M. Emin ZARARSIZ

2017 yılında 69 maddesinde değişiklik yapılmış ve yeni bir sistem, Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemi kurmuş olan bir anayasa yürürlükte olmasına rağmen böyle ilginç gelebilecek bir başlığa neden ihtiyaç duyuldu?

Yürürlüğe girdiği 9 Kasım 1982 tarihinden bu yana geçen 39 yıldan daha fazla zaman diliminde bu Anayasa, ilki 17/05/1987 tarihli ve 3361 sayılı Kanunla, sonuncusu 20/01/2017 tarihli ve 6771 sayılı Kanunla olmak üzere 21 kez değiştirilmiş, Başlangıç bölümü dâhil olmak üzere neredeyse değiştirilmemiş hükmü kalmamış olmasına rağmen (sadece 58 maddesinde herhangi bir değişiklik yapılmamıştır) neden yine de yeni bir anayasaya ihtiyaç devam etmektedir? Üstelik Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemine geçiş için gerçekleştirilen son değişiklikler hariç, 2001 yılından itibaren gerçekleştirilen değişikliklerin önemli bir kısmı Avrupa Birliğine üyelik süreci ile birlikte başlayan demokratikleşmeye ve hukuk devletini tesise, daha demokratik bir anayasa oluşturmaya yönelik olmuş olmasına rağmen neden yine de yeni bir anayasaya ihtiyaç devam etmektedir?

Belki de tam da sadece yukarıdaki paragrafta belirtilen süreç bile yine de yeni bir anayasaya olan ihtiyacı doğurmaktadır. Bunun dışında ekleyelim ki Türkiye’nin anayasa tarihine bakıldığında, son anayasa olan yürürlükteki anayasanın ilk günden itibaren geçirdiği sürece bakıldığında yeni bir anayasaya olan ihtiyaç çok açık bir şekilde görülmektedir.

Bu platformda daha önce yayınlanan üç yazıdan 2 Ocak 2021 tarihinde yayınlanan “Parlâmenter ve Başkanlık Hükûmet Sistemlerinin Temel İlkelerine ve Türkiye’nin Hükûmet Sistemleri Tarihine Kısa Bir Bakış” başlıklı yazı ile parlâmenter ve başkanlık hükûmet sistemlerinin temel ilkelerine bir bakış yapılmış ve Türkiye’nin hükûmetler sistemi tarihi sürecine bakılmış; 14 Şubat 2021 tarihinde yayınlanan “Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sisteminde Yürütmenin Yetkilerine Denetleme ve Denge Bakımından Genel Bir Bakış” başlıklı yazı ile Cumhurbaşkanlığı hükûmet sistemi değerlendirilmiş; 28 Şubat 2021 tarihinde yayınlanan “Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemi İçin Öneriler” başlıklı yazı ile de önceki iki yazıda yer alan bilgiler çerçevesinde Cumhurbaşkanlığı hükûmet sistemi için bazı öneriler getirilmiştir. Her üç yazıda da Türkiye topraklarında yürürlüğe konulan anayasalara, 1876, 1921, 1924, 1961 ve 1982 anayasalarına eleştiriler getirilmiştir.

12 Eylül 1980 Askerî Darbesinden sonra askerî yönetim işbaşında iken hazırlanarak Kurucu Meclis tarafından 18/10/1982 tarihinde halkoylamasına sunulmak üzere kabul edilen ve 7/11/1982 tarihinde halkoylamasına sunulduktan sonra 9/11/1982 tarihli ve 17863 Mükerrer sayılı Resmî Gazetede yayınlanarak yürürlüğe giren Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının komple yürürlükten kaldırılarak yeni bir anayasa yürürlüğe konulması ihtiyacı, üzerinden 39 yıldan fazla zaman geçmiş ve sayısız değişiklikler yapılmış olmasına rağmen, henüz karşılanamamıştır.

Neden yine de yeni bir anayasaya ihtiyaç bulunmaktadır?

1. Bugüne kadar olağan dönemde bir anayasa yapılamamıştır.

Türkiye topraklarında 1876 yılından bugüne, aşağıda biraz detayı verilecek olan beş anayasa yürürlüğe konulmuştur. Ancak bunların hiçbiri normal şartların egemen olduğu bir dönemde yapılmamış, beşi de olağanüstü dönemlerde, olağanüstü şartların dayatmasıyla ve olağanüstü yöntemlerle yapılmıştır. Bu nedenle de hemen tüm anayasalar daha yürürlüğe girdiği ilk günden itibaren tartışılmış, değişiklik talepleri dile getirilmiş ve 1876, 1961 ve 1982 anayasalarında, özgün halleri ile karşılaştırılamayacak derecede önemli değişiklikler gerçekleştirilmiştir. Halen yine bir olağanüstü dönem (darbe) anayasası olan 1982 Anayasası ile yönetilmeye devam ediyoruz.

Türkiye toprakları 1838 Tanzimat ve 1856 Islahat fermanlarından sonra ilk olarak 1876 yılında yazılı anayasa ile tanışmıştır. 23 Aralık 1876 tarihinde Sultan II. Abdülhamid tarafından, tahta çıkmasının bir şartı olarak dayatılan Kânûn-ı Esâsî ilan edilmiş, ancak ömrü kısa sürmüştür.

Kânûn-ı Esâsînin ilanı, esasen Sultan Abdülaziz’in hal‘edilmesi, yerine önce V. Murad’ın, ardından II. Abdülhamid’in geçmesi, Hristiyan tebaanın yoğun olarak yaşadığı Bosna-Hersek’te isyanın çıktığı, Bulgaristan’da karışıklıkların arttığı ve bu olayları kendi hâkimiyet alanlarını genişletmek için bahane olarak kullanmak isteyen Sırbistan ve Karadağ’ın Osmanlı İmparatorluğuna savaş ilân ettiği ve dönemin Düvel-i Muazzamasının Osmanlı’dan Balkanlar dâhil bazı reformlar yapması için baskı yaptığı bir döneme rastlar. Paris Antlaşmasını imzalamış olan devletler, Osmanlı İmparatorluğu, Rusya, İngiltere, Fransa, Avusturya, Almanya ve İtalya’nın katıldığı ve Balkanlardaki eyaletlerin yönetim şartlarını düzenlemek üzere İstanbul’da düzenlenen Tersane Konferansını gerçekleştiriyorlarken Kânûn-ı Esâsî ilan edilmiştir.

Yürürlüğe girişinden yaklaşık ondört ay sonra Osmanlı-Rus Harbi gerekçe gösterilerek Sultan II. Abdülhamid tarafından 13 Şubat 1878’de Kânûn-ı Esâsî askıya alınmış, Heyeti Âyan ve Heyeti Mebusandan oluşan Meclisi Umumi süresiz tatil edilmiştir.

23 Temmuz 1908 tarihinde, askıya alınışından yaklaşık 30 yıl 5 ay sonra, Sultan II. Abdülhamid Kânûn-ı Esâsîyi yeniden ilan etmek zorunda bırakılmış ve II. Meşrutiyet dönemi başlamıştır. Bu dönemde derhal seçimlere gidilmiş, İttihat ve Terakki Fırkasıyla Ahrar Fırkası arasında geçen seçimlerde İttihat ve Terakki Fırkası galip çıkmıştır. Yeni oluşan Meclis-i Mebusan 17 Aralık 1908’de çalışmaya başlamıştır. Bu dönemde Kânûn-ı Esâsîde yedi kez değişiklik yapılmış olmakla birlikte 21 Ağustos 1909 tarihinde yapılan değişiklikler Kânûn-ı Esâsîyi özgün halinden çok farklı bir içeriğe taşıyan değişiklikler olmuştur.

1876 yılında yürürlüğe konulan Kânûn-ı Esâsî, 1924 Anayasasının yürürlüğe girdiği tarihe kadar, 30 yıl 5 ayı askıda olmak üzere 48 yıl yürürlükte kalmıştır.

Osmanlı İmparatorluğu, tüm dünya düzeninin yeniden şekillendiği bir dönemde, 8 Ekim 1912 tarihinde başlayan Balkan Savaşını başlangıç olarak alırsak 11 Ekim 1922 tarihinde imzalanan Mudanya Mütarekesine kadar 10 yıl neredeyse kesintisiz savaş içerisinde olmuştur: Balkan Savaşı, I. Dünya Savaşı, Kurtuluş Savaşı. 30 Ekim 1918 tarihinde imzalanan Mondoros Ateşkes Anlaşması ile Osmanlı İmparatorluğu bakımından I. Dünya Savaşı sona ermiş, ancak galip (İtilaf) devletlerin işgali başlamıştır.

1919 ila 1922 yılları arasında süren Kurtuluş Savaşı (Millî Mücadele) sürecinde 23 Nisan 1920 tarihinde Ankara’da toplanan Büyük Millet Meclisi (Birinci Meclis) bir yandan Millî Mücadeleyi yönetmiş diğer taraftan ise 20 Ocak 1921 tarihinde 23 madde ve bir Maddei Münferideden oluşan Teşkilâtı Esasiye Kanununu kabul etmiştir. Bu Anayasa Cumhuriyetin ilanından sonra 20 Nisan 1920 tarihinde kabul edilen 1924 Anayasasına kadar yaklaşık 3 yıl 3 ay yürürlükte kalmıştır.

İkinci Meclis tarafından 29 Ekim 1923 tarihinde Cumhuriyetin ilanı ile Türkiye Cumhuriyeti dönemi başlamıştır. İmparatorluk bakiyesi olarak yeni kurulmuş bir Cumhuriyetin ilk anayasası ise 20 Nisan 1924 tarihinde kabul edilen Teşkilâtı Esasiye Kanunu olmuştur. 1924 Anayasası olarak bilinen bu Anayasa hem 1921 Anayasasını hem de yürürlükte olup olmadığı tartışmalı olan 1876 Kânûn-ı Esâsîyi açıkça (md. 104) yürürlükten kaldırmıştır.

Yukarıdaki açıklamalardan da anlaşılacağı üzere 1876 Kânûn-ı Esâsî, 1921 Teşkilâtı Esasiye Kanunu ve 1924 Teşkilâtı Esasiye Kanunu iç kargaşalar, savaş, bağımsızlık savaşı ve yeni bir bağımsız devletin ilanı gibi olağanüstü dönemlerin ürünü olarak yürürlüğe konulmuş anayasalardır.

27 Mayıs 1960 tarihinde Türk Silahlı Kuvvetleri içindeki bir cuntanın yapmış olduğu darbe ile seçimle işbaşına gelmiş olan hükûmet görevden uzaklaştırılmış, darbecilerden oluşan Milli Birlik Komitesi yönetimi üstlenmiştir. Milli Birlik Komitesi 1924 Anayasasını ve Türkiye Büyük Millet Meclisini feshetmiş, Milli Birlik Komitesi kararları anayasa hükmü olarak değerlendirilmiştir. Milli Birlik Komitesi bir Temsilciler Meclisi oluşturmuş ve bu Meclisin içinden oluşturulan Anayasa Komitesi tarafından hazırlanan anayasa taslağı 9 Temmuz 1961 tarihinde yapılan referandum ile katılanların yüzde 61,7 oranındaki evet oylarıyla Türkiye Cumhuriyeti Anayasası olarak yürürlüğe konulmuştur. Bu Anayasada toplam yedi kez değişiklik yapılmış, ancak özellikle 12 Mart 1971 Askerî Muhtıra sonrası 1971 yılında gerçekleştirilen değişiklikler 1961 Anayasasını özgün halinden çok farklı bir içeriğe taşıyan değişiklikler olmuştur.

1961 Anayasası, bir sonraki askerî darbe olan 12 Eylül 1980 tarihine kadar yaklaşık 19 yıl, 2 ay yürürlükte kalmıştır.

12 Eylül 1980 tarihinde Türk Silahlı Kuvvetleri bu sefer emir ve komuta zinciri içinde yönetime el koymuş, seçimle işbaşına gelmiş olan hükûmeti görevden uzaklaştırmış, Genelkurmay Başkanının başkanlığında kuvvet komutanlarından oluşan Milli Güvenlik Konseyi yönetimi üstlenmiştir. Milli Güvenlik Konseyi 1961 Anayasasını ve Türkiye Büyük Millet Meclisini feshetmiş, Milli Güvenlik Konseyi kararları anayasa hükmü olarak kabul edilmiştir. Milli Güvenlik Konseyi bir Danışma Meclisi oluşturmuş, hazırlanan yeni anayasa taslağına son şeklini Milli Güvenlik Konseyi vermiş ve referanduma sunulmuştur. 7 Kasım 1982 tarihinde yapılan referandumda katılanların yüzde 91,37’sinin evet oylarıyla Türkiye Cumhuriyeti Anayasası olarak yürürlüğe konulmuştur.

İlk üç anayasaya göre biraz farklı bir olağanüstü dönem ürünü olarak 1961 Anayasası da, halen yürürlükte olan 1982 Anayasası da doğrudan askerî darbe ürünü olarak yürürlüğe konulmuş iki anayasadır.

2. 39 yıl içinde Başlangıç bölümü de dâhil 19 kez değişiklik

1982 Anayasası yürürlüğe girdiği 9 Kasım 1982 tarihinden bugüne 19 kez değiştirilmiştir. Özgün hali ile Başlangıç, 177 esas madde ve 16 geçici maddeden oluşan 1982 Anayasası, yapılan değişiklikler sonucunda Başlangıç, 155 esas madde ve 19 geçici madde haline gelmiştir.

Daha çok hamasi nitelikte ifadelerin yer aldığı anayasaların başlangıç bölümlerinin değiştirilmesi alışıldık bir durum olmamakla birlikte 1982 Anayasasının Başlangıç bölümü de değiştirilmiştir.

Hukuken yürürlüğe girdiği anda hükmünü ifa edip lafız olarak bulunan ancak hüküm olarak mülga olması gereken geçici maddeler, maalesef hukuk sistemimizde esas madde gibi değiştirilmekte, hatta yürürlükten kaldırılmaktadır. Bazen de geçici madde numarası verilmekle birlikte esas madde gibi düzenlenmekte ve yıllara sâri hüküm ifa etmektedir. 1982 Anayasasının da iki geçici maddesi (4 ve 15, eski siyasilere siyasi faaliyet yasağı ile darbecilere, darbe dönemi hükûmet üyelerine ve Danışma Meclisi üyelerine yargı bağışıklığı getiren hükümler) yürürlükten kaldırılarak bu maddelerle getirilen yasaklar yanlış bir yöntemle aşılmıştır.

3. Parlâmenter hükûmet sisteminden yarı başkanlık hükûmet sistemine, buradan da başkanlık (Cumhurbaşkanlığı) hükûmet sistemine geçirilen evrim

1982 Anayasasının özgün halinde, tartışmalı olmakla birlikte yine de Parlâmenter Hükûmet Sistemini esas alan bir yönetim tarzı öngörülmekteydi. Tartışmayı doğuran Cumhurbaşkanına parlâmenter hükûmet sistemi ile bağdaşmayacak ölçüde yetkilerin verilmiş olmasıdır (2017 yılında gerçekleştirilen değişiklikten önceki md. 104). Bu tartışmalı durum söz konusu iken 2007 yılında Sayın Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanı adayı olarak seçimi sürecinde yaşanan 27 Nisan e-muhtırası, 367 garabeti gibi olaylardan sonra 31/05/2007 tarihli ve 5768 sayılı Kanunla gerçekleştirilen ve 21/10/2007 tarihinde yapılan halkoylamasında da kabul edilen değişikliklerle Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi sistemi getirilmiştir. Bu değişikliklerde Cumhurbaşkanının yetkilerini düzenleyen hükümlerde ise (esas olarak 104. madde) herhangi bir değişiklik yapılmamıştır. Böylece Anayasada yapılan değişikliklerin halkoylaması sonucu kabul edildiğini belirten Yüksek Seçim Kurulu Kararının Resmî Gazetede yayınlandığı 31/10/2007 tarihinden itibaren resmî olarak, 12. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın 10/08/2014 tarihinde yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimi ile halk (seçmenler) tarafından seçilmesiyle birlikte fiilen Yarı Başkanlık Hükûmet sistemine geçilmiştir. Parlâmenter hükûmet sistemini esas alan Anayasa, bu sefer yarı başkanlık hükûmet sistemini esas alan bir anayasaya dönüşmüştür.

15 Temmuz 2016 Darbe Teşebbüsünden sonra 2017 ve 2018 yılları Türkiye Cumhuriyeti siyasî sistemler tarihinde çok önemli dönüşümlerin yaşandığı yıllar olmuştur. Bu süreçte ilk olarak 27/01/2017 tarihli ve 6771 sayılı Kanunla, özgün halinde parlâmenter hükûmet sistemini esas alan Türkiye Cumhuriyeti Anayasasında Cumhurbaşkanlığı (Başkanlık) Hükûmet Sistemine geçiş için değişiklikler gerçekleştirilmiştir. Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemine geçişi öngören bu değişiklikler 16 Nisan 2017 tarihinde gerçekleşen halkoylaması (referandum) sonucunda katılanların % 51,41 oranında evet oylarıyla kabul edilmiş oldu.

Yapılan değişiklikte yeni sisteme geçiş için bir geçiş dönemi öngörülmüş, nihaî geçiş ise Anayasada yer alan hükümle 3/11/2019 tarihinde birlikte yapılması öngörülen (Geçici md. 21) ilk Cumhurbaşkanlığı ve Türkiye Büyük Millet Meclisi Seçimi sonucunda seçilen Cumhurbaşkanının görevine başlamasına bağlanmıştır. Ancak erkene alınarak 24 Haziran 2018 tarihinde yapılan Cumhurbaşkanlığı Seçimi (ve Milletvekili Genel Seçimi) sonucu seçilen Cumhurbaşkanının (Recep Tayyip ERDOĞAN) 9 Temmuz 2018 tarihinde yemin ederek görevine başlamasıyla Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemine geçilmiştir.

Böylece 9 Kasım 1982 tarihinde parlâmenter hükûmet sistemini esas alarak doğan 1982 Anayasası, 39 yıllık kısa tarihinde önce 31/05/2007 tarihinde yapılan değişikliklerle yarı başkanlık sistemini esas alan bir yapıya dönüşmüş, değişim süreci burada durmamış bu sefer 27/01/2017 tarihinde yapılan değişiklikle doğuşundaki sistemin tam zıddı bir sistem olan başkanlık hükûmet sistemini esas alan bir yapıya dönüşmüştür. Bu çelişkili duruma rağmen yine de itiraf edelim ki parlâmenter hükûmet sisteminden başkanlık hükûmet sistemine geçiş doğrudan olmamış, önce her iki sistemin arası bir sistem olarak değerlendirilen yarı başkanlık hükûmet sistemine geçilmiş, daha sonra başkanlık hükûmet sistemine geçilmiştir. Diğer bir ifade ile bu değişimde devrimci bir süreç değil evrimci bir süreç yaşanmıştır.

4. Türkçeyi katleden bir dil

Anayasalar, devletin kurucu belgeleri olarak o devletin resmî dilinin tüm kurallarıyla birlikte en güzel şekilde kullanıldığı metinler olması gerekmektedir. Ne yazık ki, 1982 Anayasası ne özgün haliyle ne de yapılan değişikliklerle Türkçenin en güzel şekilde kullanıldığı metin olmak yerine dili katleden, kötü örnek oluşturan bir metin olmuştur. Yapılan değişikliklerde genelde özen gösterilmemesi, uzman görüşlerine itibar edilmemesi nedeniyle küçük harfle başlayan cümle, noktası olmadan biten cümle, noktası olmadan biten cümleden sonra büyük harfle başlayan cümle, özne-yüklem uyumsuzluğu, öznesi kalmayan cümle, yüklemi kalmayan cümle çokça rastlanan vaka-i adiyeden haline gelmiştir. Normal dil kuralları içinde hiçbir anlam ifade etmeyen kelimeler sıralaması, bu Anayasada maalesef çok sayıda bulunmaktadır. (Anayasanın yürürlükteki resmî haline erişmek için linkini buraya bırakıyorum)

Yukarıda belirtilen gelişmeler sonucunda özgünlüğünü ve tutarlılığını kaybetmiş; değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez maddeler arasında yer alan 3 üncü madde ile kabul edilmiş dili olan Türkçenin dilbilgisi ile bağdaştırılamayacak bir dile sahip; doğuşundaki sistemin tam zıddı olan bir sisteme geçmiş olan bir anayasanın komple yürürlükten kaldırılarak yeni bir anayasa gerekliliği artık ertelenemez bir ihtiyaç haline gelmiştir.

O zaman ortaya şu soruyu bırakalım: Bu ihtiyacı karşılayacak bir yeni anayasa yapabilmek içinde bulunduğumuz siyasî ortamda mümkün mü?

Bu konuyu da bir sonraki yazıya bırakalım.

Ömer Akpınar –

Tatmin edilmeyen hazlar acı verir demişti Arthur Schopenhauer. Platon’un bedene hapsettiği ruhu Foucault tersine çevirene kadar, tatmin edilmeyen hazların kaynağı ruha, tatmin peşinde koşma işi bedene yüklenmişti. Oysa hikâye bu şekilde başlamamıştı. Hikâyede yaradılış vardı ve tüm kutsal kitaplar en mükemmel şekilde yaratılan insanı anlatırdı. Örnekler ise tüm peygamberlerdi. Peygamberler şüphesiz Allah’ın elçileriydi, Allah tarafından koruma altındaydılar. O zaman en mükemmel olan kimdi? Evliyalar ve azizler yetiştiler imdada. Biz varız dediler. Zira evliya ve azizler seçilmiş değillerdi. Erdemleri ve ahlakları Allah tarafından seçilmiş gibi karşılanmalarına sebepti. Yani ilk hareket bu kez kuldandı. Hatta hiçbir ilahi dayanağı yokken, insanın erdemli olmasına örnek benim dedi Buda. Erdem özgürlüktür ve isterseniz mutluluğu elde etmek için hayatı idame ettirecek enerjiden başka hiçbir şeye ihtiyacınız yoktur dedi.

Buda’ya, tüm aziz ve evliyalara en büyük itiraz Soren Kierkegaard’tan geldi. İbrahim dedi Kierkegaard, yolda ne düşündü İsmail’i kurban etmeye götürürken? İman mıydı bıçağa davranan, yoksa onay mıydı? Kalp miydi önder olan, akıl mıydı? İman neydi? Acaba kurbanın geleceğine dair bir garanti mi alınmıştı? Yoksa iman bir akit miydi?

Sezai Karakoç’un antik çağlarda hakkı çalınmış mermeri çatırdıyordu. İman, Kierkegaard’la birlikte ilk kez küfrün alameti oluyordu. Allah’a yaklaştıkça küfrün kapıları aralanıyordu. Dehşet saatleri yaklaştıkça tüm anlamlar ters yüz oluyordu. Bir bilge bir grup insana ahlakı ve fazileti öğütlüyordu. Menkıbeler hep peygamberlerden alıntıydı. Ancak, peygamberler nasıl insanlardı diye içinden geçirenlere şeklen de bilgi verilmeliydi. Bir anda aklına bir fikir geldi. Tasvirine çalıştığı peygamberlerin davranışlarını ve giyim-kuşamını ritüele çevirdi. Peygamberlerin yaşadıkları dönemde nasıl giyindiklerinden ve ne yaptıklarından bağımsız olarak, bizzat bilge adamın giyindiği peygamber rubasına ve yaptığı şeyler peygamber davranışına dönüşüyordu. Erdem ve ahlak bilge adamda tecessüm ediyordu. İşte diyordu Kierkegaard, artık ilahi olan ile insani olan yer değiştirdi. Bilge insan tüm peygamberlerden rol çalıyordu. İman bir anda küfürle yer değiştiriyor, bilgi bir anda kibre bürünüyordu. Yine imdada Foucault yetişti. O saatten sonra diyordu, bilge özne, Tanrı nesnedir. Yaratım işi Tanrıdan kula geçmiştir.

Oysa hikâye böyle değildi. Nietzsche bile söylememişti Tanrının öldüğünü, kendi başına ibadet eden ihtiyar insana. Hatırlanırsa en çok papaya kızmıştı Zerdüşt. Hadi çirkin insanı ve diğerlerini anladım demişti Zerdüşt papaya. Sen neden tapıyorsun eşeğe? Bizzat gözlerinle görmedin mi Tanrının öldüğünü? Haklısın gördüm demişti papa. Şu çirkin insanın övgüler dizdiği eşeğe inanıyorum çünkü insan hiçbir şeye inanmamaktansa bir şeye inanmayı tercih eder.

Tanrının öldüğüne bizzat şahit olan papa iman aramaktaydı. Kierkegaard’a göre papanın derdi bir şeye inanmak değil, insanın içindeki yaratım dürtüsünün en mükemmelini yakalama çabasıydı. Papanın bedene hapsolmuş ruhu acı çekiyordu. Bu acıdan kurtulmak için eşekten bile Tanrı yaratacaktı. Çirkin insan eşeği övdü, övdü, övdü… Papa ve diğerleri dinledi, dinledi, dinledi… Eşek övüldükçe güzelleşti, güzelleştikçe tanrısal surete büründü.

Oysa hikâye böyle değildi. İnsanı kâmil denilmişti yaratılanların en şereflisine. Hakikatin sırrına erme kapasitesine sahip zihni, “Allah Ekber” ise ben kimim ki diye secdeye varan bedeni ve mağaralara müptela münzevi bir mirasın sahibi insan. Akılla varılır her yola derken Muallim-i Evvel, hocası Platon bilgeliğin aynı zamanda ahlak işi olduğunu da söylemişti. Mağarada gölgeleri seyrederken avam, hakikatin zincirlerini ancak bilge insan kırabilir dedi. Sokrates’e de kaç demişlerdi, kurtul öldürülmekten. Oysa hiç kimse Sokrates’in zincirlerini kırıp hakikate yaklaştığını göremedi. Mağara önemliydi çünkü avam ile havas yan yana zincirdeydi o mağarada ve ancak havasa nasipti mağara dışına çıkma yeteneği.

Yer yine mağaraydı. Ümmi Peygambere oku dendi. Sınıfsal farklılıklar, bilgelik, avam… ne gam. Oku dendi, oku. Neyi okuyacağı söylenmeden oku dendi. Yaratan Rabbinin adıyla oku. Gökyüzü ipekten kanatlarla dalgalandı. Şairler diller döktü. Yıllardır boz bulanık suları yudumlayan insanlar, bir pelikan hüznüyle kumsallarda yürürken alınlarında hissettiler yağmur tanelerini. Kâinatın en büyük ve en güzel alın yazısıydı O’na ümmet olmak. Denizler kabardı, göller kurudu, “Selam sana ey Nebi” sesleriyle aydınlandı tüm yollar. Börtü böcek, kuş, ağaç, hayvanat ve yıldızlar… hepsi bir ağızdan “Selam sana ey Nebi” dedi.

Bu kez mağarada farklılıklar yoktu. Okumak, yani bilmek hakikate ulaşmak için tek kaynaktı. Kalemle yazmak öğretildiğinden beri okumak size emrolundu dendi. Okuyan gözlere, yazan ellere, her dilde ama her dilde yazılmış tüm hecelere Bismillah. Bu kez hikâye yeniden yazılmayacaktı. Tüm hikâyelerin anlattığı gerçek hikâye başlamıştı. Tüm ideaların imgelediği gerçeklik ortaya çıkmıştı. Hakikat ilk değil belki ama son kez Peygamber şahsında tecessüm etmişti. O Sokrates’in hasreti, O Diyojen’e baş eğdirmeyen cesaretti.

Duyan ram oldu, biri hariç. Gören âşık oldu, biri hariç. Bilen önceden ne biliyorsa unuttu, biri hariç. Ebu Cehil. Cehaletin babası. Esas adı Amr bin Hişam. Mekke’nin yöneticisi. Helenizm etkilerinin devam ettiği o günkü yüzyıl düşünüldüğünde, yaşadığı toplumun en ileri geleni olmalı. Yani yönetici, yani kral. Mekke’nin ticaret merkezi olması hasebiyle muhtemelen Arapçanın kabile şiveleri dâhil civarda konuşulan tüm dillere hâkim. Bugünkü tabirle muhtemelen dört beş dil biliyor. Yönetici, asil bir soydan geldiği ve zengin aileden olduğu için muhtemelen iyi bir eğitim almış. Kureyş kabilesini yönetecek vasfa sahip olduğuna göre Mekke dolaylarında, hatta bugünkü Arabistan yarımadasında ondan daha akıllı ve iyi yetişmiş biri olmaması gerekir. Bugün yaşasa Harvardlara eyvallah etmez, fahri doktora için üniversiteler sıraya girerdi. Ama adı yeryüzünün en acınası insanı olarak tarihe mal oldu: Ebu Cehil (Cahillerin Babası). Çünkü cahillik bir durum değil bir tutumdu. Allah’ın bizzat gözleri önüne koyduğu hakikati göremedi. Cahildi çünkü hakikate karşı tavır aldı. Cahildi çünkü yaradılışın gayesiyle kavgaya tutuştu. Cahildi çünkü dünya iktidarı için veya tatmin edilmeye namzet hazlar için erdem ve ahlaka karşı durdu. Cahildi çünkü hayatında köle olarak çalışmaktan başka zihinsel hiçbir çabaya maruz kalmamış insanların gördüğü gerçeği, koca külliyesiyle göremedi.

Peygamber ise örtüsünden kalkmıştı. Öbek öbek insanlar O’na geliyordu. Peki, insanları O’na sürükleyen neydi? Kur’an yeni inmeye başlamıştı. Kur’an bir sebep olamazdı. İlahi kelamın gücü de olamazdı, zira tamamlanmamış bir din vardı. Gelen ayetlerin okunması da olmazdı. O günkü toplumda ayetleri ezberleyenler hariç metinden yazı okuyacak insanların varlığı tartışmalıydı. İnsanların Peygambere inanmalarının bir tek açıklaması vardı: Peygamberin güzel insan olmasıydı. Hz. Muhammed dediyse doğrudur. O güne kadar her şeyiyle mükemmel bir insandı. Adı Muhammed’di, lakabı Emin. O dediyse doğrudur.

Safa tepesi heyecandan un ufak olacaktı. Nebi’yi başı üstünde taşımanın onuru onundu. Yeryüzü şekillerinin tüm topografik çizimlerinden münezzeh, adı inananların zihin topografyasında kalacaktı. Hacer anamızın İsmail’e su aramak için üstüne çıktığı günden beri daha güzel bir gün yaşamamıştı. Safa tepesinde Nebi Mekkelilere seslendi: “Ey Kureyşliler! Ben size şu dağın eteğinde veya şu vadide düşman atlıları var, hemen size saldıracak, mallarınızı gasbedecek desem, bana inanır mısınız?” Onlar da hiç düşünmeden: “Evet inanırız! Çünkü şimdiye kadar Sen’i hep doğru olarak bulduk. Sen’in yalan söylediğini hiç işitmedik!” dediler.

O günden sonra da Peygamber her zaman doğrusunu söyledi. Dost düşman herkes O’nu doğru olarak buldu. O’nun doğruluğu bir idealdi. Ne kadar O’na benzediysek, dünyamız o kadar güzelleşti. İyi olanı yapmak O’nun sünnetini yapmak için yeterliydi. Basit ve güzel olan Peygamber âdetiydi. Tüm insanlar O’nun güzel huyuna, doğruluğuna ve güzel ahlakına âşıktı.

Peygamberimizin diğer dinlerin peygamberlerinden farkı insan olmasına yaptığı mutlak vurguydu. O’nun insan olması şehadetin şartı bilindi. Çünkü Peygamber kendisinde vücut bulmuş tüm güzelliklerin kaynağını insanın hamuruna işledi. Peygamber gibi erdemli ve ahlaklı bir insan olmak için ilahi bir ayrıcalığa ihtiyacı yoktu artık insanın. Eğer hakikatin sırrına ermek istiyorsa insan, eğer erdemin kapısına dayanmaya meyletmişse içine dönmesi yeterliydi. Kaynak şüphesiz Peygamber ve va’z ettiği dindi. Çelişki yoktu aslında. Sadece insani vasıflarla hakikate erer miydi insan? Bu sorunun cevabı Peygamber öğretisine göre şüphesiz evetti. Allah insanın hamurunu o nurla yoğurmuştu ve örneği Peygamberin bizatihi kendisiydi. Çünkü Peygamber tebliğden önce de aynı erdem ve ahlak üzereydi.

Yüzyıllar akıp gitti. Zihnimiz aydınlanırken ruhumuz karanlığa hapsoldu. İlk önce Thomes Hobbes Ebu Cehil’e saygı duydu ve anlam verdi. Sonra Isaac Newton her tanesini bir meleğin taşıdığını sandığımız yağmur tanelerine elektron yükleyip ayrı noktalara gönderdi. Foucault bedeni ruha hapsederken, Schrödinger hayatı kaderin elinden alıp (çalıp) gözlemciye devretti. Freud tatmin edilsin veya edilmesin tüm arzularımıza keskin şekiller verdi. Tüm bu çabalar insanı yeniden inşa etme çabasıydı ve her inşa bir yıkımla birlikte geldi.

Doğa ile rabıtası koptukça insanın, boşlukta sallanan ruhuna bir sığınak aradı. İdeolojiler, idealler vs. ne varsa Nietzsche’nın ölen Tanrısını arama çabasıydı. Oysa Nietzsche Tanrı öldü derken tam da bunu anlatıyordu. İnsanın hakikati arama çabası bitti diyordu. İnsan ilahi hakikati bırakıp kendini anlamlandırma peşine düşmüştü. Kendisi varken başka hangi Tanrı anlamlandırmaya değerdi? Nietzsche bunu kavradığında, insanlık, sistematik biçimde ilahi kural ve rollerin yerine kendi kural ve rollerini ekliyordu. Artık çok geçti. Sistemsel bir kara bulut mağaralara yürüyordu.

Oysa sadece hazzın, güç istencinin ve bilginin değil erdemin ve ahlakın kaynağı da insandı. Birkaç insanın kendi içine dönüp o kaynağa ulaşması, hayatı tekrardan anlamlandırmak için yeterliydi. Örnek belliydi. Peygambere benzemek ritüellere ve seremonilere indirgenmemeliydi. O’nun anlattığı hayatın, her dönemde yaşanabilir olmasının kanıtı, her dönemde iyi insanların var olması ihtimali ve gerçeğiydi. 2022 yılında, insanların bunca görünürlüğüne ve bilinirliğine rağmen, bu kadar ünlü insan tiplemelerine rağmen, dini öğretileri amaç edinme gayesinde olduğunu iddia eden yapılara rağmen, tüm hayatı Peygamber sünneti üzerine inşa ettiklerini iddia eden insanlarla birlikte yaşamasına rağmen Enes Kara, hayata tutunmak için, kendi içinden ahlakını ve erdemini çıkarabilmiş bir örnek insan bulamadı ve bu dünyadan küskün göçtü. Onun küskün göçü geride kalan bizlerin iç karanlığına bir haykırıştır. Bu haykırış kulaklarımıza değil vicdanımızadır.

Ümit Yardım –

*Bu yazı 8 Ocak 2022 tarihinde yazılmıştır. Bu nedenle değerlendirmeler de bu tarih itibarıyladır.

I.

Türkiye’nin tarih, kültür, kimlik, dil vb. itibarıyla kardeş ülkelerinden ve bugünün Orta Asya’daki stratejik ortağı Kazakistan’da son günlerde şiddet olayları yaşanmaktadır. Gelinen son aşamada Kazakistan Cumhurbaşkanı Kasım Cömert Tokayev’in daveti üzerine olaylara müdahale etmek üzere Müşterek Güvenlik Anlaşması Teşkilatı (MGAT) güçleri ülkeye girmişlerdir.[1] 30. bağımsızlık yıldönümünü daha geçen hafta kutlayan bu ülkeye MGAT gücünün girişiyle birlikte Türkiye’de geniş kesimlerin ilgi ve kaygıları Kazakistan üzerinde yoğunlaşmış bulunmaktadır. Bütün bu kaygılarda Kazakistan’ın egemenlik ve bağımsızlığının korunmasının önemi, Rus tarafının bu gelişmelerdeki konumuna dair endişeler etkili olmaktadır.

SSCB’den ayrılışının ve bağımsızlığının 30. yıldönümünü 2021’de kutlayan Kazakistan, bilindiği üzere o tarihten bugüne (eski Cumhurbaşkanı) Nursultan Nazarbayev, ailesi ve bağlı klanların etkili olduğu bir sistemle yönetilmektedir. Nazarbayev, aynı zamanda SSCB dönemi üst düzey yöneticisi idi. (Kazak Komünist Partisi I. Sekreteri) Nazarbayev, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın önerisiyle 2019’dan bugüne Türk Konseyi/Türk Devletleri Teşkilatının da Onursal Başkanıdır.

Nazarbayev 2019’da Cumhurbaşkanlığından ayrılarak Güvenlik Konseyi Başkanlığını üstlenmiş (olaylar sonrasında 5 Ocak 2022 tarihinde bu görevden ayrılmış veya alınmıştır), yerine Cumhurbaşkanı Tokayev gelmiş olmasına rağmen ülkedeki etkisi sona ermemiştir.

Nazarbayev bilindiği üzere ülkesinde Kazak/Türk kimliğinin, dil ve kültürünün geliştirilip güçlendirilmesi için önemli adımlar atmış, ayrıca bugünkü adıyla Türk Devletleri Teşkilatının (TDT) kurulmasında da önemli bir rol oynamış tecrübeli bir liderdir.

Kazakistan Rusya’nın yakın müttefiklerindendir. (Rus tarafının son açıklamasında Kazakistan stratejik ortak, dost ve kardeş ülke olarak tanımlanmaktadır). Rusya Federasyonu’nun Kazakistan’da bazı stratejik tesisleri de vardır (Sarı Sagan Anti Balistik Füze Test Merkezi, Baykonur Kozmodromu). Kazakistan Bağımsız Devletler Topluluğu (BDT), Müşterek Güvenlik Anlaşması Teşkilatı, Avrasya Ekonomik Birliği gibi çeşitli post-SSCB yapılarının da etkin bir üyesidir.

Öte yandan, başta Nazarbayev ve genelde Kazak yönetimleri Rusya ile ilişkilerde hassas olmuş, belirli dengeleri gözetmiş, aksine durumda bilhassa Kuzey Kazakistan üzerinden Rusya’nın ciddi adımlar atabileceğinin farkında olmuştur.

Kazak Türkçesidevlet dili”dir. Ancak devlet kurumlarında ve yerel idarelerde Rusça da resmî dildir ve Kazakçayla eşit düzeydedir. (Any. md. 7) Kazakçanın yaygınlaştırılması etkin şekilde teşvik edilmektedir. Bu tür adımlar ise Rusya’daki çeşitli çevreler tarafından “Rusça’nın yasaklandığı” gibi iddialarla istismar edilmektedir.

II.

2022’nin ilk günlerinde, Kazakistan’da arabalarda kullanılan LPG fiyatları iki kat kadar zamlanmıştır. (Yaklaşık 1,5 TL’den 3,5 TL’ye) Bunun üzerine en başta Canaözen (Mangistau) bölgesi olmak üzere bilhassa Batı Kazakistan şehirlerinde protesto gösterileri başlamış ve aşamalı olarak ülkenin diğer bölgelerine ve Almatı’ya da yayılmıştır. Petrol bölgesi olan Canaözen’de 2011 yılında da protesto olayları yaşanmış ve 16 işçi güvenlik güçlerince öldürülmüştü. Bu olaylar sonraki gelişmelerin ilk kıvılcımı olarak görülmelidir. Olayların Almatı’ya genişlemesi kritik olmuştur.

Zam kararının Hükümet tarafından geri çekilmesi de gösterileri durduramamıştır. Halk bunun bir taktik olduğunu, gösterilerin yatışması sonrasında ileride tekrar fiyatların yükseleceğine inanmaktadır

Bazı şehirlerde şiddet olayları yaşanırken bazılarında ise nispeten daha sakin gösteriler olmuştur. Bilhassa Almatı’da polis ve askerlere yönelik saldırılar, araba yakma olayları, yaralanma ve ölümler de görülmüştür.

Göstericilerin bazı kamu binaları (belediyeler vb.) ile havalimanlarına yönelik saldırı ve işgal girişimlerinde bulundukları da görülmüştür. Bunlar zamanla resmî makamlarca geri alınmıştır.

Bazı gösterilerde ise Nazarbayev karşıtı sloganlar da atılmış, heykelleri yıkılmış, hükûmetin de istifası istenmiştir. Sınırlı olmakla birlikte başkent Nur Sultan’da da (Astana) bazı gösteriler yapılmıştır.

Göstericiler ve çeşitli insan hakları örgütleri, Nazarbayev’in damadı, güçlü işadamı ve siyasette etkili oligark Timur Kulibayev’i de hedef almışlardır. (Nazarbayev ailesinin ülke dışında büyük varlıklarının bulunduğu, Kulibayev’in Kazak varlık fonu yatırımlarından on milyonlarca doları gasp ettiği çeşitli çevrelerce ileri sürülmektedir.)

III.

Cumhurbaşkanı Tokayev Almatı ve Mangistau bölgelerinde 5-19 Ocak 2022 arasında geçerli olmak üzere olağanüstü hâl ilan etmiştir.

Tokayev ayrıca zamlar ve gelişen olaylar nedeniyle Hükûmeti, bilhassa Enerji Bakanlığını ve KazakGaz şirketini suçlamış; birçok yerel ve merkezî yöneticiyi görevinden almış, (eski Başbakan ve Güvenlik Komitesi Başkanı Masimov dâhil); eski Cumhurbaşkanı Nazarbayev’i Kazak Güvenlik Konseyi Başkanlığından almış (bu durumun ikisi arasındaki bir mutabakatla olması da muhtemeldir) ve gelişmelerin devletin güvenlik meselesi olduğunu belirtmiştir.

Tokayev göstericilere diyaloğa hazır olma, kamu düzenini bozmama ve yıkıcı grupları dinlememe çağrısında da bulunmuş, izleyen günlerde ise bu söylemlerini şiddetlendirmiştir.

Tokayev 5 Ocak 2022 günü (Nazarbayev’in yerine) Kazakistan Güvenlik Konseyi Başkanlığını da üstlenmiştir.

Başbakan Asker Mamin Hükûmeti 5 Ocak 2022 günü görevinden alınmış ve geçici Başbakan olarak Alihan İsmailov atanmıştır.

IV.

Tokayev 6 Ocak 2022 günü yaptığı açıklamasında, Kazakistan’ın yurtdışında eğitilmiş terör gruplarının işgal saldırılarıyla karşı karşıya bulunduğunu, nitekim Almatı’da kamu ve askerî tesislere hücum ettiklerini, havalimanını ele geçirdiklerini, uçaklara el konulduğunu belirterek bu gelişmeler karşısında MGAT’den terörle mücadele için askerî yardım talebinde bulunduklarını açıklamıştır.

MGAT Güvenlik Konseyi Dönem Başkanı (Ermenistan Başbakanı) Paşinyan Tokayev’in çağrısı üzerine ve MGA 4. maddesi çerçevesinde “barış koruma” güçlerinin ülkede istikrarı korumak amacıyla ve sınırlı bir süre için Kazakistan’a gönderilmesi kararının alındığını açıklamıştır.[2]

MGAT güçlerinin günlük olaylarda değil genelde stratejik altyapı tesislerinin korunmasında görev alacakları açıklanmıştır. Bu güç 2.500 civarında ve Rus askeri ağırlıklıdır. (Rus birlikleri seçkin ve savaş deneyimli hava indirme birliklerinden müteşekkildir) Kırgız tarafı ise asker göndermeyi epeyce tartışmış, ancak Meclislerindeki ikinci oylamada kabul etmiştir. Diğer üye ülkelerin asker sayıları çok daha düşüktür.

V.

Bununla birlikte MGAT bugüne kadar hiçbir iç olaya (Kırgızistan 2005, 2010, 2020 olayları; Y. Karabağ 2020, Kırgız-Tacik çatışmaları 2021 vb.) müdahale etmemiş, arabuluculuk da yapmamıştır. Tokayev talepte bulununca ise müdahale kabul edilmiştir.

Kazak toplum hafızası Aralık 1987’de (Jeltoksan/Aralık olayları SSCB güçlerinin ülkeye girerek kitlesel olaylara ölümcül müdahalesini canlı tutmaktadır.

VI. Sebepler/Muhtemel Sonuçlar

  • En başta, doğal kaynak zenginliği olmasına rağmen, ülkede toplumsal dengesizlik ve gelir dağılımı sorunları; Tokayev iktidarına rağmen fiiliyatta Kazakistan’da Nazarbayev ailesinin (bilhassa damadı Timur Kulibayev ve kızı Dinara Kulibayeva, diğer Kızı Dariga da bir süre Senato başkanlığı yapmıştır) etkisinin 30 yıldır sürmesi ve siyasi-ekonomik etkileri; Sovyetler Birliği döneminden de kalan çeşitli kesimlerin toplumun varlığını, zenginliklerini istismarı; 30 yıl içinde önemli adımlar atılmış olsa da değişimin mahiyetinin sınırlı ve yetersiz kalması; göstericilerin “Yaşlı adam, artık git” sloganları dikkat çekicidir. (Nazarbayev’e atfen)
  • Olaylar makul talepleri içeren gösterilerle başlamış ancak aşamalı olarak mahiyetinde değişiklikler olmuştur.
  • Önceki haftalarda ülkede görsel bilgi panoları ve levhalarda ikinci resmî dil Rusçanın kullanım zorunluluğu kaldırılmıştı. Bilhassa Kazakistan’ın kuzey bölgesi radikal Rus yayılmacılığının hedef ülkelerinden biridir. Jirinovski, LDP, Rus derin yapısının çeşitli temsilcileri vb. bunun başını çekmektedir. Bu çevreler Rus yayılmacılığının söylemlerini bu son olaylar vesilesiyle de dile getirmişlerdir. (Kiril alfabesine dönüş, Rusçanın ikinci resmî dil olarak konumu, Kırım’ın tanınması vb.) Hatta Kilisenin söylemlerinde dahi bu zihniyetin işaretleri izlenmiştir. (Kazakistan, Tarihi Rus toprakları)
  • Son gelişmeler ve davet üzerine MGAT gücünün ülkeye gelmesi Moskova’nın Astana üzerinde etkisini artıracak, stratejik işbirliğini orantısız şekilde Rusya Federasyonu lehine güçlendirecektir.
  • Öte yandan eski cumhurbaşkanı Nazarbayev’in ülkede Kazak Türkçesinin hâkim olması yönünde zaman zaman yaptığı telkin ve girişimlerin Moskova’nın rahatsızlığını doğurduğunu da ifade edelim. Bu gelişmeler sonrasında Astana’nın bu yöndeki adımlarında, bilhassa Türk/Kazak kimliğinin güçlendirilmesi çabalarında artık daha ürkek olması, yavaşlaması beklenmelidir.
  • MGAT müdahalesine yol açan bu durumun, Moskova’nın, Ukrayna gelişmeleri bağlamında Orta Asya’ya yönelik verdiği siyasi mesajla da bağlantılı görülmesi mümkündür. Bilindiği üzere önümüzdeki hafta içinde ABD/NATO ve Rusya çeşitli görüşmeler yapmak üzere bir araya geleceklerdir.
  • Kazak yönetimi içinde Nazarbayev (ve ailesi) ile Tokayev arasında güç çekişmesi de söz konusu olabilir. Nazarbayev’in etkisine karşı Tokayev süreci kendi lehine kullanmak isteyebilir. Nazarbayev döneminin bazı yöneticilerinin görevden alınmaları bunun bir işareti olabilir. Tokayev’in sistem içindeki konumunu sağlamlaştırması halinde bu süreç hızlanabilecektir.
  • Her hâlükârda eski SSCB halefi ülkelerde bu tür gelişmelerin ön planda görünmeyen ancak diplerde etkili/belirleyici olan farklı yönleri de bulunur. Bunlar ise zamanla daha iyi anlaşılabileceği gibi asla ortaya çıkmayabilir de.

VII. Tepkiler

Türkiye ilk günden itibaren genelde gelişmeleri izlemekle yetinmiştir.

İlk açıklama Dışişleri Bakanlığından gelmiştir. Kazakistan’ın istikrarına, halkın barış ve huzuruna önem, Kazakistan yönetiminin bu krizin üstesinden geleceğine yönelik inanç, Kazakistan halkının sağduyusuna güven duyulduğu ve olayların yatışması arzusu. (5 Ocak 2022)

Cumhurbaşkanı Sayın Erdoğan da Türk Devletler Teşkilatı üyesi ülkelerin devlet başkanları ile birer telefon görüşmesi gerçekleştirmiştir. (6 Ocak 2022)

Türk Devletleri Teşkilatı Aksakallar Heyeti Başkanı Binali Yıldırım ve diğer resmî kurumlar, keza uzun bir bekleyişin akabinde nihayet 6 Ocak 2021 günü genel mahiyette çeşitli açıklamalar yapmışlardır.

(Türk Devletleri Teşkilatı Aksakallar Heyeti Başkanı Binali Yıldırımın açıklaması: Kazakistan’da bugünlerde yaşanan olayların ülkenin barış ve istikrarına zarar vermeyecek şekilde sonlanması en önemli beklentimizdir. TDT Aksakalları olarak kardeş Kazakistan ile güçlü dayanışmamızı belirtmek isteriz. Ülkede hayatın normale dönmesi hususunda her türlü katkıyı yapmaya hazır olduğumuzu belirtir, olaylarda hayatını kaybeden kardeşlerimize Allah’tan rahmet, yaralılara acil şifalar dileriz)

Batı/ABD ise daha ziyade “Kazakistan’ın anayasal kurumlarına destek, insan haklarına saygı, krize barışçı, insan haklarına saygı temelinde çözüm vb” yönüyle yaklaşmıştır.

Çin, Rusya gibi ülkelerin açıklamalarında “dış güçler” vurgusu bulunmaktadır.

Rusya ve ABD karşılıklı olarak birbirlerini de suçlamışlardır. (Dışişleri Bakanlıklarının açıklamaları)

Sonuçta Kazakistan’daki gelişmelerin en kısa zamanda normale dönmesi, MGAT güçlerinin ivedilikle ülkeden çekilmesi, istismarcılar dışında toplumun farklı kesimlerinden gelen taleplerin Kazak yönetimince değerlendirilmesi, ülkenin asırlar süren Rus/Sovyet işgali sonrasında elde ettiği 30 yıllık bağımsızlığının zarar görmemesi birinci dereceden önemli hususlardır.

Bu değerlendirmeler sadece Kazakistan değil Türkiye bakımından da Kazakistan’a bakışın önemli unsurlarıdır.

Aynı şekilde yeni kurulmuş olmakla birlikte, ileriki aşamalarda ve gerekli altyapının bütün alanlarda tesisi sonrasında Türk Devletleri Teşkilatının askerî/güvenlik boyutunun da eninde sonunda ele alınması, kapsamlı bir durum değerlendirmesi yapılması şarttır. Nitekim TDT bu son kriz süresince bazı ürkek söylemler dışında hiçbir etkili tutum sergileyememiştir.

Kazakistan ve Osmanlı/Türkiye dönemlerinde iki halk birbirlerini etkilemişlerdir. Mustafa Çokay, Mugcan Cumabayev, T. Rıskulov, O. Suleymanov gibi Kazak lider ve aydınlar Türkiye’de de tanınmışlardır. Bu isimlerin çoğu Türk halklarının birlikteliğine de inanmış ve savunmuşlardır.

Dönemin zor siyasi ve bilhassa iletişim şartlarına rağmen 20. asır başlarındaki Anadolu işgaline direnişin Kazakistan’da da bilindiği ve takdir edildiği anlaşılmaktadır.

Aşağıdaki Mugcan Cumabayev şiiri buna bir örnektir.

Türkistan iki dünya eşiğidir;

Türkistan Er Türk’ün beşiğidir.

Görkemli Türkistan’da doğmak

Tanrı’nın Türk’e verdiği nasibidir.

Tarihte Türkistan’a Turan denildi

Turan’da Er Türk’üm doğup büyüdü

Turan’ın kaderi çok dalgalıdır

*****

Anadolu Türklüğünün Mücadelesine

Uzakta ağır azap çeken kardeşim!

Solmuş laleler gibi çöken kardeşim!

Etrafını sarmış düşman ortasında

Göl gibi gözyaşını döken kardeşim!

Önünü ağır kaygılar örtmüş kardeşim!

Ömrünce yaddan cefa görmüş kardeşim!

Hor bakan, yüreği taş, kötü düşman

Diri diri derini soymuş kardeşim!

Kardeşim! Sen o yanda, ben bu yanda,

Kaygıdan kan yutuyoruz, bizim adımıza

Layık mı kul olup durmak, gel gidelim

Altaylara atadan miras altın tahta.


[1] Müşterek Güvenlik Anlaşması Teşkilatı (MGAT) (Rusya Federasyonu, Kazakistan, Kırgızistan, Ermenistan, Belarus ve Tacikistan): SSCB’nin dağılması sonrasında Bağımsız Devletler Topluluğu (BDT) üyesi 6 ülke Mayıs 1992’de Müşterek Güvenlik Anlaşmasını imzalamışlardır. (Taşkent Paktı/MGA) (Rusya Federasyonu, Kazakistan, Ermenistan, Kırgızistan, Tacikistan ve Özbekistan) Bilahare üç ülke daha (Azerbaycan, Belarus, Gürcistan) Anlaşmaya katılmıştır. Sonraki dönemde ise üç ülke (Azerbaycan, Özbekistan, Gürcistan) Anlaşmadan ayrılmışlardır. Anlaşmada kalan altı devlet ise 2002’de bu kez askerî bir ittifak olarak Müşterek Güvenlik Anlaşması Teşkilatını (MGAT) tesis etmişlerdir. (Sırbistan ise gözlemci statüsündedir)

[2] MGA md. 4: Üye ülkelerden herhangi biri saldırıya maruz kalırsa (güvenlik, istikrar, egemenlik ve toprak bütünlüğüne karşı) Anlaşmaya taraf bütün ülkelerin bütünlük ve egemenliğine saldırı kabul edilecektir. Bu durumda ilgili üye ülkenin talebi üzerine askerî yardım dâhil her türlü acil yardım, Birleşmiş Milletler Şartının 51. maddesi de dikkate alınarak sağlanacaktır.

BM Şartı Madde 51: Hiçbir şey, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi uluslararası barış ve güvenliği sağlayacak tüm önlemleri alana dek, askerî saldırıya uğramış Birleşmiş Milletler üyesi ülkenin bireysel ya da kolektif meşru müdafaa hakkına zarar veremez. Savunma hakkını kullanmak üzere üyeler tarafından alınan önlemler anında Güvenlik Konseyine bildirilir ve hiçbir şekilde Güvenlik Konseyinin, mevcut şart çerçevesinde, uluslararası barış ve düzeni sağlama yönünde hareket etme yetkisi ve sorumluluğunu etkileyemez.

M. Emin Zararsız –

Genel Olarak Ankara Sosyal Bilimler Vakfı Faaliyetleri

Ankara Sosyal Bilimler Vakfı (ASBV) 2018 yılının Nisan ayında Bilkent’teki adresine taşınmış ve 2018 yılından itibaren faaliyetlerini gerçekleştirmeye başlamıştır. İlk olarak htpp://www.sosyalbilimlervakfi.org adresi üzerinden bir web sitesi açmış ve faaliyetlerini bu adres üzerinden de yapmaya/erişime açmaya başlamıştır.

Ankara Sosyal Bilimler Vakfı ilkini 18 Ekim 2018 Perşembe günü Vakıf Merkezinde başlattığı ve her onbeş günde bir gerçekleştirdiği Sosyal Bilim Söyleşilerine 5 Mart 2020 tarihinde gerçekleştirdiği Söyleşiden sonra Kovid-19 salgını nedeniyle ara vermiş, 15 Ekim 2020 tarihinden itibaren ise çevrimiçi olarak (Zoom ve YouTube üzerinden) yeniden başlamıştır. ASBV programların yüz yüze Vakıf merkezinde gerçekleştirildiği dönemlerde yaz aylarında (3 Mayıs – 14 Kasım 2019) daha uzun, çevrimiçi gerçekleştirildiği dönemlerde ise (3 Temmuz – 16 Eylül 2021) daha kısa aralar vererek Sosyal Bilim Söyleşilerini devam ettirmektedir. Söyleşilere Vakfın web sitesi üzerinden Sosyal Bilim Söyleşileri sekmesinden, ayrıca youtube.com adresinden Sosyal Bilimler Vakfı kanalından erişerek izlemek mümkündür.

Ankara Sosyal Bilimler Vakfı web sitesinde sosyal ve beşerî bilimler alanında söyleyecek sözü olan herkese açık bir serbest düşünce paylaşım ortamı olarak Ankara Sosyal Bilimler Vakfı Düşünce Platformu 2020 yılında hizmete açılmıştır. Editörlüğünü Dr. M. Emin ZARARSIZ ve Prof. Dr. Ömer DEMİR’in yaptıkları ASBV Düşünce Platformu düşünce dünyamızı zenginleştirmeyi, dünyanın veya ülkemizin temel meselelerinin anlaşılmasına, sorunların çözümüne katkı sağlamayı amaçlayan çalışma ve analizlere yer veren ve zaman içerisinde yayınlanan yazılardan seçilenleri kitap olarak yayınlamayı planlayan Ankara Sosyal Bilimler Vakfı bu ortamdaki ilk yazısını 3 Kasım 2020 tarihinde yayınlamıştır. 2021 yılı Ocak ayından itibaren ise düzenli olarak her hafta Cumartesi günleri bir yazı yayınlayarak yayın hayatı devam ettirilmektedir.

Ankara Sosyal Bilimler Vakfı web sitesinde Kitaplar sekmesi oluşturularak sosyal bilimler alanındaki okumalar için güncel yayınlar ve başucu kaynakları önerilerini kısaca tanıtmaya başlamıştır.

Ankara Sosyal Bilimler Vakfı web sitesinde Sosyal Bilimler ve Sosyal Bilim Öğretim Mimarisi Çalışmaları sekmesi oluşturularak ülkemizde sosyal bilimlerin araştırma ve öğretiminin daha güçlü hale gelmesine katkı sağlama amacına yönelik olarak sosyal bilimlerde araştırma ve sosyal bilim öğretim mimarisine katkı anlamında görüş, değerlendirme ve önerilerin kapsamlı olarak bir araya getirilmesi amaçlanmıştır. Bu platformun bir amacı da sosyal bilim öğretim mimarisi ve araştırmalarına ilişkin tecrübe paylaşımının etkileşimli olarak sağlanabilmesidir. Bu platformda birikecek görüş, değerlendirme ve öneriler bağlamında konuyla ilgili çalıştay düzenlenmesi ve rapor yazımı da öngörülmektedir.

Prof. Dr. Ömer DEMİR ve Prof. Dr. Mustafa ACAR tarafından hazırlanan ve ilk baskısı 1992 yılında gerçekleştirilen Sosyal Bilimler Sözlüğü yazarlarının da izniyle Ankara Sosyal Bilimler Vakfı web sitesinde elektronik ortamda erişime açılmıştır. Eser, genel sosyal bilim kavramlarının yanı sıra Antropoloji, Ekonomi, Felsefe, Mantık, İlahiyat, Siyaset Bilimi, Sosyoloji, Uluslararası İlişkiler, Yönetim Bilimi gibi disiplinlere ait dört bini aşkın kavramdan oluşmakta ve alanında ilk Türkçe Sosyal Bilimler Sözlüğü olma özelliğini taşımaktadır.

2021 Yılı Sosyal Bilim Söyleşileri

Ankara Sosyal Bilimler Vakfı 2021 yılında ilki 7 Ocak 2021, sonuncusu 23 Aralık 2021 tarihinde olmak üzere ve 2 Temmuz – 15 Eylül 2021 tarihleri arasında ara verilerek toplam 23 adet Sosyal Bilim Söyleşisi gerçekleştirmiştir. Bu söyleşiler toplam 12 saat, 10 dakika, 29 saniye sürmüştür.

Sosyal Bilim Söyleşilerine 2021 yılında 7 Ocak 2021 tarihinde Prof. Dr. Ali NESİN ile “Matematik Felsefesi” konu başlıklı söyleşi ile başlanmış, 23 Aralık 2021 tarihinde Prof. Dr. Turan KARATAŞ ile “Doğunun Yedinci Oğlu: Sezai Karakoç” konu başlıklı söyleşi ile yıl tamamlanmıştır. Ramazan ayında her hafta bir söyleşi gerçekleştirilmiştir.

2021 yılında gerçekleşen Sosyal Bilim Söyleşilerinin listesi aşağıdaki tabloda yer almaktadır.

S. NoTarihKonuşmacıKonuSüre
17 Ocak 2021Prof. Dr. Ali NESİNMatematik Felsefesi02:46:55
221 Ocak 2021Prof. Dr. E. Fuat KEYMAN2021 Yılına Girerken Uluslararası Gelişmelere Bir Bakış ve Türkiye’nin Konumlandırılması02:26:34
34 Şubat 2021Prof. Dr. Abdurrahman ERENAnayasa-Devlet-Din İlişkisi02:11:09
418 Şubat 2021Prof. Dr. Turalay KENÇUluslararası Para Sistemi: Dünü, Bugünü ve Dijital Geleceği01:31:19
54 Mart 2021Prof. Dr. İsmail KARAİslâm, İslâmcı Düşünce, İslâmî Hareket02:57:46
618 Mart 2021Prof. Dr. Ömer ÇAHASivil Toplum ve Demokrasi01:59:08
71 Nisan 2021Fehmi KORUBasın ve Demokrasi (Türkiye Örneği İle)01:54:24
815 Nisan 2021Dr. Necdet SUBAŞIKamusal Maneviyat02:21:51
922 Nisan 2021Prof. Dr. Mehmet GÖRMEZBir Hikmet Okulu Olarak Ramazan ve Oruç02:32:24
1029 Nisan 2021Prof. Dr. Ali BARDAKOĞLUİslam’a Yolculuk: Rabbini Bilen Kendini Bilir02:25:29
116 Mayıs 2021Prof. Dr. Adnan DEMİRCANHz. Peygamber’in İbadetleri01:44:36
1220 Mayıs 2021BE Selim YENELAvrupa İle İlişkilerimiz01:34:40
133 Haziran 2021Galip DALAYTürkiye’nin Ortadoğu’daki Konumu02:05:20
1417 Haziran 2021Prof. Dr. Ömer TORLAKTürkiye’de Sosyal Bilim Yapmanın Zorlukları01:53:05
151 Temmuz 2021Prof. Dr. Alim YILMAZHakikat ve Siyaset İlişkisi02:03:40
1616 Eylül 2021Prof. Dr. Nazif GÜRDOĞANDijitallejen Dünyada Yeni Paradigma Arayışları01:49:35
1730 Eylül 2021BE Ömer ÖNHONTürkiye – Orta Doğu İlişkileri02:06:55
1814 Ekim 2021Dr. Ahmet TIKTIKİslam Kalkınma Bankası Tecrübesi ile İslam Dünyasına Bakış01:56:42
1928 Ekim 2021Prof. Dr. Şaban Ali DÜZGÜNGençliğin İnanç Sorunu: Deizm ve Benzeri Eğilimler02:12:58
2011 Kasım 2021BE Abdurrahman BİLGİÇBir Siyasi Manipülasyon Stratejisi: Popülüzm01:39:50
2125 Kasım 2021Prof. Dr. Mustafa ÇAĞRICIAhlaki Dindarlık02:03:04
229 Aralık 2021Prof. Dr. Mustafa İSENTürk Konseyinden Türk Devletleri Teşkilatına: Dün, Bugün, Yarın02:13:45
2323 Aralık 2021Prof. Dr. Turan KARATAŞDoğunun Yedinci Oğlu: Sezai Karakoç02:21:14

2021 Yılı Düşünce Platformu Yazıları

Ankara Sosyal Bilimler Vakfı Düşünce Platformunda 2021 yılında ilki 2 Ocak 2021, sonuncusu 25 Aralık 2021 tarihinde olmak üzere toplam 54 adet yazı yayınlanmıştır.

Düşünce Platformunda 2021 yılında 2 Ocak 2021 tarihinde M. Emin ZARARSIZ tarafından yazılan “Parlâmenter ve Başkanlık Hükûmet Sistemlerinin Temel İlkelerine ve Türkiye’nin Hükûmet Sistemleri Tarihine Kısa Bir Bakış” başlıklı yazı ile başlanmış, 25 Aralık 2021 tarihinde Ömer DEMİR tarafından yazılan “Modern Günah Keçisi: Vurun Kapitalizme” başlıklı yazı ile yıl tamamlanmıştır.

2021 yılında Düşünce Platformunda yayınlanan yazıların listesi aşağıdaki tabloda yer almaktadır.

S. NoYazarKonuYayınlandığı Tarih
1M. Emin ZARARSIZParlâmenter ve Başkanlık Hükûmet Sistemlerinin Temel İlkelerine ve Türkiye’nin Hükûmet Sistemleri Tarihine Kısa Bir Bakış2 Ocak 2021
2Ömer ÇAHAKorona Aynasındaki Sessiz Devrim8 Ocak 2021
3Ömer TORLAKSosyal Bilim Öğretiminde Yeni Bir Mimari İhtiyacı17 Ocak 2021
4Alim YILMAZAhlaki ve Politik Kodlar Bağlamında Pandemi23 Ocak 2021
5Bekir Berat ÖZİPEK“Kayıp Nesil” Sorununu Yaşamamak İçin30 Ocak 2021
6Ömer DEMİRPozitif İslam Ekonomisi6 Şubat 2021
7Ünal ÇAMDALITermodinamiğe Felsefe ve Fiziğin Penceresinden Bakışlar: Kanunlar, Anlamlar ve Sorgular13 Şubat 2021
8M. Emin ZARARSIZCumhurbaşkanlığı Hükûmet Sisteminde Yürütmenin Yetkilerine Denetleme ve Denge Bakımından Genel Bir Bakış14 Şubat 2021
9Gülsen KAYA OSMANBAŞOĞLUMerkez-Sağ: İdeolojik Mahallenin Öksüz Çocuğu20 Şubat 2021
10Ensar KÜÇÜKALTANDünden Bugüne Çin’in Afrika Politikası27 Şubat 2021
11M. Emin ZARARSIZCumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemi İçin Öneriler28 Şubat 2021
12Ömer ÇAHADin ve Bilim6 Mart 2021
13Akif ÇARKÇIBir Fikir ve Aksiyon Adamı Olarak Mehmet Akif Ersoy13 Mart 2021
14Ömer AKPINARZıtlıklar Ülkesi Moldova: Sovyet Sonrası Kimlik Arayışları20 Mart 2021
15Metin TOPRAKTürkiye’nin Uluslararası Görünümü: Fırsatlar ve Zorluklar27 Mart 2021
16Ömer TOPRAKTürkiye’de Başörtüsü Yasağının Yükseköğretimde Cinsiyet Dengesi Üzerindeki Etkileri3 Nisan 2021
17Gülsen KAYA OSMANBAŞOĞLUMyanmar (Burma)’da Neler Oluyor?10 Nisan 2021
18Ömer TORLAKİşletmecilik ve İktisat Öğretiminin İnsanlığı Yoran Sonuçlarından Memnun muyuz?17 Nisan 2021
19Ömer DEMİRKarar ve Eylemlerimizin Amaçlanmayan Sonuçlarının Sorumluluğu24 Nisan 2021
20Metin TOPRAKİstanbul ve Hemşehri STK’ları: Kentleşme ve Toplumsal Uyum İçin İki Model Önerisi1 Mayıs 2021
21Safure Nermin ÖZDiriliş Dergisi Bağlamında Sezai Karakoç’un İslamcılık Düşüncesi8 Mayıs 2021
22Ömer ÇAHAMahalledeki Duvar15 Mayıs 2021
23Mustafa ACARKudüs Mescid-i Aksa ve Filistin’e Yardımcı Olmanın Daha Etkili Yolları Üzerine22 Mayıs 2021
24Metin TOPRAKTürkiye Muhafazakârlığı Terakkiye Mani mi? Sağ Hükümet Sol İktidar Totolojisi29 Mayıs 2021
25Ömer DEMİRUzaktan Öğretim Çok Yakına Geldi: Bir E-Pedagojiye İhtiyaç Var mı?5 Haziran 2021
26Ensar KÜÇÜKALTANDil Üzerinden Kimlik İnşası: Kamerun’daki Anglofon Krizi12 Haziran 2021
27Ömer AKPINARBir Poşet İçinde Kaybedilen İktidar ve Moldova’da Yeni Dönem19 Haziran 2021
28Ümit YARDIMUluslararası Düzende Haziran 2021 Dalgalanmaları ve Türkiye Üzerine Etkilerine Dair Bazı Notlar25 Haziran 2021
29İbrahim KARATAŞKatar: Küçük Ülke Büyük Yumuşak Güç3 Temmuz 2021
30Ünal ÇAMDALIAvrupa Futbol Şampiyonasındaki A Millî Futbol Takımının Yapısal Analizi: Mühendis Gözüyle10 Temmuz 2021
31Görgün ÖZCANYeni Bir Şehir Kurmak17 Temmuz 2021
32Metin TOPRAKTürkiye’de Para Politikasının Tıkanıklığını Aşmada Dijitalleşme Bir İmkân Sunuyor mu?24 Temmuz 2021
33Mustafa ACARÖzgürlükçü Bir Anayasa ile Sınırlı Şeffaf Hesap Verebilir Devleti Bir Araya Getirmek31 Temmuz 2021
34Ömer DEMİRÇok Güzel Ama Benden Sonra Yapın: Değişimi Yönetmesi Beklenenlerin Değişim İsteksizliği7 Ağustos 2021
35Ömer DEMİREğitim Reformu Niçin Bu Kadar Zor?14 Ağustos 2021
36Metin TOPRAKTürk Eğitim Sisteminin Niyetlenmemiş Ürünü: Yurtdışındaki Türk Öğrenciler!21 Ağustos 2021
37Ömer TORLAKDanışmadan Yönetmek ya da Danışılmayan Danışman Olmak28 Ağustos 2021
38Ömer DEMİRÜretim Varsa Bizim Payımız Nerede3 Eylül 2021
39Metin TOPRAKTürkiye’nin Yurtdışı Üniversite Tecrübesi: Denklik Sorunları, Maarif ve YÖK11 Eylül 2021
40Ömer TORLAKSosyal Bilimlere Talep Düşüyor mu?18 Eylül 2021
41Nargiza MUKHTOROVAÖzbekistan’daki Reformların Ana Hedeflerinden Biri: Kamu Hizmetlerinde Kadınlara Eşit Haklar ve Fırsatların Sağlanması24 Eylül 2021
42Ömer AKPINARAfganistan’dan Ukrayna’ya Bakmak2 Ekim 2021
43Enes POLATKamu Yönetimindeki Kızak Müşavirlik Görevlerine Bakış: Müşavirleri Bekleyen Tehlike…9 Ekim 2021
44Ömer DEMİRYeni Bir Ulusal Araştırma Kurumuna Acil İhtiyaç Var16 Ekim 2021
45Ali MASKANOrta Çağın Kapısı Afganistan23 Ekim 2021
46Ömer TORLAKUzman/Danışman Yanlılığının Sosyal Bilimlere ve Topluma Maliyeti30 Ekim 2021
47Enes POLATÇalışma Hayatında Yeni Gelişmeler… Ağustos Böceği ile Karınca 26 Asır Sonra Yeniden Karşılaştı…6 Kasım 2021
48Ömer DEMİRBatsın Bu Dünya: Kasvetli Olmak Niçin Bu Kadar Havalı?12 Kasım 2021
49Akif ÇARKÇIMısırlı Entelektüel Prof. Dr. Hasan Hanefi’nin Ardından20 Kasım 2021
50Gülsen OSMANBAŞOĞLUSaat Onikidir, Söndü Lambalar27 Kasım 2021
51Ensar KÜÇÜKALTANAddis’te Son Durum3 Aralık 2021
52Ömer AKPINARUkrayna Krizi ve Olası Durumlar11 Aralık 2021
53Ömer TORLAKGerginleştiren Haber Popülist Konsolidasyon ve Teslim Alınan İnsan17 Aralık 2021
54Ömer DEMİRModern Günah Keçisi: Vurun Kapitalizme25 Aralık 2021

2021 Yılında Önerilen Kitaplar

Ankara Sosyal Bilimler Vakfı Kitaplar sekmesinde ilki 20 Nisan 2021 tarihinde, sonuncusu 15 Eylül 2021 tarihinde olmak üzere toplam 19 adet kitap kısa tanıtımı yapılarak önerilmiştir.

2021 yılında Kitaplar sekmesinde kısa tanıtımı yapılarak önerilen kitapların listesi aşağıdaki tabloda yer almaktadır.

S. NoKitap AdıYazarıYayıneviYayın Yılı
1Ortaçağ’da FelsefeÉtienne Gilson (Çev.: Ayşe Meral)Doğu-Batı Yayınları2007
2Varlık ve Zaman’ı AnlamakErdal YılmazKüre Yayınları2020
3İlk BaharWadah Khanfar (Çev.: Mehmet Yuşa Solak ve Hasan Hacak)Vadi Yayınları2021
4Fizik ve Felsefe: Modern Bilimde DevrimWerner Heisenberg (Çev.: İshak Arslan)Küre Yayınları2020
5İslam Düşüncesinin Teşekkül DönemiW. Montgomery Watt (Çev.: Osman Demir)KETEBE Yayınları2021
6İbni Sina ve İbni Rüşd: Belirlenimcilik ve RastlantıCatarina Belo (Çev.: Öndercan Muti)Ayrıntı Yayınları2021
7Hasan Âli YücelTanıl Boraİletişim Yayınları2021
8Osmanlı İmparatorluğu’nda Aydın ve Bürokrat: Tarihçi Mustafa ÂliCornell H. Fleischer (Çev.: Ayla Ortaç)Doğu-Batı Yayınları2021
9Alman İdealizmi I: FichteEditörler: Eyüp Ali Kılıçaslan ve Güçlü AteşoğluDoğu-Batı Yayınları2021
10Cogito 101 Üç Aylık Düşünce Dergisi: Irkçılığı GörmekDergiYapı Kredi Yayınları2021
11Yazarlar: Yaşamları ve EserleriKolektif (Çev.: Bora Kamcez)ALFA Yayınları2019
12Filozoflar: Yaşamları ve EserleriKolektif (Çev.: Zeynep Mertoğlu)ALFA Yayınları2021
13Dostluk ÜzerineCicero (Çev.: C. Cengiz Çevik)Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları2019
14Büyükelçinin Gözünden SuriyeÖmer ÖnhonRemzi Kitabevi2021
15Mehmet Âkif Ersoy: Hayatı, Seciyesi, SanatıMithat Cemal KuntayALFA Yayınları2020
16İslam Medeniyetinde Anayasal Kriz: Büyük Fitneden Arap BaharınaMuhammed Muhtar eş-Şankıti (Çev.: Muhammet Çelik)Mana Yayınları2021
17Veba GeceleriOrhan PamukYapı Kredi Yayınları2021
18Hadis ve Ahlak: Kavram, Kuram, Literatür ve Tasavvur Eksenli Bir İncelemeSuat KocaKURAMER Yayınları2020
19Felsefe Tarihi: Antik YunanUmberto Eco (Çev.: Leyla Tonguç Basmacı)ALFA Yayınları2020
Akif Çarkçı –

Ülkemizde mevcut sisteme eleştiri getiren ve müesses düzenin toplumun ihtiyaçlarına yeterince cevap veremediği iddiasıyla ortaya çıkan çeşitli ideolojiler ve siyasi oluşumlar ne yazık ki ülkenin sorunlarıyla baş edebilecek nitelikte entelektüel ve siyasi enerjiyi üretememiş gözükmektedirler. Türkiye’de şimdiye kadar siyasi iktidarlar ya da siyasi organizasyonlar kısır döngüye dayalı siyasi hesaplaşmalar ve boğuşmalarla siyasi ömürlerini geçirmek zorunda kalmışlardır.  Geçmiş dönemlerde etkisi çok daha belirgin olarak hissedilen vesayetçi sistemin bir sonucu olarak iktidarın halka ve halkın taleplerine dayandığı, meşruiyetini tümüyle halktan aldığı bir siyasal düzenin kurulması zorlaştırılmıştır. 

Gelinen noktada çözümü resmî ideolojinin bizzat kendisinde arayanlarla, Marksistler, Milliyetçiler ve İslamcılar arasında mevcut sistemin ıslahına dönük çabaların ortaya konulması noktasında önemli bir fark neredeyse kalmamıştır. İktidar tecrübesi yaşayan her bir ideolojik yönelim ya enerjisini kimi ülke dışı ideolojik kaynaklarda (farklı toplumların tarihsel ve siyasal tecrübelerinde) aramış, bazı siyasi oluşumlar ise önce Müslüman Türk toplumunun değerlerini öne çıkarmış daha sonra bu değerlerin içini boşaltarak istismar etmiştir.

Kapitalizmin derin bir eşitsizlik ürettiği eleştirisine karşılık, kapitalist düzene alternatif olarak doğan kimi ideolojiler de insan fıtratına seslenmeyen bakış açıları sebebiyle ve sınıf bilincinin oluşmadığı bir toplumda devrimci yöntemi denemek yanılgısıyla baş başa kalarak başarı sağlayamamış, Marksist/Leninist proje ayağı yere basmayan bir romantizm olarak kalmıştır. Günümüzde enerjisi ve meşruiyeti topluma dayanmayan hiçbir ideolojinin değişim ve dönüşüm iddiası taşıması mümkün gözükmemektedir. Üstelik resmî ideoloji ile barışık yaşayan devrimci sol anlayış resmî ideolojinin doktrinize ettiği pozitivist ve materyalist çizgiye yaslandığı için toplumdan yeterli karşılığı ve desteği bulamamıştır.

Ülkedeki milliyetçi kesim ise birkaç bin yıllık bir devlet tecrübesine dayanan ve İslam’la tanıştıktan sonra neredeyse dünyanın üçte birine hükmeden Türklüğü kurucu resmî söylemin dar anlayışına yaslanarak tanımladığı ve ulusçuluk fikrinin dar gömleğini yırtamadığı için topluma güçlü bir gelecek kuracak enerjiyi ortaya koyamamaktadır. Zira Osmanlı’nın külleri üzerine kurulan genç Cumhuriyetin kültür, etnisite ve inanç havzası Misak-ı Millî sınırlarından çok daha geniştir.

İslamcılık bir siyasal hareket olarak bilhassa yaşadığı iktidar tecrübesiyle birlikte adeta Neo liberalizme teslim olmuş, İslam dünya görüşünün insanlığa sunduğu değerler manzumesinin yeniden tesis edilmesi için yeterli fikrî ve siyasi enerjiyi ortaya koyamamış görünmektedir. İktidar nimetinin baş döndürücü imkânlarını apar topar bölüşmek kaygısıyla hareket eden eski tüfek millî görüşçüler ve İslamcı siyasetçiler, sivil toplum, aydınlar ve akademiyle el ele vererek ülkenin kronik sorunlarına reçete olabilecek ve toplumsal konsensüsü merkeze alan bir siyasal, ekonomik ve sosyal proje ortaya koyamamışlardır. Piyasa kapitalizminin çarkları arasında dünya nimetlerine hücum eden İslamcı gelenek ne yazık ki entelektüel ve kültürel enerjisini de büyük ölçüde kaybetmiş, “siyasal merkez ne der” kaygısıyla hareket eden aydınlar ve ulema ülkenin büyük çaplı problemleri karşısında güçlü çözüm paketleri ve dönüştürücü vasfı bulunan projeler üretememişlerdir.

Türkiye’de sol gelenek halkın değerleriyle kavga ettiği ve soğuk savaş dönemine uzanan arkaik bir ideolojiye yaslandığı için, sağ gelenek ise ancak bayındırlık hizmetlerine odaklanmış, eğitimi, kültürü ve bilimsel bakış açısını ihmal eden, kendisinden başka herkesi düşman olarak yaftalayan benmerkezci tutumuyla dinamik ve enerjik bir siyaset üretimine yönelememiştir.

Türkiye’de siyasetin çatışmacı, kavgacı, ötekileştirici ve düşman yaratan bir üslupla icra ediliyor oluşu toplumun da enerjisini tüketmekte, sivil toplum siyaset alanından bağımsız bir enerjiyle hareket edememektedir. Bu durum sadece resmî ideolojinin ürettiği anlayıştan kaynaklanmamakta, alternatif ideolojilerin bencil tutumundan da beslenmektedir. Ülkede her sektör maalesef siyasetin kuyruğuna takılmış, siyasetin ürettiği nimetlere yaslanmadan kendi ayaklarının üzerinde duramamaktadır. Merkezî yönetimin simgesi olan Ankara, cumhuriyet tarihi boyunca toplumun enerjisini emen, istismar eden, bir kara delik olarak ülkenin ileriye dönük atılımlarını yutan, merkeziyetçi yapısı ve burnundan kıl aldırmayan bir anlayışla toplumun önünü açmakta zorlanmaktadır.

Türkiye’de gerek bilimsel gerek fikrî gerekse iktisadi üretimin büyük bir kısmını özel sektör karşılamakta ancak bu üretimin yarattığı hasılanın büyük bir kısmını Ankara bir kara delik olarak yutmaktadır. Sermaye birikiminin gelişmiş ülkelere nazaran düşük seviyelerde olduğu ülkemizde üretimden alınan yüksek vergiler, bağımsız ve özgürlükçü düşünceye konan rezervler, entelektüel ve akademik sahada ortaya konan üretimin resmî sınırlar içerisine hapsedilmesi, bürokratik, merkeziyetçi yapılanmanın tarım toplumunun ihtiyaçlarına göre dizayn edilmiş arkaik yapısı, bilgi toplumu örgütlenmesini bir türlü gerçekleştiremeyen kamu örgütlenmesi, çıkar ilişkileri ve rant üzerine kurulan siyasi hayat çözüm merkezi rolünü elinde tutan Ankara’nın aslında ülkede ve toplumun sırtında ne büyük bir yük olduğunun açık kanıtlarıdır.

 Öte yandan toplumun böyle bir sistem karşısında demokratik taleplerini yeterince güçlü bir şekilde dile getir(e)memesi ve her türlü sorununun çözümünü devlet ve siyaset mekanizmalarından beklemesi bu kısır döngüyü güçlendirmektedir. Kimi sermaye grupları ekonomik kaynaklar üzerinde kadim hak sahibi oldukları zehabına kapılarak siyasetin finansmanını sağlamakla görevli birer misyoner gibi hareket etmektedirler. Bu zümrelerin ürettiği kadük anlayış ise ülkenin bütün enerjisini betona, taşa ve toprağa gömen; eğitimde, kültürde, sanatta ne yüzü ne de gözü olmayan bir siyasal iklim doğurarak devlet aygıtını da dönüştürmekte; kârın, sermayenin, nüfuz ve paranın olmadığı alanlara yatırım yapmaktan kaçınan bir kamu anlayışı ortaya çıkmaktadır. Tabii olarak gelişmekte olan ülkelerde altyapı yatırımları da büyük önem arz etmektedir. Ancak kültür ve eğitime yapılan yatırımların bunlarla eş zamanlı olarak gerçekleştirilmesi, toplumun iktisadi yönden güçlenmesiyle birlikte bu gelişmenin zorunlu kılacağı kültürel düzeyin kazanılması meselesi bakımından da önem taşımaktadır. Ekonomik olarak zenginleşen bir toplumda eş zamanlı olarak eğitim ve kültürel kalkınma sağlanmadığı takdirde iktidar gücünün merkezine paranın ya da sermayenin yerleştiği bir sistem kaçınılmaz hale gelebilir.

Marksist anlayışa göre devlet devrim süreci tamamlanana kadar bütün ekonomik kaynaklar üzerinde yegâne hâkim kurumdur. Bu kaynaklar uygulamada devlet adına komünist partinin kurduğu politbüro eliyle yönetilir. Liberal anlayışta ise devlet, kendisinden beklenen kamusal hizmetlerin büyük bir kısmını özel sektöre devretmeli (adalet, güvenlik, millî savunma gibi hizmetler hariç), bizzat mal ve hizmet üretmekten kaçınmalıdır. Liberaller, “ey devlet elini üzerimizden çek” diye seslenirken, Marksistler ise özel sektörün enerjisini ve üretimini tamamıyla hiçe saymaktadırlar.

Türkiye’de ise durum biraz karışıktır. Ankara, bir taraftan özel sektörün enerjisini yutan bir canavara dönüşürken öbür taraftan da Neo liberal çizgiye kayarak bazı kamu hizmetlerinin devlet tekelinden çıkarılması için elinden geleni yapmaktadır. Bu karmaşık durum ülkede ortaya çıkan belli başlı problemlerin en büyük kaynağıdır. Örneğin döviz kuru, borsa, faiz gibi spekülatif kazançları etkin biçimde vergilendirmekten çekinen devlet reel anlamda mal ve hizmet üreten girişimcinin sırtına ağır vergi ve prim yükleri sararak kamu maliyesini dengede tutmaya çalışmakta, öbür taraftan kamu kaynaklarının dağıtımında özel sektörü besleyecek adil bir dağıtıma yönelmemektedir. Büyük çaplı kamu yatırımlarının kamu bankalarından sağlanan kredilerle özel sektör işletmelerine yaptırılması, “yap-işlet-devret” modelinin “yap” kısmının “kendi kaynağınla değil, devletin kaynağıyla yap, kaymağını ye” olarak anlaşılması gerçekten garipsenecek bir durumdur.

Burada ortaya çıkan tablo şudur: Türkiye’de vergilerin büyük bir kısmını ücretliler ve girişimciler ödemekte, ancak buradan toplanan kaynak ücretlilere ve girişimcilere ve dahi girişimcilerin emrinde çalışan işgücüne adil bir şekilde geri dönmemektedir. Siyaset kurumu kaynak dağıtırken daha evvel kendisini finanse eden merkezlere daha hoşgörülü davranırken sermayenin tabana yayılması ve toplumsal refahın artırılmasına dönük bir proje üretmekten aciz kalmaktadır. Burada ortaya çıkan eşitsizlik insanları üretme ve dinamik kalma noktasında takatsiz bırakmaktadır. Üretilen refahtan adil bir şekilde hakkını alamadığını düşünen insan kaynağı, süreç içerisinde eğer bir miktar sermayeye sahip olmuşsa bunu vergi, pirim, faiz üçgeninde heba etmemek adına kolay kazanç mekanizmalarına yönelmektedir. Sıradan ücretliler ve geçimlerini el ya da beyin emekleriyle karşılayan kesim ise kaderine razı olarak küçük de olsa yeni girişim alanlarına yönelmemekte, başkalarının emri altında hayatlarını devam ettirip bir an evvel emekli olma hayalleriyle yaşamlarını heba etmektedirler. İşte bu tablo Ankara’nın toplumun enerjini yutan ne denli büyük bir kara delik olduğunun en büyük kanıtıdır.

Çıkış yolu ideolojik körlükleri bir kenara bırakarak adil bölüşüme dayalı, hukukun üstünlüğünü esas alan, insan hak ve özgürlüklerinin merkeze alındığı, siyaset-ordu, siyaset- sermaye ilişkilerinin sağlıklı temellere oturtulduğu bir düzene geçiş yapmadadır. Bu süreçte sivil toplum, akademi, teknokrasi ve aydınlar ideolojik farklılıklarına bakılmaksızın siyasi karar alma süreçlerine dâhil edilmeli, toplumun ihtiyaç ve beklentilerini merkeze alan, enerjisini ve meşruiyetini direkt olarak halktan alan demokratik bir düzen tesis edilmelidir. Bu ana ilkeye hiçbir siyasal kesimin itiraz etmeyeceği ortadadır ancak bu temel fikri besleyecek mekanizmalarda sorun olduğu düşünülmektedir. Diğer yandan bu noktada herhangi bir hükümet sistemi tercihi yapılacaksa, demokrasi ile güçlendirilmiş bir cumhuriyet olmak koşuluyla sistemin hangi kulvara yaslanacağının pek fazla önemi yoktur. Devlet çarklarını halkın çıkarlarına göre döndürecek ve adaleti tesis edecek her türlü (başkanlık, yarı başkanlık, parlamenter hükûmet sistemleri vs.) sistem süreç içerisinde bir ihtiyaç olarak ortaya çıkacak ve denenecektir. Parlamenter sistemle gelişme sağlayamayacağını düşünen Türkiye birkaç yıl evvel bir karar almış ve Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemini tercih etmiştir. Burada önemli olan siyasal iktidarların devlet aygıtına ve onun insan kaynağına ideolojik dayatmalarda bulunmaması ve siyasi partilerin finansmanının sermaye gruplarınca sağlanarak bunun daha sonra bir patronaja dönüşmemesidir. Siyasal meşruiyetin ve dış kimi zümre ya da otoritelerden değil direkt olarak halktan alındığı bir sistemde patronaj ilişkileri daha sağlıklı bir zemine oturma şansı yakalayabilir. Burada önemli olan hükûmet sisteminin kendisi değil, görme biçimi ve zihniyettir. Zihniyet değişmediği müddetçe görme biçimi de değişmeyecektir. Diğer yandan insan kaynağının kendisini gerçekleştirmesini sağlayacak bir dönüşüm de bu süreçte işe yarayabilecektir. Ankara’da çok iyi eğitim almış, bilgili, görgülü ve ehliyet sahibi pek çok insan maalesef etkili makamlarda görev alamamaktadır. Liyakat sisteminin yeterince oturtulamamış olması ne yazık ki nitelikli insanların karar ve uygulama süreçlerinin dışında bırakılmasıyla sonuçlanmaktadır.

Devlet bir taraftan denetim, kontrol ve adalet gibi hassas dengeleri gözetirken diğer taraftan girişimciliğe, özgür düşünceye, bireysel haklara ve entelektüel üretime sahip çıkan bir yapıya kavuşmalıdır. Devlet toplumun önünde durmamalı, toplumun önünü açmalıdır. Toplum ise siyaset kurumunun kendisine sunacağı bazı ayrıcalıkları elinin tersiyle iterek devletin kendisine açtığı özgürlük alanında, kendi ayakları üzerinde durabilecek bir kapasiteye kavuşmalıdır. Belediyede tanıdığı olduğu için ruhsatsız otopark işleten, kaldırıma sandalye, masa atan, partinin ilçe başkanlığından isteyen, tayin ve atamada torpil bekleyen bir vatandaş modelinden kendi ayaklarının üzerinde durabilen ve kendi ürettiği kaynaklarla başkaca herhangi bir otoriteye ihtiyaç duymadan hayatını idame ettirecek yetkinliğe ulaşmış bir vatandaş modeline geçiş zorunludur. Belediye kaldırıma park eden araç sahibine, çevreyi kirleten fabrika sahibine ceza keserken “aman ceza kesmeyeyim sonra bana oy vermez” dememeli vatandaş da kurulu hukuk düzeni içerisinde mevcut yasalara saygı duyarak hayatını idame ettirmelidir. Hukukun hâkim olmadığı sokaklara kaos, şiddet ve yasadışı güçlerin hâkim olma ihtimali yüksektir. Burada ortaya çıkacak boşluğu her halükarda meşru siyasi otorite doldurmalı, toplum da bu otoriteye rıza göstermelidir.

Çağdaş demokrasilerde nepotizm, kayırmacılık, partizanlık siyasi ahlaksızlık olarak algılanır ve bilinçli toplumlar bu türden girişimlere itibar etmezler. Elbette bu hastalıklar az da olsa her demokraside vardır ama demokratik bilinç ve kültür ve refah düzeyi arttıkça bu hastalıklar tedavi edilebilir hale gelir. Türkiye’de maalesef siyasetçi de toplumda bu konuda yeterli olgunluğa erişmemiştir. Tam da bu noktada Türkiye’de siyaset kurumu devletin bu alandaki meşru gücünü, “oy kaybederim” kaygısıyla kullanmaya yanaşmamakta, toplum da daha evvel edindiği kötü alışkanlığa yaslanarak başkalarının hakkına tecavüz etme pahasına da olsa bu boşluğu kötüye kullanmaktadır.

Oysa ne devlet meşru gücünü kullanırken ceberrutlaşmalı (hukuk çerçevesi içinde denetim ve kontrol yetkisini hiçbir gerekçeye sığınmadan kullanmalı) ne de vatandaş siyasetçilere kaş göz işareti yaparak kendisine tanınan müsamahayı istismar etmelidir. Sağlıklı bir devlet toplum ilişkisi ancak sağlıklı işleyen bir hukuk düzeninde kurulabilir. Hukuk düzeninin güçlü olmadığı bir ülkede girişimcilik olmaz, yatırım olmaz, istihdam olmaz. Yatırımcı güven duyduğu bir siyasal ortamda yatırım yapmayı tercih eder. Siyasetin nüfuz alanının istismar edildiği ülkelerde özel sektör yatırımları gelişmez. Ancak kamusal nitelikli yatırımlar ayakta durabilir. Özel sektörün güç yetiremediği durumlarda kamunun yatırım yapması doğaldır. Ancak bu kuruluşların da verimli ve rasyonel yönetilmesi gerekir.

Türkiye’nin hem güçlü bir devlete hem de güçlü bir özel sektöre ihtiyacı vardır. Güçlü devleti burada otoriter devlet ya da totaliter devlet anlamında kullanmıyoruz. Denetim ve kontrol yetkisini hukuk kuralları çerçevesinde kullanacak, toplumun önünü açacak kararlar alırken adalete yaslanacak, belli zümrelerin değil halkın tamamının sesi olacak ve mücazatta da mükâfatta da adaleti tesis edecek bir devletten söz ediyoruz. Güçlü özel sektörden kastımız ise yeterli sermaye birikimini sağlayabilmiş, kendisine bağlı insan kaynağını tatminkâr maddi ve manevi koşullarda istihdam edecek, yatırım ve üretimini global koşullarda gerçekleştirebilecek, gerektiğinde sosyal sorumluluklar üstlenerek kazancının bir kısmını toplumla paylaşabilecek bir yapıdır. Eğer devlet piyasa dengesi bu şekilde sağlanabilirse kuvvetle muhtemel sivil toplum gelişir, devlet yetkinlik alanlarında daha güçlü hale gelme şansı yakalar. Siyaset kurumu ve vatandaş ilişkisi şahsi ya da hizip çıkarlarından ziyade millî çıkarlara dayalı olacağından partizanlık, nepotizm ve kayırmacılık gibi siyasal hastalıkların sona ermesi beklenir. Özel sektör güçlenirse devletin sosyal harcamaları büyük oranda azalır, devletin üzerindeki yük azalma eğilimine girer. Daha çok istihdam, yatırım ve vergi sayesinde vatandaşlar , aş için siyasi parti başkanlıklarına, TBMM’ye yığılmamış olurlar. Devletin de güçlü olmasıyla birlikte devlet aygıtı büyük ölçüde bir kâr ve rant kollama merkezi olmaktan çıkar. Kaynak dağıtımında adaletin sağlanması daha kolay hale gelebilir. Ülkede böyle bir düzen kurulmadığı müddetçe sanırız devlet ve toplum ağır bedeller ödemeye devam etmek zorunda kalacaktır.