Ömer DEMİR –

Toplum bireylerden oluşur ama bireylerin toplamından fazlasını gerektirir. Bu durum, birey ve toplum arasında döngüsel ilişkiler yanında birbirinden bağımsız oluşumların da (gizli veya açık kurumlar) varlığını gerektirir. “İyi bireylerin” “iyi topluluklar” kurmaları beklenir ama bu kendiliğinden ve zorunlu biçimde meydana gelmez. Yani hâlâ bireysel düzeyde “iyi” olan bireyler “iyi” toplumsal organizasyonlar oluşturamayabilirler. İlk anda ters gibi duruyor ama değil, örnekleri gözlerimizin önünde. Açıklayalım.

İyilik Bireyde Başlar Ama Toplum Onu Dönüştürür

Bir toplumda insanlar sözlerinde durmuyorlarsa, bildiği doğruları karşısındakinin yanılmasından istifade etmek için söylemiyorlarsa, kasıtlı olarak taahhütlerini tam olarak yerine getirmiyorlarsa, daha iyi yapabilecekken işlerini iyi yapmıyorlarsa, gerektiği kadar çalışmıyorlarsa bunun sebebi, kuşkusuz sözünde durmanın, taahhütlerini yerine getirmenin, işini iyi yapmanın ve yeterince çalışmanın çok değerli olduğunun farkında olmamaları değildir. Beklenen başarının oluşmaması, içinde yaşanılan kurumsal yapıların (örneğin eğitim, üretim, yönetim, adalet, çalışma veya ceza sistemlerinin) bireysel düzeyde kolayca benimsenen değer veya ideallerin hayata geçirilmesini organize etmede yeterli olmamasıdır. Çünkü bireysel nitelikleri bakımından “iyi” insanlar salt bu iyiliklerine dayanarak, kendiliğinden iyi sistemlerin kurulmasını temin edemezler. İnsanlık tarihi bunun canlı şahididir. Dünyanın her yerinde tek başına milyarlarca “iyi” insan görürsünüz. Bütün toplumlarda “iyi” insanlar mutlak sayı olarak çoğunluktadır. Aksi taktirde bireyler topluluk haline gelemezlerdi. Ama o “iyi” insanlar çoğu zaman yetersiz ve işlevsiz bağlarla bir arada tutulmaya çalışıldıkları için kolektif olarak başarı hikâyeleri yazamamaktadırlar.

Çok sık duyduğumuz bir yakınmadır: “Tek başına çok başarılı insanlarımız var ama bir araya geldiklerinde başarısız oluyorlar.” Bu yakınma en genel olarak ülke vatandaşı kimliği için söylendiği gibi, belirli okulların mezunları, bir meslek grubu mensupları, bir hemşehri grubu, hatta akraba grupları için de söylenir. Daha özelleşmiş olanı “dünya tatlısı bir insan ama çok kötü bir yönetici”dir (ben bunlardan çok tanıyorum 😀). “İyi” bir insan olmak işlevsel, başarılı ve etkin toplumsal kurumlar oluşturmak için gerekli bilgi, yetenek ve tecrübeye sahip olmak, çevresindeki diğer bireyleri uygun biçimde motive edecek ilişkiler kurmak ve onların kapasitelerini azami derecede kullanmalarını sağlamak ve bu yolla iyi işler çıkarmak için kesinlikle yeterli değildir. Fazlası gereklidir. Hatta bazen “kötü” insanlar bu konuda daha başarılı bile olabilir. (Yeni yollar arayan, farklı tarzlar deneyen, kimsenin yapmadığını yapmaktan hoşlanan kişiler, her zaman “iyi” insan tanımının çağrıştırdığı uyumlu, geçimli ve erdemli insanlar olmayabilir. Bu konu başlı başına müstakil bir yazı konusudur.)

Ayrıca bu “iyi” birey meselesinde de dikkat edilmesi gereken bazı önemli hususlar vardır. Bunlardan biri, bireyin “iyi” olmasının, bir ölçüde, döngüsel nitelik taşımasıdır. Yeterince iyi ilişki ağı içinde yetişmeyen birey, beklendiği kadar “iyi” olamaz. Çünkü birey iyinin ne olduğunu içinde yer aldığı ilişki ağları sayesinde öğrenir ve benimser. O sebeple sadece tek bir kişinin olduğu yerde iyi-kötü pek bir anlam ifade etmez. Bir ilişki, ne kadar çok birey (insan, diğer canlılar ve nesneler de dâhil edilebilir) ile etkileşimden başarı ile beklenen sonucu vererek çıkarsa o kadar benimsenir. Örneğin, sözünde durmak herkes için iyi kategorisinde bir değerdir. O sebeple hiçbir toplumda hiç kimse sözünde durmamayı yerinde bir tutum olarak savunmaz. Birinin bireyin sözünde durmamanın istisna olduğu, diğerinin de çok sayıda sözünde durmayan kişinin bulunduğu iki ayrı grup içinde yetiştiğini düşünelim. Sözünde durmamanın istisna olduğu bir ortamda yetişen birisi için söz verdiğini yapmamak, grup içinde güvenle yaşamını devam ettirebilmesi için kolay kolay tercih edebileceği bir seçenek değildir. Ama gündelik ilişkilerinde sözünde durmayanlarla çok karşılaşan birisi, sözünde durmanın önemli bir değer olduğuna inanmakla birlikte, bu konudaki fiilî yükümlülüğünün daha az olduğunu düşünme eğiliminde olacaktır. Zamanla kişi, düşündüğü gibi olmazsa olduğu gibi düşünmeye başlayacaktır. İşte döngüsellik buradadır.

Kişi bu kısır döngüye bir kez kapıldığında, bu döngüden çıkabilmesi için, sadece kendisinin değil diğerlerinin de beklenen biçimde davranacağına inanması gerekir. Bu beklentinin gerçekleşmesinin de birçok koşulu olabilir. Bu kısır döngünün kırılması çok uzun zaman alabileceği gibi, hiçbir zaman gerçekleşmeyebilir de. Bu sebeple soyut değerlerin, kurumsal bağlam içinde somut davranışa dönüşürken sık sık farklılaştıkları görülür. Bireysel düzeyde kabul gören değer ve ilkeleri yeterli biçimde ödül veya ceza yaptırımına bağlayan kurumsal yapıların olmadığı yerlerde, lehine olumlu beyanda bulunulan tutumlar ile o tutumların tezahürü olması beklenen davranışlar arasındaki mesafenin giderek açılmaya başladığı görülür.

Toplum Sadece Keşif Değil İcatlarla Oluşur

İyi ilişki ağı, imkânlara, yeteneklere ve grup ölçeğine göre çoğu zaman bireysel isteklilik hâlinin bir devamı niteliğinde olmayan ve bu sebeple varlığı zihinlerde saklanan ama keşfedilebilir olmaktan çok “icat” edilen bir şeydir. Bu keşif ve icat farkı şu nedenle önemlidir: Keşif, var olduğu halde henüz insan bilgisi hâline gelmemiş olanı fark etmek; icat ise varlığı, kullanıldığında oluşan şeydir. Gece ve gündüzün birbirini takip etmesi ve mevsimlerin ortaya çıkmasını sağlayan düzenliliği fark etmek bir keşif, belirli malzemeleri belirli usule göre bir araya getirip havadar ve sıcak bir kulübe yapmak ise icattır. Hem icat hem de keşif insan zihninin aktif çalışmasıyla oluşur ama icat, keşifleri bir ileri aşamaya taşıma niteliği gösterdiği için hem daha üst bir beceri olarak görülür hem de başkaları tarafından aynen gerçekleştirilme ihtimalleri düşüktür. İcat yapılırken keşiflerden yararlanıldığı için (örneğin ev yaparken güneşin açısı, rüzgârın yönüne göre ısı ve havanın değişme durumu, yağmurun akış hızı vb.) başarılı keşifler yeni icatlara imkân oluşturur. Sosyal kurumların çoğu keşif değil icattır ve insan tabiatını anlamaya dönük keşifler üzerinde inşa edilirler. İnsan eğilimlerini keşfetmek, kurumlar için gerekli bir şart olmakla birlikte yeterli değildir. Grup halinde etkili işler yapabilmeleri, icat edecekleri bu kurumsal yapıların etkinliğine bağlıdır. Bu kurumsal yapıların birer keşif değil icat olduğunu fark etmek de önemli keşiflerden biridir. Uygun icatlar yapamayan birey ve topluluklar ile yapanlar arasındaki farklılık, bunu açıkça ortaya koymaktadır.

Yokluğunda Fark Edilen Kurumlar

Bu bağlamda bireylerden uyumlu ve başarılı bir toplum oluşturmak, birçok kurumsal icat gerektirir. Yani toplum, tek başına bireylerin ihtiyacı olmayan çok şeye muhtaçtır ve ancak onlar olursa toplum olur. O çok şey, çoğunlukla topluluğu oluşturan fertlerin zihinlerinde kendine yer bulur. Bu yönüyle çoğunlukla görünmez niteliklidir. Belirli bir tutum veya davranış olarak tezahür eder, ama çoğunlukla da varlığında değil yokluğunda fark edilir. Topluluğu birlikte daha üretken yapan kurumların bir kısmı örgütsel yapılara dönüştüğü için görülebilir ve kayda geçirilebilir niteliktedir. Bir kısmının varlık alanı sadece zihinlerde ve görünmez niteliktedir. Çoğu zaman topluluğun bu ortak zihni, eksiksiz olarak kayda geçirilemez. O sebeple de büyük oranda tam olarak nakledilemez ve taklit edilemez.

Dolayısıyla bireyden grup ve topluma geçişte gerekli ilişki ağları bir arada yaşamaya katkı odaklı gelişir ve sürekli yenilenmeleri gerekir. Eğer grup bireyleri arasında iyi bölümü yapılamaz ve bu sebeple kaynaklar etkili biçimde kullanılmazsa, iyi işleyen etkili ödül ve ceza sistemleri kurulamazsa, birlikte yaşam, başarısız kurumlar üzerinden ve ağırlıklı olarak kaba güç kullanmak suretiyle sürdürülür. Kaba kuvvet düzen oluşturmada görür ama meşruiyeti zayıftır. Politik sistemi kırılgan ve istikrarsız hâle getirir.

Belirttiğimiz gibi, amaca uygun ve verimli kurumlar kuramama, bireylerin yetenekleri ile ilişkili olmakla birlikte onların birebir sonucu da değildir. Bu esasen etkili kolektif karar alamama sorunudur. Genelde bir karar veya düzenleme ona uyacak olanların meşru görmesi ile benimsenir ve uzun ömürlü olur. Bu meşruiyetin nasıl sağlanacağının sırrı henüz tam olarak çözülememiştir. Bu konuda en başarılı kurumlardan birisi ulus devlet hayali ve onun bir tezahürü olan milliyetçiliktir. Tam olarak hangi bağlar olduğu bireysel olarak bilinmese de, bir milliyet duygusu etrafında birbirine bağlı bireyler oluşturma süreci (ulus devlet kurma da diyebiliriz), insanlık tarihi açısından önemli politik icatlardan biridir. Ortak hareket edilecek birimin millet olması, kolektif karar alma süreçlerine meşruiyet kazandırmada genel oy prensibi de diğer önemli icatlar arasında yer alır. Biz bu icatlardan bayrağı, seçimleri ve örgütleri görürüz, ancak onları etkili kılan zihinsel kurumlar olmadan işlevlerini yerine getirmediklerini hemen fark edemeyebiliriz. Yağ, un, şeker, su ve ateş varsa çok lezzetli bir un helvası garanti değildir. Helva yapmayı da bilmek gerekir.

Burada icat kavramına olan vurgu, bir insan topluluğunda bulunan bireyler arasındaki farklı duygu, çıkar ve beklentilerin ortak amaçlar için dönüştürülme biçiminin her topluluk için bir diğerinden farklı formüller gerektirebileceğine işaret etmek içindir. İnsan olmak yönüyle farklı topluluklarda bir ortak payda olmakla birlikte, geçmişten itibaren sahip olunan farklı kurumsal birikimler, sözünü ettiğimiz farklı formüllere görece farklı düzeylerde kalıcılık ve süreklilik kazandırmış olabilir. O sebeple insanlar arasındaki ilişkileri uygun bir kalıba sokan iyi kurumlar bütün toplumlarda birbirine benzemek zorunda değildir. İhtiyaç ve imkânların farklılığı, etkili çözümleri de farklılaştırabilir. Aynen aynı manayı çok farklı ses ve sembollerle üreten ve ileten diller gibi. Bazı diller yeni ortaya çıkan ihtiyaçları karşılamada belirli süreliğine yetersiz kalabilir.

Bu tartışmanın buradaki konumuzla ilişkisi şu: Peşinde olduğumuz sorunun (niçin bazıları ileri gitti de diğerleri geri kaldı) tam cevabını herkesi ikna edecek sadelik ve kesinlikte bilsek bile, bu bilginin, bundan sonra aynı sonuçları isteyen herkesin kullanabileceği bir çözüm formülü içerip içermeyeceği belirsizdir. Çünkü rehber niteliğindeki reçeteler, ancak onları hayata geçirecek bir kısmı açık bir kısmı örtük ilke, değer, kural ve uygulamalar içeren “kurumsal yapılar”la birlikte sonuç vermektedir. Gelişmiş ülkelerin nasıl kalkındığına dair kapsayıcı bir teori (veya açıklama), dünya çapında en çok satan kitaplar yazmaya veya iktisat alanında Nobel ödülü almaya sebep olabilir, ama bu bilginin dünyanın farklı yerlerinde farklı kurumsal yapılar içinde yaşayan insanların yaşamlarını ne yönde etkileyeceği, değişimin sadece bu bilgiye bağlı olmaması nedeniyle, belirsizliğini korumaktadır.

İnsanlık tarihi, sonuçları daha sonra dünya genelinde yaygınlaşan bazı önemli devrimler (tarım, sanayi, bilgi, dijitalleşme vb.) içerse de birçok değişim, ilk yapan ile sonradan yapanların karşılaştıkları durumlar bakımından birebir tekrarlanamaz bir gelişim seyri izler. Bunun birbirinden nitelik olarak farklı birçok nedeni vardır. Bazen bir şey, her yerde olabilecekken sadece bir yerde olur, bazen de başka yerlerde olmadığı için orada olur. Örneğin herhangi bir tohumun ıslahı, ıslah bilgisi bulunan ve iklimin elverdiği her yerde gerçekleşebilir, ama güçlü yayılmacı bir devlet, ancak daha başka güçlü devletlerin olmadığı yer ve durumda oluşur. Bir ürünü ilk kez üreten, pazarlayan veya satan, aynı işi yapan çok sayıda kişinin yaptığından farklı bir ortamda faaliyetini yürütür. Aynı dönemde başka yerler yeterli cazibe merkezi olamadığında, cazibeniz sizi dünyanın etkili bir merkezi yapar. Dünyada yetenekleri toplayan yeterince cazibe merkezi varken sizin onların yaptığının aynısını yapmanız sizi de onlar gibi cazibe merkezi yapmaya yetmediği gibi onlara da eski cazibe gücünü kaybettirebilir. Genel bir hastalık kategorisi tanımlayarak bu çerçevede önerilen tedavi usullerinin bireyler arasındaki farklılıkları göz ardı ettiğini ifade etmek üzere tıpçıların “hastalık yok hasta var” demelerine benzer bir durum ile karşı karşıyayız. Her bir ülkenin gelişme serüveninin başkalarına ilham oluşturacak birçok özellikler barındırsa da tümüyle kendine özgü yönleri vardır.

Katma Değeri Yüksek Ürün Üretme Herkese Çare Olmaz mı?

Burada kalkınma deyince hemen akla gelen katma değeri yüksek ürünler üretme “mucize” önerisine biraz değinmekte yarar var. Başkaları yenilik yapamadığında, sizin “katma değeri yüksek” ürünler geliştirmenizi sağlayacak yenilikler yaparak öne geçmeniz mümkün olur. Herkes aynı hızla yenilik yaparsa yenilik yoluyla katma değer farkı oluşturmak zorlaşmaya başlar. Tümüyle atıl duran bir kaynağı harekete geçirmek veya farklı kullanım alanları oluşturmak, bir ihtiyacı giderecek ürünü ilk kez üretmek, mevcut ürünleri daha ucuza veya kaliteli üretmek, saklamak ve nakletmek gibi birçok boyutu olan yenilikçilik, bir örnek üzerinden kavramsallaştırılamaz. Ancak burada da bir terkip yanılgısı 1 mal edip ona sattığınızda) aynı durumun hem girdileriniz hem de karşılığında nihai ürün olarak aldıklarınız için de söz konusu olacağı için, diğer mal ve hizmet üreticileri yerinde saydığı halde siz ön alırken elde ettiğiniz yenilik avantajı büyük ölçüde kaybolacaktır. Kısacası, bir yerde başarılı olan bir süreç, başarısını başka yerlerin yerinde saymasına bağlı olarak elde ediyorsa (Batıdaki bugünkü gelişmelerin birçoğunda, hatta günümüzün tartışılmaz kalkınma formülü olarak dillendirilen yenilik faaliyetlerinde de 2 olduğu gibi) bu formül her zaman ve her yerde herkes için başarı getirir diyemeyiz.

Zengin ülkelerin durumuna bakarak bütün ülkelerin aynı şeyi yaparlarsa benzer bir üretim artışı sağlayacakları beklentisi, örtük iki varsayımdan güç alır. İlki, bugün birilerinin tüketebildiği mal ve hizmetleri, isteyen herkesin tüketebileceği kadar artırmanın mümkün olduğu, yani üretimin isteyen herkesin talebini karşılayacak biçimde sınırsız olarak artırılabileceği varsayımıdır. Bunun bedava mallar dışında hangi mal ve hizmetler için ne kadar mümkün olabileceğini iyi düşünmeliliyiz 3

İkincisi, yapana bakan herkesin aynısını yapabileceği varsayımıdır. Bu varsayım da yanıltıcıdır. Bir oluşu incelerken odak noktasını sadece yapana çevirmiş olmak, oluş sürecinin tam olarak kavranmasını sağlamaz. Örneğin bir yarışmada sadece birinciye bakarak çok çalışmanın birincilik getireceğini söyleyebilirsiniz, ama bu ondan daha çok çalıştığı halde dereceye giremeyenlerin durumunu anlamanıza imkân vermez. Bunu daha açık biçimde ortaya koymak için şöyle de sorabiliriz: Birisi ultra lüks bir araba kullanıyorsa bu hepimizin kullanmasının da mümkün olduğu anlamına gelir mi? Ya da bir işçinin patronluğa giden hikâyesine bakarak bütün işçilerin aynı yolu izlerlerse bir gün patron olacaklarını söylemek mümkün müdür? Bütün işçiler patronsa, aslında ortada patron yok demektir. Çünkü patron olmak için belli sayıda sizin için çalışacak işçi bulmanız gerekir. Aynı anda herkese patronluk vadederseniz yeni tür bir “işçisiz patronluk” icat etmeniz gerekir. Bunun gibi kalkınma süreçlerinde de sadece sermaye biriktirenlere veya ar-ge yapanlara odaklanıldığında, sermaye birikimi için üretim fazlalıklarına el konanların gerekliliği, ar-ge yapamadığı için elindeki üretimi gittikçe aleyhine olacak biçimde bir değişim oranı ile elinden çıkaranların durumunu gözden kaçırıyor gibiyiz. Hâlbuki onların durumu madalyonun zorunlu öteki yüzünü oluşturur. Konuyu en masum görünen katma değeri yüksek ürün üretme yaklaşımından örnekleyelim. İlk kez üretildiği için bir birim maliyete üretildiği hâlde, diyelim 10 birime satılan ürünlere “katma değeri yüksek ürün” diyoruz. Bir ürünün maliyetinin 10 katı bir fiyata satılabilmesi için firmanın ya üretim bilgisini başkalarından saklaması ya da kullandığı kaynaklar bakımından fiilî tekel konumunda olması gerekir. Eğer ekonomide her üretici birim aynı şeyi yapabiliyorsa, yani herkes bire üretip ona satıyorsa, bu, her üretim girdisi, maliyetinin 10 katına bir fiyatlamayla piyasaya çıkıyor, dolayısıyla bütün üreticilerin kâr marjları birbiri ile aynı demektir. Toplam kâr miktarını belirleyecek olan katma değer oranı değil, üretim hacminin büyüklüğü olacaktır. Bu bağlamda üretim hacminin artmasının firma lehine büyük kazanç sağlamasında, kullanılan girdilerin piyasadan temin edilip edilmediği kritik önem kazanmaya başlar. Bu durumda bir üreticinin, sadece üretim miktarını artırma dışında diğerlerinden daha fazla kazanç elde etmesi mümkün değildir. Çünkü tüm sektörlerde kâr marjları aynıdır. Piyasaya yeni giren bir firma, ancak o ana kadar en yüksek üretim yapan firmanın üretim miktarını aştığında, lehine avantaj elde etmeye başlayacaktır. Bunu bir ekonomide üretilen tüm mal ve hizmetler için düşündüğümüzde, bunun imkânsız denecek kadar zor bir ihtimal olduğunu, yani her ar-ge yapanın kazançlarını katlayarak firması lehine sermaye birikimi yapabileceğini söylemenin zor olduğunu görürüz.

Kısaca, ancak başkaları kendi alanlarında aynısını yapamadığı hâllerde, bir alanda birileri bire mal edip ona satıyorsa (katma değeri yüksek ürün üretiyorsa) yüksek kazanç elde edebilme şansı yakalar. Bu durumda, her üretici birimin yüksek katma değerli ürün üreterek kalkınması tavsiyesi hoş gözüken bir illüzyondan ibarettir. 4

Burada her kazananın olduğu yerde mutlaka bir kaybeden olduğunu söyleyemeyiz, ama bütün oyunlar da pozitif toplamlı oyun değildir. Çoğunlukla göreli avantajlar sonucu oluşan kazançlar içinde, göreli dezavantajların da dolaylı katkısı olduğunu görmek gerekir. İş bulma şansı düşük birinin asgari ücretle çalışmaya gönüllü olarak razı olması, pozitif toplamlı bir oyun olmakla birlikte, herkesin bulma şansını eşitlediğinizde bu pozitif farkın ortadan kalkacağını da atlamamak lazım. Birileri kendilerini çaresiz gördüğü için gönüllü hâle gelebilir; ancak, çare bulunduğunda gönüllülüğü ortadan kalkacaktır. Kısaca bütün herkesi göreli avantajlı hale getirmeyi vadetmek, göreli avantajları büyük ölçüde ortadan kaldıracaktır.

Sonuç olarak, bireysel iyi olma halinin toplumsal iyinin ana omurgasını ortaya çıkardığını söyleyebiliriz. Ancak unutmamak gerekir ki, (iyi ya da kötü) toplumsal olan, hiç bir zaman bireysel olanın basit bir toplamı değildir. Fazlaca böyle olduğunu düşünmeye eğilimindeyiz ama bu yanıltıcıdır. Bu sebeple toplumsal iyinin ortaya çıkarılması ve artırılmasında, bireylerin potansiyellerini koordine edecek görünür ve görünmez kurumsal yapıların varlığı gereklidir. Bu yapıların karmaşıklığı ve mevcut veri koşullar altında nasıl oluşturulacağının basit bir formülünün olmaması, bu konudaki kafa karışıklığının ana nedenidir. Bu sebeple toplumsal iyinin oluşmamasının sorumluluğunu hemen bireylere yüklemek, bireysel olarak çok iyi özellikler olan bireylerin ortak performansının beklendiği kadar iyi olmamasını açıklamamaktadır.



  1. olduğunu unutmamalıyız. Çünkü herkesin yenilikçi olduğu bir dünyada, katma değeri yüksek ürün ürettiğinizde (yani bireTerkip yanılgısı, her bir parça için ayrı ayrı geçerli olan bir özelliğin bütün için de geçerli olduğunu düşünme yanılgısıdır. Kavramın ekonomideki izdüşümlerini ele alan ayrıntılı bir tartışma için bkz. Demir, Ö. (2019). Her Birimiz İçin Ayrı Ayrı Uygun/Doğru Olan Hepimiz İçin de Uygun/Doğru Olur mu? Terkip Yanılgısının Ekonomideki Yansımaları. Marmara Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi, 41(1), 106-125. https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/743960

  2. Bu konuyu ele alan bir makale için bkz. Demir, Ö. (2020). Herkesin Aynı Anda Yenilik Yapması, Herkesi Aynı Anda Kalkındırır mı? Terkip Yanılgısı Bağlamında Bir Analiz. Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, 75(1), 213-234. DOI: 10.33630/ausbf.571640

  3. Dijitalleştirilebilen ürünlerin bir kez üretildikten sonra isteyen herkes için sıfıra yakın bir maliyetle tekrar üretilebilmesi durumunun önemli bir istisna olduğunu belirtelim. Bu konuda bir analiz için bkz. https://www.sosyalbilimlervakfi.org/tr/2022/04/omer-demir-telif-hakki-nasil-bir-haktir-4/#:~:text=%C3%96mer%20Demir%20%E2%80%93,kullan%C4%B1lmas%C4%B1na%20bir%20s%C4%B1n%C4%B1rlama%20getirmeyi%20ama%C3%A7lar.

  4. Biraz yakından ve ayrıntılı olarak bakıldığında, bazı şeylerin ilk andakinden farklı olduğunu görmek can sıkıcı olabilir, ama hakikat arayışı böyle bir şey. Başka türlü, sadece birilerini günah keçisi ilan eden analizlerle baş başa kalmak mukadder olur.

Ömer Demir –

Kalkınma ve ilerleme bağlamında bilme ve yapma ilişkisinde şeytan adeta ayrıntılarda saklıdır. Bir yerlerde işe yaradığı gözlenen bir bilgiye sahip olmanın, sahibi tarafından hemen hayata geçirileceği beklentisi, gerçek hayatta bir araya gelmeyen birçok örtük varsayım içerdiği için tahminlerde yanılgılara sebep olmaktadır.

Soruyu şöyle soralım: Şu an dünyanın belirli yerlerinde başarı ile hayat bulan uygulamaların bir kısmı maddi kaynak gerektiriyor, ama bir kısmının gerçekleştirilmesi için maddi kaynak en önemli gereklilik değil veya ihtiyaç duyulacak kadar kaynak kolayca temin edilebilecek seviyede olmasına rağmen neden gereği yapılamıyor? Örneğin bazı toplumlarda kötü bir şey olduğu yeterince bilinmediği için mi yolsuzluk, rüşvet veya kayırıcılık yaygın? Ya tembellik, disiplinsizlik, plansızlık, umursamazlık, sorumsuzluk için ne demeli! Niye bazıları sabahın erken saatinde kalkıp için yollara düşerken, diğerleri öğlene kadar tembel tembel yatıyor? Daha yakıcı soruya gelelim, görev ve sorumlulukları ehliyet ve liyakat esaslı dağıtmanın iyi bir şey olduğu yeterince bilinmediği için mi pozisyonlar ülkelerin çoğunda büyük ölçüde tanıdıklık ve yakınlık kriterine göre dağıtılıyor? Sebep böyle bir kritik bilgiden yoksun olunması mı?

Bu konuyu açıklığa kavuşturmak için çok uzağa gitmeye gerek yok. Üniversitelerden örnek verelim. Dünyada iyi bir üniversitenin nasıl oluştuğu konusu, üzerinde biraz araştırma yapan hiç kimse için bir sır değil artık. Araştırma iklimi, akademik terfi ve öğrenci kabul sistemleri, kişi başına ayrılan kaynak vb. açılardan dünyanın önde gelen üniversiteleri birbirinden farklı araç ve yöntemler kullansalar da neyi, nasıl yaptıkları aşağı yukarı biliniyor. O zaman öncelikle akademisyenlerimize soralım: Nasıl oluştuğu büyük oranda bilinmesine rağmen her yıl sıralamalarda ilk başlarda yer alan “iyi üniversitelerin” aynıları veya benzerlerini niçin ülkemizde bir türlü hayata geçiremiyoruz? Üstelik üniversite günümüzde bütün toplumlarda adapte edilmesi en kolay görünen ve görece en nötr olarak değerlendirilen kurumlardan biri olduğu halde! Niçin üniversitelerimizdeki akademik üretkenliği bir türlü “ileri muasır üniversiteler” seviyesine çıkaramıyoruz? Bunu yapabilmek için hangi bilgimiz eksik? Akademik ilanlarımızı sadece akademik niteliği önde tutan ilkelere göre yapmamıza, insanların hangi ekol ve çevrelerden geldiğine değil üretkenliğine, akademik verimliliğine bakmamıza; dersleri öğretim üyeleri arasında dağıtırken sadece en iyi dersi kimin vereceğini göz önüne alarak bölümü yapmamıza; günlük jargonla söyleyecek olursak dersleri Bologna formlarında tanımlandığı şekilde ve içerikte yapmamıza; ders içeriklerini hazırlarken en son bilgi ve gelişmeleri sürekli dâhil etmemize; verimli ders ve bilimsel ortamı oluşturma dışındaki kriterleri elimizin tersi ile itmemize mani olan nedir? Senatolar veya yönetim kurulları uygun kararlar almada yetkisiz olduğu için mi? Veya parlamentomuz üniversiteleri istenen seviyede etkili ve verimli kılacak, daha da genişletelim, bütün yetkisizleri yetkili kılacak, kapsamlı bir yasal düzenleme yapma imkânından yoksun olduğu için mi?

Sorunun kapsamını genişletelim. Neden parlamento üyelerimiz ülkemiz için gerekli olan düzenlemelerin yapılma sürecinde uzlaşma odaklı bir yaklaşım yerine parti desteğine göre kamplara ayrılmayı olağan çözüm yöntemi olarak görüyor? Bunun sebebi, kazanımların güvenli ve kalıcı olmasının yolunun mensubu olduğu grup çıkarlarını savunurken diğer gruplarla uzlaşma sağlamaya bağlı olduğunu bilmemeleri mi yoksa parlamentoya seçilen üyelerin toplum ortalamasından sapan bir erdemlilik sorunu olması mı? Parlamento üyeleri serbest seçimlerle belirlendiğine göre öyle olmadığı aşikâr. O zaman neden en uygun düzenlemeleri hızlıca yasalaştırıp sorunları çözmüyoruz?

Benzeri soruları herkes ayrı ayrı olarak kendisinin en iyi bildiği konu ve özellikle de yaptığı ve icra ettiği meslek için kendisine soruversin. Öğretmenler, yargıçlar, savcılar, avukatlar, antropologlar, iktisatçılar, sosyologlar, tarihçiler, adamları, mimarlar, boyacılar, sıvacılar, perakendeciler, toptancılar veya Lâz müteahhitlerin tek tek cevaplarını alıp kaydettiğimizi düşünelim. Muhtemelen herkes son tahlilde yeterli maddi ve beşerî sermaye eksikliği; başlangıç şartlarının ülkeye özgü farklılık arz eden durumu; yerleşik güç dengeleri, kültürel sorun çözme, yapma ve karar verme alışkanlıkları; yetersiz hukuki düzenlemeler; makro düzeyde kararlar için siyasal aktörlerin günü kurtaran, geleceği yeterince göremeyen, görse de yeterince kaygı etmeyen kararlarına sorumluluğu yükleyen bir açıklama ile gelecektir.

Bu saydığımız gruplardan hiç birisi, sorun çözümünde “İşlerin nasıl daha iyi yapılacağını bilmiyoruz, bilsek yapmaz mıyız!” (yani sorun temelde bilgi eksikliğinden kaynaklanıyor) demeyecektir. Bu durumda biliyor olmanın önemli bir adım olduğunu, ama sadece bunun yapmak için yeterli olmadığını, ek olarak başka faktörlerin de bir araya gelmesi gerektiğini söylemek zorundayız. Bu başka faktörler o kadar önemli ki, biliyor olmayı, zaman zaman en çok ağırlık vereceğimiz faktör olmaktan çıkarıyor. Onlara biraz yakından bakalım.

Bilmek Değil, Kimin Bildiği Önemli

Burada meramı daha kolay anlatmak için bilgiyi, sonunda eylem veya uygulama olunca işlevsel hâle gelen bilgi ve bireysel kararlar ile toplu eylemler için yapılacak olana ilişkin bilgi olmak üzere iki ana gruba ayıralım. Somut örnek olarak da ilkine bir malı üretmeyi, ikincisine de bir alanda düzenleme yapmayı vererek aklımızda tutalım. Her iki kategorideki bilginin bir şekilde varlığı, onun gerekli olduğu yerde ve biçimde hayata geçmesi için yeterli olmaz. Niçin mi?

Eldeki kaynakların, bir mal ve hizmetin şimdikinden değişik bir şekilde üretilmesinde kullanılması halinde daha ucuza mal edilebileceği veya şimdikinden daha farklı bir ihtiyacı giderebilen yeni bir malın üretiminde kullanılabileceğini bilen kişi aynı zamanda bunu hayata geçirecek bir girişimci değilse o bilgi refah artışına yol açan bir bilgi hâline gelmez. O sebeple dünyasında sadece bilen değil inisiyatif ve risk alarak bilgisinin gereğini yapan kişiler (girişimciler) öne çıkarlar. Bu yüzden girişimci veya yenilikçi, bir fikri ilk kez dile getirene değil, onu kullanılabilir bir mal ve hizmete dönüştürene denir. Kısaca özel mal ve hizmet üretim sürecinde bir bilginin bir ya da birçok insanın zihninde oluşması veya olması, onun hayatı dönüştüren bir sürecin parçası haline gelmesini sağlamaz.

Benzer bir durum kamusal boyutu ağır basan bilgiler için de geçerlidir. Kimisi alanın uzmanı, kimisi de sıradan olmak üzere birçok insan ortak işlerin nasıl yapılması gerektiğine dair, hayata geçirilmesi halinde işe yarayacakparlak fikirlere sahiptir. Ama refah artışı sağlamak için buna dönük bir fikrin sadece var olması değil, onu hayata geçirecek kişilerin de var olması önemlidir. Bu sebeple bazı fikirlerin topluluğun tümünü veya makul sayıda çoğunluğunu bağlayıcı kararlar alma konumunda olanların zihninde oluşması gerekir. Örneğin bir kamu kurumunda alanında ihtisas sahibi çok iyi uzmanların, her bir durumu detaylı biçimde irdeleyen raporlar hazırlamaları ilk adım olarak önemlidir. Ama bundan da önemlisi o bilgileri kullanarak kurum adına karar verecek konumda olanların üretilen bu bilgilere karşı olan tutumlarıdır. Ortak karar merciinde yetkili olanların hem bilgiye ulaşmaları hem de ulaştıklarında onun gereğini yapmaları bazı işlem aşamalarını gerektirir. Bu aşamaları geçmek sanıldığı kadar kolay olmamaktadır.

Her şeyden önce, her toplumda kamu adına ortak kaynak ve yetki kullananların bilme kanalları önemli bir sterilizasyondan geçer. Sınırlı sayıdaki üst karar vericinin bilgi ağına girmek her bilgiye kolay kolay nasip olmaz.

İkincisi, yeni bilginin peşinde koşmak, onu elde etmek için zihinsel enerji, zaman, emek ve mali kaynak harcamak gerekir. Ayrıca bir toplumda alışılagelen ve şimdiye kadar yapılanların dışında bir şeyler yapmayı öngören bilgi sadece bu saydıklarımızı yapmayı değil, aynı zamanda risk almayı da gerektirir. Konum ve sorumluluk alma durumuna bağlı olarak bireylerin hesaplamaları gereken risk dereceleri de değişir.

Kamusal alanı düzenlemede, yani tam veya yarı kamusal mal üretmeye dönük bilgileri toplumun ortak karar süreçlerinde kullanıp kullanmama tutumunun oluşumunda, toplumdaki ortak güç kullanım kanalları nihai sözü söyler. Bu sebeple karar süreçlerini şekillendiren güç hiyerarşisinin farklı aşamalarında bulunanların aynı bilgiyi hayata geçirme iradesi farklılık gösterebilir. Bir uzman ile bir daire başkanının risk dağılımı farklıdır. Risk sonuçları bilinmeyen birçok kararın niçin alınamadığı, alanın uzmanları için iyi bir dedikodu malzemesidir. “Ben olsam…” diye başlayan birçok öneri, “olsam” denen gerçekleştiğinde rafa kalkmaya başlar. Bunun niçinlerini açıklamaya çalışan kocaman interdisipliner (psikoloji, sosyoloji, ekonomi, antropolojiyi bir araya getiren) bir literatür vardır.

Öte yandan bazı sebep-sonuç ilişkileri bilgi sahibine kesin gibi görünse de, bir sorun olup olmadığı ancak uygulamada ortaya çıkar. Her eylemin önceden niyetlenmemiş birçok istenen veya istenmeyen sonucu olabilir. Pilot uygulamaların yapılma biçimi ve süresi önceden olduğu düşünülen ilişkilerin uygulamada sınanmasını sağlar. Bu amaçla da olsa deneme-yanılma için zaman ve kaynak ayırmak gerekir. Karar vericiler bireysel düzeyde kendilerine yüklenecek maliyetlerin (çıkarları zedelenen odaklar tarafından hedefe konma, hiyerarşideki konumunu kaybetme riski, mensup olduğu siyasal partinin seçimi kaybetme riski, medya önünde eleştirilmenin yıpratıcılığı, geri dönüşü olmayan kararlarda ortaya çıkabilecek hataların maddi ve vicdani sorumluluğu) olası getirilerinden (görevini hakkıyla yapmış olmanın huzuru, pozisyonunu koruma veya terfi etmenin sağladığı mali ve sosyal imkânlar, alkış, saygınlık vb.) daha az olduğu bilgilere meylederler. Bu soyut maliyet ve getirilerin nasıl hesaplandığı karar süreçlerinin nirengi noktasıdır ve her birey bulunduğu konumla mütenasip bir muhasebe kabiliyetine sahiptir. Yani ne kadar bilmiyormuş gibi görünse de bireyler oraya nasıl geldiğini ve nasıl kalacağını veya terfi edeceğini bilir. İşte bu tür bilgilerin benimsenme düzeyi, toplumsal görme kapasitesini belirleyen görünmeyen kurumsal yapıların temel taşlarını oluşturur.

Burada bir ayrıntıya dikkat çekelim. Bu görünmeyen kurumsal yapıları ayakta tutan bilgiler, farklılıklara odaklanan ve ayrıntılara dikkat çeken bilgilerden ziyade kısa, pratik ve bir nevi mucize çözümler barındıran bilgiler olur. O alanda uzmanlık düzeyinde bilgisi olanların farklı açılardan olası farklı sonuçları dile getiren açıklamaları yerine karar vericiler “kesinlik” vadeden önerileri seçenekler arasında öne çıkarır. Karar süreçlerinde aktif sorumluluk alanlar için hayatının hızlı temposunda durup ayrıntılı bilgi edinme hali, doğal olarak hız kesicidir. Üstelik fazla bilgi, her zaman en isabetli karar vermeyi sağlamaz, hatta tereddütleri artırıp kararsızlığa yol açabilir. O sebeple politik ve idari karar süreçlerinde “tek kollu danışmanların” çekiciliği daha fazladır.1

Sayılan tüm bu sebeplerle kamusal alanda işe yarayacak bilgilerin hayata geçirilmesinde ilk yapısal engel, çoğu bilginin onu bilmesi halinde etkili olacak kişilere zamanında ve uygun formda ulaşamamasıyla oluşur. Çünkü bilgi üretenler ile eylemde bulunanlar her zaman olabilecek en uygun birliği içinde olmazlar. Bu ayrışma biraz da işin doğasından gelir. Farklılık ve ayrıntılara odaklanan bilgi, ona dayalı çözüm üretmeyi geciktirir. Karar vericilerin vakitleri sınırlıdır. Güç dengesi filtrelerinden geçmeyi başaran bilgilerin en iyi çözümü içeren bilgiler olduğu söylenemez.

Ayrıca en iyi çözüm bilgisinin çözüm için karar verme yetkisinde olan kişide olması da sorunu tümüyle çözmez. Alınan kararın toplumsal meşruiyeti ve uygulayıcılar tarafından hakkıyla gereğinin yapılması başka birçok değişkenin sonucudur. Buradaki toplumsal meşruiyet (kabullenme) kavramını, kararın olası sonuçları konusunda ondan etkilenenlerin olumlu kanaatleri anlamında kullanıyoruz. Karardan etkilenen, özellikle de maliyet üstlenen kitleler, uzun vadede, kısa vadeli maliyetleri aşacak çok iyi sonuçlar vereceği görüşünü paylaşmıyorsa, kararın toplumsal meşruiyeti azalır. Bunun politik sonuçları seçim kaybettirir. Bu içsel bağlantıyı yakalayamayanlar ya da kitlelerin yanılmayacağı varsayımıyla yorum yapanlar çoğunlukla bu popülist politikacıları suçlar. Onlar “suçlu” olabilir, ama bu durum popülizmin kitlelerin kısa vadeli beklentilerinin hayata geçirilme aracı olduğu gerçeğini ortadan kaldırmaz. Üstelik popülizm gelişmiş-azgelişmiş ülke ayırımı yapmadan her toplumda taban bulan bir tutumdur. Bu tutumun taban bulmasında çoğu kez zor ve zahmetli olan yararlı bilgi peşinde koşmaktansa mistik olanı izleme, hikâyenin çekici gücüne teslim olma gibi kolaycı ve haz verici bir eğilimin kitlelerce kolay benimsenmesinin etkili olduğu söylenebilir. Popülizmin küreselleşmeden olumsuz etkilenen kesimlerin ona bir tepki verme biçimi olması bu özelliğini ortadan kaldırmamaktadır. Yani, her toplumda bir kısmı sadece bilişsel bir kısmı sosyo-politik ama temel özelliği görünmez olan kurumlar2 daima devrededir. Burada ara bir sonuç olarak başarılı toplumların, görünür ve görünmez kurumlarını aynı hedefe yönlendirmeyi sağlayabilen toplumlar olduğunu söyleyebiliriz.

Bu bağlamda üniversitelerimizin ülkemizin sorunlarını çözecek yeni bilgiler üretemediğini dile getiren çok tipik bir yakınmayı sık sık duyarız. Buna hiç itirazımız yok. Peki, sebep nedir? Bu şikâyeti dile getiren bürokratik veya politik liderlerin masalarında dünyanın en iyi üniversitelerinin en son üretilen araştırmalarının durduğunu; sürekli onları okuyor olmaktan sıkıntı duyduklarını ve “niçin sürekli elimizin altında tuttuğumuz bu bilgilerin benzerini hatta daha iyisini bizim üniversitelerimiz üretmiyor” biçiminde bir yakınma içinde olduklarını düşünmeyelim. Veya adamlarının “üniversitelerimiz ar-ge yapacak mezun vermiyor” diye şikâyet ettiklerinde ür-ge veya ar-ge için ayırdıkları kaynakları kullandıracak yeterli donanıma sahip mezun bulamadıklarını sanmayalım. Zira herhangi bir toplulukta, bireysel ve toplu karar süreçlerinde hangi bilgilere daha çok değer verilirse, bilgi üreten birimler de (kişi veya kurum) onların üretimine odaklanırlar. “Marifet iltifata tabirdir” kuralı burada ziyadesiyle geçerlidir. Eğer bireysel veya kamusal karar vericiler, karar ve üretim süreçlerinde sürekli ve yeniden denemek üzere yeni bilgilerin peşinde koşarlarsa, onları üreten kurumlar da kendilerine ona göre istikamet çizerler. Asıl sorun, bu kısır döngüyü ilk olarak kimin nasıl kıracağında düğümleniyor. Hangi durumda, sadece bazı bireylerin değil topluluğun ortak karar alma iradesi, sadece kısa değil orta ve uzun vadede üretken sonuçlar verecek biçimde hayata geçecek? Bunun altın bir formülünü arıyoruz, ama o formül de bir keşiften ziyade her toplumun kendine uygun biçimde meydana getireceği bir icada benziyor. Burada vadenin çok önemli bir değişken olduğuna dikkat çekelim.

Zaman, İsteksizlik ve Belirsizlik

Bilgi ve uygulama ilişkisi konusunda çok etkili olan bir diğer faktör de zamandır. Bir bilgi, onu kullanabilecek olan ile buluştuğu anda hemen kendisine uygulama imkânı bulamayabilir. Bazı sonuçlar zamanla ortaya çıkar. Özellikle kamusal mal niteliğindeki sonuçları ortaya çıkaracak bilginin kullanımı, hem karar süreçlerinin karmaşıklığı hem de karar verenlerin müşevviklerinin farklılığı sebebiyle, özel mal ve hizmet üretimindeki kadar hızlı ve kolay gerçekleşmez. Sonuçları bir nesil sonra ortaya çıkacak kararların alınmasını gerektiren bilgiler, elde hazır biçimde bulunsa da, uzun süre onları kullanacak kişileri bekleyebilir. Bunu çarpıcı biçimde ifade etmek için kamu kurumlarının arşivlerinde, yapılabilecek her reform için yeteri kadar raporun bulunduğu söylenir.

Buradaki sorunun iki boyutu var: Biri, sonuçları belirli bir zaman sonra ortaya çıkacak bilginin kullanımındaki isteksizliktir. İnsan eldeki kuşu daldakine tercih etmeye meyyaldir. Bu sebeple bugün elde edilecek az sonuçlar, gelecekte elde edilecek çok sonuçlara tercih edilir. Diğeri de uygulamanın başarısının kitlesel kabul gerektirdiği durumlarda (ancak herkeste olunca veya herkes yapınca işe yaradığında) nereden başlanacağına dair belirsizliktir. Bu isteksizlik ve belirsizliğin nasıl giderileceğine dair genel geçer bir çözüm yoktur. Burada da icat yapmak gerekir.

Örneğin bir toplumda kimler, “kendi mahallesinde” kısa vadede oluşacak bazı kayıplara (refah kaybı, bireysel konforun bozulması, kişisel fırsatların yok olması, mahalle baskısına direnme vb.) rağmen bireysel olarak, “ortak yarar” için yapılmasının uygun olduğu aşikâr olan işlerin gereğini yapmaya hazırdır? Herhangi bir bireyin bu hazır olma durumu şimdi değilse ne zaman gerçekleşecektir? Birey kendisini ne zaman hazır hissedecektir? Bu hazır ortamın oluşumu için nereden başlanacak, kim önce elini taşın altına koyacaktır? Belki elini taşın altına koyacak yeter sayıda gönüllü kişi bulmak mümkün olacak, ama bunu yaptıklarına değeceğine onları kim, nasıl ikna edecek?

Çoğu zaman görünmez, derinlerde saklı duran, hiçbir zaman asıl faktör olduğunu hissettirmeyen “ben(biz) yaparım(z), ama ya diğerleri yapamaz ise” güvensizliği; “ben fedakârlık yaparım ama diğerleri yapmazsa enayi yerine konmuş olurum” kaygısı veya “mevcut sorunları hiç kimse çözemez” umutsuzluğunun kalkınma veya ilerlemeye dair bilişsel engellerin başında geldiğini kesin olarak tespit ettiğimizi varsayalım. Diyelim sorunun kaynağını bulduk! Sıra geldi çözüme. Bu durumda bu bilgiyi esas alıp çözüm üretimine kim, nereden ve nasıl başlayacak? Bütün kademelerde okullarda eğitim seferberliği mi yapılacak? Yoksa çok izlenen film ve dizilere “istersek yapabiliriz”i açıktan empoze eden veya subliminal mesajlar veren mini senaryolar mı eklenecek?

Yukarıda da ifade edildiği üzere birçok konuda işe yarar bilginin elde olmasının yanı sıra o bilgileri geçerli kılacak tutumların da kitleselleşmesine ihtiyacı vardır. Elitler, sayıca az oldukları ve görece diyaloğa daha açık oldukları için bir bilgi ve tutumu onlar arasında yaymak görece daha kolay olabilir (cedel kabiliyetleri ve bireysel çıkar güdüsü daha güçlü ve benzerleriyle daha iyi organize oldukları durumlarda daha zor da olabilir). Ancak elitlerin temsilcisi oldukları veya öncülük ettikleri kitlelerin ikna olması, zorlu ve uzun bir süreç gerektirebilir.

Burada iki aşamalı bir süreç var: Önce bu bilginin öngördüğü tutum topluma mal edilecek, sonra da etkili biçimde kullanılacak. Formül kolay görünüyor, ama konu nasıl yapılacağına gelince işler karışıyor biraz. Toplu davranışın hangi evrede (kaç kişi benimsediğinde) ve nasıl oluştuğu konusuna bakıldığında sayıyı oluşturan ana faktörlerin başında liderlerin rolünün önemli olduğu ortaya çıkıyor. Kitleleri, sorunlarının çözümünün nasıl olacağını bildiğine ikna edecek, çevresindekilere büyük güven veren ve mevcut imkânları en güzel şekilde seferber edeceği düşünülen liderler çıkarabilen topluluklar sorun çözmede daha kolay organize oluyorlar. Ama bazı toplumların iyi liderler çıkarırken, diğerlerinin niçin çıkaramadığını veya iyi liderlerden sonra neden toplum liderliğinin bir türlü dikiş tutturamadığını (İbn Haldun’un kulakları çınlasın) tam olarak bilemiyoruz. Yani toplumsal yapma kapasitesini teşkil etmede çok önemli rolü olan etkili liderlerin bu kapasiteyi grubu oluşturan üyelerin her birinin lehine olacak biçimde kullanacağının hem bilinen sabit bir yolu hem de benzer sonuç vereceğinin garantisi yoktur. 3 Burada da başarılı uygulamaların örnek alınmasının yanı sıra yeni icatlara da ihtiyaç var. Kuşkusuz olayın dikkate alınması gereken başka boyutları da var.

Bir sonraki yazı: Geri Kalmışlık Üzerine 4: Bireysel İyilik Hâli Toplumsal İyiyi Getirir mi?


[


  1. On the other hand diyerek her bir seçeneğin karşısındaki durumu da dile getiren ekonomi danışmanı istemediğini ifade eden Amerikan başkanı Harry Truman’a ait “tek kollu iktisatçı istiyorum” sözü, bu alanda bir darbı mesel haline gelmiştir.

  2. Görünmez kurumlar yeraltı örgütleri anlamında değil, özü itibariyle toplum içinde yerleşik düzenlilik arz eden tutum ve davranış kalıpları ve bilişsel yatkınlıklar anlamında kullanılmaktadır. Trafik ihlali yapan kişiyi tespit edip resmî makamlara bildirmek ile kural ihlali yapan kişiye ışık sinyali ile ilerde polis noktası olduğunu bildirmek arasındaki tutum farklılığı gibi.

  3. Burada başarı garantisi olan tek tip bir gelişme patikasından bahsedilemez. Güçlü liderlik, bir yandan bireylerin bir çatı altında toplanıp ortak irade gerektiren işlerde güç birikimi yapmalarını sağlarken diğer yandan liderin iradesi dışında olası tüm gelişme yollarının önünü tıkayabilmekte, bu da toplumu potansiyelinin altında bir görme kapasitesine mahkum etmektedir. Liderin aklına ve gündemine gelmeyen hiç bir şey oluş sahnesinde kendisine yeterince yer bulamamaktadır. Tersinden baskın lider figürleri olmayan bazı toplumlar, oluşturdukları güçlü kurumlar sayesinde kaynakları ortak faydayı büyütecek biçimde güçlü liderleri olan toplumlara göre daha etkin kullanabilmektedirler. Bu sebeple toplumsal başarılarda katkıda bulunan faktörler değerlendirilirken daima özgün bileşimlerin rolünü akılda tutmak ve özellikle etkileri kolay fark edilen liderliğin rolüne bakarken de her zaman bir alternatif maliyetinin olduğunun farkında olmak gerekir. Zira eldeki imkânlarla yapılabileceklerden şu veya bu sebeple yapılamayanların tespiti, (spor salonu yerine baraj yapılması veya otoban yerine okul yapılması gibi) yapılanları görmekten çok daha zordur. Güçlü liderlik dikkatleri daima yapılanlara çektiği için alternatif maliyetler dikkatten kaçar.

Ömer DEMİR –

Geri kalmışlık tartışmalarının cazibesinin arkasındaki ana itici güç, insanın sadece geçmişte olup biteni tam ve doğru olarak öğrenme merakı değildir. Kuşkusuz tarihi tam ve doğru öğrenmenin kendi başına bir değeri vardır, ama kalkınma ve gelişme yahut medeniyet tarihi olunca başka bir beklenti devreye girmektedir. Bu, eğer geçmiş “doğru” biçimde anlaşılabilirse gelecek de ona göre daha iyi kurulabilir, yani gelişmiş ülkelerin ne yaptıkları tam olarak öğrenilebilirse aynısı yapılarak diğer ülkeler de rahatça gelişebilir beklentisidir. Bu beklenti tümüyle yersiz değildir. Zira sosyal bilimlerin neredeyse tamamı tek tek insanlar veya grupların davranışlarında gözlenen düzenliliklerden bazı kurallar veya örüntüler çıkarılabileceği varsayımına dayanır. Ancak bu beklenti dinamik süreçlerde bazı revizyonlara ihtiyaç duyar. Özellikle gelişmenin doğasına yakından bakıldığında bu revizyon ihtiyacının gerekli olduğunu, düzenlilik olsa da bunun geçmişin birebir tekrarı şeklinde olmadığını söylemek durumundayız.

Çünkü birçok nedenle bugünün gelişmiş ülkelerinde, genel olarak beğenilen sonuçlar veren süreçlerin nasıl cereyan ettiğine dair açıklamalar üzerinde aşağı yukarı mutabakat sağlansa da, bu süreçlerin az gelişmiş veya gelişmekte olan tüm ülkelerde aynı şekilde işleyeceğinin bir garantisi yoktur. Bu durum, “geçmişte ne olup bittiğini anlamak bugün veya yarını inşa etmek için yeterli mi?” sorusu üzerinde ciddi ciddi düşünmeyi gerektiriyor. Çünkü bugün “ilerleme” denen durumların ortaya çıkmasını sağlayan her şey büyük oranda eksiksiz olarak bilinse de, bunların başkaları tarafından kolayca taklit edilemediği açıkça ortadadır. Bu da, doğal olarak, bu alanda her topluluk için geçerliliği olan bazı genel kuralların olup olmadığının sorgulanmasına neden oluyor. Yani, Batıda son üç yüz yıl içinde zamana yayılmış biçimde gerçekleşmiş olan “büyük ilerleme”nin kolayca başka yerlerde hemen uyarlanamıyor olması, bir yandan niçin bu olgunun başka yerlerde değil de Batıda ortaya çıktığı sorusunun gizemini daha da artırıyorken diğer yandan da bunun şimdi Batı dışı toplumlarda yaşayan insanlar için ne anlama geldiği üzerinde yeniden düşünülmesini zorunlu kılıyor. Nasıl mı? Birlikte düşünelim.

Bir Kez Gerçekleşmek, Her Yerde ve Sürekli Olarak Tekrar Edilmeyi Sağlar mı?

Gelişme ve kalkınmanın nasıl meydana geldiği konusunda dev bir literatür olmasına rağmen, dünya nüfusunun büyük ekseriyetinin “gelişme sorunu” ile boğuşuyor olması dikkatlerimizi “bir kez gerçekleşmiş olmak, her yerde ve sürekli tekrar meydana gelmeyi sağlar mı” sorusuna çeviriyor. Bu sorunun cevabı, etrafımızda şimdi ne olup bittiğini tam olarak anlama bakımından “bir şey ilk kez nerede, nasıl, hatta niçin oldu” sorularına verilecek cevaplardan çok daha önemli hale gelebilir. Zira devamlılık veya yeniden oluşu gerektiren şartlar sürekli değişiyorsa, geçmişte nerede, neyin, nasıl olduğunu anlamış olmak, merak giderme bakımından önemli olmakla birlikte, özellikle aynı veya benzerini yeniden yapma bakımından kendisinden beklenen işlevleri yerine getiremeyecektir. Bu da geçmişte neyin nasıl olduğunu öğrenmeye yüklenen anlamı değiştirecek, ona dayalı olarak oluşturulan bugün ve geleceğe dair beklentileri önemli ölçüde boşa çıkaracak, belki de tümüyle anlamsız kılacaktır. Bu aynı zamanda “gelişmenin ne kadarı bazıları ne kadarı herkes içindir” konusunu akla getirecektir. Zira hayatın diğer alanlarında da tüm oluşlar herkes için değildir.

İşin “anlarsak ne işimize yarar” kısmına geçmeden önce “dünün süreçlerini anlamanın bugünü anlamak için ne kadar yeterli olacağı” üzerinde biraz daha duralım. Yani, teorik araçlarımız mümkün kılsa bile, çoğu durumda pozitivistlerin hayal ettiği şekilde dünü tümüyle “olduğu gibi” anlamış olmanın bugünü de tam olarak anlamayı mümkün kılacağından; hasbelkader bugünü anlamış olmanın da yarını inşa etmek için yeterli olacağından emin olamayız. Hayatın devinim içinde olması kesinlikle daha fazlasına ihtiyaç göstermektedir. Bu durum, tüm çocukların az çok ebeveynlerine benzemelerine rağmen, tamamen onların aynısı olmamalarına benzemektedir. Bu sebeple “nasıl oldu” sorusuna tatmin edici, mantıksal, tutarlı ve kanıta dayalı cevaplar vermek çok önemlidir, ama bu cevapların gelecekte nelerin, nasıl olacağını da içereceğini düşünmek yanıltıcıdır. Bu konuyu biraz daha açalım.

Toplumsal olaylarda bir şeyin bir yerde meydana gelmiş olması, onun artık her yerde ve sürekli meydana geleceğini garantilemez dedik. Bunun birçok nedeni olabilir. Burada dört sebep üzerinde duracağız. İlkine ölçek sorunu diyelim. Ölçek sorunu derken bir bütünün bazı üyeleri için mümkün olanın, bütünün tümü için de mümkün olmamasını kastediyoruz. Bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı boğaza nazır bir yalı sahibi olabilir ama tüm vatandaşlar için bu imkânsızdır. O kadar sahil yoktur, yalı yoktur, çok istense de yapmak mümkün değildir. Bunun sadece herhangi bir şehrin herhangi bir yerindeki mülkler için değil maddi varlığı olmayan toplumsal statüler de dâhil bir şekilde değer atfedilen ama miktarı talepkâr sayısınca artırılamayan her şey için geçerli olduğunu söyleyebiliriz. Bu konuda iktisatçıların ekonomi bilimini üzerine inşa ettikleri kıtlık kavramıyla başımız büyük dertte anlayacağınız.

Ölçek sorunu, bir oluşun ölçeğini büyüttüğünüzde onu mümkün kılacak kaynağın olmadığı her yerde söz konusudur. Tartışmayı kalkınma meselesine transfer edecek olursak tüm ülkelerin şimdikiler gibi kalkınabileceğini söylemek, gelişmişliğin standartlarını karşılayacak kaynakların teminini gerekli kılar. Örneğin bugünün gelişmiş ülkelerdeki yaşam standardını tutturabilmek için alınması gereken günlük kalori veya üretim için kullanılması gereken enerji dikkate alındığında, bunun için gerekli olan kaynağın nereden bulunacağı sorusunun cevabını kabaca da olsa vermek gerekir. Satın alma gücü paritelerine takılmadan kaba hesapla söyleyecek olursak, 2022 yılında dünyada üretilen mal ve hizmetlerin değeri 100 trilyon dolar civarında. En zengin ülkelerdeki kişi başına düşen geliri de yaklaşık 100.000 dolar olarak kabul edelim. Yine yaklaşık 8 milyarlık dünya nüfusuna kişi başı yıllık yüz bin dolar gelir düzeyi için toplam üretim kapasitesini şimdikinin 8 katına çıkarmamız gerekir. Zengin ülkeler yerinde sayacak, diğerleri onlar seviyesinde mal ve hizmet tüketecek duruma gelecekler. Bu durumda suflesi yapılan “Aslında dünya kaynakları bol, israf etmez isek hepimize yeter” önermesi makul bir cevap değildir. Gerçekçi olmak gerekir. Yani iki yüz kişilik bir topluluk içinde her ay on kişi ziyafet için oturup bir kuzu tüketirse, mevcut kuzu stoku bunu karşılamaya yetebilir, ama kuzu eti yemek isteyen kişi sayısının iki yüz olması halinde 20 kuzu gerekir. Refah standardı ayda bir kuzu eti yemek olarak belirlenirse topluluğun her yıl eti yenebilir 240 kuzusu olması gerekir. Bu basit örnekten yola çıkarak gelişmiş ülkelerdeki hayat standardını esas alıp bütün tüketimleri benzer biçimde düşündüğümüzde dünya üretiminin ne kadar artması gerektiğini tahmin etmek zor değil. Bu durumda büyüme sınırsız değilse herkese gelişme vadeden açıklama yavaş yavaş bir illüzyona döner. Eğer çözüm, şu ana kadar bilinmeyen yeni hammadde, enerji ve besin kaynakları bulmak, bilinmeyen bir üretim yöntemi keşfetmekten geçiyorsa, o zaman geçmiştekinden farklı bir ilerleme yolu izlenecek demektir. Burada, böyle bir geleceğin imkânsız olduğu değil, sadece geçmiş deneyime bakarak ortaya konamayacağı ileri sürülmektedir.

İkinci olarak, ilk olmanın avantajlarını dikkate almalıyız. Hiç kimse yokken bir yerde olmak ile herkes varken orada olmak arasında, imkân ve fırsatlar bakımından büyük mesafeler vardır. Genel olarak toplumsal gelişim süreçlerinde sonuçları herkesçe beğenilen uygulamaların maliyet ve riskleri önden gidenlerce üstlenildiği için, arkadan takip etmenin birçok avantajı olduğu söylenir. Yani birileri uzun çabalar sonucu keşfeder veya icat eder, siz de çok düşük bir maliyetle kullanırsınız. Bu bilineni yeniden üretmede arkadan gelenlerin önde gidenler kadar sıkıntı çekmeyeceği anlamında doğru olmakla birlikte, arkadan gelenlerin yarını kurmada önde gidenlere göre eşit veya daha avantajlı hale geleceği anlamına kesinlikle gelmez. Yarını, bugün yapılanlar (dün veya evvelsi günden beri yapılmakta olanlar) inşa edeceği için önde gidenlerin bugünkü pozisyonları, yarının belirlenmesinde de arkadan gelenlere göre birçok avantajlar içerecektir. Çünkü her ne kadar tarih iniş ve çıkışlara şahitlik etse de günümüzde önden gidenlerin kritik konularda sahip olduklarına arkadan gelenlerin sahip olmalarının pek mümkün olmadığı görülmektedir. Bunun sebeplerinden birisi de, gelişme denen şeyi ortaya çıkaran şeyin, “gelişen” ve “gelişmeyen” arasındaki ilişkiyle irtibatlı olmasıdır. Birileri yarışın birincisiyse bunu diğerlerinin ikinci ve üçüncü olması sayesinde gerçekleştirirler. Birilerinin önden gidebilmesi, ötekilerin arkada olmasını zorunlu kılar. Herkesin önde gittiği yerde önde gitmekten bahsedilemez. Geçmişte önde olanların şimdi ve gelecekte de daima önde olmak istemeleri ve önde gidenlerin katlandıkları maliyetleri bölüşmeden arkadan gelenlerle elde ettikleri avantajları paylaşmaya yanaşmamaları anlaşılabilir bir durumdur. Ülke içi politik süreçle ilgili bir örnek vermek gerekirse, şu veya bu sebeple politik sistem aristokrasiden demokrasiye dönüşünce, önceki sistemin soyluları halkın içine karışıp orada “erimezler”. Tersine seçimle halktan yetki alan demokratik yönetici elitin esaslı parçalarından biri ya da yeni siyaseti yönlendirmeye çalışan zengin gruplar haline gelirler. Ülke içi veya ülkeler arası gelişmede de benzer durumlar söz konusudur.

Bu yaklaşım, dünya tarihinde hiç iniş çıkışların olmadığı veya olmayacağı, şu an önde olanların daima önde olacakları anlamına kesinlikle gelmemektedir. Kastedilen bu değildir. Kastedilen, şu an önde olanların, bir gün gelip geride kalacaklarsa bunun niçin ve nasıl olacağını, onları şimdiki duruma taşıyan süreçlere bakarak anlayamayacağımızdır. Böyle bir olası altüst oluşa yol açan her ne olacaksa (örneğin gelişmiş ülkelerin bulunduğu coğrafyalarda iklim ve diğer doğal koşulların değişmesi, nüfusun dramatik biçimde azalması, ülkeler arası nüfus hareketliliğine yol açan itici ve çekici siyasi, kültürel ve ekonomik faktörlerin tamamen değişmesi vb.), bunun dinamikleri bugünün dünyasınınkilerden çok farklı olacaktır.

Üçüncüsü, sosyal ve ekonomik gelişim süreci birikimsel bir nitelik gösterir. Birikimsellik zaman zaman norm değişimi de getirir. Bu bağlamda çoğu zaman gelişme süreci yukarıdakilerin, onları yukarı taşıyan merdivenleri farklı gerekçelerle bir bir “tekmelemeleriyle” sonuçlanabilir. 1Bu nedenle zamanla ilk oluş için meşru görülen araçların bazıları, sonrakiler için gayrı meşru olarak muamele görmeye başlayabilir. Kalkınma süreçlerinde bu konu özellikle önemlidir. Bugünü meydana getiren birçok kalkınma aracı artık meşruiyetini ya kaybetmiş veya kaybetmek üzeredir. Her ne kadar geçmişte yaygın biçimde kullanılmış olsa da belirli alanlarda devlet destekli tekeller oluşturma, insanları istemedikleri ve karşılığını almadığını düşündükleri işlerde zorla çalıştırma, çevreyi kirleten teknolojiler ve atıklar kullanma, insan haklarına aykırı olacak biçimde çocuk, esir, köle veya kadınları çalıştırma… gibi araçlar, bugün toplumların sermaye birikimine katkı sağlayacak “meşru” birer kalkınma aracı değildirler. Tam tersine geçmişte kalkınma ve büyümeyi sağlayan bu tür yaklaşımlar, gelişmekte olan ve geri kalmış toplumlar için iklim değişikliği ve yeşil mutabakat gibi küresel düzenlemeler yoluyla, onların ayaklarına bir pranga olacak şekilde karşımıza çıkmaktadır. Bu sebeple geçmişte kalıcı izleri olan ülkeler arası korumacılık yoluyla sağlanan avantajları yok eden serbest ticaret anlaşmaları, küresel kutuplaşma ve hegemonya ilişkileri, bir önceki dönemin yöntemleri ile benzer sonuçlar elde etme imkânını ortadan kaldırmaktadır. Burada bir yanlış anlaşılmaya meydan vermemek için hemen belirtelim: Kesinlikle gelişmekte olan ülkeler için serbest ticaret anlaşmaları, çalışma koşullarında haftalık azami çalışma sürelerinin belirlenmesi, asgari ücret uygulamaları, temiz enerji ve çevre dostu üretim teknolojilerinin kullanım zorunluluğu gibi kısıtlamaların yanlış olduğu, yani geçmişte sermaye birikimi ve kalkınma için yapılmış olan her şeyin bugün aynı durumda olan ülkeler için de serbest olması gerektiği ima edilmemekte, sadece dünün koşulları korunarak bugünün aynen tekrar edilemeyişinin sebeplerinden birine işaret edilmektedir.

Bu durum biraz şuna benziyor: Hayatının ilk evrelerinde büyük yokluklar çekip sıkıntılar yaşayarak (eğitim imkânı ve rehberlik yapacak kimsesi olmayan, geçim şartları çok ağır olan, hatta doğru düzgün çalışacak uygun işin olmadığı… vb.) servet ve statü elde edenlerin bu hâllerini edebiyatın da sağladığı inceliklerle betimlemek göz yaşartıcı başarı hikâyeleri yazmamıza imkân verebilir. Ama bu hikâyeler bugün, gelecekte benzer servet ve statüleri elde etmek isteyenlere başarının tekrarlanabilecek bir somut reçetesi olarak sunulamaz. Sunarsak şöyle anakronik hatta ironik bir reçete olur: Önce bugünkü eğitim imkânlarından kendini yoksun bırak (çünkü kahramanımız mecburen o yolu izlemişti), aile ve çevrenin oluşturduğu ağların hiçbirini kullanma (çünkü kahramanımız böyle bir ağdan yoksundu), anonim bir kimlik ile kol gücü gerektiren ve sosyal güvencesi olmayan işlerde burnun iyice bir sürtülsün, zaman zaman intihar etmenin eşiğine gel, sonra gelsin başarı! Başarı timsali mevcut kahramanımızın hayat hikâyesinden örnek alarak kendine yol bulmak isteyene bunu mu önereceğiz? Eğer bu hayat hikâyesinden, zorluklar karşısında pes etmeme ilkesini çıkaracaksak, bunun, işe yarar bir ilke olmakla birlikte, başarılı olmak için bugün ne yapılacağına dair somut bir reçete içermediği gayet açık. Bu örnekteki bireylerin hayatlarının aynen tekrarlanamazlığı, toplumlar için de büyük ölçüde geçerlidir.

Dördüncü olarak, toplumlar arası birliği ve rekabet bugün dünkünden farklıdır ve sürekli yenilenen bir ortam oluşturmaktadır. Her ülke sahip olduğu doğal kaynak, içinde bulunduğu siyasi ittifaklar ve coğrafi konum sebebiyle diğerinden farklı bir konumdadır. Bu konumlanmalar da doğal olarak bazı imkân ve kısıtlar getirmektedir. Güney Kore başardı ama onun o dönemde dünya güç dengesinde sahip olduğu çevresel koşullar bugün çok az ülke için söz konusu. Onlarda Güney Kore’nin sahip olduğu diğer özellikler de yok. Niye Güney Kore’nin yaptığını yapamıyoruz sorusunun cevabı bu özel konum dikkate alınmadan eksiksiz ve doğru olarak verilemez. Yani neyi yapmak istediğinizi bilmek, yapmanız için uygun ortamları kendiliğinden sağlamıyor. Başarının uyarlanması mümkündür, ama bu uyarlama birçok koşulun bir araya gelmesine bağlıdır. Çoğu zaman o koşulların bir araya gelmesi başka koşulları da gerekli kılan döngüsel bir yapı arz eder. Ülkeler arası birliği ve rekabet ortamları birçok başka faktörün de etkisiyle sürekli değişmektedir. Uygun koşulların bir araya geldiği coğrafya ve ülkelerde elde edilen başarının başka yerlerde tekrarlanması, benzer koşulların orada da yaklaşık olarak oluşmasına bağlıdır. Bu koşullar ülke içi dinamiklere (siyasal sistem, doğal kaynaklar, kültürel yatkınlıklar vb.) ve uluslararası güç dengelerine karşı son derece duyarlıdır. Kuzey ve Güney Kore arasındaki fark, bu konuda tipik bir örnektir.

Sonuç olarak, dünyadaki mevcut refah artışını sağlayan süreçlere dair bilginin bu süreçleri arzu eden tüm ülkeler için çalıştırabileceğini söylemek gerçekçi değildir. Bu kadar mı?

Devamı sonraki yazıda. Geri Kalmışlık Üzerine 3: Her Bilen Yapabilir Yanılgısı


[


  1. Bu konuda Ha Joon Chang’ın Merdiveni tekmelemek: Tarihi bir perspektif içinde iyi politikalar ve iyi kurumlar isimli eseri (2013) güzel örnekler sunmaktadır.

Daha önce yayınlanan bir yazıda1 Müslüman olmanın gerekleri olarak sunulanların tümünün Müslüman olmayı doğrudan ayrıştırıcı bir vasıf taşımadığını, farklı inançlara mensup kişilerin de o özelliklere sahip çıkabileceğini, bunların çoğunun ahlak ve genel değer yargıları içinde tüm inanç sistemlerinde hüsnü kabul gören özellikler olduğunu; bir bireyin Müslüman olup olmadığına dair yargıda bulunmanın ancak İslam’ın ayrıştırıcı vasıflarına bakılarak yapılabileceğini, bugünün dünyasında aşağı yukarı tüm toplumlarda yüksek düzeyde kabul gören ve neredeyse her biri kendi alanında başarı kriteri hâline gelmiş olan bol üretim, etkin organizasyon, etkili yapma yöntemleri, ve çalışma etiğine ilişkin standartlar, verimli işbirlikleri, güçlü toplumsal kurumlar ve başarılı politik sistemlerdeki konumlarına göre yapılan sıralamalardaki yerlerine bakılarak toplumların İslamlaşma düzeylerinin belirlenemeyeceğini ileri sürmüştük.

Diğer bir yazıda da2 Müslümanları ayrıştırıcı özellik taşımasa da İslam’ın da onayladığı, makul ve meşru gördüğü konularda Müslümanların çoğunlukta olduğu toplumların söz konusu olumlu özellikleri ile temayüz etmemesinin sebebinin İslam’ı yanlış anlamayla açıklanamayacağını, bu durumun İslam’ı yanlış anlama yanılgısı olarak nitelenebileceğini savunmuştuk. Bütün bunları doğru kabul etsek de ortada açıklama bekleyen apaçık bir soru hâlâ durmaktadır: Tamam, Müslüman olmak zengin olmayı, etkili sosyal, siyasal, ekonomik ve kültürel kurumlar kurmayı zorunlu kılmasa da, bu konuda geçmiş dönemlerde dünyaya örnek olacak bazı güzel uygulamalar olmasına rağmen, bu alanlarda, en azından son üç asırdır temayüz etmek bir yana sanki büyük bir mutabakat oluşturmuş gibi Müslüman ülkelerin hep arkalarda olmasının makul bir açıklaması var mıdır?

Bir yazı dizisiyle bu konuya dair görüşlerimizi aktaracağız. Hap niteliğinde analiz bekleyenlere kötü haber! Konu, kapsadığı insan çeşitliliği ve yayıldığı coğrafi dağılım nedeniyle, yani doğası gereği, tek cevabı olan ve evet-hayır kalıbında yanıtlanan soruları takip ederek sağlıklı biçimde tartışılabilecek nitelikte bir konu değildir. Bu sebeple genelleme yapmaya çalışmaktan ziyade sürekli ayrıntılara bakmayı, kazdıkça daha derine inmeyi gerektirmektedir, biz de onu deneyeceğiz.

Konuyu üç aşamalı bir akıl yürütme ile ele alacağız. İlk aşamada (ilk yazı) “bir küresel süreç olarak tüm toplumlar için bir ‘geri kalmış’ olma sebebi yahut sebepleri olabilir mi” sorusuna yakından bakacağız. Müslümanların da içinde yaşadığı tüm toplumlar için geçerli kesin bir geri kalmışlık sebebi olduğu yaklaşımı, aşırı basitleştirme ötesinde ciddi bir yanılgı olabilir mi? Yanlış anlaşılmaya meydan vermemek için hemen belirtelim: Bu tarz bir yaklaşımın, şimdi dünya üzerinde gördüğümüz gelişmişlik tablosunu yorum yaparak tersine çevirmek, geri kalmışlığa nostaljik övgüler dizmek, örneğin şimdi gelişmişlik olarak adlandırılan durumların aslında iyi bir şey olmadığını, insanlığı felaketlere götürdüğünü, bu nedenle gelişmemiş olanların avantajlı olduğunu söylemek için değil, gelişme yolundaki açık veya örtük önerilerin neleri atladığını görmek bakımından çok önemli olduğunu düşünüyoruz. Kısaca bunun sebeplerini irdeleyeceğiz.

Bunun bir devamı olarak ikinci aşamada, (ikinci, üçüncü ve dördüncü yazılar) “diyelim ki geri kalmış olmanın sebeplerini tam olarak tespit ettik, bu ne işimize yarayacak” sorusu üzerinde biraz düşüneceğiz. ‘Bu soru da nereden çıktı’ demeyelim. Bu sorunun sanıldığından daha mühim olduğu kanısındayız. Zira çoğumuzun zannettiği gibi “geri kalmış olmak” sadece nasıl “ileri” gidileceğine dair bir bilgi eksikliği veya yeterli kaynak yokluğu ile açıklanabilecek bir durum değildir. Bilgi eksikliği bir şeyi yapamıyor olmada çok önemli bir faktördür ama yapamayışı tümüyle açıklayan bir faktör de değildir. Yapmayı mümkün kılan bir kısmı açıkça görülen ama bir kısmı hemen fark edilmeyen başkaca çok önemli gereklilikler söz konusudur. Kısaca onlara değinecek, yeterli düzeyde biliyor olmakla sorunun aşılacağına umut bağlayarak bu konularda hazır reçeteler peşinde koşmanın olası bazı beklenmeyen olumsuz sonuçlarına işaret edeceğiz.

Son olarak da bu iki aşamayı da geçip, “geri kalma”nın, başta Müslüman topluluklar olmak üzere ileri gidememenin yahut başkalarının ileri gitmesini seyretmenin sebepleri arasında, bugün bilirsek işimize yarayacak olan “neler”in öne çıktığı konusunu ele alacağız.

İlkinden başlayalım:

“Nasıl”ı Bilmek “Niçin”i Bilmek İçin Yeterli mi?

Mukayese içerdiği için “geri” kalmışlık ancak “ileri” gitmişlere kıyasla anlaşılabilen bir durumdur. Çünkü “ileri” gitmiş bir toplum görmeyen, kendisinin “geri” kalıp kalmadığını fark edemez. Bu sebeple “geri” kalmışlık, zorunlu olarak, ancak “ileri” gitmişlik üzerinden kavramsallaştırılabilir. Buradaki kritik soru, sadece “ileri” gidenlere bakıp, diğerlerinin niye gidemediğini anlamak mümkün olabilir mi sorusudur. Çünkü çoğu zaman nasıl sorusunu bilince niçin sorusunu da biliyor izlenimi edinir, bundan yola çıkarak da “niçin değil”i kolayca bilebileceğimizi düşünürüz. Ama sosyal gerçeklik bundan daha karmaşıktır ve fazlasını yapmayı gerektirir.

Öte yandan “bazı toplumların yaptıklarını diğerleri niçin yapamamıştır” sorusu, örtük biçimde “ilerlemenin” herkesin gidebileceği bir yol olduğunu ve bazılarının o yoldan diğerlerinden önce gittiğini varsayar. Bu bakış hepimize oldukça sempatik görünebilir, ama tarihi bu şekilde ele almak zorunda mıyız? Yani hepimizin gidebileceği bir yolu birileri bizden önce mi keşfetti acaba? İcatlar ile keşifleri ayırmak işimize yarar mı? Bu sorulara biraz sonra tekrar döneceğiz.

Önce şunu belirtelim: Toplumların “geri” kalmışlığının sebepleri üzerinde koca bir literatür var. Onu özetlemek bile çok zaman alır. Ama bu konuda son noktanın konduğunu söylemek henüz çok zor. Çünkü insanlık tarihine geriye doğru baktığımızda birçok şeyin “nasıl” meydana geldiğine dair görece kuvvetli delillerle desteklenmiş bazı açıklamalarımız olsa da “niçin” o şekilde olduğunu tam olarak hâlâ bilmiyoruz.

Çok büyük bir verimlilik beklemesek de bu “nasıl-niçin” tartışmasını az da olsa yapmak, şimdiki durumun niye bu şekilde olduğunu anlamak için önemlidir. Çünkü bir süreci iyi betimlemek onu başka ortamlara aktarmak için işe yarayabilir ama niçin başka yerlerde ortaya çıkmadığını anlamaya aynı derecede katkı sağlamaz. Kısaca, nasıl sorusuna verilen cevapların niçin sorusuna verilecek olanların yerine geçmediğini göz ardı etmemeliyiz. Bu bağlamda çoğu zaman zannedildiğinin aksine, “gelişmiş” ülkelerin niçin gelişmiş olduğunu açıklayan, yani gelişmeyi betimleyen değil de gelişme olduğu düşünülen durumların neden başka yerlerde değil de şimdi olan yerlerde olduğunu ortaya koyan, tüm ülkeleri içine alacak kapsamlı bir açıklama ne yazık ki henüz yapılabilmiş değildir, üstelik “Batı nasıl ilerledi?” konusundaki “pozitif” ezberlerimizin bayağı iyi durumda olmasına rağmen. Bu pozitif ezberler arasında Batı dünyasında Rönesans dönüşümünün etkisi var; büyük çaplı dini reformların rolü var; kapitalizme ruh üflediği düşünülen Protestan ahlakı var (Max Weber); Romanın merkezi kurumlarının Germenlerin eşitlikçi karar süreçleri ile Avrupa’da “tesadüfen” örtüşmesi var (Daron Acemoğlu); coğrafi keşifler, bilimsel devrimler var, var oğlu var! İşin görece “olumlu” faktörlere vurgu yapan yanına işaret eden bu gelişmelerin olmadığı yerde de “ilerlemenin” olamayacağını söylemek, ne kadar sempatik gelse de, aslında bize katı bir nedensellik açıklaması sunmaz. Bu nedenselliğe takmış gibi olmayalım, ama öyle dünyanın gidişini açıklayacak büyük laflar edebilmek için nedensellik bağını ortaya koymak son derece önemli; ancak, onu da bir ara yaparız diyerek tehir edilebilecek bir unsur değil. Ayrıca olgusal ve mantıksal yönlerden tatmin edici nedensel bir açıklama sunmadan tüm insanların peşine takılacağı çağrılar oluşturmak da mümkün değil. O sebeple nedensellik önemli.

Konumuz bağlamında ilk başlangıç tespitlerinden biri, sonunda sürece katkısı olan her bir “olumlu” gelişmenin, neden başka yerlerde değil de şimdi olduğu yerde meydana geldiğinin kapsamlı ve makul bir açıklamasının hala yapılamamış olmasıdır. Yani niye o sosyal, ekonomik, politik, düşünsel vb. gelişme başka yerde değil de orada oldu? Niye dünya değiştiren o fikir başka yerdekilerin değil de oradakilerin /oradakinin (hatta oradakilerin hepsinin değil de aralarındaki bazılarının) aklına geldi? Niçin böyle bir yönetim tarzı üzerinde başka yerdekiler değil de oradaki insanlar daha kolay uzlaşma sağladı? Niçin başarı getiren böyle bir eğitim, çalışma, hukuk sistemi veya sosyal norm dünyanın başka yerlerinde değil de burada uygun ortam buldu? Niçin bazıları şu veya bu yolla biriktirdikleri servetlerini sefa sürecek torunlarına bırakmayı değil de araştırma yaptıracak, yapanları ödüllendirecek vakıflara aktararak bugünün uzun soluklu bilimsel çalışmalarına ev sahipliği yapmayı seçtiler? Neden bazıları birinin yaptığını diğerinin bozduğu bir süreç yerine, kurdukları düzenin insan ömründen daha uzun ömürlü olmasını sağlayacak uygun tedbirleri almayı ve düzenlemeleri yapmayı (değişik formatlarda tüzel kişilikler oluşturmayı) tercih ettiler? Bu sorulara başka soruları da ekleyerek uzatmak mümkün. Her bir açıklamanın alt unsurları için aynı sorular geçerliliğini koruyor. Bulduğunuz bir açıklama arkasından o açıklamaya mesnet oluşturan ilişkinin nedensellik bağını da gösterme talebi karşısında ilk anda yüzünüzü güldüren “buldum… buldum” hissi yavaş yavaş kaybolarak hevesinizi kursağınızda bırakıyor.

İnsanlık tarihine bu gözle bakıldığında, onun her insan topluluğunun aynı yoldan aynı tempo ile yürüdüğü bir yolculuk olmadığı gayet rahat biçimde görülüyor. Tamam, insanların benzer ihtiyaçları var ve o ihtiyaçları gidermek için benzer yollar izlemelerini beklemek gayet normal. Yağmurdan korunmak için birbirine benzer kurgusu olan barınaklar yapmışlar, kendilerini korumak için de silahlar. Ama bir o kadar da farklılıklar var. Doğada hazır bulunanlarda benzerlik, insan eliyle üretilenlerde de farklılık daha baskın. Tarih boyunca insan ürünü olan mal ve hizmetlerde benzerlikler ve farklılıklar arasında hangilerinin daha fazla olduğu konusu net değil. Çünkü farklılıkların büyük kısmı zaman içinde elenmiş. Örneğin şu an dünya üzerinde yaklaşık 6 bin dil var, bir zamanlar bu sayının 20 bin olduğu tahmin ediliyor. Bu farklılık azalmasına rağmen hâlâ var olan günümüzdeki muazzam farklılığı görmek için yeme-içme, giyinme, eğlenme, dil ve inanç çeşitliliğine bakmak yeterli fikir verebilir. “Son küreselleşme” ile rekabet edemeyen farklılıkların azaldığını, birçok sebeple benzerliklerin eskiye göre daha fazla artış gösterdiğini söyleyebiliriz.

Bunu söylerken insan toplulukları arasında bugün ortaya çıkan farklılıkların, hayatta kalış başarısı bakımından pozitif bir mesaj verse de bunun mutlak bir üstünlük içermediğini göz ardı etmemeliyiz. Yani bugün var olandan çok daha iyi olanların şu veya bu nedenle yok olmuş olabileceği ihtimalini yok saymayalım. Yakıp yıkılan medeniyetlerde nelerin kaybolduğunu tam olarak bilmiyoruz. Siyasal olarak mağlup olan toplulukların diğer alanlarda da mağlubiyeti getirecek durumda olduklarını söylemenin yanlışlığını anlamak için Moğol istilalarının sonuçlarını incelemek yeterli olabilir.

Ayrıca bugün Batı denen kültür havzasında, insanoğlu için yeryüzünde yürünebilecek en uygun yolun ta en başından beri diğerlerine göre daha iyi bilindiği söylenemez. Çünkü bugün başat hâle gelen yolun işaretleri dağınık biçimde birçok yerde mevcuttur. Bunu biraz açalım.

Ayrı Ayrı Çok Yerde Var Ama Neden Topluca Yok?

Kalkınma ve ilerleme tartışmalarında cevabı zor olan sorulardan biri, mikro düzeyde “ilerleme” olarak resmedilen her bir konuda benzer uygulamaların, kopuk kopuk dünyanın dört bir yanında farklı zamanlarda izine rastlamak mümkün olduğu halde (zenginlik getiren üretim yöntemleri, etkili hastalık teşhis ve tedavi usulleri, soyut ve felsefi düşünce pratikleri, adil idari ve hukuki uygulamalar, eşitlikçi gelir dağılımı, doğa dostu kalkınma politikaları, etkili eğitim kurumları, güçlü savaş aletleri ve teknolojileri… vb.) niçin son 300 yıldır Batıdakine benzer bir sonucun başka yerlerde değil de Batıda ortaya çıktığı sorusudur. Yoksa bugünkü medeniyet birikiminin unsurlarının izini sürdüğümüzde başta Anadolu, Mezopotamya, Çin, Mısır, Uzak Asya, Hint alt kıtası, Latin Amerika ve Afrika olmak üzere dünyanın değişik bölgelerine uğramadan bugüne gelinmeyeceği konusunda tarihçi ve antropologlar neredeyse hemfikir. Zira ilk bitki ıslahı ve hayvan evcilleştirmeleri, insanın görme kabiliyetini artıran ilk ev ve av aletleri, su kanalları ile toplu tarım, istikrarlı hayat sağlayan muhkem kaleler, çok amaçlı olarak kullanılan madenlerin keşfi, büyük ölçekli yerleşik nüfusun barınacağı yeraltı ve yer üstü büyük şehir tasarımları, saban, tekerlek, barut, kâğıt, tuz, sabun, kahve, şeker, kinin, patates, buğday, pusulanın keşfi, bağlayıcılığı olan hukuk sistemlerinin inşası ve muhakeme kabiliyetini geliştiren ve kültürleri kodlayıp gelecek nesillere aktaran destanlar, masallar veya hikâyelerin… vb. öncülerini bu farklı coğrafyalarda görmekteyiz. Başta Anadolu’da olmak üzere bugün harabe hâline gelmiş birçok eski yerleşim yerinin altında döneminin parlak ve büyük medeniyet uygulamaları yatıyor. Belki bir kısmının olduğu zamanki hâlini hiçbir zaman bilemeyeceğiz (geçmişin kozmik kamera kayıtlarını çözen bir kayıt sisteminin varlığı keşfedemez isek).

Yani, dünyanın dört bir yanında insanlar bugünü hazırlayan birçok keşif ve icatlar yapmış, dönemlerinde başka bölgelerde olmayan yenilikler gerçekleştirmiş, farklı alanlarda bugün bile sırları hâlâ tam olarak keşfedilemeyen (örneğin piramitler) harika işler başarmışlardır. İlk zamanlardan beri dalga dalga gerçekleşen küreselleşme süreçleri sayesinde birçok buluş ve icat bugün insanlığın ortak malı hâline gelmiştir. Ancak bu başarıların yoğunlaşarak tarihin kaydettiği en “büyük ilerleme” olarak resmedilen ‘bugün’ün oluşmasında bir araya geldiği yerin, dünyanın bu eski medeniyet merkezleri değil de Avrupa olmasının nedenleri hâlâ belirsizliğini muhafaza etmektedir.

Gelişmenin Tarihinde Bugün Olumsuz Görülen Kurucu Unsurlar da Var

Öte yandan, aynı “büyük ilerleme” sürecinde aktif rol oynamış ancak bugün “olumsuz” çağrışımı olan birçok unsur da var. Walter Benjamin bunu “her uygarlık belgesi aynı zamanda bir barbarlık belgesidir” meşhur cümlesiyle özlü biçimde ifade etmiştir. Medeniyet temsilciliği yapanlar işin ikinci yönünü hep unutma eğilimindedirler. Olayın her iki yönünü de kolektif hafızasında tutan toplumlar yok gibidir. Çünkü maşeri vicdanda ya kahramanlıklar ya da kendilerinin kahraman olmasını önleyenlerin barbarlıkları en büyük yeri alır.

Bu konu önemli çünkü geçmişte olmuş olmasına rağmen bugün insanların adeta yaşanmışlığını unutmak istediği birçok şeyin, bugün “büyük ilerleme” denen sürece hayati katkı sağlamış olması, bugün veya yarının nasıl inşa edileceğinde büyük bir ikilem yaratmaktadır. Belki de bu son “büyük ilerleme” aslında büyük oranda bu negatif unsurlar sayesinde mümkün olmuştur. Bu negatif unsurları sadece geçmişin bir parçası olarak görüp veya hiç olmamış sayıp, bugüne gelişi tam ve doğru anlayabilir miyiz? Başka bir deyişle bu olumsuz unsurları çıkardığımızda tarih şimdiki gibi olur muydu? Örneğin dünyanın farklı coğrafyalarından devşirilen (bir kısmı üzerinde o ülke yönetimlerine rağmen hâlen denetim sağlanmaya devam edilen) eskiden beri oralarda yaşayanlara ait olması makul olan doğal kaynaklara silah zoruyla el koyma; başta Afrika olmak üzere kolonileştirilen coğrafyalarda kullanılan ve bir kısmı da Batıya getirilen büyük ölçekli köle emeği; özellikle sanayileşmenin ilk yıllarında düşük ücret ve çok kötü çalışma koşullarında, günde 18 saate varan uzun çalışma süreleri; buluşlara zemin oluşturan sermaye birikiminin büyük oranda yüksek kârlar elde eden tekeller yoluyla sağlanması; ancak ülkeler arası ve ülke içi kanlı savaşların sonunda mümkün hâle gelen barış içinde birlikte yaşama deneyimleri… vb. olmasaydı bugün “büyük ilerleme” olarak alkış alan gelişmeler olabilir miydi?

Kısacası, sadece olumlu özellik atfedilen değil artık “bu çağda” hiç kimseye tavsiye edilemeyecek “olumsuz” faktörlerin de bugünkü “olumlu” kazanımların ortaya çıkmasına hayati düzeyde önemli katkıları var. Bu bağlamda belki de söz konusu “olumsuz” gelişmelerin olmadığı yerlerde (örneğin Osmanlıda) niçin “ilerleme” olmadığı sorusu hiç de anlamlı bir soru olmayabilir. Tıpkı, rakiplerini gözünü kırpmadan tek tek öldürerek büyük bir hükümdarlık kuran büyük bir “kahramanın” hayat hikâyesine muadil bir hikâyenin, kimseyi öldürmeye kıyamayan merhametli bir kişiden beklenememesi gibi. Bu bağlamda kendi tarihimizden bir örnek olarak bugün duyduğumuzda tüylerimizi diken diken eden “Acaba ‘kardeş katli’ uygulaması olmasaydı Osmanlının ömrü ne kadar olurdu ve tarihin akışı nasıl seyrederdi” sorusu üzerinde düşünmeyi (düşünce deneyleri yapmayı) deneyebiliriz.

Sonuç olarak, “büyük ilerleme”nin oluşum sürecine hayati katkısı olan ama bugünden geriye doğru bakıldığında negatif çağrışımları olan şeylerin tümüyle ayıklandığı steril bir ilerleme modelinin ortaya çıkarılmasının mümkün olup olmadığı iyi düşünülmelidir.3 Hemen aklınıza ar-ge gelecek biliyorum. Onun da masumiyetine ilerde kısaca değineceğiz.

Somut bir örnek olarak bugün tüm coğrafyalarda insanlığın ortak kazanımı olarak övgü alan Batı tipi demokrasilerin ortaya çıkışında, ulus devlet olma süreci içinde birbirine güç yetiremeyen toplumsal alt grupların aralarındaki çatışmaların yol açtığı ülke içi şiddeti ancak o yolla denetim altına alabilen, isyan ve iç savaşların kazandırdığı ayakta kalma deneyimleri, bugün hangi ülkeye tekrar yaşanabilir bir kurtuluş reçetesi olarak sunulabilir! Üstelik bu deneyimlerin çoğu, belirli toplumlara özgülüğü öne çıkan, yani benzer sorunlarla karşılaşan başkalarına garantili bir çıkış yolu sağlamayan özellikler gösteriyor.

“Etkin demokrasiler” geliştirmiş ülkelerin başka coğrafyalarda kendileri ile çıkar çatışması olan ülkelerde hiç tereddüt etmeden kendileri ile uzlaşan askerî veya sivil darbeleri desteklemeleri, hatta bizzat organize etmeleri; vekâlet savaşları görüntüsü altında kendi çıkarlarına hizmet ettiğini düşündükleri terör örgütlerini finanse etmelerinin çelişkilerini göz ardı etsek de, bugün dünyanın birçok yerinde yaşanan bu iç savaş ve çatışmaların sonunda o ülkelerde yaşayanlar için Batıdakine benzer bir şiddet ve kaostan kaçış deneyimi kazandırıp kazandırmayacağı hâlâ meçhuldür. Yani bu iç savaşlar, o toplumlara Batıdakine benzer bir “uzlaşma kültürü” getirebileceği gibi onları bir arada yaşayamayacak biçimde bitirebilir de. Zira elimizde her iç savaşın veya belirli aralıklarla tekrarlanan yahut belirli bir süre devam eden iç savaşların, sonunda çatışan gruplar arasında uzlaşma ile sonuçlanacağını gösteren bir kural yok. Kendi iç dinamikleri yanında gerektiğinde “uzak düşmanla” işbirliği yapılarak körüklenen iç çatışmaların birçok parlak topluluğu tarihten sildiğini unutmayalım. Kısacası, bugün iç savaş ve çatışma yaşayan toplulukların içinden geçtiği tarihsel süreç Batınınkiyle aynı olmak bir yana benzer bile değil. Çünkü bu toplulukların birbirleri ile ve kendi içlerinde çatışma hâlinde olmalarının sebepleri arasında Batının onlarla olan bugünkü ilişkilerinin de önemli rolü vardır. Bunu görmek için birleşmiş milletlerde yapılan oylama sonuçlarına veya daha somut olarak son 20 yılda başta Irak ve Suriye olmak üzere Ortadoğu’da olup bitenlere bakmak yeterlidir. Dünyanın farklı yerlerinde bugünün birçok iç çatışmasının arkasında, “gelişmiş” ülkelerin mevcut statükoyu devam ettirmeye dönük politikalarının rolü büyüktür. Bu durum, geçmiş deneyimin bugüne uyarlanmasının bir bilme sorunu olmadığını göstermesi bakımından önemlidir.

Burada ilk dikkat çekmek istediğimiz konu, hepimizin içinde yer aldığı bu küresel “ilerlemelerin” efradını cami ağyarını mani bir teorisini yapmanın zorluğu göz önüne alındığında, neden bazı toplumların zamanında bu gelişmelere ev sahipliği yapamadığı anlamında “geri” kalmış olmalarının sebeplerini ortaya koyan kapsamlı bir teori ortaya koymanın çok daha zor olduğudur. Çünkü analiz edilecek kitle o kadar geniş bir coğrafyaya yayılmış ve farklı ekonomik, politik ve kültürel unsurlar barındırıyor ki, bunlar arasında onları ortak paydada buluşturan bu “geri kalmanın” ana sebeplerini bulmak ve onlara yol açan alt faktörleri tespit etmek nerdeyse imkânsız. O sebeple içlerinde Müslümanların da bulunduğu “geri kalmış” toplumların geri kalmışlık nedenlerini bulmak iğne ile kuyu kazmak gibi bir şey.

Burada akla gelen ilk çözüm olarak, gerçekleşmiş olan süreçlere bakarak buradan olmayışın sebeplerini çıkarmayı denemek geliyor. Yani bir şeyin bir yerlerde nasıl yapıldığı bilgisinden yola çıkarak başka yerlerde yapılamayışını açıklamaya çalışmak. Bu yöntem hem olgusal hem de bazı mantıksal zorluklar içeriyor. Aynen bir kişinin aklına bir fikrin geldiğini bilmenin, başkalarınınkine niçin gelmediğini açıklamak için yeterli olmaması gibi. Nedensellik içermeyen betimsel açıklamaları sebep-sonuç ilişkisiymiş gibi sunmak doğru değil. Peki, bu durumda bu konuda hiçbir şey söylemeyelim mi? Yok, onu demiyoruz. Söyleyelim ama her şeyi biliyormuşuz edasıyla ve büyük laflar ederek söylemeyelim. Koca tarihin yükünü birkaç değişkenin sırtına yükleyerek işin içinden sıyrılmanın doğru olmayacağının farkında olalım. Bilgimizin sınırlarının farkında olduğumuzu hissettirelim.

Sonuç olarak “gelişme” veya “ilerleme” bağlamında ne olduğunu epeyce biliyoruz ama niçin olanın başka yerde değil de olduğu yerde gerçekleştiğini tam olarak bilmiyoruz. Bu durum bize, gelişmenin niçin başka yerlerde olmadığı sorusunun cevabının pek de kolay verilemeyeceğini gösteriyor.

Bu durumda şöyle bir manzara ile karşılaşıyoruz: “İleri gitmenin” bile niçinlerini tam bilemiyorsak “geri kalmanınkileri” onların yokluğu olarak sıralayabiliriz. Bu da bir açıklamadır, ama ne işe yarayacağı biraz şüphelidir. Niçin şüpheli olduğuna bir sonraki yazıda değineceğiz.


[

Ömer AKPINAR –

24 Şubat 2021 tarihinde başlayan Rusya’nın Ukrayna saldırısını sabah telefonuma gelen bir mesajla öğrendim. Hemen televizyonu açtım ve Kiev’de çalan uzun sirenleri dinledim. Bir anda Birinci Körfez Savaşına gittim. Bağdat’ın bombalanması esnasında çalan sirenlerle aynıydı. İkisi de dehşet vericiydi ve ikisi de kanımı dondurmuştu. Ancak çocuk aklımla gördüğüm kötülüğü şimdi terimlerle görüyordum. Ölüme bir isim veriyor ve düşen bombaya stratejik anlam yüklüyordum. Hangi ülkenin nasıl bir hesabı olduğunu anlamaya çalışıyor, kimin kârlı kimin zararlı olduğunu hesap ediyordum. Fakat bu okuma doğru bir okuma değildi. Durduğum yer, düşünce biçimim ve algılarım doğru değildi. Bir şey eksikti savaşı kavrayışımda. Fark ettim ki hem çocuk aklımda hem de bugünkü anlayışımda insanların tarih yapma süreçlerini irdelerken insan faktörünü göz ardı ediyorum. Yani okumalarımda insan eksikti.

Siren, sadece şehirleri korkunç kılmıyordu. Çünkü siren evinde uyuyan insana ölme sırası sende diyordu. Yarın sabah okula gitme hayali kuran çocuğa korku duygusunu öğretiyordu. Gündelik yaşamın artık gündelik olmaktan çıktığını ilan ediyordu. Ev almak, arabanın bakımını düşünmek, halı saha maçı, tencere takımı, kayınvalidelere ziyaretler, sabah işe gitmeler …. Tüm hayat pratiği ve bu pratiklerle ortaya çıkmış, ortaya çıkmasıyla kişiliği oluşturmuş duygu ve davranışlar bir anda anlamsızlaşıyordu. İyi pişmediği için yemeği değiştiren insan bir hafta içinde çiğ et yemeye, karıncayı bile incitmeyen bir insan gözünü kırpmadan insan öldürmeye başlıyordu. O siren, İsrafil’in ruha üflediği Surdu. Musa’nın içindeki Yofiel ölüyor, yerine Leviathan diriliyordu.

İnsan bir hayat yaşar ve ancak okuyarak başka hayatların nasıl olduğunu anlayabilir dedim. Öyleyse savaşı anlayabilmek için haberleri takibi bırakıp okuma yapmam gerektiğini anladım. Şüphesiz okuyacağım kitaplar tarih veya siyaset kitabı olmamalıydı. Kitaplar insanı anlatan, insanın hayat içinde nasıl davrandığını ve ne düşündüğünü açıklayan türden, yani roman olmalıydı. Bu sebeple hemen Tolstoy’un Savaş ve Barış (Война и мир) kitabını elime aldım. Daha önceleri okuduğum bu kitabı savaş bağlamında okuduğumda apayrı bir dünya gördüm.

Tolstoy’a Göre Tarihçi ve Romancı Farkı

Tolstoy Savaş ve Barış kitabında, 1812 yılında gerçekleşen ve beş buçuk ay süren Napolyon’un Rusya seferini anlatmıştır. Oysa Tolstoy kitabı 1867 yılında yayımladı ve iddiasına göre beş yıl süren yoğun bir çalışmanın ürünü olarak ortaya çıktı. Yine kendi iddiasına göre kitaba hazırlanırken savaşa katılan askerlerle görüştü ve hükümet kurumlarının raporlarını dinlediği hikâyelerle karşılaştırdı. Tolstoy Napolyon’un işgal girişimini göremeyeceğine göre savaşın canlı tanıklarının çok azını Napolyon’un işgal girişimine katılan insanlardan, çoğunu Kırım Savaşındaki (1853-1856) askerlerden veya sivillerden dinlemiş olmalı. Rusya için ağır sonuçları ve büyük askerî kayıpları olan bu savaşın hem tanıklıkları hem de sosyal yapıyı etkileyiş biçimi Tolstoy için önemli bir laboratuvar olmuş anlaşılan.

Tolstoy kitabın ilk bölümünde romancı ile tarihçi arasında kıyas yapar. Yazdıklarının tarihçilere göre tutarsızlık barındırdığını itiraf eder ancak esas tarihçilerin tutarsız olduğunu belirtir. Çünkü tarihçi ve sanatçı tarihî olayı anlatırken apayrı iki amaç peşindedirler. Tarihçiler için tarihî amacı gerçekleştiren bir kişi vardır. Sanatçı içinse kahraman diye birisi olamaz, sadece insan vardır. Tarihçi zamanı manipüle eder. Tarihsel kişinin tüm eylemlerini bir amaç içinmiş gibi sunar. Oysa sanatçı tarihî bir durumu değil tarihi gerçekleştiren kişiyi anlamaya ve onu kavramaya çalışır. Tarihçi olayın sonuçlarıyla uğraşır, sanatçıysa olayın kendisiyle. Örneğin bir savaş olduğunda tarihçi çeşitli komutan ve generallerin raporlarına başvurur. Oysa bu raporlar romancı için hiçbir şey ifade etmez. Bir sanatçı için başarılı bir geri çekilmede acı çeken bir askerin tuttuğu not, çekilme emrini veren generalin raporundan daha değerlidir.

Tolstoy’un savaşlarla ilgili en önemli tespiti de savaşan askerlerin yaşadıkları olayları bilerek manipüle etmeleridir. Bir savaştan hemen sonra, ertesi gün veya daha sonraki birkaç gün, raporlar yazılmadan önce askerlerle konuşulduğunda karmakarışık bir duygu hâli ile karşılaşılır der Tolstoy. Ancak raporlar yayınlandıktan sonra aynı askerler söylemelerini raporlara göre yeniden kurgularlar. Birkaç ay sonra olaylar genellikle kahramanlık hikâyesine dönüşür.

Tolstoy tarihi bir olayda tarihçilerin kişilere gereksiz bir anlam yüklediğini ifade eder. Yani 1812 olayları ne Napolyon’un fetih anlayışı yüzündendi ne de Çar 1. Aleksander’ın vatansever savunmasındandı. Milyonlarca insanın birbirini boğazlamak için kavga ettiği ve yarım milyon insanın ölümüne sebep olan şey birkaç insanın istenci olamaz. Bu savaş doğanın kuralıydı. Tüm özgür irademizle ortaya koyduğumuz davranışlar kendini mutlak gerçekleştirecek olan olayların parçası yapar. Davranışlarımız ne kadar soyutsa o kadar özgürdür. Ne kadar somutsa o kadar başkasına bağlı olan davranışlarımız nihayetinde bizim de bir parçası olduğumuz, ancak tek başına kararını veremediğimiz büyük olayların parçasıdır. “Bizi türdeşlerimize bağlayan en güçlü, en yıkılmaz, en ağır ve en sürekli bağ, güç ve iktidar denilen şeydir ve güç ele alındığında başkasına olan en önemli bağımlılığımızın dile gelişinden başka bir şey değildir.”

Tolstoy’la Ukrayna Savaşı Üzerine

Tolstoycu bir tarih okumayla Ukrayna savaşına bakılırsa ordulara ve liderlere önem atfetmeye ara vermemiz gerekir. Mesela bugün devam eden savaşı elektriği kesilmiş bir insanın akşam yemeğini pişirme kaygısı üzerinden okumamız gerekir. Böylesi bir okumanın görüntü ve seslerini sosyal medyada binlerce kez bulabiliriz. Bu bulguların sonucu olarak şunu görürüz ki Ukrayna ve Rusya arasında asimetrik bir insani durum söz konusu. Yüzbinlerce ölen veya yaralanan askerine rağmen Kızıl Meydanda “Feda olsun” şarkıları söyleyen Ruslara karşılık sığınaklarda veya susuz, elektriksiz evlerde yaşayan yaşlı Ukraynalılar. Bir tarafta adı on binde bir denk gelme ihtimali olan askere alınma riski, diğer tarafta mutlaka asker olma hâli. Bir tarafta kış korkusu diğer tarafta Noel sevinci.

Savaş sahasına bakıldığında, Herson’dan çekilen Rus Ordusu, İzium’a (Üzüm) giren Ukrayna Ordusu görmeyiz. Orada neden bulunduğunu anlamaya ve bir sonraki davranışını o büyük hikâyenin parçasına eklemeye çalışan insanlar görürüz. Bir Ukraynalı veya Rus asker bir ev gördüğünde, o evden kendisine bir mermi gelip gelmeyeceğini tahmin etmesi, o askerin o coğrafyada var olması gerekip gerekmediğini de anlatır. Eğer görüntülerde izlediğimiz askerler evleri değil araziyi sığınak görüyorsa o savaşı o asker çoktan kaybetmiş demektir.

Savaşta devletler daha tarihî olay ortaya çıkmadan gerçekleri manipüle etmektedir. Savaş aynı zamanda halkla ilişkiler savaşıdır. Bu sebeple Tolstoycu bakışımızı en çok zorlayan kısım savaşan insanların gerçekliği çarpıtma ihtimalidir. Post-truth çağ olarak ifade edilen bu çağda savaşı anlamamız için daha farklı bakış açılarına ihtiyacımız vardır. Bu konuda bizlere günümüz sanatçıları yardım etmelidir. Herkes silah lojistiğine odaklanmışken bir sanatçı veya romancı ekmek lojistiğini göstermelidir. Herkes dron silahları anlamaya çalışırken bir sanatçı cep telefonunun şarjına odaklanmalıdır vb. Bu sebeple büyük anlatılardan küçük insan hikâyelerine odaklanmamız bizlere savaş hakkında daha gerçekçi bilgiler verebilir.

Son olarak savaşın Putin ve Zelenski arasında bir satranç olarak görülmesi yanlışlığıdır. Tolstoy tek tek insanların iradesindense, tarihin, tüm eylemleriyle bir ülkede yaşayan tüm insanların kararları sonucu olduğunu söyler. Yani tarih Ukrayna ile Rusya arasında bir savaşı kaçınılmaz kıldı. Bu iki halk tüm eylemleriyle başlaması muhtemel savaşa kendini yönlendirdi. Zelenski tiyatro oyuncusu değil uluslararası oyunun oyuncusu olmalıydı ve oldu. Putin Doğu Almanya’nın ajanı değil derin Rusya’nın adamıydı ve oldu. Yüzyıllarca birikmiş hesap bugün görülmeye başlandı. Bu yüzden kanı ve dini aynı iki halk birbirine bu kadar gaddar davranabiliyor.

Hikâye Üzerinden Ukrayna ve Rusya Savaşı

Savaş ve Barış kitabına bakıldığında şu anlaşılmaktadır ki Putin, Lavrov veya Şoygu bu kitabı okumamışlar. Eğer okumuş olsalardı ellerinden geldikçe savaşı geciktirir veya stratejilerini farklı kurgularlardı.

Birinci olarak hikâyede Napolyon kendi yarattığı Leviathan’la mücadele ediyordu: Ulus devlet. Toplumsal yapısı ve bilinç dünyası köleler ve prensler üzerine inşa edilmiş Rus toplumuna millet olma fırsatı vermişti. Prens Nikolay köpeğini överken onu üç aile can karşılığında aldığını söylüyordu. Yani aristokratlar için bir köpeğin ederi yaklaşık otuz insandı. Soyluların gözünde o kadar değeri olan köylüyle Nikolay cephede birbirini korumaya başladı. Birbirini anlamaya başladılar. Aynı şekilde Avrupa’nın en yolsuz ve en millî bilinci zayıf ülkesi olan Ukrayna bugün kendini yaratıyor. Ülkeyi kumarhaneye çeviren oligarklar bugün en sıradan insanla aynı cephede savaşıyor. Yani Rusya kendi eliyle bir Ukrayna milleti yaratıyor. Doğudaki Harkivli batıdaki Livivliye sığınıyor. Odesa’da Rusya destekçisi insan Rusya yüzünden erzak kolisi almak için Ukraynalı komşusuna gidiyor. Lümpen hayatlar konu dışı tutulursa sorgulayıcı bireyler belki yüzyıl sürecek ulus inşasını ve kader birliğini savaş sebebiyle hızla gerçekleştiriyorlar.

İkincisi, hikâyede aristokratların evlerinde Fransızca konuştuğu söyleniyor. Çünkü Rusça kölelerin veya köylülerin dili olduğu için aşağılanıyor. Ancak savaşla birlikte aristokratlar özel hocalar tutarak çocuklarına Rusça öğretmeye başlıyorlar. Balolarda kimi aristokratlar Fransızca konuşmaktan ar ediyor. Bugün Ukrayna’da Rusça için de aynı durum söz konusu. İki dil birbirine çok yakın ve Rusya’nın Neonazi iddiasının altında da Rusçaya karşı Ukraynalıların negatif tutumu var. Hâlbuki bugün Rusça nefret objesi. Savaş sonrası antlaşmalara girse dahi Ukrayna’da Rusçadan bahsetmek imkânsız olacaktır. Ülkedeki tüm Rus heykelleri ve anıtları zaten yıkıldı. Şimdi soyut kültürel değerler bile dışlanmaya başlandı. Savaş, ulusal ve uluslararası arenada yeni ve güçlü bir dil yarattı.

Üçüncü olarak hikâyede herkes bedel ödemektedir. Hikâyenin başkarakteri Andrey kahramanca savaşarak yaralanır ve ölür. Oysa Nataşa ile evlilik hikâyeyi okuyan için en doğal sonuçtur. Kaderi Nataşa’nın kollarında ölmektir. Bu ölüm Andrey için bir tercihtir. Acıyı sıradan bir Rus köylüsü gibi tüm aristokratlar da yaşamıştır. Kimse kimseden daha ayrıcalıklı değildir. Bugün aynı durum Ukrayna için de söz konusudur. Şüphesiz Daron Acemoğlu’nun “Ulusların Düşüşü” kitabında incelediği Amerikan İç Savaşındaki duruma yakındır. Elitler bir şekilde en az ölürler. Ancak Ukrayna savaşında ortaya çıkan ve sıradan bir Ukraynalının algıladığı, yeşil elbisesinden ve kirli sakalından vazgeçmeyen Zelenski portresidir. Kravatlı Putin Kremlin’i temsil ederken kamuflajlı Zelenski sahadaki askeri temsil etmektedir. Halklarına karşı zihinsel üstünlüğü Zelenski ele geçirmiştir ve daha da önemlisi her türlü acıyı halkına çare diye sunabilmektedir.

Son olarak Napolyon’un askeri harekâtının kendisi dikkat çekicidir: Beş buçuk ay boyunca hiçbir çatışmayı kaybetmeyen Napolyon, altı yüz elli bin kişilik orduyla gelip ancak yetmiş biniyle geri dönebilmesidir. Ölen ve kayıplarla yaklaşık beş yüz seksen bin askerini kaybetmiş ve devamında da tüm iktidarı elinden gitmiştir. Zira 1814’te Rus askerleri Paris’e girmiştir. Rusya Kiev’i almaya çalışırken Moskova’yı kaybeder mi bilinmez ama görünen o ki bir kısım Ukrayna toprakları Rusya’da kalacak. Reel politik olarak Ukrayna’nın da zorlanmayacağı bir sonuç olur bu. Fakat bugün Rusya’nın elinde tuttuğu yerler Rusya için de çok gerçekçi değildir. Çünkü Ukrayna askeri Rus askeriyle çatışırken Rus askeri sadece Ukrayna askeriyle değil oranın ağacıyla, kedisiyle, çocuğuyla, deresiyle savaşmaktadır. Kendi bedeni hariç her beden ona düşmandır. Bu sebeple ev ev, köy köy, kasaba kasaba işgal edilen bir coğrafya elde tutulamaz. Bir coğrafi denge sağlanacak ve ateşkes kararı alınacaktır. Ukrayna barış antlaşmasına uzun süre yanaşmayacak ve tüm Ukrayna yıllarca işgal edebiyatı yapacaktır. Bu işgal ve işgalin işlenişi birkaç nesle nefret olarak miras bırakılacaktır. Tarih fırsatını verdiğinde Rusya’ya bu günler hatırlatılacaktır.

Orada bir Ukrayna vardı Rusya’da uzakta. Gitmeseler de görmeseler de o Ukrayna Rusların Ukrayna’sıydı. Oysa bugün sadece Ukraynalıların bir Ukrayna’sı var. Savaşı kaybederken kazanan bir Ukrayna. Rus edebiyatçıları veya sanatçılarını kendi torunları okumuyor, dinlemiyor veya anlamıyor bana sorulursa. Başta da Tolstoy. 19. yüzyılda bir avuç entelektüeliyle Puşkin, General Kutuzov, Çaykovski, Tolstoy, Gogol vs. yetiştiren Rusya, yüz kırk milyondan fazla nüfusu ve yüzde yüze yakın okur-yazar oranına rağmen Rahmaninov’dan sonra bir isim duyuramadı. Tolstoy’un dediği gibi her eylemimiz genel iradeyi besliyor belki. Bir paçozluk (Alev Alatlı tanımıyla) bir ülkeyi sardı mı ondan kurtulmak zor oluyor. Ama derin Rusya’nın derinliği entelektüellerinde gizli. O entelektüel derinlik daha büyük sorunlara yol açmadan Ukrayna’yı yaratan daha az derin Rusya’ya yön verecektir.