte, verdiği halk konserleriyle gelir elde edebilmektedir. Akşamları belli gazinolarda sahne alması da imkân dâhilindedir. Özellikle yaz aylarında çağrıldığı düğün, kına gecesi vb. etkinliklerle gelir elde edebilmesi de söz konusu olabilir. Kim bilir belki de bazı belediyelerin açılış etkinliklerinde sahne alıyordur. Yaptığı , ağustos böceğine saygınlık kazandırmıştır da denilebilir. Hatta popülerliği artmışsa, paparazilerin takibinde olduğu da düşünülebilir.

Değişimin Farkına Varamayan Karınca Hayretler İçerisinde…

Diğer taraftan karıncanın çalışma biçimi, hâlen yaşadığı “avcı ve toplayıcı dönem”in doğal bir sonucu olarak ihtiyaç duyduğu, kendisinin tüketeceği besinleri toplamaktan ibarettir. Karınca, hâlâ kendi topladığını tüketen konumundadır. Yemeyeceği bir besini toplaması söz konusu değildir. Oysa zaman değişmiş, ağustos böceği için tek gelir elde etme yolunun “yiyeceği besinleri toplamak” olmadığı bir dönem gelmiştir. Ağustos böceği sesiyle şarkı söyleyerek gelir elde etmekte, bu geliri karşılığında da yiyecek ihtiyacını karşılayabilmektedir.

Hâlen Ezop’un masalında anlattığı yerde duran karıncanın hafızasındaki ağustos böceğinin yaşadığı dönemle, ağustos böceğinin değişime ayak uydurarak yaşadığı dönem arasındaki farklardan birisi, takas ekonomisinin sona ermesi, ticari hayatta “paranın kullanılmaya başlanması”dır.

Karınca ancak her ikisi de tüketebileceği birer yiyecek olan bir pirinç tanesi ile bir buğday tanesinin değiştirilebileceği takas ekonomisinin geçerli olduğu bir dönemi yaşamaktadır. Oysa ağustos böceği, ekonomik hayatta paranın kullanılmaya başlamasıyla birlikte, karıncanın hâlen sürdürdüğü “avcı toplayıcı dönem”de asla tüketilir bir şey olmayan “sesiyle şarkı söylemek”ten para kazanabilmekte, bu para karşılığında da ihtiyaç duyacağı yiyecekleri satın alabilmektedir. Para, ağustos böceğine, bir yiyeceği ancak bir başka yiyecekle satın alabileceği takas ekonomisinin ötesinde imkânlar sağlamaktadır. Esasen yenilir yutulur bir şey olmayan “ses”i karşılığında yiyecek satın alabilmek, ancak “ticari hayatta paranın kullanılabilir olması”yla sağlanabilecek bir şeydir.

İnsanın Geleceğini Satın Alan Finans Sektörü

Diğer taraftan anlıyoruz ki ağustos böceğinin işleri çok da iyi değildir. Çünkü yaz döneminde düğünlerde, kına gecelerinde ya da yaz konserlerinde şarkı söyleyerek kazandığı para, yaz aylarındaki giderlerini karşılamaya ancak yetmiş, kış aylarındaki giderlerini peşin parayla karşılayabilecek imkânı bulamamıştır.

Bu kez de ağustos böceğinin imdadına finans sektörü yetişmiştir.

Karıncanın yaşadığı tarihsel dönemde muhtemelen daha “para”nın adının dahi bilinmediği göz önüne alınırsa, ağustos böceği tarafından ödemelerde kredi kartı kullanılmasının karınca için ne kadar şaşırtıcı bir ödeme aracı olduğu daha iyi anlaşılabilir.

Kış aylarında azalan gıda tüketimini artırabilmek amacıyla banka ile market arasında yapılan anlaşma, ağustos böceği için can simidi olmuştur. Banka ile market arasında yapılan anlaşmaya göre gıda ürünlerinde dört ayı ödemesiz kredi kartıyla altı taksit kampanyası başlatılmıştır. Bu kampanya tam da dönemsel gelir elde eden ağustos böceğinin çalışma şartlarına uygundur. Çünkü ağustos böceği ancak yaz sezonunda çalışarak para kazanabilmektedir.

Bu kampanya ağustos böceğine ilaç gibi gelmiştir. Çünkü aldığı gıda maddeleri karşılığında dört ay boyunca herhangi bir ödeme yapması gerekmeyecek, dört ayın sonunda kış ayları geride kalacağı için yavaş yavaş sezonun açılmasıyla birlikte, düğün salonlarından veya yaz konserlerinden elde edeceği gelirle kredi kartı borcunu ödeyebilecektir. Kim bilir belki kış aylarında, sezonda çıkaracağı albümün hazırlıklarını da sürdürebilir?

Neyse… Ağustos böceği için gelecek yılı düşünmenin şimdi sırası değildir.

Bankacılık sistemi kışlık sorununu çözmüş, tarihin tekerrür etmesini engellemiş, kendisini sıcak yuvasının penceresinde kapısına gelecek “tembel ağustos böceği”ni kovmak üzere bekleyen karıncaya muhtaç olmaktan kurtarmıştır.

Hele bir yaza çıksın da gerisi Allah kerim!

Şimdi bu fıkradan çıkaracağımız ders ve ilkelere bakabiliriz:

DERS 1- Alışkanlıkların eskiyse gördüklerine şaşırırsın.

(Nakit alın terini, borç geleceği harcamaktır ilkesi)

DERS 2- Mevsimsel esnek çalışma yöntemi, güncel kampanyalarla desteklenirse tarih tekerrür etmez.

(Tüfek icat oldu mertlik bozuldu ilkesi)


[1] Bu çalışma, tarafımdan hazırlıkları sürdürülen personel yönetimine ve çalışma hayatına ilişkin fıkralardan, gerçek hayatla da bağlantısı kurulmak suretiyle gerçek veya ironik birtakım dersler çıkarılmasını esas alan, (şimdilik) “Mizahla Karışık Yönetim Dersleri” adı verilmesi düşünülen kitabın bir bölümüdür. Metin içerisindeki mizah unsurlarının kullanılma amacı, kasıt değil, vurguyu pekiştirmek olup, zülf-i yâre dokunan bir şey olursa şimdiden affımı talep ederim.