SANAL KITADA DOLAŞIMA GİREN DİJİTAL SERBEST MALLARIN TELİF SİSTEMİ NASIL OLACAK?

Ömer Demir –

Mevcut telif hakları sistemi, kitap özelinde söyleyecek olursak, sadece bedelini ödeyen kişilerin kitabı “okuma hakkı”nın olduğunu kabul eder. Telif hakları sistemi, özünde, bir eserin, onu ortaya çıkaran kişinin rızası olmadan kullanılmasına bir sınırlama getirmeyi amaçlar.

Satın aldığınız bir şiir kitabından bir bölümü arkadaş ortamında okuduğunuzda orada bulunan birçok kişi kitaba para ödemediği halde şiiri dinlediğinde ya da bir TV ekranında yahut radyo programında milyonlara o şiiri okuduğunuzda telif hakkı ihlali veya “kul hakkı” ortaya çıkar mı? Soruyu daha da daraltalım: Bir eserin basılı nüshasını, onun piyasada satılan bedeli karşılığında kaç kişi telif hakkını ihlal etmeden “tüketebilir?”

Aynı kitabı çok kişinin okuması daha yüksek bir ihtimal olduğu için dergi aboneliklerinde ve kitap alımlarında kütüphanelere daha yüksek bir fiyatlandırma uygulaması yapıldığını görebilirsiniz ama bireysel olarak satın aldığınız bir kitabı kaç arkadaşınıza verebileceğiniz konusunda bir kısıt olmadığını düşünürsünüz. Peki, bir eseri satın aldıktan sonra kaç kişinin onu okumasının meşru olduğu konusunu belirleyen nedir? Kitapçıda göz atarak, satın alandan ödünç alarak veya bir şekilde okuyandan özetini dinleyerek bir kitaptan faydalanma biçimlerinin telif hakkı ihlali kapsamına girmemesinin sebebi ile onu serbest mala dönüştüren dijitalleşme arasında herhangi bir paralellik kurulabilir mi?

İşte bu sorular bizi hukuk ve teknoloji ilişkisinde görünüşte karmaşık ama arkasındaki mantık bakımından bir o kadar da basit noktaya götürür: Bir konunun hukuki durumu ile onun olabilirliğini sağlayan teknolojik gelişim karşılıklı etkileşim içinde birbirini belirler. Teknolojik gelişmeler hem hak ve sorumlulukların yeniden tanımlanmasına yol açar hem de tanımlanan hak ve sorumluklara göre yeniden şekillenir, ivme kazanır, istikamet edinirler. Telif hakları bağlamında da durum bundan farklı değildir. Kullanılan teknolojik araçlar yönünden bilgiyi onu üreten kişiden uzaklaştırmanın mümkün olmadığı durumlarda (bilginin içinde örtük bilgi fazla olduğunda) telif hakkı olarak hukuki koruma oluşturulmasına pek gerek olmamıştır. Bir şifacının hangi ottan, hangi miktarda katıp kaynattığını sadece kendisi bildiği için ilacının formülünü bir kâğıda yazmadığı sürece şifa dağıtıcı formülün bilgisinin hukuki koruma altına alınması gerekmemiştir. Benzer şekilde bir gemi kaptanının yön bulma konusundaki bilgilerini ve kıtalar arası rotaların özelliklerini başkalarının erişebileceği yerlere yazmadığı sürece, yıllar içinde deneyimle biriktirdiği denizcilik bilgilerini hukuk sistemi ile koruma ihtiyacı pek söz konusu değildir. Çünkü şifacı veya kaptan nerede bulunursa “işe yararbilgi de büyük oranda oradadır. Ne zaman ki bilgi özellikle kitaplaştırılarak insandan ayrıştırılmaya, bağımsız ayrı bir varlık muamelesi görmeye başladı, o zamandan itibaren ona da bir mülkiyet sınırı çizme ihtiyacı oluştu denebilir. Basitçe söylemek gerekirse, bilgiler kitaplara (insandan ayrıştırılabilen kayıtlara) dönüşmeseydi, sadece onları kullanan zanaatkârların uygulamalarında gömülü olarak örtük bilgi statüsünde kalsalardı veya sadece bilgelerin sohbetlerinden yayılsalardı, telif haklarını düzenleyen ve koruma altına alan kanuna pek ihtiyaç olmayacaktı. Yani bilgileri üretenler, o bilgiler yoluyla elde ettikleri saygınlıklarını ve/veya gelirlerini korumak için ilave mülkiyet haklarına ihtiyaç duymaktadırlar. Bu sebeple bilgiler, onları üretenlerden bağımsızlaşıp yazı, ses ve görüntü olarak sayfalara, radyo frekanslarına veya video kayıtlarına aktarıldığında, yani onları kendi faydalarına kullanmak isteyenlerin üretenlerden izin almadan rahatça kullanabilecekleri bir nitelik kazandıklarında, kendilerini üretenler ile aralarındaki sağlam bir mülkiyet bağı kurma ihtiyacı, bugünkü telif hakları sistemlerini ortaya çıkarmıştır. Bu ihtiyaç, bilginin en temel üretim aracına dönüştüğü günümüz ekonomilerinde hayati önemini korumaya devam etmektedir. Buradaki temel sorun, bu ihtiyacı, toplam faydayı azaltmadan gidermenin yol ve yöntemlerini bulmakta yatıyor.

Her Faydalı Ürün Telife Konu Olur mu?

Öte yandan insanın ürettiği bilgi çeşit çeşittir ve her tür bilgi telif hakkına konu olmamaktadır. Bilgi sahipleri bazı bilgileri korumak için sıkı tedbirler alınmasını isterken (patent, faydalı ürün, yayın hakkı vb.) bazılarını da ücretsiz yayılmasına rıza göstermek bir yana onu daha geniş kesimlere yaymak için ilave harcama yapmayı dahi göze almaktadırlar. Örneğin peygamberler mesajlarını yaymak için telif hakkı istememişlerdir. Tersine mesajlarını olabildiğince yayılmasına katkı sağlayacak gönüllüler oluşturma peşinde olmuşlardır. (Bu mesajları şerh edenlerin, yaptıkları şerhlere telif hakkı talep etmelerinin ortaya çıkardığı ironik durum bahsi diğerdir.) Benzer şekilde siyasi liderler ve ideologlar da kendilerinin ürettiği bilginin serbest dolaşımından yanadırlar. Genelde özel mal ve hizmet üretimine dönük bilgilerin koruma altına alınmasının amaçlandığı, buna karşılık daha kamusal nitelikli ve ideoloji bağlantılı olanların ücretsiz yayılması için çaba sarf edildiği görülmektedir.

Neredeyse bütün toplumlarda bilgi mimarlarının ideolojik bilgiyi yayma konusunda çok cömert davrandıkları görülmektedir. Başkalarının kafasının içindeki “yanlış” fikirleri yok etmek veya değiştirmek için harcanan çabanın çok azının başkalarının hayatlarını kolaylaştıracak bilgileri yaymaya harcanması, burada ayrıntısına girilmeyecek olan ama gerekçeleri üzerinde düşünmeye değer önemli bir tartışma konusudur.

Kıt Malı Serbest Mala Dönüştürecek Bir Telif Hakkı

İnsana fayda sağlayan malları kıt mallar ve serbest mallar olarak iki ana gurupta toplayabileceğimize başta işaret etmiştik. Miktarları, insan istek ve ihtiyacını ücret ödemeden karşılamaya yetmeyen mallara kıt mallar diyoruz (ekmek, süt, araba, ev, giysi vb.). Refahımızın önemli bir kısmını bu kıt mallar oluşturur. Bütün kıt malların bir fiyatı vardır ve fiyat yoluyla üretim miktarları düzenlenir. Serbest mallar ise varlığı halinde isteyen herkesin istediği kadar tüketebileceği mallardır (güneş, hava, adalet, düzen ve özgürlük gibi). Dijitalleşme, telife konu olan ve fikre dayalı ilk birimi kıt mal olan birçok ürünü ikinci birimden sonra serbest mala dönüştürdüğü için daha önce dünya üzerinde eşi benzeri olmayan ve tamamen yeni bir durum ortaya çıkarmıştır. Dijitalleşmenin yol açtığı bu serbest mal özelliği kazanan ürünlerde kamusal mallardaki orta malların trajedisinde olduğu gibi aşırı tüketim nedeniyle üretimin kendini yenileyememesi durumu da söz konusu değildir. Çünkü marjinal maliyet sıfıra yakındır ve malların tüketiminde rakiplik durumu yoktur. Bu ilk birimi kıt mal olan ürünlerin sonraki birimlerinin serbest mala dönüşmesi, mülkiyet konusunda yeni bir yaklaşımı gerekli kılmaktadır.

Bir ürün eğer ilk birim üretildikten sonra serbest mala dönüşecekse, o ilk ürünün ortaya çıkarılması için gerekli zaman, gayret, emek ve diğer harcamaları kim niçin yapacak? Yani fikir işçilerine, ilk birimin üretim masraflarını tam olarak karşılayacak ve alternatif maliyetleri (zaman ve yeteneklerini kullanabileceği diğer yararlı işlerden elde edebileceği kazançlardan yoksun kalmalarını) telafi edecek ödeme nasıl yapılacak? Günümüz telif haklarında ana sorun burada düğümleniyor.

Gelecekte seyrin nasıl olabileceğine dair tahminlerimizi yapmadan önce şimdiye kadar yaptığımız açıklamaları birkaç maddede toplayalım.

İlk olarak, bilgi odaklı zihinsel ürünler bir kez zihin dışına çıktıklarında sonsuz biçimde kullanılma imkânına kavuşurlar. Maddi varlığı olan üretimlerde ürün kullanıldıkça ya doğrudan tükenmesi (ekmeğin yenmesi) ya da aşınması (makinenin amortismanı) sonucu bir sınırlı kullanım söz konusudur. Bilgide ise işe yaradığı sürece aşınmadan ve eskimeden sınırsız tekrar kullanım imkânı vardır. “Üçgenin iç açıları toplamı 360 derecedir” bilgisini milyonlarca tasarımcı sonsuz işlemde kullanabilir. Aynı bilgiyi daha çok kişinin yararlı biçimde kullanması, toplum refahını sürekli artırır. Dijitalleşme marjinal maliyeti sıfıra yakın hale getirdiği için zihinsel ürünlerde ilk birim ürünün üretiminin nasıl gerçekleşeceği, maliyetinin nasıl karşılanacağı önemli hale gelmektedir.

İkincisi, bilgi ağırlıklı olarak diğer bilgilerden ürer. Eğer her seferinde diğerlerinin bilgisine özel mal şartlarında ulaşım zorunlu hale getirilirse, yeni bilgi üretiminde kullanacak kaynak miktarı azalır, verimlilik düşer. Dolayısıyla yeni bilginin üretiminde kullanılacak her bir unsur özel mülkiyet konusu yapıldığında, toplam bilgi üretimi düşer. Aynı ya da benzer bilgilerin birbirinden habersiz kişiler tarafından üretimi (duplikasyon) artar. Herkes birbirinden habersiz aynı konular üzerinde mesai harcar, üretimde kullanılabilecek toplam zaman verimsiz kullanılmış olur ve sonuçta toplam refahı artırmak için kıymetli bir kaynak olan zihinsel emeğin önemli kısmı boşa gider. Sonuçta grup, ülke ve küresel ölçekte insanlığın ortak zihinsel kaynakları etkili biçimde ve yerli yerinde kullanılmamış olur. Eğer bilginin farklı unsurları telife konu olursa orta malların trajedisinin tersi çoklu mülkiyet trajedisi denen yeni bir durum ortaya çıkarabilir.

Üçüncüsü, bilginin çoğaltılma ve yayılma maliyetlerinin düşmesi, her türlü bilginin kolayca yayılmasına ve bu yolla bilgi kirliliğinin artmasına yol açar. Maddi üretim süreçlerinde istenmeyen bir sonuç olarak çok yönlü kirlilikler olduğu gibi zihinsel üretimde de üretim ve dağıtım kolaylığı, işe yarar faydalı bilginin yanı sıra yanlış ve zararlı bilgilerin de kolayca yayılmasına yol açar. Neyin yararlı veya zararlı olduğu tartışmalı olsa da toplum refahını olumsuz etkileyen zihinsel ürünleri zararlı olarak niteleyebiliriz. Buna da toplumsal süreçler karar verir. Faydalı mal ve hizmetler (edinilmek ve tüketilmek istenen) yanında zararlı mal ve hizmetler (kirlilik gibi uzak durulmak, tüketilmemek istenen) de her dönemde söz konusudur.

Telif haklarının koruma altına aldığı meşru üretimde amaç toplam yararı artırmaktır. Dijitalleşmenin ikinci birimden itibaren kıt malları serbest mallara dönüştüren özelliği ile ortaya çıkan yeni durumda, bilginin olabilecek en yüksek toplumsal faydaya dönüştürecek bir telif sistemi üzerinde yeniden düşünmek gerekiyor.

Burada telife konu olacak tüm ürünlerin tek bir telif sistemine tabi olmalarının hem mümkün hem de doğru olmayacağı söylenebilir. Bir mimari proje, ürün tasarımı, güfte yahut beste, seslendirme veya film; deneme, roman, şiir veya günlük düşünce yazıları; tarih, coğrafya, ulusal güvenlik, çevre bilinci, hukuk devleti vb. hakkında makale, rapor veya kitap; iyi bir insan, dindar veya vatandaş olmayı sağlayacak bilgiler; fizik, kimya, biyoloji, matematik, mantık veya felsefi eserler vb. gibi hitap ettiği kitle, tüketiminden beklenen olası etkileri bakımından farklılaşan zihinsel ürünlerin her birinin tabi olacağı telif kuralları farklı olabilir. Kamusal faydası ağır basanların ilk birimlerini kamunun; özel faydası ağır basanların da kişilerin finanse edeceği farklı yöntemler benimsenebilir. Nitekim mevcut durumda da farklı alanlarda farklı kurallar hüküm sürmektedir.

Ancak eskiden beri var olan durumun da şimdi kökten değiştiği gayet aşikâr. Gelinen aşamada geliştirilecek telif sisteminin a) müellifin üretim motivasyonunu artırıcı, b) daha çok kişinin faydalanmasını sağlayıcı ve c) kalite denetimini kolaylaştırıcı olmak üzere üç temel özelliğinin olması gerekir.

Üretim motivasyonu açısından bakıldığında zihinsel ürünlerin hem üretim ortamının iyileştirilmesi (haksız rekabetin ve tekellerin engellenmesi, piyasaya giriş koşullarının hafifletilmesi vb.) hem de ürettiği faydaya göre sahibine makul bir getiri sağlaması için uygun düzenlemelerin yapılması beklenir. Tüm zaman, gayret ve yeteneklerini zihinsel ürünlerin üretimine tahsis edenlerin, onlardan yararlanılma durumuna göre bir getiri elde etme beklentileri, üretimin doğasından gelir. Çünkü üretim, bireylerin kendileri veya başkaları için bir fayda yaratma faaliyetidir.

Bir müellif, eserini sadece kendisi için üretmemiş ise, (bu durumda paylaşmasına gerek olmaz) diğerlerinin ona bir şekilde ulaşmasını istiyor olmalıdır. Dolayısı ile telife konu olan ürünün başkalarını da ilgilendiren bir yönünün olduğu varsayımı vardır. Bir ürünün başkalarını da ilgilendiriyor olması, onun üretilme gerekçesi bağlamında, dolaylı biçimde başkalarının da katkısı olduğunun bir işaretidir. Onun için “müşteri velinimettir” üretici için. Ürün sahibi “bu benim üretimim” dediğinde, başkalarının olası ilgisinin onun ortaya çıkmasındaki kritik tetikleyici rolünü göz ardı etmemelidir. Bu durum, fayda oluşturan ve mülkiyete konu edilen tüm faaliyetler için geçerlidir.

Ortaya çıkan bu faydanın büyüklüğüne göre onu yaratanın kendine bir pay beklentisi içinde olması gayet makuldür. İlk birimden sonraki birimlerin marjinal maliyetinin sıfır olması, ilk birimi üretenlerin ürün üzerindeki hak iddialarını geçersiz kılmayacağı gibi onlara makul bir karşılık ödenmemesi hem ilgili birey hem de toplum için makul bir tercih değildir. Birey ürettiği fayda ile mütenasip bir karşılık almadığı için hakkının yendiğini düşünecek, bunun verdiği sinyalle bireylerin yeteneklerinin benzeri alanlarda üretime yöneltmemeleri, böylece üretim hacminin düşmesi ve refahın azalmasına yol açacağı için toplum da kayıp yaşayacaktır. Dimyata pirince giderken eldeki bulguru da kaybetme durumu ortaya çıkacaktır.

Kısacası, telife konu ürünlerin ikinci ve sonraki tüm birimlerinin marjinal maliyetinin sıfır olmasına dayanarak ürünü kıt mal gibi fiyatlandırma veya serbest mal gibi görüp üreticisinin katkısını görmezden gelme seçeneklerinden birine yönelmek zorunda değiliz. Kıt mal muamelesi yapmak toplam faydayı aşağı çekecek, serbest mal muamelesi yapmak da muhtemelen o ilk birimin üretilmesine mani olacaktır. Telif haklarının dayandığı sorun, ilk birimin üretiminin ödüllendirilme biçiminin, ilave birim maliyeti sıfır olan bir üründen isteyen diğer herkesin yoksun bırakılmasına yol açmadan nasıl gerçekleştirileceğidir.

Kanaatimizce, daha önce ifade edildiği gibi, herhangi bir kaynak israfına yol açmayacağı için böyle bir yoksun bırakmanın hiçbir makul gerekçesi olamaz. Bu sebeple marjinal maliyeti sıfır olan ürünlerin ilk biriminin maliyetlerini karşılamada tümüyle özel mallar için geçerli olan birebir “tüketen öder” prensibi yerine kamusal mallar için geçerli olan “toplum adına ödeme” yöntemi daha makul görülmektedir. Burada ürünün kamusal fayda yaratma yönü göz önüne alınarak aşamalı süreçlere ihtiyaç vardır. Bazı ürünlerin ilk üretim maliyetlerinin karşılanması tümüyle piyasa koşullarına terk edilirken, bazılarınınkiler kısmen, diğer bazılarınınkiler de tümüyle kamusal finansman yöntemiyle karşılanabilir.

Neden Herkes Tükettiğinin Bedelini Doğrudan Ödemek Zorunda Değil?

Bu başlıkta kritik kelime “doğrudan”. “Her şeyin bir bedeli vardır” iktisatçıların beylik sözüdür. O bedel bazen doğrudan bazen de dolaylı ödenir. Dolaylı ödemede “ortak ödeme” yaygın olduğu için doğrudan ödeme gibi muhasebeleştirilemez.

Günümüzde tüketimin tüketen, kamu ve reklamcı tarafından olmak üzere üç şekilde finanse edildiği görülmektedir. Dijital platformların reklamcı yoluyla finansmanı konusunda öne çıktığını görmekteyiz. Bunu biraz açalım.

Günümüzde özel mal niteliğinde olmasına rağmen bedelin başkaları tarafından dolaylı biçimde ödendiği bir ödeme türü hızla gelişmektedir. Bilindiği üzere mal ve hizmetlerin çoğunun bedelini doğrudan tüketici öder. Ancak bir malı tüketirken başka bir malın tanıtım nesnesi olma potansiyeli olan kişilerin tüketim bedelini reklam verenin ödediği yeni durumlar söz konusudur. Bunun ilk ve en tipik örneği TV yayınlarının sadece bir anten yardımı ile veya cep telefonu yahut internetten izlenmesidir. İzleyen kişi ürünün yapım maliyeti olarak bedelini reklama maruz kalmayı kabul etmekle öder. Hani meşhur söz var ya “bir ürüne bedel ödemiyorsanız ürün sizsiniz” diye, o durum işte.

Reklamı veren kişi sizin izlediğiniz programı finanse eder. Bir programı ne kadar çok kişi izlerse, reklam değeri o kadar yüksek olur, daha çok destekçi bulur. Bu durumda her bir tüketici, reklama muhatap olma potansiyeli bakımından bir nevi ürünü finanse eden konumuna gelir. Dolayısıyla bir fikrî mülkiyet konusu ürün ne kadar çok kişinin ilgisini çekerse (çok kişi tarafından tüketilirse) onu üretene o kadar gelir getirme potansiyeli taşır. Reklama konu başka bir ürünün potansiyel müşterisi olduğu için sizin ürününüzü (bilgi) bedelsiz tüketen biri dolaylı biçimde sizin finansman kaynağınız haline gelmiş oluyor. Bu da insanlık tarihinde tamamen yeni bir durum. Mevcut koşullarda bu finansman yöntemi devlet otoritesinin devreye girmesini gerektirmediği için bizim kamusal finansman önerimizin dışında kalıyor.

Kamu Neyi, Nasıl Fonlamalı?

Toplum adına ödemenin yapılabilmesi için de ürünün ne kadar toplam fayda oluşturduğunun sağlıklı biçimde tespiti gerekir. Çünkü burada konu edilen mal ve hizmetler, geleneksel kamusal mallarda (örneğin adalet ve güvenlik, temiz hava, aydınlatma vb.) olduğu gibi homojen değil neredeyse tümüyle heterojendir. Yani, binlerce makale, müzik eseri, roman, öykü veya filmden hangilerinin kamu kaynaklarından desteklenmeye layık olduğunun belirlenmesi ciddi yükü getiren ve birçok yeni faaliyet gerektiren önemli bir iştir.

Burada da yeni dijital teknolojilerin büyük kolaylık sağlayacağını görmekteyiz. Bunun için evvela dijital mecralardan dağıtımı yapılan fikri ürünlerin sağlıklı bir “yararlanılma envanterinin” oluşturulması gerekecektir. Fark edilme, kullanılma/tüketilme, ileride tüketilmek üzere saklanma ve hakkında değerlendirme yapılma gibi kriterlere göre her ürünün bir kullanım değer endeksi olmalıdır. Bu endekse göre telif sahiplerine gerekli ödemeler yapılabilir. Böyle bir endeksin yapılabilmesinin de bazı ön şartları var kuşkusuz.

İlk olarak, sanal kıtada dolaşıma girecek her ürüne ayrıştırıcı dijital bir kimlik numarasının verilmesi gerekir. O kimlik numarası, ürünün farklı platformlarda belirlenen kriterlere göre yarattığı faydanın göstergesinin hesaplanmasında referans alınır. Makalelerdeki DOI, kitaplardaki ISBN numarası, araçlardaki seri numarası, ilaçlardaki karekod vb. gibi. Böylece her dijital ürünün kimler tarafından ve hangi nitelikte bir kullanım gördüğünün sağlıklı bir kaydının tutulması için ilk adım atılmış olur.

İkinci olarak hakkaniyetli bir kamusal ödeme sisteminin kurulması için sanal kıta üzerinde faaliyette bulunan tüm aktörlerin de kayıt altına alınması gerekir. Nasıl ki dünyada insanların yaptıkları işlerden elde ettikleri kazançlarını kendi üzerlerine geçirmek ve eğer varsa başkalarına zararları onları tazmin etmek için birer kimlikleri varsa, gerçek ve tüzel tüm sanal kıta aktörlerinin de gerektiğinde hukuki çerçevede kolayca ulaşılabilecek birer gerçek kimlik ve adreslerinin olması gerekir. Buralarda müstear isimlere izin verilse de hukuki sonuçların ortaya çıkması durumunda kimliği tespit edilemeyen aktör sorunu olmamalıdır. Yani sanal kıta, vurguncu ve soyguncuların cirit attığı bir yer haline gelmemelidir. Biliyorsunuz yeni keşfedilen kıtalara bu tür profildeki kişilerin erken gidip mesken tutmaları adettendir! (örnek Amerika’nın keşfi sonrası yerleşenler!).

Üçüncüsü, sanal kıtada dolaşımdaki ürünlerden oluşan toplam faydaya katkıda bulunanlara katkılarıyla orantılı biçimde pay verilmesini sağlayacak yeni bir sistem geliştirilmelidir. Dijital ürün kayıtları üzerinden, daha önceden belirlenen ve kamuoyuna açıklanan kriterlere göre eserlerin müelliflerine toplumun ortak kültür fonundan gerekli ödemeler yapılabilir. Bu ödemelerde kamusal yarar durumu göz önüne alınarak farklı kategoriler oluşturulur. Tıpkı şimdi okuma yazma ve temel eğitim ve temel sağlığın büyük bölümünün ortak fonlardan finanse edilmesi gibi, bazı dijital ürünler öncelikli olarak ve yaygın biçimde bu fondan desteklenebilir. Örneğin asgari standartları taşıyan ürünlere başlangıç ödeneği gibi bir destek verilerek yeteneklerin geliştirilmesi özendirilebilir. Burada dijital ürün yelpazesinin her bir alt kırılımında kriterler birbirinden farklı olabilir. Toplam destek puanının oluşumunda bazı ürünlerde ürünün tüketilme hacmi (toplam kaç kişi tarafından tüketildiği), bazılarında üretilme zorluğu daha fazla ağırlık alabilir. Bazı alanlarda tüketimin pozitif dışsallık durumu öne çıkarken diğerlerinde kültürün devamlılığına katkı daha önemli olabilir. Bu bağlamda örneğin şiir kitaplarında kamusal destek için aranan özellikler ile matematik ders kitaplarında veya videolarındakiler farklılaşabilir.

Tüm zihinsel ürün alanlarında değişime duyarlı ve dinamik kriterler oluşturulur. Örneğin toplumu çok güldüren ve eğlendiren programlar, izlenme oranları ve izleme sonrası yapılan izleyici beğeni puanlamalarına göre kamusal fondan pay alırken, temel araştırmalar geçtikleri zorlu hakemlik süreçlerine göre fonlanabilirler. Müzik türleri için de benzer farklılaşmalar yapılabilir. Kültürel dayanışmayı yeniden üreten ve tahkim eden ürünler ile yabancılaştırdığı düşünülen ürünlerin puanları hesaplanırken farklı ağırlıklar kullanılabilir.

Bu bağlamda farklı seviyelerdeki (okul öncesi, ilk, orta, yükseköğretim, mesleki eğitim, özel beceri kursları vb.) eğitime dönük dijital ürünlerin puanlama sistemleri kendi içinde farklılaşabilir. Örneğin sürücü belgesi eğitimi videoları ile özel bir makinenin bakım ve onarım videolarının kamusallık yönü farklı olacağı için değerlendirilme ağırlıkları farklı olabilir. Trafikte iyi sürücülerin olmasına katkı ile bir müzik enstrümanının iyi kullanımına katkının toplumsal fayda değeri farklılaştırılabilir. Benzer biçimde sadece belirli alanlarda mesleki beceri kazandıran veya sadece hoş vakit geçirmeye yarayan dijital ürünler ile toplumsal dayanışma, etik değerlere bağlılık, çevreyi ve doğayı koruma, hoşgörü ve dayanışma hissini güçlendirme amaçlı dijital ürünlerin puan hesaplamalarındaki katsayılar farklı olabilir.

Tüm bu hesaplamaları kim yapacak diye soruluyorsa, bunun cevabı gayet basit. Gelecekte birçok kişi bu tür puanlama işlerinde ihtisas yapacak ve bu süreçlerin iyileştirilmesinde görev alacaktır. Bu alanda yüksek lisans ve doktora programları açılacak, gerekli uzmanlar yetiştirilecektir. Hani o ne olduğunu bilmediğimiz mesleklerden biri de bu dijital değer ölçme uzmanlığı olacak. Henüz olmayan bu faaliyet alanlarının uzmanlarının yetişmemiş olması böyle bir sistemin tasarımının yapılmasında bir engel olarak görülmemelidir.

Burada, uzman bilgisi yoluyla toplumu kültürel fonlama ile tek tipleştirme riski akla gelebilir. Evet, böyle bir risk her zaman söz konusudur. Gücü eline alanlar kendilerine her açıdan destek olan dijital ürünleri ortak fonlardan daha fazla yararlandırma eğiliminde olabilirler, tıpkı şimdi olduğu gibi. Burada da “bir kişi bir oy” temelli demokrasinin nihai çözüm için en uygun adres olduğunu söyleyebiliriz.

Dijital ürünlere kamusal destek kriterleri siyasetin önemli konuları haline gelebilir. Kitlelerden oy isteyen siyasiler bu kriterlerin istendiği yönde değişimini vadedebilirler. Hatta bu tür oylamalar seçimden seçime değil, anayasalara konan özel hükümlerle dijital platformlarda belli şartlar altında sürekli yapılabilir. Bu yolla temsili demokrasiden doğrudan demokrasiye de adım atılma şansı olur. Toplumun daha çok ağırlık verilmesini istediği ürünlerin puanlama sisteminin kendisi, siyasal elitlerin el değiştirdiği genel seçimlere kalmadan daha sık ve düzenli aralıklarla oylamaya tabi tutulabilir. Böylece kamusal fayda eksenli kaynak tahsisi yapılıp yapılmadığı genel seçimlerden daha erkenden fark edilebilir. O zamana kadar şimdiki gibi genel seçimler kalırsa!

Var mısınız böyle yeni bir sistem için kafa yormaya. Yoksa “boşveer ne güzel telif hakları sistemimiz var, uyguluyormuş gibi yapalım, gittiği yere kadar gitsin, sonrasını gelecektekiler düşünsün. Tüm sorunları biz mi çözeceğiz?” mi diyeceksiniz!

ARAZİ ÇEVİRİR GİBİ FİKİRLER KORUNABİLİR Mİ? KORUNMALI MI?

Ömer Demir –

Fikrî üretimin insanla birlikte var olduğunu tahmin edebiliriz. Akıl yürütme sonucu oluşan her türlü karar başta olmak üzere bütün zihinsel üretimler, bireylere fayda veya zarar verecek sonuçlar doğurur. Daha fazla yarar sağlayan zihinsel ürünler daha çok ilgi görür ve ödüllendirilmeye değer bulunur. Bu ödüllendirme maddi (gıda, yiyecek veya içecek, barınma vb.), manevi (itibar, sevgi, saygı) veya güç (sözü dinlenme, liderlik, yöneticilik vb.) tevdi etme biçimlerinden birinde veya hepsinden belirli oranlarda karşılık içerecek biçimde olabilir. Ödüle layık görülen her zihinsel ürün, sahibine sağlayacağı kazançlar nedeniyle özel mal olmaya adaydır. Özel malın oluşması sahiplik irtibatı ve meşruluk olmak üzere iki şartın bir araya gelmesini gerekli kılar.

Sahiplik bağlamında, ürünün onu ürettiğini ileri sürenle bağlantısının net ve kesin olması gerekir. Bir ürün benimdir diyen kişi bunun için yeterli kanıt sunabilmelidir. Bunun hem maddi üretim hem de fikrî üretim bağlamında bazı zorluklarına işaret edelim. Elinizdeki bir ekmek için “bu benimdir” dediğinizde başka hak iddia edenlerin olmaması, olsa da sizin kadar delil sunamamaları yeterli kabul edilir. Benzer şekilde bir fikri ifade ettiğinizde bunun size mi başkalarına mı ait olduğunun tespiti ekmekte olduğu kadar kolay değildir. Onu az önce birilerinden duymuş ya da kitaptan, dergiden veya internetten okumuş olabilirsiniz. Açıkça maddi varlığı nedeniyle ekmeğin mülkiyet izini sürmek, fikre göre çok daha kolaydır. Çünkü maddi varlıkların insanla olan ilişki zinciri zihinsel ürünlere kıyasla daha rahat kurulabilir. Ekmeği ne zaman, nerede, hangi unu hamur yaparak ürettiğinizi göstererek size aitliğini görece daha kolay biçimde tevsik edebilirsiniz. Ancak fikrî ürünler ilgilinin sözlü veya yazılı beyanı dışında kesin bir kanıt sunmanın zor olduğu, başkalarının müdahale edemeyeceği zihinlerde üretilip yine tevsiki zor olan görme veya duyma yoluyla aktarıldığı ve son tahlilde hafızalarda saklandığı için kendisine ait olduğunu iddia edenle mülkiyet ilişkisini kurmanın kolay olmadığı ürünlerdir. Üstelik bir şekilde bu ilişkinin kurulmuş olması tek başına yeterli olmaz. Kurulan bu ilişkinin meşruiyete sahip olması gerekir.

Meşruiyet, mal veya hizmetin kime ait olduğuna dair mülkiyet hakkının diğerleri tarafından da kabul ediliyor olmasını gerekli kılar. Evinizin yanındaki bir ağacın meyvelerini “bu ürünler benimdir” diyerek hemen sahiplenemezsiniz. Bu ağacın meyvelerinin size ait olması için çevrenizdeki diğerleriyle bir uzlaşma sağlamaya ihtiyaç vardır. Eğer herkes sahiplendiği ağaçlara birer işaret koysun ve o işaretle diğerlerininkilerden ayrışsın biçiminde bir norm oluşursa, mülkiyet hakkı tanımlanmaya başlar. Yani mal veya hizmetin sizinle olan irtibatını, sadece sizin değil diğerlerinin de meşru görmesi gerekir. Önemli olmakla birlikte sahiplenme gücünün varlığı, tek başına meşruiyet sağlamaya yetmez. Başkalarının onayının olmadığı sahiplenmeler çatışma sebebidir ve çatışmanın olduğu yerde hakkın değil gücün dediği olur. Güç hakka göre daha maliyetli bir taksim aracıdır ve o sebeple mümkün olduğu ölçüde hak temelli dağıtım daha fazla meşruiyet sağlar.

Mülkiyet oluşturma amaçlı başkalarını dışlayabilmek için malın talep edilen miktarından az olması, yani kıt olması gerektiğini belirtmeye gerek yok. Yani dünyada talep edilen miktardan fazla bulunan serbest mallar (güneş, hava, yerine göre yağmur veya nehir suyu vb.) pek özel mülkiyet konusu edilmezler.

Fiziksel Dünya ve Zihin Dünyasında Mülkiyet Hakkı

Telif hakkı, ağırlıklı olarak zihin emeğine dayalı olarak üretilen bir eseri meydana getiren kişinin eserle ilgili olası her tür sonuca sahip olma imkânlarını ifade eder. Telif hakkının sınırlarını çizmenin zorluğuna yukarıda işaret ettik. Zorluk sadece müellife ait olanı belirleme de değil, sınır çizilse de o sınırları korumanın da fiziksel varlıklara göre ilave zorlukları vardır.

Zira telife konu olan zihin emeği ürünler, maddi varlıkların başkaları tarafından kullanımının sınırlandığı biçimde kolayca sahiplenilemezler. Çünkü yukarıda bahsedildiği üzere, hem üretim biçimleri hem saklama yöntemleri hem de çoğaltma imkânları farklıdır. Bir arazi çitle çevrelenerek sahiplenilebilir, sahibi dışındakiler tarafından kullanımı kısmen veya tümüyle engellenebilir. Çitle çevirmek veya bekçi koymak maliyetli bir iştir ama sonunda bu maddi varlık, bu yolla büyük ölçüde sahiplenilip koruma altına alınabilir. Ama telife konu zihin emeği ürünler için durum biraz farklıdır. Örneğin bir ekmek üretildiğinde onu kimin tüketmeye hakkı olduğunu belirlemek görece kolaydır. Ancak bir zihinsel ürün meydana getirildiğinde ona diğer insanların hangi ortamlarda (yazılı, sözlü, görüntülü vb.) hangi kısıtlar çerçevesinde ulaşabilmelerinin “uygun” veya “yerinde” olduğunu belirlemek ekmek kadar kolay değildir. Söylenen güzel bir söz, geliştirilen bir matematik formülü birilerine söylendiğinde veya bestelenen bir melodi bir kez mırıldanıldıktan sonra birçok kişi tarafından izi sürülemeyecek biçimde hafızadan hafızaya aktarılıp, kısmen dönüştürülüp istenildiğinde kullanılabilir veya terennüm edilebilir. Veya yeni bir ev tasarımını bir kez görenler kısa sürede projenin çok benzerini hayata geçirebilirler. Buna geliştirilen bir oyun, keşfedilen bir sorun çözme yolu ya da elbise tasarımı gibi telife konu olabilecek yüzlerce zihinsel ürün eklenebilir. Açıktır ki, zihinsel ürünleri koruma altına almak, toprağı, evi, arabayı, sürüyü, buğdayı vb. koruma altına almaktan çok farklıdır.

Kısacası, bireyin zihninden dışarı çıkmış ve başkaları tarafından en az işlem gerektiren haliyle hafızalarda, buna ek olarak yazı, ses veya görüntü olarak kaydı alınabilecek işlemlere tabi tutulmuş bir bilgi üzerinde fiziksel varlıklarınkine benzer mutlak mülkiyet ihdası/iddiası mümkün değildir. Hatta bir bilgiyi hafızasında saklayıp gerektiğinde kullanan birisini, ilk üreticisinin, izni olmadığı gerekçesiyle kullanımdan men etmesi, ispat ve delillendirme zorluğu nedeniyle neredeyse imkânsızdır.

Yön bilgisini öğretip doğu, batı, güney ve kuzey yönlerini birine söyledikten sonra her doğuya gideceğinde aldığı bu yön bilgisi nedeniyle öğreticiye bir ödeme yapma zorunluluğunun getirilmeye çalışıldığını düşünelim. Bunun başarılı olması ancak bilginin eksik verilmesi, tüm parçaların bir araya getirilmesinin zorlaştırılmasıyla sağlanabilir. Bu durumu anlatmak için “usta en iyi numarasını öğretmez” denir.

Koruma sağlamada fiziksel güç başta olmak üzere güç kullanımı önemli yer tutar. Maddi varlıklar ağırlıklı olarak güç yardımı ile korunurken zihinsel ürünlerde maddi olmayan yaptırımlar da devreye girer. Onun için “kul hakkı” veya “tüysüz yetimin hakkı” söylemleri bu bağlamda önem kazanır.

Yazının İcadı ve Kâğıdın Bulunması ile Başlayan Dönüşüm

Hangi fikrin özel mal hangisinin de kamusal mal olduğu, fikrin özelliklerinden ziyade ortaya çıktıktan sonra onu çoğaltan ve yayan araçların maliyet durumuna bağlı olması, fikrî üretimi diğer üretimlerden ayıran önemli bir özelliktir. Bunu, kitap örneği üzerinden izah edelim.

Bir fikrî eseri vücuda getirmek için katlanılacak maliyetleri kabaca tek nüsha ve çok nüsha olarak ikiye ayıralım. Biri, bir zihin emeği olarak kitabın ilk nüshasının yazılması evresinde harcanan gayret, kullanılan zaman ve bu sürede müellifin hayatını devam ettirmesi için yaptığı masraflardır. Zihninde bir bilgi içeriğini oluşturan kişinin onu kitaba dönüştürmesi için kâğıtlara yazması, üzerinde tashihler yapması ve sonra onu çoğaltıp diğer insanlara ulaştırmasının işlem aşamalarını düşünelim. İkinci aşama ilk nüsha ortaya çıktıktan sonra eserin çoğaltılıp okuyucuya ulaştırılması sürecinde kullanılan hammadde, çalıştırılan insan ve yapılan her türlü masraflardır. Estetik bir kapak, gözü yormayan bir dizgi, varsa görsel malzemeler, temiz ve uygun ebatlarda bir kâğıda basma, okuyucunun o eserin varlığından haberdar olmasını sağlayacak tanıtım ve reklam ve nihayet onu edinmeyi isteyene ulaştırma aşamalarında katkıda bulunanlar da kitaba değer katarlar.

İlk aşamanın çok önemli olduğundan ve işin aslını oluşturduğundan şüphe yoktur. Çünkü asıl olan, telif sahibi yazarın ilk nüshayı yazmasıdır. Yayıncı, dağıtıcı, perakendeci sonra gelir.

Öte yandan fikir üretim sürecinde, ilk ürünü üretme ile sonrakileri üretme arasında önemli maliyet farkı vardır. Yazarın ilk nüshayı ürettiğinde yaptığı fedakârlıkların hiçbirini (gözden geçirme ve güncelleme hariç) daha sonraki nüshalarda yapmasına gerek yoktur. Yani yazar açısından tüm maliyet ilk nüshanın üretiminde gerçekleşir (tanıtım için imza günlerine katılmadığını düşünelim). Tarihin her döneminde elinize aldığınız bir kitabın orijinal nüsha ve çoğaltılmış nüsha maliyetleri arasında ikinciler lehine büyük fark vardır. Bugün kâğıda basılı bir eserde yazarın telif hakkı yüzde 20 civarındadır. Geri kalan yüzde 80’i, orijinal nüshayı çoğaltmak için ortaya çıkan maliyetler oluşturur. Matbaa öncesi dönemde, çoğaltma işlemini çoğunlukla yazarın dışında yazısı güzel olan müstensihler yapardı. Bir kişinin haftalarını ayırıp eserin kopyasını çıkarması yanında, onlarca kişinin her birinin belirli sayfaları çoğaltıp sonra birleştirip kısa sürede kitabın bir nüshasını ürettiği (adeta insanlar yoluyla fotokopi çekilen) çoğaltma evlerinin yaptığı muazzam işi düşünün. Matbaa bu işlemleri çok büyük ölçüde azaltan bir teknoloji olarak ortaya çıkmıştır. Müstensihlerin yerini kurşun kalıp ve çoğaltma makineleri almış, kitap çoğaltmada seri üretime geçilmiştir. Dizgisi yapılıp tashihleri tamamlanmış fasiküller halinden baskıya geçildiğinde çoğaltma hızı artırmış maliyetler olağanüstü düşmüştür. Elektronik dizgiye geçilince dizgi ve tashih masrafları ortadan kalkmış, lazer baskıya geçince de kurşun kalıplar terkedilmiş, talebe göre istenildiğinde istendiği kadar çoğaltma imkânı oluşmuş, depolama maliyetleri düşmüş, elde satılmayan basılı eser kalması yoluyla maliyetleri karşılayamayarak zarar etme riski minimize edilmiştir.

Günümüze gelindiğinde bir yandan bu geleneksel baskı ve çoğaltma türlerinin tümü halen değişik ölçülerde kullanılırken yeni bir teknolojik gelişme olarak dijitalleşme ortaya çıkmıştır. Dijitalleşme pdf’si alınan bir kitap metninin aynı anda binlerce insana sıfıra yakın bir maliyetle dağıtılmasını mümkün hale getirmiştir. Sıfır demememizin sebebi, internet abonelik bedelinden giden veri tüketim gideri, gönderme işlemi sırasında kullanılan cihazların harcadığı elektrik veya pil enerji bedeli ile gönderme işlemi için harcanan zaman ve emeğin de bir maliyeti olduğunu göz ardı etmemek içindir.

Sonuç olarak günümüzde bir kitabın ilk nüsha üretimi ile sonraki nüshaların üretimindeki maliyet farkı, geçmiş dönemlerle mukayese edilemeyecek biçimde düşmüştür. Bu da bir kitaptan yarar sağlayacak kişilerin ona ulaşımında yepyeni bir durum ortaya çıkarmıştır.

İlk nüshadan sonraki çoğaltmalarda muazzam bir maliyet avantajı ortaya çıkardığı için telif haklarının evriminde matbaanın icadı önemli bir dönüm noktasıdır. Ancak, yukarıda da ifade edildiği gibi, kâğıt baskı bir kitabın piyasa fiyatı içinde ilk nüshadan sonraki çoğaltım ve dağıtım maliyetleri yüzde seksenden fazla yer tutmaktadır. İşte dijital teknolojilerdeki gelişme matbaa sonrası ikinci bir devrimle bu yüzde 80 maliyeti neredeyse tümüyle ortadan kaldırmıştır.

Fikrî eserin orijinal nüshası ile çoğaltılmış nüshaları arasındaki maliyetleri azaltan teknolojik gelişmeler, telif hakkının kapsamını da etkilemiştir. Tek nüshası olan bir eserden yararlanmak ile kolayca çoğaltılabilen nüshaları olan bir eserden yararlanma arasındaki farkı düşünelim. Tek nüshada tüm telif maliyetini o nüshayı edinmek isteyen kişi ödemek zorundadır. Bu sebeple ilk zamanlar yazılı eser sahibi olmak büyük servet gerektirirdi. Yöneticiler ve servet sahibi soylular dışında kimsenin bugün neredeyse her evde bulunan büyüklükte bir kütüphanesinin bulunmasını düşünmek hayal ötesi  bir durumdu. Bu sebeple eser yazanlar, kendileri bir şekilde servet sahibi değil iseler, bunun için kendilerine bir mali hami bulmak zorundaydılar. Yani bir düşünceyi kitap haline getirmek için o konuya ilgisi olan ve tüm telif giderlerini karşılayacak bir zengin bulmak gerekirdi. Hem okuma yazma öğrenme hem de okuyup yazma işlerini finanse etmede bireysel zenginlerin dışında uygun ortamlar, çoğunlukla topluluk tarafından bağışlar yoluyla anonim olarak finanse edilen dinî mabetlerde ortaya çıkmıştır. Bu yönüyle bakıldığında mabet merkezli fikrî ürünlerin üretimi, çoğunlukla kolektif katkı ile finanse edilmiştir.

Matbaa bu süreçte biri arz diğeri talep tarafında olmak üzere iki önemli etki yaratmıştır. İlki, kitap çoğaltma maliyetlerini düşürerek daha çok kişinin kitap edinebilmesine imkân sağlamıştır. Bu talep tarafını genişletmiştir. Çoğaltılan her bir üründe telifin payının azalması, eser üretimini daha geniş kitlelerin beğenisine bağlı hale getirmiştir. Bu da arz tarafında artışa yol açmıştır. Önceleri bir eserin ortaya çıkması, onun tüm telif maliyetini ödeyecek çok zengin birini bulmayı gerektirirken, sonraları daha az ilgisi olan ve daha az bedel ödemeye hazır kişilerin talebi, üretimin hem baskı adedinin artmasına hem de kitap çeşidinin çoğalmasına yol açmıştır. Bu süreçte en önemli işlevi çoğaltma maliyetlerinin azalmasına yol açan teknolojilerin gördüğünü göz ardı etmemek gerekir. Tüm dünya genelinde okuma yazmanın ve temel eğitimin yaygınlaşması, resmî eğitimlerde okunacak eserlerin giderek sayı ve çeşit olarak artmasının bir dışsal faktör olarak bu süreci etkilediğini de ayrıca kaydetmeliyiz.

Kalabalığa Sesli Okumak ile Sosyal Medyada Dağıtmak Arasında Nasıl Bir Fark Var?

Bir kitabın kullanımının tek yolu satın almak değil kuşkusuz. Ödünç vererek veya sesli okuyarak çok kişinin ondan yararlanması sağlanabilir. Okuma yazmanın sınırlı olduğu dönmelerde bu sesli okuma yöntemleri çok yaygındı. Sesli okumanın telif hakkı ihlali kapsamında değerlendirilmediğini görmekteyiz. Bunun temel nedeni, sesli okuma yoluyla kitaplardan yararlananların kitabı satın alma eğilimini azaltmaması, tersine ilgisi ve alım gücü olabileceklere kitabı tanıtma işlevi görmesidir. Yani okuma imkânı bulduğu için kitabı satın almayan sayısı sınırlıdır. Çünkü bu hem harcanan zaman ve yararlanmanın kapsamı hem de yararlanmak için zamanı uygun bir okuyucuyu gerektirmesi bakımından sahip olmaya göre kısıtlı bir yararlanma türüdür. Bu sebeple sahip olup okuma imkânı olanların bir okuyanı bulup onu dinlemeyi tercih etmeleri hiç beklenmez. Bu yüzden, sesli okumanın satın alma talebini azaltıcı bir etkide bulunmayacağını söyleyebiliriz. Buna benzer bir işlevin internetten ücretsiz dağıtımda olduğunu söyleyebiliriz.

Buradaki kritik soru, satın alınan bir kitabı sınıfta öğrencilere, köy odasında oturanlara veya aile, dost sohbetinde bir araya gelenlere sesli okumak ile sadece bir “gönder” veya “paylaş” tuşuna basarak 10 saniye içinde binlerce kişiye ulaştırma arasında ne tür bir farklılığın olduğudur. Bir açıdan bakarsanız fark yok gibi, başka açıdan bakarsanız fark muazzam.

Fark yok gibi, çünkü satın aldığınız bir kitabı içinizden okuma ile başkalarının da duyacağı şekilde sesli okuma arasında okuma hızının düşmesi ve sesli okumanın getirdiği ilave “nefes tüketme” maliyeti diyebileceğimiz, az da olsa ilave bir maliyet söz konusudur. Dinleyenler de, okuyucu ile eş zamanlı olarak zaman ayırıp dikkatlerini verip dinleme dışında başka bir maliyete katlanmazlar. Muhtemelen aktif okuma harcanan gayret bakımından daha maliyetlidir onlar için. Bunlara nüsha çoğaltma dışı kullanım maliyetleri diyelim. Benzer şekilde dijital platformlarda veya sosyal medyada paylaşım yoluyla diğerlerinin esere ulaşımının maliyeti çok daha düşüktür. Yani başkalarının okuduğundan dinleyerek istifade etme ile dijital platformlarda paylaşım yoluyla okuma durumunda nüsha çoğalma maliyeti sıfıra yakın ve nüsha çoğaltma dışı kullanım maliyetlerinin çok düşük düzeyde kalacağı söylenebilir.

Fark muazzam, çünkü dijital dağıtım yoluyla aynı anda ulaşılabilecek kişi sayısı sesli okumaya göre mukayese kabul etmeyecek kadar fazladır ve bu nedenle ortaya çıkan “potansiyel” toplam fayda neredeyse hesaplanamaz büyüklüktedir. Faydaya potansiyel denmesinin nedeni eserleri edinenlerin ne kadarının onları okuyacağının belirsiz olmasıdır. Aynı belirsizlik kitap satın alanlarda da vardır ama dijital kullanımda bedavacılık eğilimi çok daha düşük, israf yok denecek düzeydedir. Dijitalleşmenin yol açtığı dijital bedavacılık, (bedel ödemediği için tüketemeyeceği kadar dijital mala sahip olma) özel mal ve geleneksel rakiplik özelliği olan orta mallardaki bedavacılıktan önemli bir yönüyle farklılaşır. Özel ve rakiplik özelliği olan orta mallarda bedavacılık aşırı kullanım veya tüketmeyeceği veya kullanmayacağı halde sahiplenme nedeniyle kaynakların bir kısmının boşa gitmesine (israfa) yol açarken dijital serbest mallarda marjinal maliyet sıfıra yakın olduğu için böyle bir durum söz konusu değildir. Yani kitapların dijital nüshalarını edinenlerin onları okumamaları, kâğıda basılı kitapları okumamalarının yol açtığı alternatif maliyetlere yol açmadığı için israfa kapı aralamaz. Çünkü okunmayan kitaplarda olduğu gibi başka alanlarda kullanılabilecek kaynakların (kâğıt, baskıda kullanılan kimyasallar, yakıt, insan emeği vb.) gereksiz yere kullanımına benzer bir durum ortaya çıkmaz.

Sonuç olarak denebilir ki, bir eseri bir tuşa basarak binlerce kişiye dağıtmak, kitabı kalabalıkta sesli okumaya benzer ama onunla mukayese kabul edilemeyecek büyüklükte toplumsal fayda sağlama potansiyeli oluşturur. Üstelik israf olarak denebilecek bir duruma yol açmadan.

Ayrıca dijital teknolojiler sayesinde insanlar bir şekilde üretilmiş olan bilgileri istedikleri zaman okumak üzere depolayabilmeleri, istediklerinde kullanabilmeleri ve arzu ettikleri diğerlerine anında iletebilmeleri de dinleme yoluyla istifade etmeye göre ilave avantajlar sunmaktadır. Bu yeni durumda pasif yararlanmanın bazı avantajları olmamasına karşın birilerinden dinlemeyle dikkat eksikliği nedeniyle ortaya çıkacak bilgi kayıpları fazlasıyla telafi edilebiliyor. Yani ilk nüshası özel mal niteliğinde olan telife konu olan eserin sesli okuyarak veya ödünç vererek yaratılan kamusal fayda göz ardı edilecek kadar sınırlıyken dijitalleşme ile sonraki nüshalar birden dijital serbest mala dönüşüyor.

İlk nüsha üretiminde özel mal olan eser, daha sonra dijital platformlarda çoğaltıldığında kendiliğinden rakipsizlik özelliği kazanır, kolay dağıtım nedeniyle de büyük ölçüde dışlanamazlık elde eder. İşte dijitalleşmenin fikrî mülkiyete konu özel malları kolayca ve tümüyle serbest mala dönüştürmesi insanlık tarihinde tamamen yeni bir durumdur. Buraya kadar ilginiz kopmadıysa devamı için haftaya da bekliyoruz. Konuyu nihayet bağlayacağız ( o niyetle yazacağız, yoksa konuyu bağlamak kimin haddine!).

Akif Çarkçı –

Afrika, yaklaşık 30 milyon kilometrekare toprağa, 1,3 milyar nüfusa sahip büyük bir kıtadır. Afrika kıtasında toplam 58 ülke bulunmakta olup, Somaliland ve Sahra Demokratik Arap Cumhuriyeti Birleşmiş Milletler (BM) tarafından tanınmamaktadır.

Etiyopya ve Liberya hariç olmak üzere kıtanın neredeyse tamamı Avrupalı güçler tarafından sömürgeleştirilmiştir. 2. Dünya Savaşı’ndan sonra kıta ülkeleri kâğıt üzerinde birer birer bağımsızlıklarını kazanmışlar gibi gözükse de sömürgeci güçlerin ülkelerde kurdukları yeni sömürgeci sistemler sayesinde sömürülen ülkeler gerçek anlamda bağımsızlıklarına kavuşamamışlardır. Bilhassa Fransa bu süreçte gücünü sürekli olarak tahkim etmeye çalışmış, kültürel, siyasi ve ekonomik açıdan eski sömürgelerini elde tutmaya devam etmiştir. Afrika ülkelerinde yaşanan siyasi istikrarsızlığın temel nedeni bu sömürgeci güçlerin ülkelerde bıraktıkları siyasal anlayış ve yönetim mirası ile yakından ilişkilidir.

Afrika kıtası, dünya çatışma alanları içerisinde, askerî müdahaleler ve terör olayları bakımından siyasal şiddetten en çok etkilenen bölgelerin başında gelmektedir. Etnik gerilim ve çatışmalar, insan kaçakçılığı, iç savaşlar adeta kara kıtanın kaderi haline gelmiştir. Kaos ve şiddetin böylesine yoğun yaşandığı bir bölgede siyasal istikrarın sağlanması kısa vadede ne yazık ki mümkün gözükmemektedir. Özellikle pek çok ülkede meydana gelen askerî darbelerin ardı arkası kesilmemekte, Arap Baharının yaşandığı Kuzey Afrika kuşağında ve terör olaylarının sıkça meydana geldiği Sahra Altı Afrika’da siyasal şiddetle birlikte askerî darbeler de ülkelerin adeta yakın gelecekteki kaderini belirlemektedir.

Afrika ülkelerinde 1950’lerden bu yana 200 civarında askerî darbe yaşanmış, bu darbeler yoğunlukla Gine Bissau’dan Sudan’a kadar uzanan çizgide, Sahra Altı Müslüman ülkelerde gerçekleşmiştir. 1990 yılından bu yana dünyadaki 40 askerî darbenin 30 kadarı Afrika’da gerçekleşmiştir. 1

Bir başka değerlendirmeye göre, teorik açıdan post kolonyal dönemin başlangıcı olarak kabul edilen 1946 yılından 2022 yılına kadar Afrika kıtasındaki 48 ülkede toplamda 323 askerî darbe yapılmış, bunlardan 97’si başarılı olmuş, diğerleri ise başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Arap Baharının başlangıcı olan 2011 yılından bu yana ise kıta ülkelerinde 43 askerî darbe girişimi yaşanmış, 10’u mevcut siyasal yönetimleri devirmiştir. 2  

Bir başka araştırmaya göre ise 1960-2000 yılları arasında Afrika’da her dört yılda bir askerî darbe gerçekleştirilmiştir. 2019’dan önceki yirmi yıllık zaman dilimi içerisinde ise Afrika’da ortalama iki yılda bir darbe girişimi yaşanmıştır. 2020 yılında Kıtada bir askerî darbe yaşanırken 2021 yılında 6 darbe yaşanmış, bir de darbe girişiminde bulunulmuştur. 3

1952 yılından bu yana Afrika’da en çok darbe yapılan ülke ise 17 darbe girişimi ile birinci sırada yer alan Sudan’dır. Bu darbelerden 5’i başarıyla sonuçlanmıştır. Sudan’dan sonra sırasıyla Burundi’de 11, Sierra Lone’de 10, Gine Bissau, Mali, Burkina Faso, Benin ve Nijerya’da 8 askerî darbe yaşanmış, Komorlar’da 9, Çad’da ise 7 askerî darbe söz konusu olmuştur. 4

Rakamlardan da anlaşılacağı üzere ne yazık ki Afrika kıtası siyasal şiddet ve siyasal istikrarsızlık bakımından son derece kaotik bir bölgedir. Sadece son on yılda yaşanan askerî darbeler neticesinde Kuzey Afrika kuşağında seçimle işbaşı yapan hükümetler askerî müdahale yöntemiyle birer birer devrildiği gibi Afrika’nın diğer bölgelerinde yaşanan askerî darbelerle ise bazı ülkelerde on yıllardır iktidarda olan kişiler alaşağı edilmiş 5 (örneğin Sudan’da askerî darbe ile 1989’da iktidara gelen Ömer El Beşir 2019 yılında askerî müdahale ile devrilmiştir) ve siyasi iktidarlarına son verilmiştir. Gerçekleştirilen bu darbeler karşısında Afrika Birliği ve Birleşmiş Milletler (BM) gibi uluslararası kuruluşlar çoğu zaman darbecilere karşı sert yaptırımlarda bulunmamış, siyasi gücü eline geçiren yönetimleri tanımak durumunda kalmışlardır.

Afrika’da son 18 ayda Mali, Çad, Gine ve Burkina Faso’da gerçekleştirilen darbelerde çok sayıda insan hayatını kaybetmiş, kıta genelinde terör ve şiddetle birlikte yolsuzluk, açlık, uluslararası müdahaleler, ekonomik zorluklar kaçınılmaz birer durum haline gelmiştir. Günden güne güçlenen terör örgütlerinin siyasi istikrarsızlığın temel aktörü olarak ortaya çıktığı pek çok Afrika ülkesinde 2015 yılından bu yana 1,5 milyondan fazla insan yerlerinden edilmiş, sadece Burkina Faso’da gerçekleşen darbede 2 binden fazla insan hayatını kaybetmiştir. Burkina Faso’da sadece 2020 yılında 500, 2021 yılında ise 1150 terör saldırısı düzenlenmiştir.6

Demokratik yollarla ya da kendisinden evvel gerçekleşmiş iç ya da dış müdahale ile yönetime gelen hükümetlerin askerî hareket yoluyla yıkılması7 olarak tanımlanabilecek askerî darbelerin (her ne kadar ülkeden ülkeye değişen koşullarda, farklı gerekçelerle gerçekleştirilmiş olsa da) Afrika özelinde pek çok siyasi, ekonomik ve sosyal nedeni bulunmaktadır. Bunların başında Afrika kıtasını uzun yıllar boyunca sömüren Avrupa devletlerinin eski sömürgelerinden vazgeçmemeleri ve yeni bir sömürgecilik anlayışıyla (post kolonyal dönem) hareket etmeleri gelmektedir.

Örneğin Fransa Bretton Woods anlaşması sonrasında kullanımı bir zorunluluk olarak kabul edilen Fransız frangını sömürdüğü ülkeler üzerinde bir sömürü aracı olarak kullanmaya başlamıştır. Batı ve Orta Afrika ülkelerinde Fransa tarafından kurulan merkez bankaları aracılıyla Fransa ile söz konusu ülkeler arasında sermaye hareketliliği ilişkisi kurulmuş, pek çok ülke ekonomik bakımdan Fransa’ya bağımlı hale getirilmiştir. Sömürge para birimi sisteminden ayrılmak isteyen ülkelerde askerî darbeler yoluyla siyasi yönetimler Fransa eliyle devrilmiş ya da mevcut yönetimler terör ve siyasal şiddet yoluyla hizaya sokulmaya çalışılmıştır. 8

Diğer taraftan Afrika ülkelerinin pek çoğunda sömürge döneminin bir mirası olarak asker egemen yönetim anlayışı kabullenilmiş bir gerçeklik haline dönüşmüş, bu durum bir süre sonra bölgesel bir kültür haline gelmiştir. 9 Afrika ülkelerinin pek çoğunda yaşanan, açlık, kıtlık, terör ve sefalet gibi olumsuz koşulların ancak askerî yönetimler eliyle düzeltilebileceği görüşü ne yazık ki sadece sıradan halk kesimleri arasında değil ülkelerdeki elitlerde de yaygın bir kanaat haline gelmiş bulunmaktadır.

Kıtada, özellikle son yıllarda  gerçekleştirilen askerî darbelerin pek çoğunun temel gerekçeleri ya da sebepleri arasında ülkelerdeki yönetim sistemlerinin kayırmacı bir yapıya bürünmesi, işsizlik gibi ağır ekonomik sorunlar, orduların ülke ekonomileri üzerindeki tartışmasız hâkimiyeti, uluslararası güçlerin yerleştikleri ülkelerdeki çetin rekabeti, temel tüketim mallarına ulaşmadaki güçlükler, halkın tamamının ya da farklı kesimlerinin yönetim süreçlerine dahil edilmemesi, yönetici elitlerle halkın çıkarlarının ters düşmesi gibi etkenler bulunmaktadır.

Ülke yönetimlerinde söz sahibi olan elitlerin ya da bilhassa askerî bürokrasinin siyasal istikrarı sağlama noktasındaki samimiyetsizlikleri sömürgeci ülkelerin iştahını kabartmakta, eski sömürgelerindeki nüfuzlarını kaybetme korkusu Fransa gibi ülkelerin mevcut yönetimlerin devamı yönünde tavır almalarıyla ya da memnun olmadıkları yönetimleri devirmeleriyle sonuçlanmaktadır. Yönetim değişikliği sağlanan ülkelerde ise sömürgeci devletin etki alanında kalması garanti altına alınan cunta yönetimleri kurulmaktadır. Bu kısır döngü neticesinde halkların çıkarlarını temsil edecek siyasi oluşumlara gidilememekte, ülke kaynakları üzerinde bir avuç askerî elitin hâkim olması sağlanmış olmaktadır.

Tam da bu noktada kısır döngüyü kuvvetlendiren bir başka önemli etken ise bölge halklarının mevcut istikrarsızlıktan ancak askerî darbe yoluyla kurtulabilecekleri yönündeki ilginç kanaattir. Mesela Mali ve Burkina Faso’da askerî darbe, terör, darbeler ve istikrarsızlıktan mustarip olmuş halklar için bir kurtarıcı girişim olarak görülmüştür. 10 Öte yandan Sudan gibi ülkelerde demokratik gelişim ve siyasal istikrar arayışı öne çıkmış ancak sivil güçlerin kendi aralarındaki çatışmalardan dolayı beklenen ilerleme ne yazık ki sağlanamamıştır.

Kıta üzerinde emelleri olan ülkelerin çıkar çatışmaları da Afrika ülkelerinde askerî darbelerin sıkça gerçekleşmesinde bir başka etken olarak görülebilir. Son zamanlarda Libya, Cezayir, Mali, Sudan ve Orta Afrika ülkelerinde askerî güçleri bulunan Rusya’nın Afrika güç dengesinde etkili bir aktör olarak öne çıkmaya başladığı gözlemlenmektedir. Her yıl kıta ülkelerinde yeni açılımlar geliştiren Rusya özellikle eski Fransız sömürgelerinin yer aldığı Batı Afrika ve Sahra Altı Afrika ülkelerinde tahkim ettiği askerî güç etkili hale gelmiş bulunmaktadır.

İşin ilginç tarafı Kıtada terör örgütlerinin Batılı ülkelerce desteklendiği düşünen Afrikalılar, Rusya’nın böyle kritik bir konuda kendilerine destek verebileceğini düşünmektedirler. Bu durum Rusya’nın Fransa’nın aleyhine olmak üzere bölgede günden güne güçlenmesine sebebiyet vermektedir. Kıta üzerinde emelleri olan Çin ise daha çok ekonomik gücüyle etkili olmaya çalışmaktadır. Afrika Birliği gibi bölgesel kuruluşlar bölgede yaşanan askerî darbeleri kınayıp ilgili devletlerin üyeliklerini askıya almak isterken, BM nezdinde yapılan yaptırım girişimleri Rusya ve Çin tarafından veto edilerek engellenmektedir. Böylece Fransa’dan başka Rusya da askerî yönetimleri destekleyerek bölgedeki çıkarlarını sağlama almaya çalışmaktadır. 

Bu tabloya bakarak netice olarak şunu söylemek mümkündür. Gerek Afrika ülkelerindeki iç dinamikler gerekse uluslararası güçlerin Afrika üzerindeki rekabeti neticesinde yakın gelecekte de bazı Afrika ülkelerinde askerî darbelerin gerçekleşebileceği neredeyse bir kader olarak karşımızda durmaktadır. 2022 Şubat ayında Gine Bissau’da Başkan Embalo’ya karşı gerçekleştirilen başarısız darbe girişimi bu öngörünün pek de haksız olmadığının bir göstergesi olarak okunabilir.

Bölgede herhangi bir olumsuz geçmişi bulunmayan Türkiye ise Afrika’daki pek çok ülkeyle, askerî, ekonomik, kültürel, sosyal ve diplomatik ilişkiler gerçekleştirmekte, yükselen bir güç olarak Fransa ve Rusya nezdinde güçlü bir denge unsuru olarak varlık göstermeye gayret etmektedir. Özellikle teröre karşı güvenlik, ekonomik sorunlara karşı refah ve kalkınma, siyasi istikrarsızlık karşısında daha fazla demokrasi ve istikrar başlıklarında Türkiye bölge ülkelerindeki etkinlik sahasını genişletmeli, 2009 yılında başlatılan Afrika açılımını daha da genişleterek karşılıklı birliği ve kazanıma dönük politikalarını sahada daha da etkin hâle gelecek atılımları yapmalıdır. Zira Akdeniz’in öte yakasından kendilerine uzanan dost eli Afrika halkları için bir kurtuluş kaynağı olabilir. Tarihsel geçmişimiz ve medeniyet değerlerimiz bu potansiyeli fazlasıyla vadetmektedir.


  1. Ali Maskan, “Afrika’da Artan Darbeler Nasıl Okunmalı”, https://www.aa.com.tr/tr/analiz/gorus-afrikada-artan-darbeler-nasil-okunmali/2494054, 22.03.2022.

  2. Volkan İpek, Mali, Gine ve Burkina Faso Darbeleri, Ortadoğu Analiz Dergisi, c.13, s.111, Mart-2022, s.21.

  3. Jonathan M Powell & Clayton L Thyne, Global instances of coups from 1950 to 2010: A new dataset, Journal of Peace Research 48(2) 249–259.

  4. Peter Mwai, Sudan’da darbe: Afrika’da Askerî Müdahaleler Neden Artıyor? https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-590575292, 22.03.2022.

  5. Yine Zimbabve’de 2017 yılında gerçekleşen askerî darbe ile 37 yıldır iktidarda olan Robert Mugabe iktidardan indirilmiştir.

  6. Maskan, a.g.m.

  7. İpek, a.g.m., s.20.

  8. Kaan Devecioğlu, “Afrika’da Darbe Olgusu: Algı ve Gerçeklik Arasında”, Ortadoğu Analiz Dergisi, c.13, s.111, s.24.

  9. A.g.m., s.25.

  10. Devecioğlu, a.g.m., s.26.

Ömer Toprak –

İktisadi hayatın işleyişi çeşitli yönlerden kullanılan takvime bağlıdır. Çoğunlukla yaz aylarına rastlayan hasat mevsiminde düşen gıda fiyatları veya kışları artan enerji tüketimi gibi doğrudan mevsimsel etkiye açık iktisadi göstergeler vardır. Bunların yanında, birçok toplumda kültürel, ulusal ya da dini günlerin de iktisadi hayatı etkilediği görülür. Kefaret Günü (Yom Kippur), Hanuka (Hanukkah), Noel (Christmas), Şükran Günü (Thanksgiving), Cadılar Bayramı (Halloween), Ramazan ayı, Ramazan ve Kurban bayramları gibi özel günler ve dinî bayramlarda hediyeleşmek, yeni kıyafetler almak ve özel yemekler hazırlamak gibi sebeplerle harcamalar yükselir, memleket seyahatlerinin artmasıyla yolcu ulaşımı yoğunlaşır.

Söz konusu mevsimsel etkilerin tespiti çok gelişmiş bir istatistik alanıdır. Ancak bu konu, beklenebileceği gibi, çoğunlukla Gregoryen takvim esas alınarak çalışılmıştır. Bugün ülkelerin büyük çoğunluğu Gregoryen takvim kullanıyor olsalar da çeşitli Müslüman, Yahudi, Hindu ve Çinli topluluklar kendi dinî ve geleneksel günlerini güneş yılı ile uyuşmayan farklı takvimler kullanarak takip ederler. Ancak, iktisadi göstergelerin çoğunlukla bu takvimlere göre değil de Gregoryen takvime göre üretiliyor olması söz konusu günlerin etkilerinin tespitini zorlaştırır. Örneğin Hicri takvim 355 veya 356 günlük ay yılına dayalı 29 veya 30 günlük 12 aydan oluşurken, güneş yılına dayalı Gregoryen takvimin bir yılı 365 veya 366 gündür. Bunun sonucu olarak ay yılındaki sabit bir gün, her yıl, güneş yılının daha erken bir dönemine kayar. Bu yüzden, Gregoryen takvimde kayan olayların etkilerinin gözlenmesi, güneş yılına dayalı iktisadi göstergelerin gözlenecek olayın dayalı olduğu takvim sistemine dönüştürülmesini gerektirir.

Hicri takvimin dokuzuncu ayı olan Ramazan ayı insanların hayatlarına sosyo-ekonomik etkileri olan zaman aralıklarından birisi olarak kabul edilir. Ramazan ayında oruç tutma ve ilgili başka faaliyetlere bağlı olarak Müslümanların harcama ve tüketme alışkanlıkları değişir. Ramazan etkisi denilen bu değişiklikler sağlık, sosyal ilişkiler, yardım faaliyetleri, tüketim yapısı ve üretim gibi birçok sosyal ve iktisadi alanda görülebilir. İktisadi literatürde Ramazanın en çok menkul kıymet borsalarındaki etkisi incelenmiştir. İktisadi göstergelerdeki oynaklık, tedavüldeki para, mevduatlar, finansal karar alma, kredi temerrüdü, gıda harcama ve tüketimi, talep tahmini ve büyüme, Ramazan etkisinin incelendiği diğer iktisadi alanlar arasındadır.

Ramazan ayının etkilediği düşünülen alanlardan birisi de tüketici fiyatları, özellikle gıda fiyatlarıdır. Enflasyon tahmininin para politikasındaki önemi düşünüldüğünde, genel fiyat düzeyi üzerindeki sistematik mevsimsel etkilerin yanında, belirli aralıklarla olabilecek sıra dışı etkilerin de göz önünde bulundurulması gerekebilir.

Ramazan ayında ve ona yakın günlerde gıda fiyatlarında artışlar olduğu yaygın bir kanaattir. Eğer öyleyse, bunun açıklanabilir sebepleri olmalıdır. Örneğin, Ramazanda gıdaya ve özellikle Ramazan Bayramı öncesinde giyim ve hediyelik eşyalara olan talebin arttığı, artan talebin belirli mallarda fiyat artışına sebep olduğu varsayılır. Her ne kadar kapsamlı bir tüketim verisi mevcut değilse de, Ramazanda bazı ürünlere olan talebin arttığına işaret eden bölgesel çalışmalar vardır. Bu çalışmalardan birisi, çalışmanın yapıldığı bölgede gıda harcamalarının Ramazan ayında %10 arttığını ortaya koymaktadır.

İnsanlar, geleneksel olarak, Ramazan ayında diğer aylara göre et ve benzeri bazı gıdalara daha fazla harcama yapma eğilimindedirler. Bu harcama eğilimindeki artışın tersine, üretici ve satıcılar, geçmiş yıllardaki tecrübelerine dayanarak, talebin oluşmasından önce belirli ürünlerin fiyatlarını artırabilirler. Bununla birlikte, talepteki artış öngörüldüğünde, fiyat artışını baskılayacak şekilde arzın artacağı da beklenebilir. Hatta Ramazanın ikinci yarısında, arz fazlası haline gelen bazı malların fiyatları düşebilir de.

Ramazan etkisinin varlığının tespiti amacıyla yapılan çalışmalarda çoğunlukla zaman serisi modelleri kullanılmış, bazı çalışmalar izlenmek istenen Hicri ayları temsilen kukla değişkenlerin eklendiği Gregoryen takvime dayalı serilerle, diğer bazıları ise söz konusu Gregoryen takvime dayalı serilerin Hicri takvime dayalı serilere dönüştürülmesi yoluyla gerçekleştirilmiştir. Bu çalışmalarda aynı yöntemleri kullansalar dahi ulaşılan sonuçlar arasında çeşitli uyumsuzluklar olduğu, bir kısmında gözlenen Ramazan etkisinin diğer çalışmalarda gözlenmediği tespit edilmiştir. Bu farklılaşmanın olası sebeplerinden birisinin çoğunlukla kullanılan zaman serisi modellerinin güneş yılına dayalı mevsim etkileri ile yıl içinde kayan özel dönemlerin etkilerini birlikte tespit etmede yetersiz kalmaları olduğu iddia edilmiştir. Bu yönüyle bakıldığında, bazı ürünlerdeki güçlü mevsimsel fiyat dalgalanmalarının çok baskın olduğu, incelenen dönem içindeki farklı periyoda sahip daha zayıf etkilerin yeterince tespit edilemeyebileceği göz ardı edilmemelidir.

Ramazan ayının Türkiye tüketici fiyatları üzerindeki etkisini incelemek amacıyla yapılan öncekilerden farklı ve daha basit bir çalışmada, önce Gregoryen takvime göre üretilmiş 3 fiyat endeksi ile Ramazandan etkilenebileceği düşünülen 43 ürüne ait fiyatlar aylık Hicri takvim göstergelerine dönüştürülmüştür.1Her göstergenin aylık artış oranları hesaplanarak 12 Hicri ayın her biri için, incelenen yıllardaki aylık ortalama artış oranları bulunmuş ve her göstergenin Ramazan ayındaki ortalama artışının diğer aylar içindeki en yüksek veya en düşük artış olup olmadığına bakılmıştır. Son olarak, Ramazanda en yüksek ve en düşük artışa sahip göstergelerin bu artış oranlarının diğer ayların ortalama artışlarından farkının istatistiksel olarak anlamlı olup olmadığı test edilmiştir. Bu analiz, Ramazandan önceki ay olan Şaban, sonraki ay olan Şevval ve bu üç ayın ortalama göstergeleri için de tekrarlanmıştır.

Söz konusu çalışmada Türkiye İstatistik Kurumunun (TÜİK) yayınladığı Mayıs 1994-Ağustos 2019 dönemine ait Tüketici Fiyat Endeksi (TÜFE) ve bunun iki alt endeksi (TÜFE-Gıda ve TÜFE-Giyim) ile bu kapsamda derlenen 43 ürünün fiyat göstergeleri kullanıldı. Bu döneme ait göstergelerin dönüştürüldüğü Hicri 1414’ün son ayından 1440’ın son ayına kadarki seri, 26 tam yıla (1415-1440) ait aylık artış oranlarını oluşturdu. Bu döneme ait veri birbirinin devamı iki seriden (1994-2004 için 1994=100, 2005-2019 için 2003=100) oluştuğundan, bunlar, göstergelerin Ocak 2004 ayındaki artış oranları ile bağlandı.

Gösterge serileri Gregoryen takvimden Hicri takvime dönüştürülürken her bir Gregoryen aydaki fiyat düzeylerinin durağan olduğu varsayıldı. Her bir Hicri aya karşılık gelen Gregoryen aylardaki göstergeler, Hicri ayın içindeki paylarıyla ağırlıklandırılarak Hicri ay serileri oluşturuldu. Her ne kadar tüm Müslüman toplumlarda Hicri ay başlangıçları aynı olan ortak bir takvim mevcut değilse de, incelemede kullanılan veri Türkiye’ye ait olduğundan, gösterge dönüşümünde, Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından belirlenmiş Hicri ay başlangıçları esas alındı. TÜFE ve iki alt endeksi ile seçilmiş altı ürünün fiyatına ait 26 Hicri yılın aylık ortalama artış oranları Şekil 1’deki gibi oluştu.

Hicri takvime göre dokuzuncu ay olan Ramazan ayı ile öncesindeki Şaban ve sonrasındaki Şevval aylarında 26 yıllık artış ortalamaları, tüm aylar içinde en yüksek ilk iki ve en düşük ilk ikiyi oluşturan fiyat göstergelerinin her birinin ilgili aydaki ortalama oranlarının diğer aylardaki ortalama artış oranları ile farkının anlamlı olup olmadığı ayrı ayrı test edildi.

Ramazan ayında diğer aylardan daha fazla arttığı görülen TÜFE ve dört ürünün fiyatındaki ortalama artışın diğer ayların ortalama artışından farkının sadece üç ürün (dana eti, koyun eti, süt) için anlamlı olduğu görüldü. TÜFE ile tereyağı fiyatı ortalamada en fazla Ramazan ayında artmakla beraber, bu artışların diğer ayların ortalama artışlarından farkları istatistiksel olarak anlamlı değildi. Aynı şekilde, en düşük artışa (net olarak bakıldığında düşüşe) Ramazan ayında uğrayan kadın spor ayakkabısı ve nohut fiyatlarının bu değişiminin de diğer ay ortalamalarından farkı anlamlı bulunmadı.

Şekil 1: Bazı endeks ve ürün fiyatlarının 26 Hicri yıldaki aylık ortalama artış oranları

Ramazandan kaynaklı etkilerin Ramazan ayından önceki ve sonraki ayları da etkilemesi söz konusu olabilir. Bazı ürünlere talep, Ramazana hazırlık amacıyla, önceki ayda artabilir. Öte yandan Ramazan ayı ve sonrasındaki Ramazan Bayramı için hazırlanıp satılamayan ürünlerin fiyatları sonraki ayda düşebilir. Ramazan ayı sonuna doğru gerçekleşen fiyat artış ve düşüşlerinin derlenmesi metodolojik sebeplerle sonraki aya kayabilir. Bütün bunların yanında, Hicri takvime dönüştürülen fiyatların Gregoryen ay içinde durağan olduğu varsayımı bazı fiyat hareketlerinin suni olarak Ramazan ayı ile öncesi ve sonrasındaki aylar arasında taşınmasına yol açabilir. Bu yüzden Ramazandan önceki Şaban ve sonraki Şevval aylarındaki fiyat hareketlerinin de Ramazan etkisiyle ilgisi olabilir.

Bu çerçevede incelenen Şaban ayında sekiz ürünün fiyatlarının diğer aylardan fazla arttığı, dört ürünün fiyatlarının ise en yüksek ikinci artışa sahip olduğu görüldü. Bununla birlikte ortalama en yüksek birinci ve ikinci fiyat artışına bu ayda sahip olan birer ürünün (yumurta ve dana eti) bu fiyat artışları diğer aylardaki ortalama fiyat artışlarından anlamlı olarak daha yüksekti. En yüksek fiyat artışı bu ayda gerçekleşen yedi ürün (ayçiçek yağı, buğday unu, ekmek, mercimek, mısırözü yağı, tatlı, zeytinyağı) ile ikinci en yüksek artışa sahip üç ürünün (kuru fasulye, otobüs bileti (şehirlerarası), zeytin) fiyat artışlarının diğer aylardaki ortalama artışlardan anlamlı olarak yüksek olmadığı gözlendi. Fiyat artış oranlarının Şaban ayında en düşük olduğu ürünlerin hiçbirinin diğer aylarla anlamlı bir fiyat değişim farkı bulunmadı.

Şevval ayında ortalama aylık artış oranı en yüksek olan TÜFE-Gıda ile dört ürün fiyatından TÜFE-Gıda ve domates fiyatındaki ve ikinci en yüksek olan beş ürün fiyatından süt fiyatındaki aylık ortalama artışın diğer ay ortalamalarından farkı, istatistiksel olarak anlamlı bulundu. En yüksek artışı Şevvalde gösteren üç ürün (kaşar peyniri, soğan, zeytin) ve en yüksek ikinci artışı gösteren dört ürün (çay, koyun eti, sucuk, tereyağı) fiyatındaki artışların, diğer aylardaki ortalama artışlardan farkı anlamlı değildi. En düşük artışı Şevvalde gösteren TÜFE-Giyim ve iki ürün (erkek ayakkabısı, erkek spor ayakkabısı) fiyatı ile ikinci en düşük artışa sahip bir ürün (kadın spor ayakkabısı) fiyatındaki artışlar, diğer aylardaki ortalama artışlardan anlamlı şekilde düşük bulundu.

Şaban, Ramazan ve Şevval aylarının oluşturduğu dönem ayrıca incelenerek bu üç aydaki ortalama fiyat artışları diğer dokuz aydaki ortalama artışlar ile karşılaştırıldığında, bazı ürünlerdeki fiyat artışlarının bu dönem bütününde dönemi oluşturan aylara göre daha anlamlı olduğu anlaşıldı. TÜFE en yüksek ortalama artışa Ramazan ayında sahip olduğu halde, bu artış oranının diğer aylardaki ortalama artış oranından yüksekliği anlamlı değildi. Bununla birlikte TÜFE-Gıda’nın aylık artış oranlarının ortalaması Şevvalde en yüksek ve Ramazanda ikinci en yüksekti, ancak sadece Şevvaldeki artış oranının diğer aylardan yüksekliği anlamlıydı. Diğer taraftan, TÜFE-Giyim’in hem Şevvaldeki hem de Ramazandaki artış oranı diğer aylardan istatistiksel olarak anlamlı düzeyde daha düşüktü. TÜFE-Gıda ile dana eti, koyun eti, otobüs bileti ve süt fiyatlarının ortalama aylık artış oranları bu üç ayda diğer aylardaki artış oranlarından anlamlı düzeyde daha yüksek bulundu.

Çalışma ortaya koydu ki tüketici fiyatları genelinin (TÜFE) en yüksek ortalama artış gösterdiği Hicri ay Ramazan olsa da bu aydaki artışın diğer aylardaki ortalama artışlardan farkı istatistiksel olarak anlamlı değildir. Bununa birlikte incelenen ürünlerden üçünün (dana eti, koyun eti, süt) fiyatı Ramazan ayında diğer aylarda olduğundan anlamlı olarak daha fazla artıyor. Diğer taraftan TÜFE-Giyim’in Ramazan ayındaki ortalama artış oranı da diğer aylarda olduğundan anlamlı düzeyde daha düşük, ya da başka bir ifadeyle düşüş oranı diğer aylarda olduğundan daha yüksektir.

Ramazan ayından önceki ve sonraki aylarda, yani Şaban ve Şevvalde başka bazı ürünlerin fiyatlarının anlamlı düzeyde yüksek olması da Ramazan etkisinin bir sonucu olabilir. Daha da kayda değer olanı, bu üç ayın toplamında daha fazla ürünün aylık ortalama fiyat artış oranının diğer ayların ortalamasından anlamlı düzeyde farklı olmasıdır. Dahası, bunların anlamlılık düzeyi bu ayların bireysel olarak diğer ay ortalamalarından farklarının anlamlılık düzeyinden çok daha yüksektir ve bu durum Ramazan etkisinin üç aya yayılmış olabileceğini ima etmektedir. Bu tespitlerin göz önünde bulundurulması enflasyon tahmin modelleri ve benzeri iktisadi tahmin yöntemlerinin kalitesinin artırılmasına katkı sağlayabilir.


[


  1. Ayrıntılı bilgi için bkz. Eyerci, C., Toprak, A., Ö., and Demir, Ö., (2021). “Ramadan effect on prices and production: Case of Turkey”,STATISTIKA: Statistics and Economy Journal, 101(2), 159-186.

Ömer Akpınar-

“Süpersonik füzelerden sakınmak için sığınağa inmek lazım. Saklambaç oynarken Valya’dan gizlenmeye benzemez Putin’in süpersonik füzelerinden gizlenmek. Yaşatmaya dair hiçbir fikri olmayan insanlar söz konusu öldürmek olduğunda tüm yaratıcılıklarını sonuna kadar kullanıyorlar. Bu yaratıcılığın, benim küçük bedenimi yok etmemesi için Valya’yla birlikte sığınağa inmem lazım. Baba Aziz, eğer unutursa, Zaid’e şarkı söylemesi gerektiğini hatırlatmasını istemişti İştar’dan Çünkü Allah, her kula, hakikate ulaşması için bir yetenek vermişti. Benim yeteneği de Zaid’inki gibi belki de şarkı söylemekti.”[1] Annesinin peşinden sığınağa inerken Amelia belki böyle düşünüyordu. Bu düşünce içinde sığınakta “Karlar Ülkesi” çizgi filmin şarkısını ağır bir hüzünle söyledi. Tüm dünyayı susturdu ve “bana bakın” dedi. Bir sandalyenin üstüne çıktı. Milyonlarcası, gözyaşları içinde “İşi akışına bırak-Все одно (Let it go)” şarkısını bir de ondan dinledi (https://www.youtube.com/watch?v=P_zHOBaWfrg).

Amelia’nın karşısında ise kendisini ortaokul tarih kitaplarında gören Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin vardı. İsmine ilham olan ilk Ortodoks Rus Prens I. Vladimir’e mi özeniyordu, yoksa bir zamanlar ülkesini işgale kalkışan Napolyon’a mı bilinmez. Bilinen şu ki ne I. Vladimir ne de Napolyon dünya tarihini ne kadar derinden etkilediklerini hiç bilemediler. Ama Putin, Amelia’dan önce davranarak sanki “bana bakın” dedi ve ekledi: “Dünya tarihini şu kadar derinlikte etkiledim ve etkileyeceğim. Şu an siz göremiyorsunuz ama yüz yıl sonra anlayacaksınız.” Putin Ukrayna’yla savaşı başlatmadan üç gün önce, 21 Şubat 2022 gecesi saat 23.00 sularında televizyonlara çıktı ve uzun bir konuşma yaptı. Bu konuşmasında, 21. yüzyıl Rusya tarihini 22. yüzyılın ilk çeyreğinde, bir ortaokul ders kitabından okur gibiydi. Konuşmanın içeriğinde Putin ya da Derin Rusya dünyayı ve Rusya’yı nasıl okuduğuna dair önemli bilgiler verdi (https://www.youtube.com/watch?v=X5-ZdTGLmZo).

Putin’in Söylemi

Putin’e göre Ukrayna Rusya’ya aittir. Ona göre Ukrayna sadece komşu değil hem Rus tarihinin hem de Rus duygu dünyasının bir parçasıdır. Ukrayna’da yaşayanlar Rusların yoldaşıdır. Aynı kanı taşıyan akraba, yani aynı ailenin fertleridir. Zaten Güney Doğu Rusya’da yaşayan insanlar tarih boyunca kendilerine Ortodoks Rus dediler. 17. yüzyılda, tekrar birleşmeden önce de bu böyleydi. Bu iddialarından sonra Putin şunu söylüyor: “Tarih iyi bilinmezse bizim motivasyonumuz ve ulaşmak istediğimiz hedef iyi anlaşılamaz.”

Putin’e göre Ukrayna Bolşevik döneminin anlaşılmaz bir ürünüdür. Yani Ukrayna ve Ukraynalılık modern dönemlere ait bir olgudur. Bu sebeple bu ülkeye “Vladimir İlyiç Lenin’in Ukraynası” ismi verilebilir. Lenin onun yazarı ve mimarıdır. Şimdi onun torunları Ukrayna’da dekomünizm adına Lenin heykellerini yıkıyorlar. Devamında Putin şu tehdidi savuruyor: “Komünizmi ortadan kaldırmak mı istiyorsunuz? Siz zaten komünizm ürünüsünüz. Şimdi komünizm gerçekten nasıl yıkılır sizlere göstereceğiz.”

Putin’e göre Ukrayna tarih boyunca kendine özgü bir devlet geleneği oluşturamadı. Bunu bağımsızlık sonrası davranışlarından anlayabileceğimizi iddia ederek, Rusya’nın 1991 sonrası yaklaşık 100 milyar dolar SSCB borcunu ödediğini ama bunun Ukrayna dâhil diğer Sovyet Cumhuriyetlerinin umurunda olmadığını iddia etti. Kendi menfaatleri olduğunda bizimle iyi geçinen Ukrayna tarihi bilinçli şekilde saptırarak birlik içinde geçen tarihî hafızamızı sildiler.

Putin NATO’nun 2008 yılındaki Bükreş toplantısı kararlarına atıf yapıyor. Çoğu NATO üyesinin istekli olmamasına rağmen, Ukrayna ve Gürcistan’a üyelik sözü verildiğini hatırlatıp bu üyeliklere isteksiz davranan ülkelerin ABD tarafından zorlandığını iddia ediyor. Devamında Putin şöyle diyor: “Bizim itirazlarımıza pek çok Avrupa başkenti bu kaygı neden, bu ülkeler yarın NATO’ya üye olmayacaklar diyor. Ama biz biliyoruz ki bu olacak. Bir gün Ukrayna NATO kriterlerini sağladığında biliyoruz ki üyeliğe alınacak. Bir de bizi ısrarla NATO’nun ne kadar da barışçıl ve sadece savunma amaçlı bir örgüt olduğuna ikna etmeye çalıştılar. Rusya’yı tehdit edecek hiçbir şey yok dediler.”

Putin gün geçtikçe Rusya’nın ABD tarafından tehdit edildiğini söylüyor. Bu tehdit seviyesinin gün be gün arttığını ve NATO’nun “engelleyici savaş gücü” stratejisinin Rusya’yla savaş üzerine olduğunu iddia ediyor. Bizim, NATO için bir tehdit olduğumuzu hem resmî dokümanlarında hem de konuşmalarında söylemekten çekinmiyorlar diyor ve ekliyor: “Tabi ki Ukrayna bu saldırılarda atlama tahtası olacak. Eğer atalarımız bunu bilselerdi (Ukrayna’nın Ruslara yapılacak saldırıda bir basamak olması) buna inanmayacaklardı. Bugün biz de inanmak istemiyoruz ama bu gerçek.”

“Tekrar bize şantaj yapıyorlar” diyor Putin ve devam ediyor: “Bizi yaptırımlarla tehdit ediyorlar. Bu tehditlerle aslında bizim egemenlik gücümüzü ve ordumuzun gelişmişliğini vereceğimiz tepkiyle anlayacaklar. Çünkü onlar (Batı) Ukrayna’yı yaptırımlar için bahane olarak kullanacaklar.” Yani Putin’e göre yaptırımlarla Batı, Rusya’nın askerî kapasitesini ve güçlü devlet olmasını engelleye çalışmaktadır. Ukrayna’dan bağımsız olarak bunu zaten yapmayı planlamıştır. Bunu yapacaklarını iddia ediyor, çünkü daha önce bunu yaptılar diyor (2014 sonrası uygulanan yaptırımları anımsatıyor).

Bu noktadan sonra Putin emperyalizme karşı bir duruşla şunu söylüyor: “Biz var olduğumuz müddetçe ne egemenliğimizden, ne menfaatlerimizden ne de değerlerimizden (Ortodoks Hristiyanlık) asla taviz vermeyeceğiz.” Putin yaptırımlarda muhatap olarak yine ABD’yi seçiyor. Yaptırımlar konusunda da Rusya için öngörülen şey neyse bunun güçlü şekilde yanıt bulacağını ve ülke için ne gerekirse yapılacağını tehditkâr bir dille ifade ediyor.

Değerlendirme

Putin’in 21 Şubat gece yarısı gerçekleştirdiği uzun Ulusa Sesleniş konuşmasını üç bölüme ayırmak uygun olacaktır. Bunlardan birincisi Ukrayna’nın varlığının Rusya devleti için ne ifade ettiği, ikincisi NATO üzerinden Rusya’nın güvenliği ve üçüncüsü de yaptırımlar üzerinden küresel ekonomik düzende Rusya’nın kendisini nereye koyduğu ve güvenlik-ekonomi ilişkisinde Rus devlet aklının hangi köşeleri dikkate aldığıdır.

Birinci olarak Ukrayna’nın varlığının Putin için, dolayısıyla Rusya için bir şey ifade etmediği anlaşılmaktadır. Rusya Ukrayna’nın egemenlik haklarını tanımamaktadır. Ukrayna’nın 1917 sonrası Lenin’in ideolojik hataları yüzünden ortaya çıkmış bir devlet olduğu anlatılmaktadır. Putin burada SSCB’nin tek mirasçısının Rusya olduğunu iddia ederek tarihî iddiasına hukuki ve ahlaki bir gerekçe sunmaktadır. Bu düşünce, ortalama bir Rus tarafından gayet satın alınabilir bir iddiadır. Ama gerçeklikle uzaktan yakından alakası yoktur.

Ukrayna tarihsel olarak Ruslar kadar derin bir kimliğe sahiptir. Kiev hem Rus tarihinin hem de Rus Ortodoksluğunun ilk merkezidir. Tarihsel deneyim olarak bugünkü Ruslar Moskova’da Altın-orda İmparatorluğu ile İmparatorluk ve Voyvodalık (Knezlik) ilişkisi sürerken Ukrayna apayrı bir tarihle apayrı bir kimliğe büründü. Kozaklar olarak bilinen ve Kuman, Tatar ve diğer Türk boylarından gelen insanlarla apayrı bir tarih ve kültür inşa etti. Ukrayna’nın liderine “hetman” denir. Hetman (Hatman) Türkçe “ataman (ordu başı-genelkurmay başkanı)” demektir. Tarihteki en önemli hetman olan Bogdan Hmelnistki (1596-1657) İstanbul’dan, yani Sultan’dan (4. Mehmet) korunma talep ettiğinde amacı Polonya-Lehistan Birliği ve Moskova Prensliğine karşı Ukrayna’yı korumaktı. Akdeniz’deki problemler Osmanlı’nın istenilen ölçekte yardım yapmasına engel oldu. Ancak Hmelnitski devlet teşkilatını Rus feodal sistemi değil Osmanlı sancak sistemine göre kurdu. Yani hem felsefe olarak hem de kültürel olarak Moskova’da Slav-Moğol-Asya düşünce yapısına karşılık Kiev’de ve Liviv’de Slav-Türk-Avrupa karışımı bir düşünce yapısı gelişti. 2. Katerina’nın (1762-1796) tüm Ukrayna’yı Rusya İmparatorluğunun mülkü sayması bu gerçeği değiştirmez. Nihayetinde 1905 yılındaki isyanlardan itibaren hep tekrar bağımsızlık çabası sürdü ve 1918-1922 yılları arasında bir kaç bağımsız Ukrayna Halk Cumhuriyeti deneyimi yaşandı. Ayrıca Ukrayna Birleşmiş Milletlere 1945’de kurucu bağımsız üye olarak katıldı.

İkinci olarak etnisitenin karşılığı kişinin ne hissettiğidir. Hangi etnik gruba ait olduğu ancak kişinin karar vereceği şeydir. Putin’in bir sabah tüm Ukraynalılara siz Russunuz demesinin hiçbir anlamı yoktur. Buna karşılık Ukraynalıların eli daha güçlüdür. Moldovanlar Romanyalılardan daha Rumendir ama Rumen kimliği Romanya’nın tekelinde. Aynı şekilde İtalya Roma’nın merkeziyken kendi adı İtalya, ama Roma ile alakası olmayan Daçyalı Romanyalılar Rumen (Romalı). Rusya eğer sırf Rus ismini kullanıyor diye (Rus ismi İsveççede Varyak/Norman Vikinglere verilen Routsi kelimesinden türemiştir. Irmakta kürek çeken adam anlamındadır) Rus kimliğini sahipleniyorsa buna karşı Ukraynalılar örneklerde gösterilen argümanları ileri sürebilirler.

Putin ve dahi Rusya NATO’yu temel düşman gibi kodlasalar da esas rakip Amerika’dır. NATO üzerinden ABD’ye saldırmaktadır. Bu konuda haklı olduğu ve iddia ettiği argümanlarının doğru olduğu iddia edilemez. Çünkü 1994 yılı Budapeşte Memorandumuna ve 1997 yılı Rusya-NATO işbirliği metinlerine sadık kalmayan bir Rusya var. Özellikle Budapeşte Memorandumunda nükleer silahların Rusya’ya devri karşılığında Ukrayna’nın toprak bütünlüğü garantisi vermişti Rusya. İngiltere ve ABD de garantör ülkelerdi. Tarihte elindeki nükleer silahtan vazgeçen tek ülke Ukrayna’dır. Rusya altına imza attığı tüm anlaşmalara uymamış ve buna karşılık NATO ve ABD’yi suçlama kolaylığını seçmiştir. Putin’in konuşmalarına bakıldığında tek muhatap ABD’dir.

NATO’nun Doğu Avrupa ve Baltıklara doğru genişlemesindeki sebep NATO’nun Rusya’yı çevreleme politikası olabilir. Ancak Rusya ve dünya bu ülkelerin NATO’ya girmek için neden bu kadar hevesli olduklarını anlamak istemiyor. Bu ülkelerin her biri geçmişte ve yakın tarihte Rus kadrine uğramışlardır. 2. Dünya Savaşında atla tüfekle Hitler panzerlerine direnen Polonya’nın arkadan Ruslar tarafından işgale uğraması; Finlandiya, Slovakya, Romanya, Macaristan, Estonya vd. bir sabah Rus tanklarıyla uyanma anıları, yıkık perişan şehirleri, ormanlarda toplu katliama uğramış insanları onların hafızalarında hâlâ canlı. Putin (yarın başka bir Rus lider) bir sabah uyanıp, kim bilir hangi ülkenin aslında modern zaman ürünü olduğunu söylemeyeceğini ve tarihsel olarak Rus ülkesi olduğunu iddia etmeyeceğini kim bilir. Ayrıca unutulmamalıdır ki Rusya en kötü halinde bile Bosna Hersek ve Kosova’da yaşananların ortağı olmuştur. Sırbistan’ı Rusya’dan bağımsız düşünmek anlamsız olur. Rusya Bosna Hersek ve Kosova’da NATO’ya kaybettiği sahayı şu andaki konumunda uç nokta sayıyor. Rusya Batı sınırını Adriyatik’ten çiziyor. Bu aradaki ülkelerin çığlık çığlığa NATO’ya koşmaları anlamsız değil.

Yaptırımları gündemine alan Putin Rus halkına düşman Batı’nın her türlü enstrümanla Rusya’ya saldıracağını anlatıyor. İç kamuoyuna verilen bu mesaj karşılığını buluyor. Ekonomik olarak zor günler yaşamayı Allah adına verilen büyük savaşın bir bedeli ve parçası olarak gösteriyor. Çünkü ekonomi savaş öncesi de iyi değildi. 1.4 milyar dolar olan Gayri Safi Yurt İçi Hasılada doğal kaynaklar çok önemli yer tutmaktaydı. Hükûmet gelirlerinin yaklaşık %50’si doğal kaynak ihracatından elde edilmekteydi.

Son zamanlarda Putin’in dini motiflere atıf yapması bu yüzden. Kiliseler Batı’yı ahlaksızlık yuvası olarak gösterdi ve bu ilginç bir şekilde tuttu. Rus Ortodoks Kilisesi Avrupa’ya gayrupa diyerek Batı medeniyetinin gayler ve lezbiyenler medeniyeti olduğunu işliyor. İki hafta önceki Cumartesi ayininde Rus Ortodoks Kilisesi Patriği I. Kiril bu savaşın Avrupa’daki gayler yüzünden çıktığını iddia etti. Kilisenin 120 metropolitliği ve 150 milyon cemaati olduğunu düşünürsek ne kadar büyük bir etkisi olduğu anlaşılır. Kilise Rus dış politikasının en temel unsuru haline gelmiştir.

Asla saldırmayacağız, bu savaş olmaz, hiç bir ülkenin toprağında gözümüz yok…. Bir savaşta ilk ölen gerçeklerdir derler. Ama Putin daha savaş başlamadan tüm yalanlarını kullandı. En ilginci de kendisinin buna inanıyor olması. Belki de Büyük Petro olma hayali var ya da Stalin. Ama Ukrayna diye bir şeyi yaratıp Rusları bölen Lenin değil. Putin’in Lenin nefreti çocuk nefretiyle yarışıyor. Lenin’in arkasından ağıtlar yaksa da çocuklara sığınaklarda ağıtlar söyleten tarihi figür. Putin bir kaç çarpışma (battle-боевой) kazanabilir. Ancak bu savaşı (war-войно) çoktan kaybetti. Tarihe geçse de adı muzaffer komutanlar arasında asla anılmayacak. Sığınakta şarkı söyleyen çocuk büyüyecek, tarih kitapları okuyacak ve o vakit, o çocuktan öğreneceğiz Putin’in tarihe nasıl geçtiğini.


[1] İranlı yönetmen Nacar Khemir’in yaptığı 2005 yapımı “Baba Aziz” filmi.