Ölçüm araçları geliştiği için ülkeleri birbiri ile karşılaştıran araştırmalar yapmak ve bazı sıralamalar oluşturmak giderek yaygınlaşıyor. Bu amaçla ülkelerin durumlarını ifade etmek için de bazı göstergeler üretiliyor. Temelde insanın yaşam kalitesini (sağlık, eğitim, hijyen, beslenme, güvenlik, uzun ömür vb.) öne alan bu göstergelerde Müslüman toplulukların diğerlerine öncülük yapacak durumda olmadıkları görülüyor. “İleri-geri” terminolojisinin tartışmaya açık olduğunu söylesek de Müslüman toplulukların eğitim, kişi başına milli gelir, sağlık, gelir dağılımı, altyapı hizmetleri, kent estetiği, yeniliklere ve özgün fikirlere ev sahipliği yapma, tüm insanların sorunlarını çözecek yeni bilgiler üretme, sorunları etkili biçimde çözecek toplumsal kurumlar ihdas etme veya dünya siyasetine yön verme vb. bakımlardan diğer toplumların özeneceği bir durumda olmamaları anlamında “geri” kaldıkları pek tartışma götürmeyen bir konu. Dünyaya örnek olmuş ve Müslüman toplumların övünç vesileleri olan güzel uygulamalar var ama maalesef çoğu tarihte kalmış durumda. Bütün bunların doğru olmasının bize Müslümanlığın ileri-geri tartışmasında ne tür bir bilgi sunduğu konusu ise biraz muğlak. Yani Müslüman olmak insanlara yukarıda sayılanları mı vadediyor sorusunu şimdilik bir yana not edelim.

Bu yazıda günümüz Müslümanlarının mevcut durumlarını ifade ederken sık dile getirilen bir görüşü ele alıp kısaca irdeleyeceğiz. Görüş kabaca şöyle: “Müslümanlar tarih boyunca bazı dönemlerde dünyaya örnek olan bilimsel buluşlar yapmış, üretim sistemleri kurmuş, toplumsal düzenler oluşturmuş ve güçlü devletler kurarak dünya siyasetine yön vermiş; bazı dönemlerde ise bütün bunların gerisine düşerek hâkimiyetlerini kaybetmiş hatta önce Moğol, sonra Batı baskılarına boyun eğmişlerdir. 1 [1] Gerilemelerinin temel sebebi İslam’dan uzaklaşmaları veya onu doğru anlayamamalarıdır. Eğer İslam’ı doğru anlamış olsalardı ‘geri’ kalınmayacak, bugünkü manzara ile karşılaşmayacaktı. O zaman yapılacak tek şey, yanlış anlaşılan ‘hakiki İslam’ı doğru biçimde anlamak ve ona göre yaşamaktır. Karşılaşılan sorunların çözümünde başka bir yol da yoktur.”

Müslümanların dünya hayatında karşı karşıya kaldıkları sorunları çözmek için İslam’ı doğru anlama ve onun meşru kıldığı çerçevede yaşama iradesi göstermelerinin inanç sistematiği açısından gerekliliği herkesçe kabul edilmektedir. Zaten başka türlü Müslüman olamazlar veya kalamazlar. Buradaki sorun, günümüzde halkının büyük çoğunluğu Müslümanlardan müteşekkil devlet ve toplumların karşı karşıya kaldıkları ve çözülmesi gereken sorun olarak gördükleri durumların ortaya çıkmasında temel sebebin, İslam’ın doğru anlaşılmamış olması” tespitinin ne derece doğru olup olmadığıdır. Kanaatimizce bu tespit yanlış olmaktan öte doğru yerde çözüm aramaktan uzaklaştırdığı için de çok yanıltıcıdır. Bu yazıda bu konuyu ele alacağız.

Üç bin kelime okuyamayacak durumda olanlar için bir cümlelik özet: Akil baliğ olan herkes İslam’ı doğru anlayabilir, günümüz Müslümanlarının “hakiki İslam”ı anlayamadığı için dünyanın efendileri değil de takipçileri oldukları tezi, odağında İslam olması yönüyle kitlelere sempatik gelen ama daha çok kendilerine hakikati ortaya koyma rolü odaklı bir mesleki alan açmak isteyenlerin himayelerinde canlı tutulup geliştirilen, hayati hiçbir sorunu çözmediği gibi hedef saptıran özü itibariyle bir elitist şehir efsanesidir.

İslam’ın Yanlış Anlaşıldığını Nasıl Bilebiliriz?

İslam inancını benimsemenin ve hayatını ona göre düzenlemenin kişiyi diğerlerinden farklılaştıracağı, dünyaya, hayata, ölüme ve ölüm sonrasına bakışını değiştireceği, öngörüldüğü biçimde davranması halinde de onu dönüştüreceği konusunda hiç kuşku yoktur. Bu yönüyle bir bireyin Müslüman olması ile olmaması arasındaki fark, olası tüm sonuçları dikkate alındığında, tek kelime ile muazzamdır. Cennet ve cehennem bu muazzam farklılığı ifade edebilecek herkesin anlayabileceği en iyi iki uç kavramdır. İkisinin de pek şakaya gelir yanı yoktur. Bu sebeple doğru anlama konusu hayati öneme haizdir. Her konuda olduğu gibi İslam’ın anlaşılmasında da yanlışlıklar, yanılmalar hatta çarpıtmalar olabilir. Bunun için doğru anlama konusundaki vurgu çok kıymetlidir.

Öte yandan, bir kişinin Müslüman olabilmesinin ortalama insanların anlayabileceği özelliklerinin olması, İslam’ı anlamanın bir çoğulcu görünüm kazanmasını engellemez.

Bütün dinî inanç sistemlerinin ayrıntıları, değişik birey veya gruplar tarafından, değişik zamanlarda farklı biçimlerde algılanabilir, yorumlanabilir ve uygulanabilir. Bu tür farklılaşmaların, aynı dinin eşdeğer ama farklı tezahürleri olduğunun meşruiyetini koruyabilmesi için de mutlaka bir “farklılaşma sınırı” olması gerekir. Zira her farklı anlama, yorumlama veya uygulama meşruiyet içerecekse o zaman da isimlendirmede meşruiyet kavramının içi boşalır. Çünkü ortak isimlendirmede meşruiyet, farklılıkların ortak bir çatı altında toplanabilmesiyle sağlanabilir. Bu bağlamda istediğine istediği gibi inanan ve canı ne istiyorsa onu yapan kişiye kolay kolay Müslüman denemez. Bu sebeple İslam’ı “doğru anlama” çıkışının kesinlikle haklı bir zemini vardır. Bir inançlar bütününe İslam diyeceksek bunun, mantık terimleriyle konuşacak olursak, içlem ve kaplamının bir ölçüde belli olması lazım. Ancak günümüzde, şimdi yaşayan ve sınırları bilinmeyen bir geçmişte yaşamış, kendisini Müslüman olarak tanımlayan tüm insanları içine alacak bir “İslam’ı doğru anlayamama” genellemesinin bazı önemli yanılgılar barındırdığını düşünüyorum. Burada onlara işaret edilecektir.

Ana tezimiz şu: Dünya nüfusunun dörtte birini oluşturan ve yedi kıtaya yayılmış Müslümanların bugün karşı karşıya kaldıkları sorunların kökeninde onların İslam’ı yanlış anladıkları yaklaşımı, asıl sorunları görmeyi gölgeleyen, engelleyen çok büyük bir yanılgıdır. Üstelik bu, sorun çözme kabiliyeti olmayan, hangi durumda “hakiki İslam”ın anlaşılmış olacağı konusunda rehberlik etmeyen, etmeye kalktığında daha büyük sorunlara yol açan, bu yönüyle de biraz tehlikeli bir yaklaşımdır. İma ettiği çözüm de tıpkı ilk bakışta parlak bir fikir gibi görünen ama sorunlara somut bir çare önermeyen “toplumun ahlak sorununu çözersek tüm sorunları çözeriz” kolaycılığına benzer bir çözümdür. Konu çok boyutlu olduğu için burada sadece bazı önemli boyutlarına işaret etmekle yetineceğiz.

Önce, bu İslam’ı yanlış anlama meselesinde bazı mantıksal tutarsızlıklar içeren durumlara işaret edelim.

İlk olarak, İslam’ı yanlış anlama tezinin dayandığı olgusal durum, Müslüman toplumların diğerleri ile kıyaslandığında birçok alanda onlardan “geride” olmalarıdır. Bu geride kalmışlığın açıklanmasında da İslam’ı yeterince doğru anlayamamış olmak birinci faktör olarak resmedilmektedir. Bu iddiaya tersinden bakacak olursak, bugün Müslümanların çözemediği için “geri” kaldıkları söylenen sorunlarını (altyapı yetersizliği, düşük refah, etkili sosyal, ekonomik ve siyasal kurumların oluşmayışı vb.) büyük ölçüde çözen ve bu özellikleri ile Müslüman toplulukların “önünde” olduğu kabul edilen toplumların bu başarıyı İslam’ı doğru anlamış olmaları sayesinde yapmış olduklarının kabulünü gerektirir ki, bu oldukça mantıksız bir çıkarım olur (İslamilik endeksinin ima ettiği şey buydu biraz). Konuyu şöyle bir soru çerçevesinde ele alalım: Eğer Müslümanlar yüz yüze olunan sorunlarını, İslam’ı doğru anlamadıkları için çözememiş ve bu sebeple “geri” kalmışlarsa, Müslümanlara göre bu sorunları daha iyi çözebilen toplumlar bunu ne sayesinde yapabilmişlerdir? Eğer insanların yüz yüze geldikleri tüm sorunların çözümü sadece İslam’ı doğru anlamaya bağlı ise her sorununu çözen bir topluluğun, diğerlerine göre İslam’ı daha doğru anlamış olduğunu mu söylemiş oluyoruz? Mantıken Müslümanlar İslam’ı yanlış yorumlayıp “hakiki İslam”dan uzaklaştıkları için geri kaldıysalar, “ileri gidenlerin” de İslam’ı doğru anlayarak bunun gereğini yapmış olmaları gerekir. Fiili durum öyle olmadığını gayet açık biçimde gösterdiğine göre, karşılaşılan dünyevi sorunları çözme konusu ile İslam’ı doğru anlamayı özdeşleştirmenin isabetli bir yaklaşım olmadığını söyleyebiliriz. Yoksa burada iki ayrı kulvar mı söz konusudur? Müslümanlar İslam’ı doğru anlayarak, diğerleri ise hiç anlamayarak “ileri gitme” imkânına mı sahiptir?

İkinci olarak, bu düşünce tarzının asıl sorunu bu değildir. Asıl sorunun, bu yaklaşım ile bilinçli veya bilinçsiz biçimde, Müslüman olmayı nihai bir amaç değil de diğer amaçların bir aracı olarak görülmesi olduğunu fark etmeliyiz. Müslüman olmanın beklenen bazı sonuçlarının (mutlu, sağlıklı, huzurlu ve müreffeh bir hayat sürme) Müslüman olmanın ana gerekçesi haline getirilmesi durumu söz konusudur. Yani asıl amaç mutlu, sağlıklı, huzurlu ve müreffeh bir hayat sürmek ve İslam inanç esasları da bunları sağlayan birer araç ise bu kurguda herhangi bir sorun bulunmamaktadır. Ama bu kurgunun İslam ilke ve değerlerini araçsallaştırdığı da gayet açık: “Dünyada huzur bulmak istiyorsan İslam’a gel” makul bir çağrı gibi görünmektedir ama tersinden zaten huzuru yerinde olanın Müslüman olmasının sebebini yok etmektedir. Yani, nihai amaç iyi beslenen sağlıklı bir birey, üyeleri arasındaki dayanışma ve birliği gelişmiş bir toplum, bol üretim yapabilen ve bunu aralarında dengeli biçimde dağıtan müreffeh bir devlet kurmak; İslam inanç sistemini de bunları inşa etmenin aracı olarak görmek, açıkça İslam dinine araçsal bir rol atfetmektir. Bu sayılan hedeflerin başka araçlar ile de gerçekleştirilmesi mümkün olduğunda, Müslüman olmanın gerekli olup olmadığı da sorgulanır hale gelmektedir. Hâlbuki nefsinin ters telkinlerine rağmen Allah’ın varlığını kavramak, kabullenmek, ve işlemlerinde bilebildiği kadar onun rızasını gözetmek nihai amaç olarak alındığında, bunun zengin-fakir, eğitimli-eğitimsiz, ilkel veya son derece gelişmiş teknoloji kullanan, dünyanın en güçlü silahlarına sahip ülkenin veya devlet bile kurmayı becerememiş bir ülkenin vatandaşı hatta vatansız ve uyruksuz olan insanların Müslüman olabilme niteliklerini değiştirmesi pek mümkün değildir. Zenginse zengin bir Müslüman, fakirse fakir bir Müslüman, özgürse özgür bir Müslüman, özgür değilse kısıtlı bir Müslüman olarak yaşamanın yol ve imkânları her bir kişi için her zaman mevcut olmalıdır. Kuşkusuz zekât verebilmek ve hacca gidebilmek için yeterli zenginlik sahibi olmak icap eder. Ama bu ibadetleri yapacak kadar mal, mülk veya sıhhatin yokluğu, eldeki koşullarda “iyi bir Müslüman” olunmasına mani değildir. Başka türlü yapılacak yorumlar, Müslüman bir birey olmayı dünyada itibar edilen varlık ve statülere ulaşmanın bir aracı olarak görmeyi gerektirir ki bunun da tümüyle araçsal bir dindarlık olduğu gayet açıktır. Benzerlerine sık rastlanan “İslam dininin esaslarına sıkı sıkıya sarıldığımız dönemlerde dünyaya hükmeden bir millettik” diyerek insanları İslam’ın esaslarına sıkı sıkıya sarılmaya teşvik ve tavsiye eden bir kanaat önderi, bu ifadesiyle aslında asıl değer verdiği şeyin dünyaya hükmetmek olduğu, dinin ilkelerine sarılmanın da bunun bir aracı olduğunu söylediğinin çoğu zaman farkında bile değildir. Değer sisteminin bu şekilde kurulduğu bir ortamda İslamlaşma endeksinde dünyaya hükmetme konusunda becerisi yüksek milletlerin ipi göğüslemesini de gayet normal karşılamak gerekir. Dolayısı ile İslam doğru anlaşılmadığı için geri kalındığı iddiası ile İslamilik endeksinin, aynı akıl yürütmeyi veya aynı yöntemi ima ederek, farkında olarak veya olmayarak İslamı araçsallaştırdıkları söylenebilir.

Üçüncü olarak, birbirinden birçok açıdan farklı olan insanların ortak bir yanlış anlama kategorisinde eşitlenmesi mantıklı değildir. Kendisini Müslüman olarak tanımlayanların neyi yanlış anladıklarının belirlenmesi, imkânsızlık düzeyinde zordur. Bunun için her bir birey düzeyinde kimin neyi nasıl anladığının tespiti gerekir ki böyle bir tespiti yapmak bile mümkün değildir. Hiçbir kişi mi İslam’ı doğru anlamamış/anlamamaktadır ve bunu kim nasıl tespit etmiştir? Yoksa bu yanlış anlayanlar sayısal olarak belirli bir oranın üstünde olduğunda, o topluluğun tümünün yanlış anladığını mı kabul edeceğiz! Tek tek bireylerin durum tespiti yerine toplumsal çıktılara bakıp böyle bir genelleme yapılıyorsa, bu durumda bu ikisi (İslam’ı doğru anlamamak ile geri kalma) arasında nedensellik olduğu iddiası anlamsız olur. Kaldı ki, İslam’ı doğru anlayamadığı için Müslüman toplumların geri kaldığını ileri sürmenin, Müslüman olmadığı hâlde ilerlemiş toplumların başka özelliklerinden ötürü ilerledikleri, Müslümanların ise İslam dışında onları ilerletecek bir özelliklerinin olmadığı gibi ancak tebessüm ettirecek bir çıkarıma götürme riski de yüksektir.

Dördüncü olarak, İslam’ı “yanlış anlayanlar” kategorik olarak Müslüman ise hangi İslam’ı yanlış anlamışlardır? Kendilerinin Müslüman olarak tanımlanmasını sağlayan İslam’ı mı yanlış anlıyorlar? Müslüman değillerse o zaman Müslümanların İslam’ı yanlış anlamasından niçin bahsediyoruz? Müslümanlar değil, insanlar İslam’ı yanlış anlıyorlar demek gerekmez mi? Bu ikilemden kolayca kurtulmak isteyen bazıları da tekfir kılıcını eline alıp özellikle de ben Müslümanım diyenlerin niçin “hakiki” Müslüman olmadıklarını anlatarak sorunu kökten çözmeye çalışıyorlar. Mutedil sorun çözücüler ise örtük biçimde “kültürel Müslümanlık” ile “özsel Müslümanlık” ayırımı yapıp “kültürel Müslümanları” “özsel Müslümanlığa” davet etme yolundalar. İşleri bayağı zor, Allah kolaylık versin.2

Beşinci olarak, dil, etnik köken, yaşanılan coğrafya, geçim usulleri, yeme içme, giyim kuşam adetleri, kurumsal yapıları veya yönetim sistemleri bakımından birbirinden çok farklı ve birbirlerini etkilemeleri mümkün olmayacak kadar dünya üzerinde yedi kıtaya dağılmış, dünya nüfusunun yüzde yirmi beşini oluşturan ve büyük çoğunluğu günlük yaşamlarında hiçbir şekilde birbiri ile karşılıklı etkileşim içinde olmayan Müslüman toplulukların (alt grup veya devlet düzeyinde) nasıl oluyor da “geri kalma” konusunda tam bir mutabakat sağladıklarını, tümüyle benzer bir çizgi izlediklerini açıklamak çok kolay değildir. “Hakiki Müslüman” olmayı bir türlü beceremezken ışık hızında bir etkileşimle “geri kalma” konusunda tam bir mutabakat içindeler ve “geri kalma” için üstlerine düşeni hakkıyla yerine getiriyorlar. Bu insan topluluklarının birlikte topluca anlaşmış gibi İslam’ı yanlış anlamaları akla hiç uygun bir tespit gibi durmamaktadır.

Altıncı olarak, bu yanlış anlama aşamalı olarak mı yoksa birden mi ortaya çıkmıştır? Yani İslam, ta başından beri mi yanlış anlaşılmıştır, yoksa önce doğru anlaşılmış bazı olaylardan sonra mı yanlış anlaşılmaya başlanmıştır? Eğer bu yanlış anlama sonradan başlamışa bu yanlış anlamayı ortaya çıkaran olaylar nelerdir? Bu olaylar tüm dünya Müslümanlarını hep aynı zamanda, aynı yönde ve aynı şiddetle mi etkilemiştir? Bu etkiden kurtulan hiçbir kimse veya topluluk olmamış mıdır? Bugünkü kadar merkezî medya araçları olmayan dönemlerde, ademi merkeziyetçi bir bilgi üretim ortamında nasıl oldu da aynı sonucu verecek biçimde dünyanın her yerinde, önceleri doğru anlaşılan bir şey sonraları yanlış anlaşılmaya başlanmıştır? Eğer zamanın geçmesi dinin yanlış anlaşılması konusunda kendiliğinden etkili doğal bir faktör ise, bu durumu yeni bir peygamber olmadan tersine çevirmek mümkün müdür? Bu süreci tersine çevirmek için en çok cesaret sahibi olanların kendilerinin peygamber, daha az cesaretlilerin de mehdi olduklarını söylemelerinin nedeni bu mudur?

Müslümanlar Öteki Şeyleri Doğru Anlarken Niye İslam’ı Yanlış Anlasınlar?

İslam dini insanlara dünyaya niçin geldiklerini, neler yapmaları hâlinde dünyaya geliş amaçlarına uygun yaşamış olacaklarını içeren inanç ve kurallar bütünü sunar. Bu ilkelerin tamamına yakınının (en azından Müslüman olmayı sağlayacak kadarının) ergenlik çağına gelmiş, doğru ve yanlışı ayrıştırabilecek muhakeme kabiliyeti olan kişiler tarafından anlaşılması beklenir. Bir kişinin Müslüman sayılabilmesi için Arapça dilbilgisine, bâtıni-zahirî anlam bilgisine, İslam’ın geldiği dönemlerde başta Arap yarımadası olmak üzere dünyadaki inanç ve yaşayış tarzlarını incelemesine, Hazreti Peygamberin İslam’ı tebliğ ve Müslümanlara önderlik ederken içinde yaşadığı çevre koşullarını araştırmasına, herhangi bir kişinin doğru düşünüp düşünmediğini ortaya koyacak mantıklı muhakeme kuralları sistematiğinde düşünmesine vb. konularda asgari de olsa bir eğitim almış olmasına gerek yoktur. Bir başka deyişle, Hz. Peygamberin tebliğ ettiği İslam’ın mesajını anlamak, ona iman edip hayatını İslam’ın öngördüğü kurallar çerçevesinde yaşamak sadece belirli alanlarda detaylı çalışmalar yapan kişilerin anlayabileceği, bir nevi, bir uzmanlık işi değildir. Nitekim tarih boyunca bugün İslam beldeleri olan yerlerde yaşamış olan insanların büyük ekseriyeti okuma yazma bilmeyen, günlük iaşe ve ibate işleri ile meşgul olan “ortalama” insanlardır. Onlar İslam’ı doğru anlamadan mı sonraki nesillere aktarmışlardır? Eğer bu şekilde düşünürsek içinden asla çıkamayacağımız bir sarmalın tam ortasındayız demektir.

Kısaca söylemek gerekirse, İslam, hiçbir zaman ve hiçbir dönemde, rehberlik eden seçkinleri olsa da, İslam davetinin ulaştırıldığı kitlelerin özellikleri bakımından bir “seçkinler” dini olmamıştır. Bunun daha açık anlamı şudur: Bir kişi buluğ çağına gelmişse ve aklı başındaysa (muhakeme kabiliyetine sahipse) İslam’ın inanç ve ahlak ilkelerini, Allah’a şükür ve ibadet amaç ve şekillerini, hayatını dürüst ve erdemli bir şekilde yaşayabilmesinin kodlarını gayet rahat anlayabilir ve anladıklarını pratik hayatına yansıtarak iyi bir Müslüman olabilir. Bu sebeple Müslüman olmak için erişkin olma ve akıllı olma (akil baliğ olma) dışında başka ön koşullar ileri sürmek gereksizdir. Bazı sorumlulukları yerine getirme bakımından özgür olma, yeterli servete sahip olma veya mukim olma gibi ön şartlar da olabilir. Şartları farklı olanın asgari bilgi düzeyi ve yerine getirmesi gereken sorumlulukları da farklılaşabilir, ama herkes için mutlaka Müslüman olma imkânı vardır.

Şimdi birileri “Bunlardan başka ön koşul ileri süren mi var ki bu konuyu gündeme getiriyorsunuz?” diye düşünebilir. Birazdan değinileceği üzere günümüzdeki ilahiyat tartışmalarının önemli bir kısmı, “Niçin İslam’ı doğru anlamıyoruz?” yahut “Neden mevcut İslam anlayışımız yanlıştır?” konularına o kadar fazla ağırlık vermektedir ki “Ne yapılırsa İslam doğru anlaşılır?” sorusuna cevap vermek giderek zorlaşmakta, adeta imkânsız hale gelmektedir. Derin ilahiyat tartışmaları içinde, her zaman açıkça söylenmese de örtük biçimde, dinî bilginin yorumlanması konusunda uzmanlığı olmayan anlamında “ortalama” bir insandan beklenmeyecek ayrıntıların İslam’ı anlamada ön şart haline getirildiğini görmekteyiz. Bu “derin” tartışmaların herhangi bir alandakine benzer (sosyal veya teknik fark etmez) alanın uzmanı olan kişilerin yorum farklarının birbiri ile yarıştığı bir zenginlik oluşturmasının normal olduğunu göz ardı etmemeliyiz. 3Ayetleri, içinde geldikleri koşulları da ele alarak (esbabı nüzul) nasıl anlamalıyız? Bugün hadisleri nasıl değerlendirmeliyiz? Günümüzde geçmiş dönemlerin sorunlarına çözüm için görüşler ileri süren fıkıh âlimlerinin muhakeme tarzı ve kullandıkları bilgilerin aynısını mı kullanmalıyız? gibi uzmanların ayrıntılı tartışma konuları, insanların önüne öyle kolay kolay anlaşılması mümkün olmayan bir İslam getirmemelidir. Bu tartışmalar biraz yakından izlendiğinde, bir insanın kendi başına veya bir rehber eşliğinde Müslüman olması için adeta, modern tabirle, İslami ilimler alanında doktora düzeyinde bir bilgi birikimine sahip olmasının gerekliliğinin ima edildiği görülmektedir. Üstelik bir alanda örneğin hadis doktorası yaparsanız, tefsir, kelam, fıkıh alanlarında yeterli birikim sağladığınızı söyleyemezsiniz. Bu alanların bir veya birkaçında doktora yapmış olanlar yorumlarında uzlaşmış olsalar, Müslüman olmayı biraz zor ama sonunda yapılabilir bir olarak göreceğiz. Her doktora yapan ayrı bir telden çaldığı için (farklı bir şeyler söylemek doktora çalışması yapmanın doğasında var. Zira doktora tezi alana yeni bir yorum veya bilgi katmak için yazılmaktadır) “derin” bilgi, İslam’ın ne olduğu konusunda uzlaşma değil çoğu zaman fikir çatışması getirmektedir. Bu sebeple uzmanlık düzeyinde bir uzlaşma ön şart ise, sadece “İslami ilimlerin” (kelam, tefsir, hadis, fıkıh vb.) bir alanında doktora yapmış olmak bile “İslam’ı doğru anlamak” için yeterli olmayabilir. Hatta bu doğru anlama işi için sadece İslami ilimleri bilmenin de yeterli olmadığı, İslam dinine yöneltilen eleştirilere makul cevaplar verip bu bağlamdaki tartışmaların bi hakkın altından kalkabilmek için ek olarak tarih, sosyoloji, psikoloji, ekonomi ve antropolojiden de haberdar olmak gerektiği söylenebilir. Bu olması gerekenler listesi uzar gider.

Burada Müslüman olmak için İslam’ın lehine ve aleyhine söylenen her şeyden haberdar olup onlara makul cevaplar vermenin bir ön şart olarak ileri sürüldüğü tespiti aşırı abartılı olur. Ancak “İslam’ı doğru anlama” bağlamındaki sözlü ve yazılı literatür göz önüne alındığında, açıktan olmasa da örtük olarak, bu işin yapılmasının büyük bir uzmanlık gerektirdiği varsayımına göre tartışmaların yürütüldüğü açıkça görülecektir. En az külfetli yorum “benim açıklama ve yorumlarımı dinle, hakiki Müslüman olursun” biçiminde kendi yorumunu “hakiki İslam” olarak merkeze yerleştirmektir. Bunun gerçekçi bir yaklaşım olmadığı, Müslümanların yaşadığı coğrafyalardaki uzlaşmaz grupların varlığına ve sonu gelmez tartışmalarına bakılarak gayet rahat biçimde söylenebilir.

Bütün bu tartışmalarda örtülü ya da açık bir şekilde ortaya atılan gereklilikler (yani “İslam’ı doğru anlama”nın ön şartları) dikkate alındığında “ortalama” bir insanın bilgi ve becerileri ile bu işi hakkıyla yapabileceği varsayımının büyük oranda terkedildiği görülmektedir. Bu yorum zenginliğinin, Müslüman olmayı kolaylaştırmaya değil zorlaştırmaya katkı sağlar hale gelmesi durumunda burada bir sorun olduğu gayet açıktır. Hâlbuki Hz. Peygambere nasıl Müslüman olurum mealindeki sorulara verdiği “Allah’a inan sonra dosdoğru ol” mealindeki kısa cevaplar, bağlamın ne kadar önemli olduğu ve herkes için Müslüman olma fırsatının bulunduğu konusunda yeterli ipuçları vermektedir.

Sonuç olarak diyebiliriz ki günümüz Müslümanlarının yüzleştiği sorunların sebebinin İslam’ın yanlış anlaşılması olduğu öngörüsü sağlıklı bir tespit olmadığı gibi pek çok sorunun çözümü bu tespitle ilişkilendirilebilir. O zaman “Sorunlarımızın kaynağı nedir?” sorusuna tam tatmin edici olmasa da gerçekçi bir cevap vermek (ya da vermeye çalışmak) gerekir. O da bir sonraki yazının konusu olsun.



  1. İlerleme, ileri gitme, geri kalma kavramları etrafında bir yığın tartışma var. İfadeleri burada o tartışmalara girmeden günlük dildeki çağrışımları ile yetinen bir anlamda kullanıyoruz.

  2. Bahsi geçen “Müslümanların İslam’ı anlamadığı” ifadesindeki mantık hatasını giderebilecek ama pek değinilmeyen alternatif bir durumdan söz etmek gerekir. Mevcut Hristiyanlığın hak olmadığı söylendiği halde inananlarına Hristiyan denildiği gibi çeşitli şekillerde özünden uzaklaşmış farklı İslam anlayışlarına inanan “Ehli Kitap Müslümanlar”a da Müslüman denilmesinde bir mantık hatası olmayacaktır.

  3. Hatta bu durumu, ilahiyat tartışmalarında temayüz etmiş çağdaş kişilerin Karadenizli olmasına işaret ederek aralarındaki kavgayı bize din diye yutturuyorlar diyen Prof. Dr. Ali Köse Hocanın kulakları çınlasın. https://www.youtube.com/watch?v=tdpotYiMmxY

– Beşir ATALAY

Eylül ayının son haftasında, 22 Eylül 2022 günü Çanakkale Savaşları Gelibolu Tarihî Alanını ziyaret ettim. Bütün yarımadayı gezdim. Şehitlikleri tekrar ziyaret ettim. Kalelerin son hâlini, tabyaların durumunu gördüm. Tarihî Alan Başkanı İsmail Kaşdemir’i ziyaret ettim. Çalışmaları ile ilgili bilgiler verdi. Yayınlarını ve ziyarete gelenlere rehberlik edecek haritaları, ayrıca Çanakkale Savaşının bütün safhalarını anlatan güzel bir takvim yaptırmışlar hepsini aldım. Kabaktepe Limanı mevkiinde, Trakya’dan karayolu ile gelişte tarihî yarımadanın girişinde Çanakkale Destanı Tanıtım Merkezi binası yapılmıştı, yeni kurulan Başkanlık bu binaya yerleşmiş. Gelibolu tarihî yarımadada kurumlar arası çok başlılığın önlenmesi, yönetiminin her yönü ile bir başkanlığa verilmesi isabetli olmuş.

Bu vesile ile ondokuz yıl önce Gelibolu Tarihî Alanının nasıl gündeme geldiğini, ondan önce ne durumda olduğunu, bu süreçte nelerin yapıldığını bir belge niteliğinde sizlerle paylaşmak istedim.

2003 yılı Nisan ayında, Başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan imzası ile şahsıma yazılmış bir yazı geldi. Ben o zaman Devlet Bakanı idim. Yazı, Cumhuriyetimizin kuruluşunun 80. yıldönümü kutlama programlarının yapılmasını ve bunların koordinasyonu görevinin bana verildiğini bildiriyordu. Benim için sürpriz oldu, daha önce böyle bir görevlendirme konusu konuşulmamıştı. Sanırım kamu basın yayın kurumları benimle irtibatlı olduğu için bu görevler bana verilmişti. Tabii, onlu bir yıldönümü ve daha fazla etkinlik gerekiyordu. Diğer yandan, AK Parti iktidarının ilk yılı idi ve bu da ayrıca konuyu önemli kılıyordu.

Çalışma arkadaşlarımla görüştüm. Değişik kurumların yöneticileri ile görüştüm. Geçmiş yıllarda neler yapılmış onlara baktım. Mümkün olduğunca kapsamlı bir zihnî hazırlık yaptım. Sonra, bu konuda öncelikli olarak rol alacak bakanlıkların ve kurumların üst yöneticileri ile toplantı yaptım, görüş ve tekliflerini aldım.

Bütün bu görüşme ve toplantılardan sonra kafamda şekillenen temel yaklaşım şöyle oluştu: Resmî törenlerden ziyade halkın katılacağı programlar yapmak, Cumhuriyetimizin demokrasi boyutunu öne çıkarmak ve bu yıldönümü anısına kalıcı bir şey veya bazı şeyler yapmak.

Kurumların üst yöneticileri ile toplantımızda katılımı geniş tuttuk. Her bakanlık ve kurumun yapacağı etkinlikler vardı. Yıl boyu yapılacak yaklaşık yüz maddelik bir program yaptık. İçinde stadyumlarda halk konserleri gibi çok katılımlı etkinlikler, bazı yarışmalar gibi öğrencilerin katıldığı etkinlikler, sanat ağırlıklı çalışmalar yer aldı. Her kurum bazı etkinlikler planladı. En zor kısmı, kalıcı olarak ne yapılacağı idi. O zaman Kültür Bakanlığı Müsteşarı olan Mustafa İsen bu konuda bir teklif getirdi: Çanakkale, Gelibolu tarihî alanında bir dağınıklık var, çeşitli kurumların sorumlu olduğu bir alan ve koordinasyon yok, burası ele alınabilir dedi. Zaten orada sorumluluğu olan bakanlıklardan birisi de Kültür Bakanlığı idi ve sorunları biliyordu. Ben de iki yıl önce büyük hevesle Gelibolu’yu ziyarete gitmiştim ve tam anlamı ile üzülmüştüm, beklediğimizi bulamamıştık. Çanakkale Savaşları ve bu tarihî yarımadanın ne kadar önemli olduğunu hepimiz biliyorduk.

Konuyu biraz daha araştırdım, inceledim, dinledim ve bir hazırlık yaptım. Bir Bakanlar Kurulu toplantısında kapsamlı bir sunum yaptım. Konuyu kurumlarımızın üst yöneticileri ile çalıştık ve şöyle bir program hazırladık: Halkın katılımını öne alıyoruz, bütün kurumlara kendi alanında görev veriyoruz, demokrasi boyutunu vurguluyoruz, bu çalışmalar için özel bir bütçe istemiyoruz, her kurum harcamalarını kendi bütçelerinden karşılayacak. Sadece, bu yıl dönümü için kalıcı bir eser ortaya koymayı planladık. Hepimizin bildiği Gelibolu Tarihî Yarımadasını gündemimize alacağız, orayı kendi anlamına uygun bir şekilde imar edeceğiz, açığa çıkaracağız ve tanıtacağız. Gelibolu’da değişik kurumlarımız yetkili: Orman Bakanlığı Millî Park statüsü nedeniyle yetkili; kaleler, tabyalar gibi tarihî ve kültürel alanlardan Kültür Bakanlığı sorumlu; Genel Kurmay Başkanlığının yetkileri var. Bakanlar Kurulunda bana bütün bunların koordinasyonu yetkisini verin, biraz da ek bütçe verilirse bu işi güzelce yaparız mealinde bir konuşma yaptım. Bakanlar Kurulu bu öneriyi olumlu karşıladı. Özellikle Başbakanımız bölgeyi iyi bildiği için çok ilgi gösterdi ve destekledi.

Hükümetimizden bu onay ve yetkiyi aldıktan sonra Cumhuriyetimizin 80. yıl dönümü programını bir broşür olarak bastırdık ve bir basın toplantısı ile tanıtımını da yaptık. Her kuruma ve yerel yönetimlere görevlerini tebliğ ettik. Gerçekten yıl boyu daha toplum katılımıyla, konserlerle, şölenlerle, konferanslarla bu yıl dönümü değerlendirildi.

Gelibolu çok yorucu denebilecek bir çalışma sürecini gerektiriyordu. Önce ilgili kurumlarla bir araya gelinecek, mevcut durum tespiti yapılacak, kimin ne yapacağı belirlenecek, bütçesi bulunacak ve takibi yapılacak. Bir de ODTÜ’den bir öğretim üyesine geçmişte proje yaptırılmış, ancak kendisi de hastanede ve ağır hasta, bu proje konusunun da hâlli gerekiyor. Tabii, yapılacak işlerde koruma kurullarının onayları gerekiyor. Bütün bu çalışmalar yapıldı. Bakan seviyesinde toplantılar yapıldı. Hepimizde bir heyecan oluştu. Bu özel tarihî alanımızı nasıl daha düzenli ve zengin hale getiririz konusunda geniş bir mutabakat oluştu.

İlgili bakan arkadaşlarımızla ve bürokratlarımızla gittik, yerinde inceledik. Yarımadanın her köşesini helikopterle ve yolun olduğu yerlerde kara yolu ile giderek gezdik. Gelibolu tarihî alanının o günkü durumu ve şartlarını şöyle tanımlayabilirim: Her şeyden önce yarımadada çok az asfalt yol vardı, hatta çoğu yere yol yoktu. Ziyarete gidenler Çanakkale’den feribotla karşıya geçiyorlar, Şehitler Abidesi ve önünde temsilî olarak yapılmış şehitliği ziyaret ediyorlar, dualar okunuyor ve dönüyorlar. Şehitler Abidesinin temeli 1954 yılında atılmış, 1960 yılında tamamlanarak ziyarete açılmış. İlerde bir müze var, fakat içi çok fakirdi ve bakımsızdı. Abidenin temelinde yıpranma vardı ve ilgililer çökme tehlikesine işaret ettiler. İnceledik gerçekten öyle idi. Bilindiği gibi bu yarımada tarihimizde en fazla şehit verdiğimiz yer denilebilir. İmparatorluğun her köşesinden, bugün sınırlarımız dışında kalmış devletlerden şehitlerimiz vardır. Ancak sadece abidenin önündeki temsilî şehitlik ziyaret ediliyor. Oysa şehitlerimizin toplu defnedildikleri birçok yer vardır. Bunların sadece birkaç tanesinde şehitlik yapılmış, çoğunun üzerine ise şehitlik yapılmamış ve bilinmez. Savaşta tarihî değeri yüksek olan tabyaların içi toprak dolmuş ve neredeyse kaybolmak üzeredir. Aynı şekilde, ünlü kalelerin bakımı yapılmamış, kimi yerler yıkılmaktadır. Ziyaretçilere rehberlik edecek kimse, bir merkez, bir harita bulunmamaktadır. Ve en önemlisi, bu büyük tarihî alanda yüz akı bir müze bulunmamaktadır, çok sembolik bir müze vardır.

İşte bu yıl dönümünde Gelibolu tarihî alanı bu şartlarda ele alındı ve bugünkü haline getirmenin çalışmalarına büyük bir hızla başlandı. Bir plan yapıp yapılacakları tespit edip başlamak önemliydi, sonrası gelirdi. En önemlisi ise Gelibolu tarihî yarımadasının gündeme getirilmesi idi. En önce bu tespitlerle öncelikler ve sorumlulukları tespit ettik. Doğrusu, çok kişi ve kurumun katkısı alındı, ancak özellikle, hakkı teslim açısından belirtmeliyim, yarımadanın millî park olarak sorumlusu olan Orman Bakanı Osman Pepe ile çok yakın çalıştık. Bakanlığın bürokratlarını da seferber etti ve çok hızlı mesafe aldık.

Tabii olarak yapılacak çok var ve bunlar için bütçe gerekiyor. O günün şartlarında Maliye Bakanlığından para almak kolay değil. Önemli harcamalar Başbakanlık Tanıtma Fonundan yapıldı. İlk dört yıl içinde bu fondan yaklaşık altmış milyon TL Gelibolu tarihî yarımadasındaki çalışmalar için kullanıldı. Bakanlıkların veya diğer kurumların yaptığı veya yaptırdığı işlerin ödemesi de yine bu fondan yapıldı.

En önce Abidenin temelini sağlamlaştırma çalışması yapıldı, epeyce büyük bir işti. Ayrıca, Abidenin en üstünün alta bakan yüzeyinde boya ve beton dökülmeleri vardı, orası bugünkü güzel hale getirildi. Abidenin konumu ve sağlamlığı en önemlisi idi. Çünkü ziyarete gelenler önce buraya geliyorlar, kalabalıklar oluşuyor ve her sene 18 Mart törenleri de burada yapılıyor.

Hemen yol yapımı için çalışmalar başlatıldı: O dönem Bayındırlık ve İskân Bakanı Zeki Ergezen’in yakın ilgisi ve Karayolları Genel Müdürlüğünün imkânları ile yarımadanın bugünkü yol sistemi ve asfalt yolları yapıldı. Böylece yarımadanın her bölgesine gitmek kolaylaştı.

Genel Kurmay Başkanlığının rehberliği ile gerçek şehitliklerin yerleri tespit edildi ve bu yerlerden bazılarına güzel projelerle hilal şeklinde şehitlikler yapıldı ve o şehitlikte yatan bütün şehitlerin isimleri şehitliğin çevresine yazıldı. Böylece ziyarete gidenlerin temsilî şehitlikten öte, gerçek şehitlikleri ziyaretleri mümkün oldu. Bu şehitlikler genellikle cephe gerisinde, kuytu yerlerde, dere yamaçlarındadır. Bu şehitliklerin bir kısmı törenlerle ziyarete açıldı.

Bu törenlerden birisini anmak isterim. Bu gidişimde de ziyaret ettim. Şahindere Şehitliğinin Açılışı: Projesini çok değerli bir mimarımız yaptı. Hilal şeklinde bir şehitlik. Orada defnedilmiş şehidimizin her birisi için bir mezar taşı yapıldı, isimleri de tek tek hilalin çevresindeki sete yazıldı. Çevre düzeni, peyzajı gayet güzel, hafif yamaç bir arazide. 2004 yılında 18 Mart törenleri günü bu şehitliğin açılışı yapıldı. Başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan, Genel Kurmay Başkanı Hilmi Özkök, bakan arkadaşlarımız, komutanlar hep beraberiz. Resmî açılış yapıldı, İstiklal Marşı okundu. İsmail Coşar Hoca önce bir Kur’an okudu, dualar yapıldı, daha sonra ise Mehmet Akif Ersoy’un Çanakkale Şehitleri için yazdığı şiirini bir na’t şeklinde okudu. Öyle bir asıldı ki bütün dereler inledi, bütün dinleyenler ürperdi. O an çok farklı bir duygu anı idi hepimiz için…

2022 yılındaki ziyaretimde de aynı duyguları yaşadım…

Bu şehitlerimizin defnedildiği yerlerdeki şehitliklerimizden bazılarının ve Abidenin aşağıda fotoğraflarını örnekler olarak sunuyorum.

Kalelerin Çanakkale savaşlarında önemi çok fazladır ve çok büyük ve ünlü kalelerdir: Kilitbahir ve Seddülbahir kalelerinin restorasyonuna hemen başlanmış, Kültür Bakanlığı yoğun bir çalışma yürütmüştür. Gittiğimde gördüm, pırıl pırıl olmuşlar. Hâlen de bazı çalışmalar yapılıyor. Kilitbahir Kalesinin bitişiğinde bir de müze yapılmıştır. Seddülbahir Kalesi yarımadanın tam ucudur ve hayati öneme sahiptir. Bu kalenin ve çevresinin restorasyonunun yapılması ve sosyal ortamlar haline getirilmesi için ülkemizin önemli bir özel sektör grubu ile anlaşma yapılmış, fakat pek yürümemiştir.

Bugün iki kale de korunaklı hale getirilmiş, bütün haşmeti ile ortaya çıkarılmış ve mutlaka görülmesi gerekir.

Çanakkale Savaşında tabyalar (bir bölgeyi savunmak için yapılan ve silahlarla güçlendirilen yapı) hayati öneme sahiptir. Maalesef tabyaların içleri toprakla dolmuş, adeta toprak yığını haline gelmişti. Bütün tabyalar Kültür Bakanlığınca ele alındı, çok uzun çalışmalarla içleri temizlendi, geçişler açıldı, tamiri ve temizliği yapıldı. Meğer ne sağlam yapılarmış. Tabyalar önemli tarihî yapılardır, içleri odalar, salonlar, geçitler ve dehlizlerden oluşan çok geniş yaşam alanları ve sığınaklardır. Özellikle, tam Çanakkale Boğazının kenarında ve geniş bir alana yayılmış Namazgâh Tabyalarının içinin görülmesi gerekir. Anadolu Hamidiye Tabyası, Rumeli Mecidiye Tabyası ve Ertuğrul Tabyası diğer önemli tabyalardır.

Hepsi restore edilmiş ve ziyaret edilmektedir.

Diğer önemli bir çalışma ise Gelibolu tarihî alanını ziyarete gelenlere tanıtım ve rehberlik yapmak hizmeti vermek için yarımadaya girişte bir tanıtım merkezi yapılmıştır. Bu merkezde ziyarete gelen gruplara önce salonda görüntülü bir tanıtım yapılmakta, haritalar verilmekte ve rehber tahsis edilmektedir. Böylece, önceleri olduğu gibi, ziyarete gelenlerin sadece Abide ve çevresini ziyaret ederek dönmeleri yerine, zengin bir ziyaret programı uygulamaları sağlanmakta, güzergâh verilmekte, bütün tarihî mekânlar ve şehitliklerin ziyareti mümkün olmaktadır. Bu tanıtım merkezi şu anda yeni kurulan Gelibolu Tarihî Alan Başkanlığının da idare merkezidir. Tarihî yarımadayı tanıtan, Çanakkale Savaşını ve bütün mekânların tarihini ve öyküsünü anlatan kitap ve broşürler basılmış ve gelenlere verilmektedir. Ziyaretçiler, özellikle öğrenciler tarihimizin bu çok önemli savaşını, seyrini, sonuçlarını, fedakârlıkları, şehitlerimizi… her yönünü öğrenerek ayrılmaktadır.

Bilindiği gibi her yıl 25 Nisanda Avustralya ve Yeni Zelanda’dan Anzaklar yarımadaya Şafak Ayini için gelmektedir. Bu iki ülkenin tarihinde de Çanakkale Savaşı büyük yer tutmaktadır. Hatta Avustralya’da büyük bir Gelibolu Müzesi mevcuttur. Binlerce Anzakın geldiği bu Şafak ayinleri Anzak Koyunda yapılmaktadır. Her sene bu iki ülkeden birisinin Başbakanı da bu ayinlere katılır. Bu ayin yapılan sahil ve yamaçlar çok düzenli değildi, taşlı yamaçlarda zor şartlarda ayinlerini ve törenlerini yapıyorlardı. Bu çalışmalar sırasında Anzakların bu ayin ve tören alanları da düzenlendi, ziyaretlerini rahat şekilde yapmaları sağlandı. İki ülkenin bakanları ve büyükelçileri bu konu için teşekküre gelmişlerdi.

Son olarak, çok ayrıntıya girmeden, Şehitler Abidesi yanında temsilî yeni bir büyük şehitlik yapıldı. Yüksek mermerlerin cephelerinin camlarla kaplanması şeklinde yapılan bu şehitlikte Çanakkale Savaşlarındaki şehitlerimizin tamamının isimleri ve ülkeleri-şehirleri bu camların altına yazılmıştır. Artık, 18 Mart törenlerinde, resmî tören sonrası bu şehitlik ziyaret edilmekte ve protokol çiçekler bırakmaktadır. Bu büyük bir şehitlik ve Abidenin bitişiğinde yer aldığı için en çok ziyaret edilen yerlerdendir.

Bütün bu çalışmaların ciddi tanıtımı yapılmış ve tarihî yarımadaya ziyaretçi sayısı çok artmıştır. Özellikle ortaöğretimden okul gezileri artmış, ülkemizin her köşesinden grupların ziyaretleri olmaktadır. Gelibolu tarihî alanların restorasyonu, yolların yapılması, yarımadanın tertemiz ve düzenli hale getirilmesi, tanıtım ve dinlenme yerlerinin gelen ziyaretçileri memnun etmesi ve ziyaretçilerin artması Çanakkale’ye de büyük bir hareketlilik getirmiştir.

Sonuç olarak, 2003 yılında başlayan çalışmaların büyük kısmı tamamlanmıştır. Şüphesiz hepsi bizim dönemimizde yapılmadı, biz başlattık, bir kısmını yaptırdık, daha sonra da kurumlarımız bu çalışmaları sürdürdüler ve hâlen devam etmektedir. Kalıcı bir eser bırakma hedefine ulaşılmıştır. Tarihimize ve şehitlerimize bir vefa, bir dua olarak anılarımızda kalacaktır.

Son olarak, 2015 yılında Gelibolu Tarihî Alan Başkanlığı kuruldu ve artık buradaki çalışmalar Kültür ve Turizm Bakanlığına bağlı bu Başkanlık tarafından yürütülmektedir. Böylece çok başlılık da önlenmiştir.

Çanakkale Savaşları Gelibolu Tarihî Alanında, bu her karışı tarih ve şehit kanı olan alanda bir 2003 yılı öncesi, bir de 2003 yılı sonrası vardır ve birbirinden çok farklıdır…

Çanakkale Savaşlarından söz edilen bir yazıda Mehmet Akif Ersoy’u anmamak doğru olmaz. Bu vesile ile millî şairimiz Mehmet Akif Ersoy’un Çanakkale Şehitlerine şiirinden birkaç mısra ile yazıyı noktalayalım.

Bu göğüslerse Hudâ’nın ebedî serhaddi;

“O benim sun’-i bedî’im, onu çiğnetme” dedi.

Âsım’ın nesli… diyordum ya… nesilmiş gerçek:

İşte çiğnetmedi nâmûsunu, çiğnetmeyecek.

Şühedâ gövdesi, bir baksana, dağlar, taşlar…

O, rükû olmasa, dünyâda eğilmez başlar,

Yaralanmış temiz alnından, uzanmış yatıyor;

Bir hilâl uğruna, yâ Rab, ne güneşler batıyor!

Ömer Torlak –

Bizim toplumda, “İslam, terakkiye mâni midir?” sorusu epeydir sorgulanan ve irdelenen bir konu malum. Bakış açısı ve alınan pozisyona göre hemen herkesin kendince yargıda bulunduğu bir konu aynı zamanda. İnanç değerlerinden bağımsız olarak insanı düşünmek elbette mümkün değil. İslam’ın ilke ve değerleri ile bu inanca sahip olduğunu iddia edenlerin karar ve eylemlerine rehberlik eden ilke ve değerlerin her zaman birbirinin aynı olduğunu söyleyemeyiz. Dolayısıyla bir inanç alanının bütünü ile o inancı temsil edenlerin aynı anlamda kullanılmak suretiyle bu tür konularda pratikler üzerinden yapılan değerlendirmelerin yanlılık içermesinin mümkün olduğunu biliyoruz. Bunun farkında olarak bu yazıda konuya daha özelde sosyal bilim ile teknik ilerleme ilişkisi/kopukluğu açısından bir değerlendirme ortaya konulmaya çalışılmıştır.

Hayatı kolaylaştırmak için tekniğin kullanımı, insanın her zaman başvurduğu çabalar arasındadır. Taşıyacağı yükün kendisine yükleyeceği ağırlığı hafifletmeden tutun da verinin işlenmesi, depolanması, analiz edilmesi ve farklı mecralara transfer edilmesine kadar akla gelebilecek her alanda kendi yükünü hafifletme ve hayatı kolaylaştırmak için en basitinden en karmaşık olanına kadar her türlü tekniğin kullanımı insan aklı ve zekâsı sayesinde mümkün olabilmiştir. El becerisine dayalı tekniklerin zamanla yine insan akıl ve zekâsının geliştirdiği makine, bilgisayar ve yazılımlar sonucunda teknolojik gelişmelere dönüştüğüne tanık olduk. Gelinen noktada insanın kendi zihnini rahatlatacak, kendisine talimatlar vermesine imkân verecek akıllı sistemler yanında işlerinde yardımcı olacak robotlarla da yüz yüzeyiz. Yine insan, pek çok başka canlı için olduğu gibi kendi benzerini kopyalama, ikinci bir ömrü yaşama ve mümkünse hastalanmayan, yaşlanmayan bir insan prototipini yapma çabasını da sürdürmekte.

Bu tür çabalar sonucunda ortaya çıkan bazı ürün ve sonuçların zaman zaman farkında olarak ya da olmaksızın insanlığa zarar verecek amaçlarla kullanıldığına da tanık olmaktayız. İnsan sağlığı için olumlu olabilecek bir teknik ya da teknolojik sonuç insanlığın mahvı için de kullanılabilmektedir. Teknik ilerleme ya da teknolojik sonuçların bu şekilde olumsuz kullanımlarının çok farklı sebeplerinden söz edilebilir. Bu yazının amacı bu sebepleri sıralamak ya da irdelemek değildir. Burada teknik ilerleme ya da teknolojik gelişmelerin her yönüyle refah artışına yol açabilmesi için nasıl bir zeminde gerçekleşmesi gerektiğini tartışmak istiyoruz.

İnsanın dengede olması gereken bir varlık olduğu konusunda sanırım farklı bir değerlendirme yapmayız. Biyolojik bir varlık olması yanında psikolojik özellikleri, insanın madde ve mana arasında bir dengede durmasını gerektirir. Yani fizyolojik açlığını giderme ihtiyacı hisseden insanın duygularını tatmin etme ihtiyacını da gidermesi hayatı dengeli yaşayabilmesi için önemlidir. Hedeflerine ulaşmak isteyen insan aynı zamanda inanç, kültür ve ahlaki değerlere uygun hareket etmeyi de gözetir. Bir taraftan vicdanı bir taraftan da sosyal etkilenmeye açık olması onu bu şekilde davranmaya yöneltir. Başarma arzusunu, paylaşma, dayanışma ve başkalarına yardımcı olma duyguları ile dengeli götürmeye çalışır.

Sıraladığımız bu örnekler yanında hayatın tamamında gözeteceği denge, insanın önce kendisini tanıması, muhataplarını insan olarak kabul edip, sevmese bile saygı göstermesi ve kaynakların insanlığın tamamına ait özenle kullanılması gereken değerler olarak görmesi ile mümkün olur. Ancak konunun diğer tarafında ise duygularını bastıran, hayata tek yönlü bakan ve dolayısıyla ya sadece materyalist, makyavelist ve hatta pragmatist kişilikler ya da sadece konformist, mistik veya karamsar kişilikler karşımıza çıkar. Tek yönlü ve dengeden uzak bu tür kişiliklerin geliştirecekleri veya kullanacakları teknik ya da teknolojinin amaca uygun kullanılma ihtimalleri de zayıflar. Öte yandan teknik ya da teknolojiyi geliştiren ya da tedarik edenler bu dengesiz kişilikler eliyle insanlığa zarar verecek biçimde tekniği ya da teknolojiyi kullanabilir. Kendilerini ustaca kenara çekmek suretiyle ortaya çıkacak olumsuzluğun faturasını da bu tür dengesiz kişiliklere kesme becerisi göstermiş olurlar.

Birey düzeyinde dengesiz kullanım ve bunların kabaca sonuçlarına vurgu yaptıktan sonra teknik ilerleme ve teknolojik değişimin toplumsal düzeydeki görünümüne bakabiliriz.

Teknik ilerlemeden teknolojik dönüşüme geçilmiş olması toplumlar arasındaki ekonomik ve sosyal gelişmişlik düzeyleri arasındaki dengeyi bozan bir noktaya geldiğini ifade edebiliriz. Fabrikasyon üretimin olmadığı ve el emeğine dayalı tekniğin kullanıldığı dönemlerde teknik ilerlemenin toplumlar arasındaki refah düzeyinin dengesini alt üst etmediğini biliyoruz. Bu aşamaya kadar Avrupa merkezli bazı ülkelerin kıymetli maden ve ürünlerin kendi ekonomilerine transferi yanında emperyal anlayışla ele geçirdikleri bazı yabancı topraklardaki arazi ile kıymetli madenleri ekonomik değere dönüştürme kabiliyetlerinin öne çıktığını söylemek mümkün. Bu kabiliyet yanında deniz aşırı taşıma için kullandıkları gemi tekniğine sahip olmaları yanında yönetme becerilerinin de Avrupalı bazı ülkelere avantaj sağladığını ifade edebiliriz. Dolayısıyla teknik yanında bazı sosyal becerilerin de etkisiyle refah düzeylerini artırabildikleri anlaşılmaktadır.

Bu noktadan fabrikasyon üretim ve matbaanın kullanılması aşamasına kadar Avrupa merkezli bu ülkelerin, hayatın daha nitelikli yaşanması ve refahın artırılması amacını taşıyan bazı kurumsal düzenlemeler yanında teknik ilerleme ve teknolojik gelişmelere zemin hazırlayacak toplumsal dinamikleri anlama çabasını da görmekteyiz. Gerek kendi toplumlarının gerekse ilişkide olunan diğer toplumların , alışveriş, günlük hayat, alışkanlıklar ve tutumlarını öğrenmeye yönelik olmak üzere, antropoloji, sosyoloji ve psikoloji başta olmak üzere sosyal bilimlerin her bir alanına ilişkin kavramsal ve kuramsal birikimlere de bu dönemlerde zemin hazırlandığını biliyoruz. Yine bu dönemler Avrupa üniversitelerinde sosyal bilimlerin farklı uzmanlık alanlarına ilişkin okul ve ekolleşme çabalarına da tanık oluyoruz. Bu çabaların sonuçlarını toplumsal ve ekonomik refaha dönüştüren bu insanlara kapılarını açan Kuzey Amerika’nın da geç bir toplum olmakla birlikte hazır birikimden faydalanma becerisini gösterdiğini söylemek mümkün.

Söz konusu dönemlerde ise Doğu olarak tanımlanan coğrafyada sosyal bilimlerin inanç değerleri ile çeliştiği fikrinden hareketle sınırlar çizildiği ve hatta dışlandığını görüyoruz. Teknik bilimlerde ortaya konulan çalışmaların Avrupa ülkelerince tercüme yoluyla faydaya dönüştürülüp ekonomik refaha katkı sağlayacak teknik ve teknolojik ilerleme amaçlı kullanımına karşılık, bu teknik ve teknolojik birikimi eleştirel bakışın ve araştırma özgürlüğü altında kazanmış olan Doğu’da ise sosyal bilimlerde söz söyleme, fikir belirtme ve müzakerenin, araştırma yapmanın boğucu bir atmosferde yok edildiği bir dönemde teknik ilerlemenin mümkün olması beklenemezdi. Nitekim bu gelişmeler sonucunda sosyal bilimlerin neredeyse hurafe olarak değerlendirildiği uzun bir dönemin yaşanması kaçınılmaz oldu.

Buraya kadar olan değerlendirmelerden yapılabilecek çıkarım olarak teknik ilerleme ya da teknolojik gelişmenin sosyal bilimlerden bağımsız düşünülemeyeceği olgusu olsa gerek. Zira böylesi bir yaklaşım, ya topluma refah artışı sağlayacak bir teknik veya teknolojik gelişmenin çıkamayacağı ya da herhangi bir gelişmenin farklı sebep ve gerekçelerle dengesi bozulmuş insan elinde insanlığın zararına yol açacak biçimde kullanılabileceği sonucuna bizi götürecektir.

Günümüzdeki durum açısından konuyu irdeleyecek olursak, neler söylenebilir sorusuna cevap vermemiz gerekir.

Küresel bir dünyada yaşıyoruz. İnsanlar ve ürünler neredeyse sınır tanımaksızın hareket edebiliyor. Bu mobiliteye imkân tanıyan şey de aslında bizatihi teknolojik gelişmeler. Kas gücü ile yük taşıyan, duman, ulak ya da güvercin ile haberleşen, buhar ile taşıma yapan insandan uydu üzerinden işlem yapabilen insan var karşımızda. İşte bu ve yazının girişinde bahsettiğimiz çok sayıdaki teknolojiyi üretenler yanında bunları kullanan toplumlar da fayda elde etmeye çalışıyor. Şu farkla ki, teknolojiyi üretenlerin elde ettiği katma değer onları kullananlarınınkine göre çok fazla. Bu teknolojileri tüketenler onları elde edebilmek için miktar olarak çok fazla mal satmak durumundalar. Yani pazara sunulan ürünlerin birim değerleri arasında teknolojik ürünler lehine kapatılması mümkün olmayacak bir açıklık var. Ve bu açıklık sürekli olarak teknolojik değişim ve dönüşümü yapabilenler lehine işliyor.

“Son birkaç asırdır oluşan bu durum tesadüflerle açıklanabilir mi?” sorusu önemli bir soru. Yazının bu son kısmında bu sorunun cevabına odaklanacağız.

Teknik ilerleme ve teknolojik gelişmenin toplumsal refah artışına katkısını tesadüflere bırakmamak için öncelikle akıl ve zekâsını kullanacak insanın toplum içindeki gelişimine odaklanmak gerekiyor. Devamında ise teknik ve teknolojik ilerlemeyi toplumun faydasına kullanabilme adına ve tabii zarar verecek bir enstrüman olarak kullanılma ihtimalini azaltmak üzere bir toplumsal stratejinin geliştirilmesinin önemli olduğunu söylememiz mümkün.

İnsanın aklı ve zekâsını kendisinden başlamak üzere çevresine ve topluma katkı sağlayacak biçimde kullanabilmesi için aile, kurumlar ve kuralların sağlam bir zemin olabilecek biçimde kurgulanmasına ihtiyaç var. Diğer bir deyişle, sosyal bilimlerin her alanını değerli gören bir anlayış gerekli. Aksi halde sonuca odaklı, belki aklını ve zekâsını iyi kullanan, ancak sonuçta fayda yerine zararı daha fazla bireylerden oluşmuş kaotik bir toplum yapısı ile karşı karşıya kalabiliriz. Tarihi hamaset ya da düşmanlık vesilesi olarak görebilir, hukuk kurallarını yasaklayıcı veya delinmesi gereken kurallar bütünü şeklinde algılayabilir, dünyasında fırsatçılık ile idealizm arasında sıkışabilir, psikolojik açıdan daha mistik veya çok pragmatik bir bakış açısıyla hareket eden ikircikli insanlardan oluşan bir toplum olabiliriz. Böylesi ikircikli insanların çoğunluğu oluşturduğu toplumlarda ise teknoloji üretiminden ziyade teknolojiyi tüketen konumunda olması ise neredeyse kaçınılmaz olur.

Teknolojiyi üreten ve elde edilen katma değer sayesinde daha müreffeh yaşayan toplumlarda her insanın elbette iyi insan olması gibi bir iddiamız yok. Bu toplumları yönetenlerin de tamamının salt insanlık faydasına işler yaptığını söylemek durumunda değiliz. Ancak teknolojik dönüşüm sayesinde katma değeri daha yüksek ürünlerle refah düzeyini yükseltebilmiş toplumların sosyal bilimlere daha fazla değer veren toplumlar olduğunu rahatlıkla ifade edebiliyoruz.

Yazının sonuna yaklaşırken teknik ilerleme ve teknolojik gelişimde sosyal bilimlerin katkısının nasıl olduğuna ilişkin somut şeyler söylemem gerektiğinin farkındayım. Toplumsal hayatın bütüncül bir bakış açısı ile tanımlanması, açıklanmaya çalışılması, kaotik bir toplumsal ilişkiler ağından sosyal ve ekonomik refahı artıracak bir ilişkiler ağının toplumda inşa edilebilmesi bakımından öncelikle disiplinler arası yaklaşımla sosyal bilimlerin her alanının eleştirel çalışmalarına imkân sağlanmasına ihtiyaç vardır. Bu tür çalışmalar yapılırken ve sonuçları paylaşılırken her ortamda dışlayıcı olmaksızın anlamaya çalışan bir yaklaşımla toplumsal hayatın her alanı için kurum ve kuralların oluşumuna alan açılması gerekir. Dolayısıyla sosyal bilimleri önemseyen ve teşvik eden bir yaklaşım ile toplumu oluşturan bireyler ile o topluma sonradan katılanların akıl ve zihinlerini özgürce kullanmalarına, hatta saçmalama hakları olduğunu da kabul ederek alan açılmalıdır. Kurum ve kuralları oluşmuş ve oturmuş toplumlarda insanlara işlerini amaca uygun yapma, fikirlerini müzakere etme ve kaynakları etkili ve etkin kullanma noktasında alan da açılmış olacaktır. Böylesi bir atmosferde katma değeri yüksek ürün ve teknoloji üretiminin bu tür ürünler ile teknolojinin tüketiminden daha fazla gelir getirmesi sayesinde ekonomik refah artışı da beraberinde gelmektedir. Tersine uygulamaların yaygın olduğu toplumlardan kendisini ifade etme alanı olduğu düşünülen toplumlara yaşanan beyin göçü tam da bu durumun bir sonucu olarak gerçekleşmektedir.

Sosyal bilimleri bilinenleri taklit etme ya da dedikodu düzeyinde gerçekleştiren toplumlar bakımından teknik ilerleme ve teknolojik gelişme sağlamak mümkün olamamaktadır. Buna bağlı olarak bu ülkelerde  katma değeri yüksek ihracat rakamlarına erişmek hayal ötesine geçememektedir. Nihayetinde teknolojik gelişime açık ve üretken zihinleri anlama çabası için, onlara çalışmaları için hem işletme hem de ülke düzeyinde olgunlaşmış bir çalışma ortamı hazırlama becerisine ihtiyaç vardır. Ve bu ihtiyacı karşılayacak olan da onların en azından sosyal ilişkilere nasıl yaklaştığı, psikolojik ihtiyaç ve beklentilerinin neler olduğu, hangi duygusal durumların onları nasıl etkilediği, iletişimde neye dikkat ettikleri ve hangi araçlarla iletişim kurdukları, tarihsel anlatılara nasıl yaklaştıkları, kendi hikâyelerini nasıl kurguladıkları, iktisadi beklentileri ile rasyonalitelerinin nasıl şekillendiği, hangi liderlik tarzlarından nasıl performans gösterdikleri gibi sosyal bilimlerin hemen her alanını ilgilendiren hususların anlaşılmaya çalışılması olacaktır. Bir diğer deyişle, toplumun fotoğrafını doğru çekmeye çalışan bir sosyal bilim çabasının olmadığı toplumlarda araştırma ve geliştirme, teknolojik gelişme ve benzeri çabaların başarıya ulaşması tesadüflere bağlıdır. Üstelik bu başarıların yazının başında ifade etmeye çalıştığımız olumsuz çıktılar üretmesi de neredeyse kaçınılmazdır.

Yazıyı bitirirken şu iki sorunun anlamlı olduğunu düşünüyorum:

“Sosyal bilimlerin üvey evlat muamelesi gördüğü toplumlarda teknolojik gelişme ve teknik ilerleme sağlanması mümkün müdür?”

“Sosyal bilimlerin üvey evlat muamelesi görmesinde ülkeyi yönetenler mi yoksa sosyal bilimciler mi daha fazla sorumludur?”

Ali Maskan –

Aydınlanma çağıyla birlikte Batı’da oluşan yeni zihniyet uzun ve zahmetli bir yolculuktan sonra küresel bir güç haline geldi ve dünyanın hemen her tarafında kendine özgü yeni yaşam alanları oluşturdu. Tehlikelerden uzak ve güvenli bir alanda eşeysiz üremeyle büyüyen bu zihniyet, bir başka topluluk ile iletişime geçtiğinde eşeyli üreme yeteneğini de korumayı başardı.

Emperyalizm ötesi düzende kendine bulduğu ötekiler ile yaşam kabiliyeti ve kalitesini yükselten Batı, kurduğu evrensel sistem ile tekil bir dünya oluşturduğunu fark ettiğinde, tarihin sonundan bahsetmeye başladı. Bu aslında hiçbir şeyi umursamadan akıp giden tarihin değil, kendi varlığının sonuydu.

Batı, yaklaşmakta olan felsefi yok oluşun farkına vardığı anda, sistemin restorasyonu veya rekonstrüksiyonu üzerinde derin tartışmalara girdi. Mevcut birikimlerin varlığı yeni bir sistemin kurulmasının önündeki en büyük engeldi. Zira yüzlerce yılda elde edilen başarıları bir anda dönüştürebilmenin imkân ve ihtimali yoktu. Bu durumda restorasyon yapmak her hâliyle daha mantıklı bir yöntem olarak kabul gördü ve sistem kendi içindeki dönüşümü gerçekleştirebilmek adına üreme şeklinde bir değişikliğe gitmek zorunda kaldı.

Sistemin en büyük sorunu, uzunca bir zamandır eşeysiz üreme ile çoğalmaması nedeniyle paradigmanın niteliksiz hâle gelmiş olmasıydı. Zihniyete canlılık katmak amacıyla eşeyli üreme yöntemine başvurulmak zorunda kalınsa da girilen ensest ilişki paradigmayı ayrı bir çıkmaza sürükledi. Müstehcenliğin her türünü meşrulaştıran Batı, bu defa gayrimeşru bir çocuğun lanet okumasıyla karşı karşıya geldi. Bugün gençlik çağının hovardalığını yaşayan güzel kız, vaktiyle ne kadar zalimleştiklerini unutan ebeveynlerine, yaptıklarıyla yüzleşmeden yok olmayacaklarını hatırlatıyordu adeta. Böylece Batı’nın kendisine ötekileşme hikâyesi başlamış oldu.

Ötekisini ve kölesini kaybetme travması çeken Batı, bir de kendisine ötekileşme sorunu ile karşılaşınca var oluş felsefesi her yönüyle tartışmaya açık hale geldi. Politik sistemde ötekiler müstakilen var olabilmenin mücadelesini verirken, zihniyet dünyasında ötekisiz kalabilme ihtimalinin çaresizliği, “nerede bu öteki” sorusunu gündeme getirdi.

Asi kızlarının köleleri baştan çıkardığını gören efendiler her şey için çok geç olduğunun farkına varmışlardı. Zira bütün köleler hanımefendinin ayartmalarına ilgi duymaya başlamışlardı bile. Böylece kimin öteki kimin ben, kimin efendi kimin köle olduğunun belli olmadığı yeni bir simbiyotik (ortak yaşam) ilişki süreci ortaya çıktı. Yaşlı kurtlar çaptan düşmüş bedenlerine aldırmaksızın eski efendinin gayri meşru kızıyla işbirliği yaparak, tarihin bütün evrelerinden öç almaya heveslenmişlerdi.

Ebeveynleri gibi her türlü müstehcenliği kendine silah edinmiş hanımefendi iç gıdıklayıcı hâliyle yeni çıkar ilişkilerinin efendisi olmaya adaydı. Şimdilik ailesinin eski ötekilerini ayartmakla işe başlaması, yaşlı kurtları hiç olmadığı kadar karşı karşıya getirerek hanımefendiyi mahallenin yeni gözdesi yaptı.

Yedi kocalı Hürmüz kabiliyetindeki kız, ailesini çıldırtırcasına her parmağına ayrı yüzükler takmayı başarmıştı. Yüzük sahipleri birden fazla parmağın meşguliyetine aldırmaksızın eski efendilerini çıldırtmanın hesaplarını yapıyorlardı. Onların tek amacı hanımefendiyi kullanarak efendiyi ortadan kaldırmaktı. Genç kız ise gözüne kestirdiği bir delikanlıyı iç güveyisi yaparak ebeveynleri de dâhil olmak üzere bütün yaşlı kurtları yok etmeyi planlıyordu. Ebeveynleri sistemi restore etmek isterken hanımefendi yeni bir sistem kurmanın sevdasına düşmüştü.

Dünya, hali hazırda böylesi bir ayartma hikâyesi ile baş başa. Kızını dövmeyen dizini döver atasözünü diline pelesenk etmiş ebeveynler, işledikleri günahın farkındalığıyla ailede yeni bir düzen kurabilmenin gayreti içinde. Kendisini bir günahla dünyaya getiren ailesine ceza vermek isteyen kız ise her türlü eziyete katlanabilecek güçte. Ayrıca evden çaldığı gizli bilgiler, güçler ve ekonomik kaynakları da mahirce kullanabilme yeteneğine sahip. Yaşlı kurtlar bu aile içi dramdan yararlanıyor olmanın hazzıyla, yaşadıkları hüznü dengelemeye çalışıyor. Tüyleri terli delikanlı ise hâlâ bıyık bükme derdinde.

Toplumları ve devletleri Batı’ya ötekileştirmek suretiyle sözde düşman kisvesi altında simbiyotik bir ilişki kuranlar, bugün bu çıkar ilişkilerinin şekil değiştirmesi nedeniyle ne yapacaklarını şaşırır hale geldiler. Rusya ve Çin, bu ötekileşmenin en büyük tarafları olarak, artık hayatlarındaki bu simbiyotik ilişkinin yeniden tanımlanması gerektiğini açıkça ifade etmeye başladılar. Kendilerine asalak muamelesi yapılsa da esasında onlar olmadan sistemin ayakta kalamayacağını herkes biliyordu. Öteki ile ben öylesine iç içe geçti ki kimin efendi kimin köle olduğu tartışılır hale geldi.

Batı dünyasındaki çatlak sesler her geçen gün artıyor. Kendi içinde amansız mücadeleler yaşayan ABD yakın bir zamanda dinlenmek için inzivaya çekilecek. Bu zihniyetin şimdiki ev sahibi İngiltere kendine yüklediği misyon gereği hem aile içinde hem de dışındaki ilişkileri yeniden düzenleme arzusu ile hareket ediyor. Almanya ve Fransa gibi ülkeler aile ve akrabalık ilişkilerinde yetki ve sorumluluk alanlarının belirlenmesi için yenilikler yapılması gerektiğini savunuyor. Aksi takdirde geleneklerinin onları nereye sürükleyeceğini çok iyi biliyorlar.

Muhafazakâr dini değerlere sahip kadim topluluklar ise hanımefendinin varlığından kaynaklanan gayrimeşru şartların düzeltilmesi için münasip bir beyefendi ile evlendirilmesinden yana. Bunun gerçek bir evlilik olmayıp günü kurtarma adına yeni bir simbiyotik ilişkinin başlangıcı olduğu aşikâr. Güzel kızın ruhundaki ayartıcılık ve yoldan çıkarmaya rağmen, delikanlı yeni çıkar ilişkisine hayır demeyecek ve hanımefendiye alyans takacak gibi.

Batı yeni bir güç ve enerji ile hareket edebilmek adına küllerinden yeniden doğmak istedi. Zira sistemin felsefi çıkmazları kendine yabancılaşmayı ve çaresizliği kaçınılmaz kılmıştı. Ancak klonlama yapmak isterlerken ortaya yeni bir öteki çıkabileceğini hesaplayamadılar. Hâlihazırda eski ötekiler ile mücadele ederken, kendi ötekisiyle nasıl baş edebileceklerini tanımlamakta zorlandılar. Kendine ötekileşme varlığın sorgulanmasına kadar kökten bir karşıtlığı da beraberinde getiriyordu.

Efendi için öteki bir yazgıdır ve bunu kendisi oluşturmaya alışmıştır. Canlılar arasındaki simbiyotik ilişkinin bir tezahürü olan “ben” ve “öteki” farklı çıkar ilişkileri içinde kurgulanabilir. Ama her hâlükârda öteki, yaşamın çoğu zaman kaçınılmaz varlık nedenidir. Ötekinin varlığı “kendi” olamamışların “kendiliğini” ispatlama fırsatıdır aynı zamanda. Kimi zaman da “ben”e güç veren bir zehir veya mikroptur. Her ne kadar “ben” ve “öteki” aynı ortak yaşamın birer parçası olsa da biri efendi diğeri köle olarak kabul görür. Kendi içindeki efendi kılıklı kölelik simbiyotik ilişki sürecinde köleyi efendi yapınca, ilişkinin yeniden tanımla gerekliliği ortaya çıktı. Zira efendinin tek taraflı hükümranlığı asalakların saldırısına maruz kalmıştı.

Netice itibariyle Batı, kuruluş felsefesinde bir zihniyet değişimi içindeymiş gibi görünse de bu dönüşümü sadece stratejik hedeflerle sınırlaması uzun vadede yine sadra şifa olmayacak politik açılımlara vesile olacaktır. Emile Durkheim’ın da dikkat çektiği üzere, başkalarını helak etmeye çalışanların kendilerini yok etme arzusuyla hareket ettiği gerçeği Batı zihniyetinin en büyük bunalımıdır.

Batı bugün kendi kendine meydan okumakla meşgul. Ekonomik ve siyasi alanda tezahürlerini yakinen hissettiğimiz bu iç mücadelenin felsefi boyutuna nedense pek değinilmez. Bizler olayların sadece dışa yansıyan boyutlarını görür ve endişe ederiz. Asıl endişelenilmesi gereken husus artan elektrik ve doğal gaz fiyatları değil, insanlığın geleceğini belirleyecek olan varoluş tasavvurunun nasıl şekillenecek olduğudur.

Kendine ötekileşmiş bir sistemin kendine meydan okumasından daha doğalı yoktur elbet. Güç kullanılarak yok edilemeyen bir ideoloji veya zihniyetten kurtulmanın tek yolu, onu kendisiyle baş başa bırakmak suretiyle kokuşmasına neden olmaktır. Batı artık bu sistemi ayakta tutabilecek bir ötekiye sahip değil. Kendi gayri meşru ötekisinin ise sistemin sonunu getireceği hususunda her geçen gün daha da endişelenmekte. Batı’nın kendi içindeki bu varlık mücadelesi bir taraftan yeni bunalımların ve yok oluşların kapısını aralarken, diğer taraftan da dünyaya yeni bir yaşamın kapılarını aralama fırsatını da veriyor.

Rusya ve Çin yeni simbiyotik ilişki ağlarına şimdilik karar vermiş gibiler. Bu ikisini rehber alan ülkeler de dolaylı olarak saflarını belirlemiş durumda. Batı yüzlerce yıldır ilk defa bu kadar net bir şekilde, kendi kaderine üçüncü ülkelerin müdahil olmasına müsaade etmek zorunda kaldı. Yaşlı kurtlar ergen kızlarına sahip olmayı başarırlarsa sistem bir restorasyon ile yoluna devam eder. Burada merak edilen tek şey, hanımefendinin her şeye rağmen bu rekonstrüksiyonu tamamlayıp tamamlayamayacağıdır. Şayet başarılı olursa dünyada yeni bir simbiyotik ilişkiler süreci başlamış olacak. Efendi köle ilişkilerinin de yeniden tanımlanması anlamına gelen bu simbiyotik ilişkiler bize yeni bir çağın kapısını aralayacaktır. Bu tanımlama yapıldığında “Yakın Çağ” sonlanmış ve yeni bir çağa adım atmış olacağız. Zira her yeni çağ simbiyotik ilişkilerin yeniden tanımlanmasına tekabül eder.

Hanımefendinin erken dönemli veraset savaşı sürdürülebilir hâle gelirse uluslararası ilişkilerin daha sıcak günler yaşayacağını şimdiden söyleyebiliriz.

Ömer Demir –

Son zamanlarda İslamilik Endeksi 1 diye çok konuşulan ve atıf yapılan bir gösterge var. Hani halkı Müslüman ülkelerin ancak 40. sıralarda yer bulabildiği, Türkiye’nin ilk 95 ülke arasına giremediği ve listenin ilk sıralarını halkının ekseri çoğunluğu Müslüman olmayan ülkelerin işgal ettiği endeks.

Endekse göre İslam’ın öngördüğü prensipleri esas alırsak ilk sıralarda Yeni Zelanda yer almakta ve onu ekonomileri gelişmiş İskandinav ülkeleri izlemektedir. 40. sıradan itibaren de Malezya’nın açtığı kapıdan önce petrol zengini Arap ülkelerinin girmeye başladığını görüyoruz. Bu arada hemen belirtelim Yunanistan ve İsrail de Malezya’dan önce geliyor.

Bu endeksin, kurucuları İran kökenli olsa da, endeksin dünya üzerindeki Müslüman nüfusun dağılımı ile ilgili bir fikir vermediği, böyle bir amaç gütmediği gayet açık. Kanaatimce bu endeks, İslam ile ilişkili bir bilgi içeriği olmadığı halde, üretilme amacından bağımsız olarak, üç şekilde kullanıldığı için bu kadar popüler. İlki, İslami ilkeleri önemsiyor izlenimi vererek sonunda Müslümanları “dövmek” isteyenlere güzel bir sopa. Yani, çok sık olarak “sizin ilkelerinizi halkı Müslüman olmayan ülkeler sizden daha iyi yerine getiriyor” mealindeki üstten bakan, baskıcı, küçük düşürücü, hor görücü yorumlara meşruiyet sağlayan bir araç olarak kullanılıyor bu endeks. Doğrudan veya dolaylı olarak, en yumuşak şekliyle, insanlığı kalkındıracak, refah ve mutluluğu artıracak iyi şeyler yapmak için Müslüman olmaya gerek yok diyen bir söylemi meşrulaştıran bir araç olarak gayet cazip.

Endeks ikinci olarak, İslam dünyasının günümüzdeki görünümünden içi yananların daha çok öz eleştiri formatında, beceriksizliklere ve dile getirilen inançlar ile vazgeçilmeyen yanlış uygulamalar arasındaki zıtlıklara işaret etmek, asıl olarak da İslam ülkelerindeki yöneticileri eleştirmek için kullanılıyor. Biraz da “İslam dünyası olarak biz niye böyle perişan bir durumdayız. Daha endeksin ilk kırkına bizden giren bir ülke yok. İnançlarımızın gereğini yapsak durum böyle olmazdı vs.” kabilinden bir ahlanma-vahlanma aracı. Endeksi hazırlayanlar Muhammed Abduh’un “Batıya gittim İslam var Müslüman yok, doğuya gittim Müslüman var İslam yok” şeklindeki sözlerini web sayfalarına epigraf yapmışlar. Yüzyılın başında Mehmet Akif’in Japonlar için söylediği dizeleri bilselerdi onu da koyarlardı belki. 2 Anlaşılan bu bakış açısının, endeks oluşturma dışında yeni bir tarafı yok.

Üçüncüsü, somut olarak bu endeksi üretenlerin amacı farklı olsa da bu ve benzeri endeksler ve onları açımlayan söylemler, bir şekilde Avrupa merkezci düşüncenin ve bugünkü Batı değer ve kurumlarının aşılmazlığı ve üstünlüğü fikrinin sürekli yeniden üretilmesine hizmet eder konumdalar. İstatistiksel verilerle takviye edilen bu tür endeksler ile Batılı olana karşı duyulan (ya da duyulması istenen) saygıyı ve hayranlığı zihinlere daha fazla yerleşmesi kolay hale gelmektedir. Şık bir “bilimsel” elbisesi de var. Halkı Müslüman memleketlerden çeşitli ekonomik, politik ve savaş gibi saiklerle yola koyulan göçmenlerin/mültecilerin İran, Suudi Arabistan, Ürdün, Mısır değil de, ABD, Kanada, Avustralya, Almanya, Fransa, İngiltere, Yeni Zelanda vs. seçmeleri de bu süreci adeta olgusal olarak teyit verisi sağlamakta.

Sonuçta her üç kullanım da ağırlıklı olarak daha çok Müslümanlar arasında dolaşımda olan ama Müslüman kimliğe saygı uyandırmayan, en hafif nitelemesi ile sürekli karamsarlık yayan birer negatif söyleme hizmet ediyor. Örneğin ülkemizde bu endeks, İslamcı bir gelenekten geldiği iması ile mevcut yönetimi eleştirmek için muhalefet sözcüleri tarafından büyük bir isteklilikle dillendirilmektedir. “Siz İslam diyorsunuz ama Müslüman olmayanlar bile İslami kriterlere göre daha ilerdeler” imasıyla. Dindar mahfillerde bu endekse ilgi duyulmasının sebebi sanki daha farklı. Biraz mesleki duruş biraz da uzmanlaşma nedeniyle doğal olarak tezlerini günümüz Müslümanlarının İslam’ı doğru anlayamadığı (ki mesleklerinin amacı doğrusunu anlatmak) kurgusu üzerine inşa eden özellikle ilahiyat/diyanet camiasında “bakın bizim dediğimizi yapmazsanız hâliniz bu” tavrıyla üzüntülerinin mi yoksa sevinçlerinin mi tezahürü olduğu anlaşılmayan bir modda, söz konusu endeks tartışmalarda kendine meşru bir alan açıyor.

Bu endeksi ilk duyduğumdan beri “İslamilik” kelimesinin kullanımı yoluyla popülerlik kazanmanın amaçlandığı ve bilinçli olmasa da sonuç olarak bir istismar içerdiği kanısındayım. Ayrıca Endeks’in, bir nevi Müslümanların en az yaşadığı, yönetime hiç dahillerinin olmadığı zengin, gelişmiş batı ülkelerini İslamlaşmış, geri kalanları da İslamlaşmamış göstermesi nedeniyle, Müslümanlıkla ilgili bir ayrıştırıcılık özelliği olmayan, bu haliyle de ne Müslümanların durumunu ve sorunlarını anlamada ne de çözüm üretmede katkı verecek bir bilgi üretmediği görüşündeyim. O sebeple de bu endeksi hiçbir zaman ciddiye almadım. Fakat isabetli isimlendirme stratejisi nedeniyle bu endeksle çok farklı mahfillerde gittikçe daha çok karşılaşmaya başladım. Uzun zamandır bu konuyu ele almak, görüşlerimi ifade etmek istiyordum.

Düşünce Deneyi: İnanç, Tutum, Faaliyet ve Dini Kimlik

Önce bir düşünce deneyi yapalım. İçeriğini bildiğimiz bazı temel iyi özellikleri (merhametli, iyiliksever, temiz, dürüst, güvenilir olmak gibi) ve hayatın muhtelif yönlerine dönük bireysel veya kolektif faaliyetleri (iyi bir eğitim, sağlık, yargı, sosyal güvenlik, emeklilik, çocuk bakımı sistemleri vb.) sıralayalım. Dört de temel inanç kimliği seçelim: Müslüman, Hıristiyan, Yahudi, Ateist. Sıraladığımız iyi vasıf veya faaliyetlere bu kimliklerin yaklaşımını da işaretleyelim. Yani sıraladığımız faaliyetleri hangi inanca sahip kişilerin birey olarak veya o kişilerin çoğunlukta olduğu toplum olarak gerçekleştirmiş olabileceğini tahmin etmeye çalışalım. Tersinden, önce dört kimliği alıp sonra bu dört kimliğe mensup kişilerin sıralanan özelliklere sahip olma veya faaliyetleri gerçekleştirme durumlarını evet veya hayır şeklinde tahmin etmeye çalışabilir, satır ve sütunlarda yer alan değişkenlerin yerlerini değiştirebiliriz. Buradaki özellik veya faaliyetler hem tür olarak çeşitlendirilebilir hem de sayı olarak daha da artırılabilir. Satırlarda yer alan özellik ve faaliyetlerden hangilerinin Müslüman bir topluluğun alametifarikası olduğunu ve hangi faaliyetlerdeki performansına bakarak onları değerlendirebileceğimize dair bir kriterler silsilesi elde etmeye çalışalım. Asıl odak noktamız, yaptıklarına bakarak o işleri yapan aktörlerin Müslüman olup olmadığını tespit etmek. Neleri yapan veya yapmayan Müslüman olur ve hangi özellikleri ile diğerlerinden kesin olarak ayrılır sorusuna cevap aramak.

Düşünce deneyimizde insanların dinî farklılaşmasına yol açma potansiyeli olan faaliyetleri dünya nüfusunun dinî inanç dağılımında büyük ekseriyetini oluşturan dinî kimlikler ile irtibatlandırmaya çalışacağız (çoğu okuyucunun Çin ve Hint inanç sistemlerine aşina olmadığı düşüncesiyle onlar dışta tutulmuştur). Hangi tür inanç, tutum ve faaliyetlerin hangi inancı benimseyenlerde bulunabilir olduğunu tespit etmeye çalışalım.


İnanç, tutum ve faaliyetler
MüslümanHristiyanYahudiAteistŞekilde
Yer
Aldığı
Bölge
1Adaletle karar veren bir yargı sistemi oluşturmakA
2Bol misafir ağırlamakA
3Çeşit çeşit zengin proteinli ve lezzetli yemekler yapmakA
4Çok çalışmakA
5Çok etkili ve ekonomik bir sulama sistemi geliştirmekA
6Çok etkili bir eğitim sistemi geliştirmekA
7Çok iyi çalışan robot makineler icat etmekA
8Çok verimli çalışan şirketler kurmakA
9Doğal kaynaklardan (güneş, rüzgâr, su vb.) en etkili biçimde yararlanmakA
10Düzenli, altyapılı, yeşili bol kentler yapmakA
11Etkin bir bürokrasi kurmakA
12Güçlü bir ordu kurmakA
13Güçlü dijital savunma sistemleri kurmakA
14Güler yüzlü olmakA
15Günlük hayatının bir bölümünde ibadet yapmakA
16İşini elinden geldiğince düzgün ve zamanında yapmakA
17İyiliksever olmakA
18Kim olduğuna bakmadan muhtaçlara karşılıksız yardım yapmakA
19Kumar oynamamakA
20Merhametli olmakA
21Sözünde durmakA
22Temiz giyinmekA
23Verimli bir borç-alacak sistemi kurmakA
24Yalan söylememekA
25Domuz eti yememekB
26Meleklerin varlığına inanmakC
27Vatikan’ın kutsal bir yer olduğuna inanmak D
28Cumartesi günleri seyahat etmemek E
29Hacca gitmek   F
30Her fırsat bulduğunda “la ilahe illallah” diye tespih çekmek   F
31Kurban Bayramında kurban kesmek   F
32Namaz kılmak   F
33Oruç tutmak   F
34Yanlış veya doğrunun hesabının bu dünyada olmasa bile öteki dünyada mutlaka verileceğine inanmak   F
35Zekât vermek   F
36Allah’ın varlığına inanmakD

Bu tabloyu daha kolay analiz etmek için dört dinî kimliği birer oval ile gösterip kesişen ve ayrışan unsurları belirgin hale getirdik (Şekil 1).

Şekil 1. Müslüman, Ateist, Hristiyan ve Yahudi inancına sahiplerin kesişen ve ayrışan özellikleri

Burada ele alınan 36 özellikten bazıları inanç grubu ayırımı olmadan dört inanç grubuna mensup kişilerin taraftar olabileceği inanç ve değer, tutum veya faaliyetler iken (şekilde A alanı), bazıları da belirli bir inanç grubuna hastır. Allah’a inanmak Müslüman, Hıristiyan ve Yahudilikte ortaktır (C alanı), ateistler bu konuda ayrışır. Üç dinin değişik ibadetleri vardır ama namaz kılmak Müslümanlara özgüdür. Burada zikredilen özelliklerden, o kişinin Müslüman olmasının işareti olanlar sadece Müslüman dairesi içinde F bölgesinde yer almaktadır. Dairelerin kesişim kümesi dışındaki özellikler o daireyi temsil eden kimliğin tanımlayıcı özellikleri olarak alınabilir. Örneğin Müslüman dairesi içinde yer alan ama diğer dairelerle kesişim kümesinde yer almayan özellik ve faaliyetler, tanımlanan kişi ya da grubun Müslüman olup olmadığını belirlemede kullanılabilir. Kuşkusuz buradaki özellikler daha da artırılabilir.

Dürüst olmak, yalan söylememek, temiz olmak, çok çalışmak, çevre dostu tarımsal üretim yöntemleri geliştirmek; çevre düzeni, kanalizasyon, eğitim, sağlık, sosyal güvenlik sistemleri kurmak; meşruiyeti ve halk memnuniyeti yüksek siyasi ve idari sistem veya kurumlar oluşturmak (hepsine kısaca dünyanın imarı diyelim) Müslüman kimliğe sahip olanlar kadar diğerlerinin de istediği ve olabildiğince sahiplenmeye çalışacağı özellik veya faaliyetler arasında yer alır. Mesela iyi bir sağlık sistemi kuranlar Müslüman, kuramayanlar diğer inançlardan; etkili bir bürokrasi, eşitlikçi veya adil bir ulusal gelir dağılımı kuranlar Müslüman, kuramayanlar Müslüman olmayanlar denemeyeceği için bu özelliği Müslüman olmanın ayrıştırıcı vasfı olarak kodlayamayız. Kısaca, taralı alanın dışındakiler Müslüman olmak ile olmamak arasındaki çizgiyi çizen faaliyetler değildir. O sebeple bir kişinin ya da toplumun şekildeki taralı alan dışındaki konulardaki performansının, onun Müslümanlığının derecesini veya kalitesini belirlemede temel gösterge olarak alınması fevkalade yanıltıcı olabilir. Bu nüans kaçırıldığında dünyanın imarına dair konulardaki eksiklik ve sorunların sebebinin iyi bir Müslüman olmamaktan kaynaklandığı şeklindeki bir yanılgıya çıkar.

Endeksi hazırlayanlar namaz, oruç, zekât, hac gibi Müslümanları ayrıştıran ibadetleri (zekât hariç) bireysel arınma amaçlı biraz da “mekanik” ayrıştırıcı nitelikli buldukları ve etkili toplumsal sonuçları gözlenemediği için kapsamdan çıkardıklarını söylüyorlar. Böyle bir tercihin, dini kimlikler yoluyla insanları ayrıştırmayı adeta imkânsız kılması nedeniyle “İslamîlik Endeksi” tabirinin içini boşalttığını düşünüyorum. Zira aynı verileri kullanıp toplumları bir boyuttan mukayese eden onlarca endeks var (rekabet, refah, mutluluk, verimlilik, şiddet, ayrımcılık, üretkenlik, demokratiklik vb.). Bunlara ilaveten sözkonusu endeksin toplumların İslamîlik boyutu hakkında nasıl bir bilgi verdiği tamamen belirsizdir.

Bir insan yeterli ekonomik kaynağa, o kaynakları üretken kılacak üretim yöntemi bilgisine, üretimi etkili biçimde organize edecek yönetim bilgisine sahip olmadığı için fakirse, bu fakirliğinin sebebi İslam dinini doğru anlamamış olması değil, bahsedilen alanlardaki eksikliğidir. Eğer bahsedilen alanlardaki eksikliğin nedeni dinî inançları ise, örneğin “dünya çalışmaya değmez, bir lokma bir hırka yeter” inancı nedeniyle üretim yapmıyorsa fakirliğin nedenleri arasında “bir lokma bir hırka” felsefesini benimsemiş olmasını sayabiliriz (bunun İslam’ı doğru anlayıp anlamamak olduğu tartışılabilir, makul bir tartışmadır). Fakat her türlü fakirlikten kurtulmayı salık veren inançlara sahip olmasına rağmen fakirlik yakasını bırakmıyorsa onun sebebi dinî inançları olmasa gerektir. Veya sokakları yeterince düzenli ve temiz değilse, kanalizasyon sistemleri yetersizse bunun sebebi, dinî inanış biçiminin bunları teşvik ediyor olması değildir. Bir Müslüman insan grubu etkili bir trafik işaret sistemi inşa edemeyebilir. Kuşkusuz bu onlar için övüneceği bir durum değildir. Ama trafiği etkili biçimde düzenleyen bir sinyalizasyon sistemi kuramamış olmak veya ışık, hava, su ve yeşili en etkili ve estetik biçimde kullanacak bir kentsel dönüşüm projesi yapamamış olmak bireyi veya topluluğu Müslüman olmaktan çıkarmaz. Kötü bir trafik sistemi sahibi ve işlevselliği zayıf, estetikten uzak bir şehirleşme ortaya çıkarır, o kadar. Müslüman bir girişimci, bir işin parçalarını iyi belirleyip o parçaları kimlerin yerine getirebileceği konusunda daha isabetli tespitler yaparak daha düşük maliyetli üretim gerçekleştirebilir ve diğerlerine göre daha verimli bir işletme kurabilir. Yani Müslüman birisinin en iyi organizasyonu ve bölümü kalemlerini tespit etmesi mümkündür ama bu onun Müslüman olmasının alametifarikası veya dindarlık seviyesinin göstergesi olamaz. En kârlı, yenilikleri ilk keşfeden veya topluma yayan şirketlerin sahiplerinin Müslümanlar olması kötü bir şey değildir. Müslümanların o mecralarda az bulunuyor olması onların Müslümanlığının ne gereği ne de sonucudur.

O zaman soru şuna dönmüş oluyor? Biz dünyayı keşif ve imar anlamındaki faaliyetlerine bakarak o işlerdeki konumlarını inceleyerek kişilerin Müslüman olup olmadıklarını tespit edebilir miyiz? Yukarıda verilen örneklerden de anlaşılacağı üzere en etkili üretimi yapan, en güçlü savunma sistemleri kuran, en verimli yönetim sistemleri geliştiren insanların bu faaliyetlerine bakarak onların Müslüman olup olmamasına hükmedemeyiz. Aynı şekilde kişi başına düşen yıllık gayrisafi millî hasılasının düşük olması, kırsal kalkınmayı başaramamış olması, idari ve siyasi karar süreçlerinin verimli çalışmıyor olmasına bakarak o topluluğun Müslümanlığı konusunda yargıda bulunamayız. Hem bireysel hem de toplumsal düzeyde beceriksiz, tembel, bilmez durumda olmak hiçbir topluluk için istenen birer özellik değildir ama sadece bunların tersine sahip olmak da bir insanı veya topluluğu “İslamlaştırmaz”. O zaman dindarlık alametifarikası olarak üretken bir ekonomi, iyi işleyen bir ulus-devlet sisteminin göstergelerini ele almak yanlış bir bakış açısıdır.

Burada bizi zorlayan bir konu, Müslümanların yalan, rüşvet, yolsuzluk, ikiyüzlülük gibi hem Müslüman bireye hem de Müslüman topluluğa yakışmayan özelliklerden uzak olmayla öne çıkamamalarının nasıl izah edileceğidir. Kanaatimce en yakıcı mesele budur. Müslümanın başkalarının kendisine en çok güvendiği, hak ve hukuka riayet eden, meşru olmayan kazançlara tevessül etmeyen, başkalarının can, mal ve namusuna sahip çıkan, onları kendisininki gibi koruyan bir birey olması beklenir. Eğer bu özellikler zikredildiğinde, aklımıza Müslüman birey gelmiyorsa bu ciddi bir sorundur. Ancak bireysel düzeyde bu özellikleri ile insanları karşılaştıran ve sonuçta Müslümanların bu özelliklerden uzak olduğunu gösteren bir araştırma ne gördüm ne de duydum. Bu endekslerden böyle bir sonuç çıkarmak da mümkün değildir.


[


  1. https://islamicity-index.org/wp/latest-indices-2019/

  2. Sorunuz şimdi de Japonlar nasıl millettir?

    Onu tasvire zafer-yâb olamam hayrettir.

    Şu kadar söyleyeyim; din-i mübinin orada,

    Ruh-u feyyazı yayılmış yalnız şekli: Buda.

    Siz gidin saffet-i İslam’ı Japonlarda görün.

    O küçük boylu, büyük milletin efradı bugün.

    Müslümanlıktaki erkan-ı sıyanette ferid.

    Müslüman denmek için eksiği ancak tevhid.”

    “Müslümanlık sanırım parlayacaktır orada

    Sâde, Osmanlıların gayreti lazım arada.”

    Mehmet Akif Ersoy