Metin Toprak –

Bu yazıda, Türkiye’nin ekonomi, siyaset ve hukuk performansı bakımından uluslararası görünümünü, yayımlanan metrikler ışığında değerlendireceğim. Derecelendirme kuruluşlarının bu konudaki yayınlarını sürekli izleyen birisi olarak, Türkiye’nin yapısal nitelikte zorluklarının olduğunu; örneğin siyasal otoritenin tanımlı yetkisinin meşruiyeti, güçler ayırımı, devlet organlarının kurgu ve ilişki tasarımının etkinliği, din-devlet ilişkileri, devlet-sivil toplum ilişkileri, mülkiyet ve zenginliğin kaynağı, etnik ve dinî gruplara yönelik kimlik meşruiyeti gibi temel alanlarda söz konusu zorlukların çok güçlü düzeyde kendisini hissettirdiğini düşünüyorum. Türkiye’de, Osmanlıdan bu yana yapılan reformlar Batıda verdiği sonuçları verememiştir. Demokrasi, cumhuriyet, özel mülkiyet, planlı ekonomi, serbest piyasa modeli, özelleştirme, kamu-özel işbirliği modeli, dinî ve sivil özgürlüklerin özendirilmesi, hukuk reformu, kamu yönetiminde reform, etnik-temelli çatışmalara dayalı çözüm süreci, uluslararası ilişkilerde geliştirilen inisiyatifler vb. barışçıl ve refah artırmayı amaçlayan girişimlerin neredeyse tamamı çok düşük bir performansla neticelenmiştir.

Özgürlük ve refah vadeden bir siyasi iktidarın dışa kapanmacı ve otoriter bir vizyona evirilmesi mümkün mü?

Temel yapısal sorun alanları ve bunlara yönelik reform girişimlerinin tasarım ve uygulanmasında, inisiyatif sahibi toplum kesimlerinin (sivil toplum, devlet elitleri, siyaset, ekonomi oligarkları) konulara asimetrik yaklaşımlarını, birçok sorunun esasen bir yüzleşme olduğunu kabul etmemelerine veya farkında olmamalarına ve bunun da ötesinde daha ziyade günü kurtarma saikıyla hareket etmelerine bağlıyorum. Bu kısa vadeli ve dar bakış açısı, bir stratejik davranışa dönüşmüş durumdadır. AK Parti, AB üyeliği yolunda, kendisinden önce Özal hükûmetlerinin de denediği gibi, yukarıda sıralanan ana sorunların tamamına el atmış, AB üyeliği sürecindeki hukuk, ekonomi ve siyaset alanına ilişkin reformlar, yeniden yapılanma, fiziki ve sosyal altyapı yatırımları, yabancı sermaye yatırımları, açılım süreci alanlarında farklı düzeylerde uluslararası camiadan da alkış alan başarılara imza atmıştır. Ne var ki, 2012 başlarında artan gerilim ve 15 Temmuz 2016 askerî darbe girişimiyle birlikte kazanımların çoğu ters yüz olmuş ve Türkiye büyük bir ivme kaybetmiştir.

Dünya bir hayli antidemokratik!

Türkiye, demokrasi alanındaki gerilemede dünyada yalnız değil. The Economist Dergisi, ülkelerin 2020 yılında demokrasi performanslarını ve görünümlerini yayımladı. Buna göre, dünyadaki ülkelerin 23’ü tam demokrasi, 52’si kusurlu demokrasi, 35’i kırma (hibrit) rejim ve 57’si de otoriter rejimle yönetiliyor. Buna göre, dünya nüfusunun %36’sı otoriter rejimler, %15’i kırma rejimler, %41’i kusurlu demokrasiler ve %8 civarındaki kısmı da tam demokratik rejimlere sahip ülkelerde yaşıyor. Türkiye ve Orta Doğu ülkelerinin tamamının notu 10 puan üzerinden 5 ve altındadır. Bekleneceği gibi Batı Bloku ülkelerinin notları 7 ve üzerindedir. Malezya, Endonezya, Hindistan, Güney Afrika ve Latin Amerika ülkeleri gibi gelişmekte olan ülkelerin çoğunun notları da 6-8 arasında değişmektedir. Rusya, Çin, İslam ülkeleri ve Afrika ülkeleri en düşük demokratik performansa sahip ülkelerdir.

Çin, Hindistan ve Uzak Asya’daki diğer yükselen ekonomiler, dünya üretim merkezi olma yolunda hayli mesafe almış durumdalar. Ancak üretim ve ticaret üssü olmak ve rol model olmak, insanların yurttaşı olmayı arzulayacakları bir devlet olmak için yeterli olmamaktadır. Demokrasi endeksinde beş boyut yer almaktadır: Seçim süreci ve çoğulculuk, işleyen bir hükümet, siyasi katılım, siyasi kültür ve sivil özgürlükler. İskandinav ülkelerinin başı çektiği listede Yeni Zelanda, Kanada, Danimarka, İngiltere, Hollanda, İsviçre, Almanya, Şili, Japonya ve G. Kore gibi gelişmiş ekonomiler en yüksek performansa sahip tam demokrasiler olarak öne çıkmaktadır. Kusurlu demokrasiler arasında Fransa, ABD, İsrail, İtalya, Belçika, Hırvatistan, Hindistan, Singapur, Endonezya, Tayland, Arjantin gibi gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler yer almaktadır. Kırma rejime sahip ülkeler Bangladeş, Ukrayna, Hong Kong, Senegal, Fas, Bosna Hersek, Pakistan, Türkiye, Lübnan, Nijerya ve benzeri ülkelerdir. Otoriter rejime sahip ülkeler ise Mali, Filistin, Kuveyt, Cezayir, Irak, Etiyopya, Rusya, Çin, İran, Sudan, BAE, S. Arabistan, K. Kore, Kongo DC, Özbekistan gibi mutlakıyetçi ülkelerdir. Etnik ve dinî çoğulcu yapılara sahip olan Fransa, ABD, İtalya ve Belçika gibi gelişmiş ekonomiler potansiyel çatışma alanlarına yönelik çözümde başarısız olabilmekte ve demokrasileri kusurlu olarak etiketlenebilmektedir.

Türkiye: Kusurlu demokrasiden kırma demokrasiye

Türkiye’nin AB ile uzun süreli tam adaylık ilişkisi, Batı kurumları içinde uzun bir süredir bulunması ve ekonomik, siyasi ve sosyal alanlarda sürekli reformlar yapması, ne yazık ki, tam demokrasiye sahip ülkeler arasına girmesine yetmemiştir. AK Parti iktidarının 2012 yılına kadar olan kısmında, Türkiye, uluslararası camiada, ekonomik, siyasi ve toplumsal göstergelerde bazen ılımlı bazen çarpıcı performans göstermiştir. Ne var ki, 2012 yılında (7 Şubat) FETÖ yargısının istihbarat şefini tutuklama niyetiyle ifadeye çağırmasından itibaren gerginleşen siyasi ortam, birçok meydan okuma ve 15 Temmuz 2016 askerî darbe girişimi ve sonrasında başlayan tasfiyeler, tutuklamalar ve müsadereler Türkiye’yi hem içerde hem dışarıda büyük bir meydan okumayla karşı karşıya bırakmıştır. Türkiye, her ne kadar 2012 yılından itibaren, örgütlenmesini dine dayandırdığı varsayılan bir grubun hükümete açık bir meydan okumasıyla gerginlikler ve çatışmalar yaşamışsa da, uzun dönemde ülkenin demokrasi performansının çok değişmediği, kısa süreli iyileşme ve gelişmelere rağmen uzun dönemli düşük performanslı trendine tekrar döndüğü söylenebilir.

Osmanlıda Tanzimat ve Islahat fermanlarıyla somutlaşan ve askerî darbelerin eşlik ettiği reformlar, Cumhuriyet rejiminde de, tek parti dönemi hariç, benzer şekilde devam etmiştir. Menderes ve Özal dönemleri sadece reform hareketleri ile öne çıkarken, Atatürk ve Erdoğan dönemlerinde hem reformlar yapılmış hem de rejim değişikliğine gidilmiştir. Batı dünyası, Atatürk dönemini, otoriter ve arkaik bir rejim olarak gördüğü Osmanlının tasfiyesi olarak kabul ederek övgüler düzerken; Erdoğan dönemini demokraside geriye gitme olarak görmekte ve rejimi kırma demokrasi olarak nitelemektedir.

Türkiye’nin çok partili hayata geçişinden bu yana gerçekleştirdiği reformlarda sürdürülebilirlik hep sorun olmuştur. Belirli aralıklarla depreşen reform yapma iştiyakının yol açtığı yılgınlık ve yorgunluk, siyasetin ve bürokrasinin enerjisini önemli ölçüde tüketmiştir. Daha çok AB’nin telkinleriyle dışarıdan ve Türkiye’nin bir ihtiyacı ve talebi üzerine ön koşul olarak ortaya çıkan, tek seferlik ve yasak savma kabilinden yapılan reformların sürdürülebilirliği ve uzun vadeli etkileri de haliyle sınırlı olmaktadır. Sistemin düzenli gözden geçirme ve alınan önlemlerle sürekli iyileşmeye gitmesi şeklindeki reform tasavvuru söz konusu olmadığı için, AK Parti gibi göbek adı reform olan bir parti dahi, bugün uzun bir nekahet döneminden sonra, hukuk ve ekonomi reformlarından tekrar bahsetmeye başlamış, bunun da gerekçesini değişen dünya koşullarına uyum olarak açıklamıştır. Türkiye’nin demokrasi performansı 2006-2012 arasında dünya ortalamasının üzerinde iken 2013 sonrasında bariz şekilde dünya ortalamasının altındadır (Grafik 1).

Ekonomik dönüşüm ve dijital becerilerde negatif ayrışan Türkiye

Dünya Ekonomi Forumu tarafından yayımlanan Küresel Rekabetçilik Raporundaki analize göre, 11 göstergeden oluşan ekonomik dönüşüme hazır bulunuşluk endeksinde, Türkiye OECD ülkeleri arasında en düşük skora sahiptir. Dünyada en yüksek puan 69,9 ile Finlandiya’ya aitken, Çin 65,5, Almanya 62,9, ABD 62,2, Japonya 61,9, İngiltere 61,4, Hindistan 49,5, Meksika 46,9 ve Türkiye 45,2 puana sahiptir. Bütün ülkelere aynı ölçütler uygulandığına göre, en azından Türkiye kendi klasmanındaki ülkeler ile karşılaştırılırken adaletli bir değerlendirme yapılacağı söylenebilir (Grafik 2).

Dünya Ekonomi Forumu Küresel Rekabetçilik Raporunda, aktif nüfus içinde dijital beceriye sahip olanlar ile otomasyon riski taşıyan işler bakımından Türkiye gelişmiş ülkeler ve yükselen piyasalar arasında en dezavantajlı ülke durumundadır. Türkiye’de 2017 ve 2020 yılları karşılaştırıldığında dijital becerilerde oransal olarak bir artış gözlenmemektedir. 2017 yılına göre dijital beceri oranı düşen ülkeler arasında Yeni Zelanda, ABD, İngiltere, Hollanda, İsrail, Japonya ve Almanya’nın bulunması dikkat çekicidir. 2020 yılında 2017’ye göre dijital becerileri artan ülkeler arasında Finlandiya, Danimarka, Belçika, G. Kore, Slovenya ve Slovakya bulunmaktadır. Ekonomilerin dijitalleşme düzeylerinin 2017 yılındaki zaten yüksek olan düzeyleri, bu düzeyi artırmanın giderek daha güç olmasından kaynaklanıyor olabilir. Ancak, dijitalleşme düzeyleri 2017’de yeterince yüksek olmayan ülkelerde meydana gelen dijital beceri artışları, kendini performans olarak gösterecektir. Ülkeler arası karşılaştırmalarda bu hususun göz önünde bulundurulması yararlı olacaktır.

Türkiye, 15 Temmuz darbe teşebbüsünden sonra yoksullaştı mı?

Türkiye’nin refah düzeyi AK Parti iktidarı döneminde, 2008 büyük resesyonunun etkisi göz ardı edilirse, 2016 darbe teşebbüsüne kadar sürekli bir artış trendi izlemiştir. Ancak, 2016 darbe teşebbüsü ve 2018’de uluslararası piyasalarda meydana gelen olumsuz gelişmeler, Türk ekonomisinde kalıcı ve dirençli bir gerileme trendi ortaya çıkarmıştır. 2018 yılından itibaren Türkiye’nin refah düzeyi 2007 yılının gerisine düşmüş durumdadır (Grafik 3).

Volatilitesi yüksek, düşük kaliteli ekonomik büyüme

Sabit TL ve cari ABD Doları cinsinden millî gelirdeki yıllık değişme, refah endeksi hesaplamasına paralel bir trend vermektedir. Türkiye’de görece yüksek enflasyon ve döviz kurunda meydana gelen dalgalanmalar, ekonomik büyümenin kalitesini düşürmekte ve ekonomik karar alıcıların geleceğe yönelik öngörülerini yüksek belirsizlik nedeniyle zafiyete uğratmaktadır. Nitekim 2003-2020 arasında ekonomik büyümenin TL cinsinden volatilitesi, ABD Doları cinsinden ekonomik büyümenin volatilitesinin yarısından daha azdır. Bu da, döviz kurunda meydana gelen dalgalanmanın ekonomik büyümenin kalitesini bozmada çok önemli bir faktör olduğunu göstermektedir (Değişim katsayısı sabit TL fiyatları cinsinden ekonomik büyüme için %95 iken, cari ABD Doları cinsinden ekonomik büyüme için %220’dir) (Grafik 4).

Kişi başına gelir cari dolar fiyatlarıyla düşüyor, sabit dolar fiyatlarıyla artıyor!

Gelir düzeyi bakımından uluslararası karşılaştırmalarda ABD Doları cinsinden cari ve sabit fiyatlar kullanılır. Türkiye’de kişi başına düşen gelir cari fiyatlarla ABD Doları cinsinden 2014 yılından itibaren sürekli bir gerileme yaşamaktadır. Buna göre, 2020 yılında kişi başına düşen milli gelir 2006 yılının gerisine düşmüş durumdadır. Sabit TL fiyatları cinsinden kişi başına düşen milli gelir 2017-2019 arasındaki üç yılda yatay seyretmiş ve 2020’de küçük düşüş yaşamıştır. Yine, satın alma gücüne göre düzeltilmiş ABD Doları cinsinden seri, sabit TL cinsinden seri ile bire bir doğrusal ilişkili olduğu için aynı trendi izlemiştir (Grafik 5).

Ülkelerin uluslararası piyasalarda borçlanma maliyetleri için bir ölçü olan kredi risk primi (CDS), Türkiye bakımından akran ülkeler ve gelişmiş ülkeler arasında en yüksektir. CDS priminin yüksek olması, uluslararası finans piyasalarından daha yüksek faizle borçlanma anlamına gelmektedir. Finans piyasalarındaki yatırımcılar, yatırım kararlarında, ülkelerin CDS primlerini dikkate alırlar. Ekonomik ve siyasi yapısı istikrarlı, tasarruf-yatırım dengesinde sorun yaşamayan, döviz kazandırıcı ve harcayıcı faaliyetleri dengelenmiş olan, dış borçları çevirmede belirli bir istikrara sahip olan, hukukun üstün olduğu, işleyen etkili bir hükûmete sahip ülkelerde CDS priminin düşük olması beklenir. 8 Şubat 2021 tarihinde Türkiye’nin CDS primi 292, Brezilya’nın 149, Rusya’nın 89, Meksika’nın 84, Endonezya’nın 69, Çin’in 29, İngiltere’nin 17, Japonya’nın 15 ve Danimarka’nın 8’dir.

CDS’lerde Türkiye’nin akran ülkelerden dahi bu kadar negatif ayrışmasını tamamıyla uluslararası bir komployla izah etmek, durumun anlaşılmasına yeterince yardımcı olmaz.

Türkiye’nin kredi reytingleri

S&P ve Moody’s gibi kredi derecelendirme kuruluşları ile Türk hükûmet yetkililerinin yıldızı 2013 yılından bu yana bir türlü barışmamıştır. Türk ekonomisinin uzun vadeli TL ve yabancı paraya yönelik kredi notlarında gerileme olduğunda, Türk hükûmet yetkilileri derecelendirme kuruluşlarına ağır eleştiriler yöneltmekte ve hesaplamalarının yanlış olduğunu belirterek bu kuruluşların kasıtlı davrandıklarını ima etmektedirler. Ancak, kredi notlarında artışlar yapıldığında, bu kuruluşlara yönelik olumsuz tek bir yorum veya habere rastlamak pek mümkün olmadığı için, not kırıldığında verilen tepkinin politik kaygılarla verildiği izlenimi uyandırmaktadır. 2003 ve 2020 yılları için Türkiye ekonomisinin kredi notları neredeyse aynı düzeydedir. Hâlbuki söz konusu yıllar arasındaki dönemde, bir ara, Türkiye yatırım yapılabilir ülkeler kategorisine yükselmişti. Ancak zaman içinde ortaya çıkan olumsuz gelişmeler ve düşük ekonomik performans, Türkiye’yi başladığı noktaya geri götürmüş oldu. İran, Irak, Suriye gibi komşu ülkelerdeki gerilim, çatışma ve savaşlar, Türkiye’nin yaşadığı gerginliklere tuz biber olmakta ve uluslararası finans piyasalarındaki görünümünü daha da kötüleştirmektedir (Tablo 1).

Tablo 1- Türkiye’nin Kredi Dereceleri

Kamu Borç Yönetimi Raporu, Hazine ve Maliye Bakanlığı, süreli.

Türkiye’de özgürlükler, haklar, insani gelişme ve yolsuzluk algısında durum nedir?

Freedom House kuruluşu, 2020 yılı raporunda, son 10 yılda özgürlüklerde en fazla gerilemenin olduğu üç ülkeyi Burundi, Türkiye ve Mali olarak sıralamaktadır. Politik haklar ve sivil özgürlüklerin en fazla azaldığı diğer ülkeler, ağırlıklı olarak İslam ülkeleri ve Afrika’daki ülkelerdir.

2012’den başlayarak artan iç gerilim ve 15 Temmuz darbe teşebbüsü sonrası alınan önlemler, Türkiye’de mülkiyet güvenliği, politik haklar ve sivil özgürlükler konusunda ciddi bir performans gerilemesine neden olmuştur. Devlet nezdinde referans verilen ve başka ülkeler nezdinde tavsiye ve koruma gören sivil toplum teşkilatı formundaki bir yapının ülkesinde askerî darbe yapmaya kalkması, devletin bu yapıyı terör örgütü ilan ederek tutuklama, müsadere ve kamu görevinden çıkarma önlemleri alması, Türkiye’nin uluslararası derecelendirme kuruluşlarındaki görünümünü olumsuz etkilemiştir. (Tablo 2). Tabloda yer alan göstergelerde, Türkiye’nin göreli olarak daha az dezavantajlı oldukları insani gelişme, yapma kolaylığı ve rekabetçiliğidir. Türkiye’nin gerileme gösterdiği göstergeler ise politik haklar ve sivil özgürlükler, yolsuzluk ve mülkiyet haklarıdır. Her iki gösterge seti bakımından da FETÖ darbesi ve ardından alınan önlemlerin etkilerinin büyük ölçüde belirleyici olduğunu söylemek mümkün.

Tablo 2- Uluslararası Göstergelerde Türkiye’nin Performansı: Haklar ve Özgürlükler

Kaynak: Freedom House, Heritage Foundation, Transparency International, UN Development Programme, The World Economic Forum, World Bank Doing Business, IPRI International Property Rights Index.

Bu manzaradan ne kadar ümitli olabiliriz?

Liberalizm üç temel hakkın güvence altına alınmasını öngörür: Hayat, hürriyet ve mülkiyet. Yazının dibacesinde de belirttiğim Türkiye’nin temel yapısal sorunları, maalesef bu üç temel ilkenin devlet kurgu ve işleyişinde yeterince dikkate alınmamasından kaynaklanıyor. Bazı toplum kesimlerinin diğerleri üzerinde bu üç ilkeyi çiğneyecek şekilde üstünlük tasavvurları, çatışmaların sürgit devam etmesini garanti ediyor. En özgürlükçü, devrimci ve sivil toplumcu liderler, tahammül ve hazım kapasiteleriyle orantılı olarak er ya da geç devletin söylemini kutsama kervanına katılmaktalar. Batının yaşadığı özgürlük ve refah serüvenini yaşamadan da ders almanın mümkün olduğunu gösteren farklı derecelerde başarılı Japonya, G. Kore, Şili, Hindistan, Malezya gibi örnekler bulunmaktadır.

Yüzyıllarca siyah köleliğini uygulayan ABD’de bir siyahın Başkan, İngiltere’de Türk soylu birinin Başbakan ve Müslüman birinin Londra Belediye Başkanı olması, birçok Avrupa ülkesinde göçmenlerin bakan ve belediye başkanı olmaları, Türkiye’nin üye olmaya çalıştığı Batının olumlu yönünü görme bakımından kayda değerdir.

Kısmen demokrasiyi deneyimlemiş Türkiye ve Hong Kong gibi ülkelerde geriye, otoriter rejime dönüş gerçekçi bir yaklaşım değildir. Bu tür bir hareketin büyük iç çatışmalara ve kırılmalara yol açacağını, diğer ülke örneklerinden rahatlıkla görebiliriz. Nitekim Çin gibi demokratik tecrübeye sahip nesillerin bulunmadığı otoriter bir ülkede bile, artan zenginliğin siyasi özgürlük ve politik haklara yönelik reform taleplerini artırdığı görülüyor. Hong Kong’un dünyanın ilgisini çekmesi, Çin’in anakaradaki politikalarını bu özerk bölgede de uygulama çabalarının sonucudur. Türkiye, son günlerde dile getirdiği hukuk ve ekonomi reformunu temel insani değerler üzerine bina ederse anlamlı ve sürdürülebilir bir reform sürecini kurgulamış olur ve yurttaşlarının geleceğe güvenle ve ümitle bakmalarına daha çok hizmet eder.

Tarihi sürekli yeniden inşa ederek geleceği bu doğrultuda kurgulamak, demir perde ülkelerinde gördüğümüz gibi distopyalara götürüyor. Türkiye’nin toplumsal, hukuksal ve ekonomik alandaki son açılımı 2002’deki büyük kalkış ile kendini göstermişti. O büyük sıçramayı yeniden ve yeni bir bakış açısıyla kurgulamak ve sistemimizi yeni teknolojilerin sağladığı imkânlarla hayat, hürriyet ve mülkiyet değerlerini esas alacak şekilde işletmek bizim elimizde. Bu ilkelerin esas alınmasına engel yasal ve kurumsal ne varsa, birey ve toplum olarak hepimizin geleceği için de tehdit olarak görülmeli ve bertaraf edilmelidir. Türkiye, kaldığı yerden devam ederse, hem kendine hem insanlığa büyük hizmet edecektir.

Ömer Akpınar –

William Shakespeare aynı sosyal sınıfa mensup Romeo ve Juliet’i doğal zıtlıklar üzerinden aşkın hakikatine ulaştırır. Hâlbuki Fuzuli daha merhametlidir. Karakterlerin kendileri dahi ruh ve bedenleri üzerinden kendi zıtlıklarını yaratmaktadır. Gökteki ayın ışığına karşı direnen balkondaki karanlık Romeo’yu kucaklarken, Romeo’nun kılıcına vuran ışık aynı anda Juliet’in yüzünü de aydınlatmaktadır. Hakikatte ise o an tüm dünya karanlıktadır. Oysa mekân ister bir hurma ağacı altı olsun ister susuz çöl, Leyla karanlığın ete kemiğe bürünmüş hâli ve Mecnun da o karanlığa meftun bir avaredir.

Fuzuli ile Shakespeare’in zıtlıklara öykünmesi Moldova’nın zıtlıklara öykünmesinden daha şaşırtıcı değil. Zıtlıklarını hem bedeninde hem de beden dışı doğasında yaşayan Moldova kimi zaman Romeo, kimi zaman Leyla’dır. Mecnun’un yolu Moldova’ya düşseydi Prut Nehrinde Leyla’nın serabını, Dinyester Nehrinde ise Juliet’in yakamozunu görecekti ve bu durum onun için şaşırtıcı olmayacaktı.

Moldova Prut ve Dinyester nehirleri arasında konumlanmış bir Doğu Avrupa ülkesidir. Doğu tarafında Ukrayna, batı tarafında ise Romanya ile sınır olup başkenti Kişinev’dir. 27 Ağustos 1991 tarihinde Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliğinden bağımsızlığını kazanan Moldova, yaklaşık dört milyon iki yüz elli bin nüfusa ve otuz üç bin kilometre karelik yüz ölçüme sahiptir. Ülke nüfusunun yaklaşık üçte biri yurt dışında yaşamaktadır. Göçün en büyük sebebi ekonomiktir.

Moldova’nın tarihî kökeni on dördüncü yüzyıla kadar gitmektedir. Hikâyeye göre Karpat Dağlarından ormanlık ve ağaçlık bir bölgeye avlanmaya gelen Dragoş adında bir prens bir yaban Avrupa bizonu (yaban öküzü) ile karşılaşır. Prensin köpekleri bizona saldırır ve çıkan kavgada Dragoş’un “Molda” isimli en sevdiği köpeği ölür. Köpeğinin ölümüne çok üzülen Prens kavganın olduğu nehre ve kurduğu prensliğe “Moldova” ismini verir. Ayrıca Prensliğinin sembolü olarak Avrupa bizon başını kullanır. Moldova isminin ve bugün Moldova bayrağında bulunan Avrupa bizonu başının kaynağı bu şekilde anlatılır. Moldova Prensliği en güçlü olduğu döneme on beşinci yüzyılda Büyük Stephan (Stephan cel Mare) zamanında ulaşır ve Büyük Stephan bugün Moldova’nın ulusal lideridir.

Avrupa’nın Kapısı Olarak Moldova

Moldova coğrafi olarak Avrupa’nın kapısı konumundadır. Kapının iki yüzü iki zıtlığı temsil etmektedir. Kapının bir yüzü Avrupa’ya diğer yüzü eski Sovyet coğrafyasına bakmaktadır. Rus kültürünün baskınlığı, Sovyet mirası, din vb. sebeplerle Avrupalı olmayan veya olamayan eski Sovyet kültürün tüm kodları Moldova’da yaşamaktadır. Bununla birlikte Avrupa Birliği (AB) üzerinden Batı değerlerini önceleyen, bu değerleri hayatına tatbik etmek isteyen Moldovanlar için de Batı kültürünün temel kodları mevcut. Kapının bir yüzü Avrupa, diğer yüzü Rusya; bir yüzü gelecek, bir yüzü geçmiştir.

Moldova’da politik tartışmalar çoğu kez AB taraftarlığı ve AB karşıtlığı üzerinden yürümektedir. Şüphesiz kendi içinde ekonomik, sosyal, kültürel pek çok tartışmalar politik tutumları belirlemektedir. Ancak tüm tartışmalar bir noktada Moldova’nın dünya sisteminde nerede durması gerektiği konusunda düğümlenmektedir. Dünya ölçeğinde konumlanması gereken politik tutum ise ya Rusya ya da Avrupa Birliğidir. Söylem olarak özgürlük, zenginlik, güvenlik gibi durum ve değerleri önemseyen insanların AB üzerinden politik tercihlerde bulunacağı ve bu söyleme dayalı politik tercihlerde bulunacağı açıktır. Ancak tarihin getirmiş olduğu şüphecilik bu naiflikteki politik söylemlerin arkasındaki gerçek gündemin ve sorunların göz önüne alınması gerektiğini hatırlatır. Çünkü 2014 yılında AB hayali ile Moldovan halkının sadece umutları değil paraları da çalındı. 2018 yılında yayımlanan Deutsche Bank raporuna göre 2011 yılında başlayan para aklama ve çalma işlemleri 2014 yılına kadar sürmüş ve toplamda 2,9 milyar dolarlık yolsuzluk yapılmıştır. 2014 yılı GSYİH’nın 8,5 milyar dolar olduğu düşünülürse çalınmaya konu edilen paranın ne kadar büyük bir meblağ olduğu ortaya çıkar. Bir sonraki yıl, bahsedilen yolsuzluk, dünya genelindeki ekonomik durum ve Rusya’nın Kırım işgali etkisiyle GSYİH 7,5 milyar dolara gerilemiştir.

Rusya’ya yakın politikalar benimseyen politikacıların yaşattığı hayal kırıklığı, AB taraftarlarından daha az değildir. Özellikle 2001 yılında iktidara gelen ve Anayasa değişikliği yapacak kadar çoğunluğu elde eden Komünist Parti ve Lideri Vladimir Voronin, ülkenin eski Sovyet hayaline sarılmış umutlarını kendi iktidarını sağlamlaştırmak için kullandı. Dünya piyasalarındaki parasal genişlemeden finans ölçeğinde yararlanabilen Moldova, bu dönemde ne ülke ekonomisine ne de toplumsal barışa katkı sağlayacak bir politika gördü. Sistemsizliği sistem olarak benimseyen Voronin ve partisi, kurmaya çalıştıkları iktidar dengesinde ilk harcanan insanlar oldular. 2014 yılı travması üzerine meydana gelen toplumsal olaylar 2016 yılında Sosyalist Parti ve lideri İgor Dodon üzerinden tekrar Rusya yanlılarına iktidarın kapılarını açtı. Ancak geçen dört yıl içerisinde toplumsal problemlere, göçe ve ekonomik problemlere tatmin edici hiçbir cevap bulamadılar. Yolsuzlukla suçladıkları insanlarla ittifaklar kurmaları, Transdinyester’deki Rus askerî varlığına rağmen Rusya ile askerî angajmanlara girmek istemeleri gibi sebeplerle toplumsal güvenlerini kaybettiler ve iktidarı tekrar AB taraftarlarına devrettiler. Bu kez Dünya Bankası eski çalışanı ve eski başbakan Maia Sandu (8/6/2019-12/11/2020) AB taraftarlığı ve yolsuzlukla mücadele üzerine kurguladığı siyaseti ile seçimleri kazanarak 24 Aralık 2020 tarihinden itibaren Cumhurbaşkanı oldu. Moldova bir kez daha kapıyı Batı’ya doğru açtı. Fakat Doğu tarafındaki yükler ile Batı’ya nasıl geçeceği hala tartışmalı.

Tarih, Dil ve İnanç Tartışmaları

Moldova’da tarihin farklı şekilde gerçekleştiğini iddia eden iki farklı bakış mevcuttur. Kendisini Rusya tarafında konumlandıran söylem Moldova’yı tarihî Moldova Prensliğinin mirasçısı sayarken bu mirasın yaşatılmasının Rusya ile olan tarihi birliktelik sayesinde gerçekleştiğini iddia etmektedir. Onlara göre Moldovanlar bugünkü Moldova coğrafyasının ismi olan Baserabya’nın gerçek sahipleridirler. Tarih boyunca Rumenleşme tehlikesi yaşayan Moldovanlar bu tehlikeden Rusya ile olan ortak tarih ile kurtuldular. Diğer yandan Moldova Prensliğinin gerçek mirasçısı olarak Baserabya’da yaşayan insanların olduğunu reddetmeyen bazı Batı ve Romanya taraftarları, modern zamanda Romanya’nın Baserabya (Boğdan) dâhil Wallahia (Eflak) ve Transilvanya (Erdel) coğrafyalarının birleşik devleti olduğunu iddia ederler. Onlara göre Moldovan diye bir millet yoktur ve Moldovan denilen topluluk Baserabya’da yaşayan Rumenlerdir. Tarih boyunca anavatandan uzak kalan Baserabyalı Rumenler Ruslar tarafından zulme uğramışlardır.

Moldova’da iki dil, rekabet halindeki iki farklı görüşün ve uygulamanın etkisindedir. Moldova’da çoğu insan Rumence ve Rusça konuşabilmektedir. Transdinyester ve Gagavuzya’nın büyük bir çoğunluğu Rumence konuşamamaktadır. Buna karşılık ülkenin orta ve kuzey kesimlerinde Rusça konuşamayan genç bir nesil vardır. Moldova henüz Sovyetler dağılmadan, 1989 yılında resmî dil olarak Rusçayı kullanmaktan vazgeçmiştir. 2002 yılında Komünist Parti iktidarında Rusça okullarda tekrar zorunlu olarak okutulmaya başlanmış ve bugün de yoğun bir şekilde kullanılmaktadır. Transdinyester ve Gagavuzya’da resmî dil olarak Rusça kullanılırken ülkenin geri kalan kısmında resmî dil Rumencedir. Toplumsal yapı içerisinde Bulgarca, Ukraynaca ve Gagavuzca (Türkçe’nin bir aksanı) kullanan pek çok insan vardır. Anadili Rumence olmayan çoğu insan Rusçayı kullanmayı tercih etmektedir. Rumence ise hem devlet dili hem de etnik olarak Moldovanların (veya Rumen) anadilidir. Politik bölünme dil üzerinde de sürmektedir.

Moldova din üzerinden iki farklı dünyaya bakan insanların ülkesidir. Moldova İstatistik Bürosu verilerine göre nüfusun yüzde 92,5’i kendisini Ortodoks Hristiyan olarak tanımlamaktadır. Ortodoks Hristiyanlık, merkezî kiliselerin temel aktör olduğu bir inançtır. Moldova’da iki metropolitlik vardır. Biri Rus Ortodoks Kilisesine bağlı Moldova Metropolitliği, diğeri ise Romanya Ortodoks Kilisesine bağlı Baserabya Metropolitliğidir. İki metropolitlik üzerinden rekabet ve toplumsal bölünme devam etmektedir. Moldova Metropolitliğinin ibadet dili Rusçadır ve kullanılan takvim dâhil Baserabya Metropolitliğine göre pek çok farklılıkları vardır. Moldova genelinde kendisine bağlı 1.000 civarı kilisesi mevcuttur. Diğer yandan Baserabya Metropolitliğinin ibadet dili Rumence’dir. Ülkede yaklaşık 120 kilisesi vardır. Resmî mevcudiyetini 2002 yılında elde etmiştir ve bu resmiyet Moldova makamları sayesinde değil Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararı sayesinde alınmıştır. Dolayısıyla AB, Rusya Kilisesine bağlı bazı inananların gözünde Ortodoks değerlerine saldıran ve onu bölmeye çalışan Katolikler ve diğerleri konumundadır. Her iki metropolitlik de birbirlerini siyasi gündem peşinde koşmakla suçlamaktadır.

Gagavuzya ve Transdinyester

Moldova’nın bir başka ayrışma noktası Gagavuzya ve Transdinyester’dir. Gagavuzya sorunu barışçıl yöntemlerle çözülmüş olmasına rağmen Transdinyester’de asker yöntemler dahip hiç bir yöntem çözüm getirmedi. Bugün dahi Transdinyseter donmuş çatışma noktası olarak varlığını sürdürmektedir.

Gagavuzya yaklaşık olarak nüfusu 160.000 olan ve 1.832 kilometre karelik yüz ölçüme sahip bir otonomidir. Resmî adı Gagavuzcada Gagauz Yeri’dir ve Başkanı İrina Vlah’dır. Etnik olarak Türk olan Gagavuzlar Ortodoks (Rus Ortodoks Kilisesine bağlı) inancına sahiptirler. Konuştukları dil Türkçenin Batı Oğuz koluna mensuptur ve Türkiye Türkçesine yakındır. Gagavuzya’da resmî dil olarak Rusça kullanılır. Başkenti Komrat’tır.

Transdinyester ise Dinyester Nehrinin doğu tarafında kalır ve nehir boyunca uzanır. Yaklaşık yarım milyon nüfusu vardır ve 4.168 kilometre karelik bir alana sahiptir. Kendisini bağımsız bir sosyalist devlet olarak tanımlar, ancak uluslararası tanınırlığı yoktur. Transdinyester’i 14. Rus Ordusuna bağlı birlikler korumaktadır. Resmî dil Rusçadır ve başkenti Tiraspol’dur.

Moldova’nın bağımsızlığını kazandığı ilk günlerinde Romanya taraftarı devlet politikaları sebebiyle Gagavuzya ve Transdinyester başkent Kişinev’den ayrışmış ve bağımsızlıklarını ilan etmişlerdir. 1994 yılında yapılan antlaşma gereği Gagavuzya otonomi statüsü kazanmıştır ancak potansiyel olarak kırılma noktası olma özelliğini sürdürmektedir. Gagavuzya Otonomisi yasaları, Anayasa maddeleri gibi Moldova Parlamentosu tarafından nitelikli çoğunlukla (101 parlamenterin 61’nin oyu ile) değiştirilebilmektedir. Moldova’nın AB ile yakınlaşmasına veya Romanya ile birleşmesine karşılık 2014 yılında Gagavuzya bağımsızlık referandumuna gitmiştir. Eğer bir AB üyeliğine veya Romanya ile birleşmeye karşılık yüzde 97 oranında bağımsızlığa evet oyu çıkmıştır. Kişinev referandumu yasadışı ilan etmiştir. Ancak politik sonuçları açısından önemli bir referandum olmuştur.

Transdinyester ile olan sorun ise askerî müdahale dâhil pek çok boyutta yaşanmıştır. Moldova Cumhuriyetinin kurulduğu ilk yılda, yani 1991 yılında, Kişinev’in Romanya taraftarı politikaları sebebiyle Gagavuzya ve Transdinyester bölgelerinde ayrılıkçı politik hareketler başlamıştır. Gagavuzya sorunu barışçıl yollardan halledilmeye çalışılırken Transdinyester sorununun çözümü için askerî yöntem seçilmiştir. Kişinev’in askerî müdahalesine karşılık Tiraspol de askerî bir cevap verdi. 1992 yılında meydana gelen çatışmalarda her iki taraftan yaklaşık 1.000 kişi öldü ve binlercesi yaralandı. Yaklaşık dört ay süren sıcak çatışmalara 14. Rus Ordusu unsurlarının müdahale etmesiyle ateşkes sağlandı. Ülke coğrafi olarak ikiye bölündü ve bitmek bilmeyen bir sorun başlamış oldu. Yaklaşık yüz bin insan göç etti ve ekonomi de dâhil ülke tam bir kaosa sürüklendi. Bugün dahi bir antlaşma sağlanamamıştır. Yakın gelecekte de anlaşma olasılığı gözükmemektedir.

Moldova’da politik tartışmaların bir köşesi mutlaka Transdinyester tarafından rezervedir. Bu konudaki tutum aynı zamanda Rusya veya Batı tarafı olmanın da belirtisidir. Transdinyster Moldova’da politika yapanların sıkça kullandıkları bir malzemedir. Çözüm, politik malzeme olmasından daha az değerlidir. Örnek vermek gerekirse 9 Mayıs 2020 tarihinde II. Dünya Savaşının bitişinin 75 inci yıl dönümü törenlerine Devlet Başkanı İgor Dodon Moldova Ordusunu temsilen bir askerî birlikle katılmış ve büyük bir politik tartışma başlamıştır. Rusya taraftarları Büyük Vatanseverlik Savaşında (II. Dünya Savaşını Rusya bu isimle anar ve başarıyı Sovyetlerin ve Rusya’nın faşizmi yenmesi olarak görür) Moldovanların faşizmi yenen vatanseverlerin tarafında olduğunu, Batı taraftarları ise Sovyetlerin faşist Almanya’dan farklı olmadığını iddia ederler. Daha da önemlisi Transdinyester Rus işgali altındayken Moldovan askerlerinin nasıl oldu da Kremlin meydanında yürütüldükleri sorgulanmıştır. Transdinyester Savaşı gazileri eylemler yapmış ve konu günlerce tartışılmıştır. İgor Dodon’un Aralık 2020’de seçimi AB taraftarı Maia Sandu’ya kaybetmesinde bu olayın da etkisi vardır. Yeni Başkan Maia Sandu görevi devralmadan önce Rus askerinin Transdinyster’de işgalci olduğunu açıklamış ve Rusya’nın askerlerini çekmesi gerektiğini belirtmiştir.

Politik tutumlar, ideolojiler, hayat tarzları, inançlar, ibadetler, dil, tarih, kültür, coğrafya … hemen hemen her konuda zıddını bulmada zorluk çekmeyen Moldova, tüm çelişkilerine rağmen engin hoşgörü ülkesidir. Kendi iç dünyalarındaki zıtlıkları gökte arayan Sheakspeare ile çölde arayan Fuzuli Moldova’da karşılaşsalardı bir ceviz ağacının altında oturur ve ilk önce Doğu-Batı arasındaki çelişkisini yaşayan Moldova’yı kaleme alırlardı. Sheakspeare’e kim, nerde cevap verir bilinmez ama Fuzuli Prut Nehri kenarında Leyla’nın ipek saçlarını elleriyle ören Ahmet Hamdi Tanpınar’ın sitemini duyardı. Moldova, Leyla ile birlikte derdini yanan bir muma anlatadursun, tüm hikâyelerde hep Mecnunların hâli veya ahvali anlatılır. Oysa Moldova, rüyasına gireceği Tanpınarları derin bir hoşgörü ve sabırla beklemektedir.

Akif Çarkçı –

Mehmet Akif Ersoy (20 Aralık 1873-27 Aralık 1936) denilince aklımıza gelen ilk esaslı kavram istiklaldir. İstiklal, kelime kökeni itibarıyla Arapçadan dilimize geçmiş olup, bağımsızlık anlamına gelmektedir.  İstiklal Marşımızın yazarı Mehmet Akif Ersoy, istiklal kavramı ile öylesine özdeşleşmiştir ki, bağımsızlık ya da istiklal denilince zihnimizde oluşan ilk karşılık Mehmet Akif ve İstiklal Marşıdır. İstiklal Marşının kabul edilişinin 100.yılı münasebetiyle, TBMM’nin aldığı bir kararla, 2020 yılı İstiklal Marşı Yılı olarak ilan edildi. Bu kapsamda ülkemizde Mehmet Akif Ersoy ve İstiklal Marşı temalı bir dizi etkinlik gerçekleştirilecek. Kamu kurumları, STK’lar, üniversiteler ve pek çok kuruluş Mehmet Akif’in yaşamını, düşünce hayatını, eserlerini inceleyen çeşitli faaliyetler yürütecekler. Bu faaliyetler yürütülürken gözden kaçırılmaması gereken en önemli nokta Mehmet Akif Ersoy’un çok yönlü kişiliğidir.

Mehmet Akif, büyük bir şair olmakla birlikte aynı zamanda büyük bir dava ve aksiyon insanıdır. Bu iki önemli özelliğe ek olarak Mehmet Akif iyi bir edebiyatçı, hem âlim hem entelektüel kimliği ile öne çıkmış bir mütefekkir ve bir ahlak adamıdır. Ayrıca Akif, veteriner hekim, vaiz, şair, öğretmen, sporcu, hafız, mütercim, milletvekili gibi çeşitli formasyonları üzerinde barındırmayı başarmış bir kişiliktir.

Osmanlının son dönemine ve Cumhuriyetin ilk yıllarına şahitlik eden Akif, temelde bir Osmanlı münevveri ve bir meşrutiyet aydınıdır. Literatürde ilk kuşak İslamcılar arasında sayılan Mehmet Akif, ikinci kuşak İslamcıların bazı özelliklerini de taşıyan sıra dışı bir düşünce adamıdır. Birinci kuşak İslamcı aydınlar daha çok medrese eğitimi kökenli iken ikinci kuşak İslamcılar daha çok modern eğitim kurumlarından yetişmiş, Batıda tahsil görmüş kimselerdir.

Mehmet Akif babasının ilmî kimliğinin sağladığı imkânlar vasıtasıyla hem medrese tipi eğitimden hem de Tanzimat-Meşrutiyet döneminde ortaya çıkan modern eğitim kurumlarından yetişmiştir. Babası İpekli Tahir Efendi Fatih Medresesi müderrisliğine kadar yükselmiş, padişahın meşhur huzur derslerine katılmış bir zattır. Mehmet Akif babasından Arapça ve Farsça dersleri almış, İslami ilimler noktasında ilk eğitimini babasının çevresindeki medrese ulemasından tahsil etmiştir. Rüştiye mektebinden sonra Mülkiye Mektebi’ne üç yıl kadar devam eden Akif babasının vefatı üzerine bu okulu yarıda bırakmış, Halkalı Baytar Mektebi’nden birincilikle mezun olarak dönemin en önemli pozitif bilimler okullarından birisi olan veterinerlik mektebinde eğitim hayatını tamamlamıştır. Nihai kertede Mehmet Akif’in yetiştiği sosyal çevrenin özelliklerine bakacak olursak Akif’i yetiştiren üç önemli unsurun ev, mahalle ve mektep olduğunu görürüz. Arkadaşı Mithat Cemal’in yerinde benzetmesiyle Mehmet Akif “Kur’an’lı bir ev”, “pehlivanlı bir mahalle” ve “rasathaneli bir mektepte” yetişmiştir. İslami bir hayatın yaşandığı, annenin son derece dindar, babanın da bir o kadar dindar ve âlim olduğu bir ev, Kıyıcı Osman Pehlivan’dan güreş dersleri alınan, yüzme, at binme ve sair sporlara ilgi duyulan bir mahalle ve nebatat laboratuvarı, kimya tahlilhaneleri bulunan bir mektep Mehmet Akif’i hem beden hem akıl hem de maneviyat yönünden yetiştiren amiller olarak öne çıkmaktadır. 

Mehmet Akif hem geleneksel eğitim kurumlarından birisi olan medrese sisteminden hem de Tanzimat-Meşrutiyet dönemlerinin ürünü olan modern eğitim kurumlarından yetişmiş, beslenmiş bir şahsiyettir. Ayrıca Mehmet Akif ve yaşıtları, aslında İmparatorluktan Cumhuriyete geçiş döneminde çok köklü ve büyük değişimlere şahitlik etmiş bir ara kuşak özelliği de taşımaktadırlar. 

Mehmet Akif’in çok yönlü kişiliğinin en belirgin iki damarından birisi edebiyatçı-şair-fikir adamı üçlüsünden müteşekkil aydın kimliği, ikincisi ise aksiyon ve harekete dayalı dava insanı kimliğidir. Mehmet Akif gerek Osmanlı’nın son döneminde gerekse Millî Mücadele döneminde üstlendiği kritik görevlerle sadece bir fikir adamı olarak değil aynı zamanda bir aksiyon adamı olarak da tebarüz etmiştir. Türk düşünce tarihinde bu iki vasfı da üzerinde taşıyan insan sayısı sınırlıdır. Mehmet Akif’i dönemin diğer münevverlerinden farklı kılan en önemli özellik bu olsa gerektir. Akif bu yönüyle yazdığını yaşayan, yaşadığını yazan bir mütefekkir ve dava adamıdır.

Osmanlı-Cumhuriyet dönemi İslamcıları arasında şair, yazar, vaiz, edebiyatçı kimliği ile öne çıkan Akif, hayatının bir diğer cephesinde devlet ve milletin âli menfaatleri için çeşitli coğrafyalarda aktif görevler üstlenmiş bir aksiyon insanı olarak karşımıza çıkmaktadır. Mesela Balkan Harbinde yaşanan yenilgiden Osmanlı Müslümanlarının ders çıkarması gerektiğini vurgulayan ve bu konuda yoğun bir çaba sarf eden Mehmet Akif, daha bu gayesine ulaşamadan patlak veren I. Dünya Savaşında Osmanlı Devletinin aynı akıbete uğramaması için elinden gelen çabayı göstermiştir. Bu kapsamda Osmanlı Devletinin o dönemde müttefiki olan Almanya’ya dahi giderek milletine ve devletine hizmet etmekten geri durmamıştır. Alman İmparatoru II. Wilhelm, I. Dünya Savaşı cephelerinde Alman orduları karşısında savaşan Müslüman askerlerin İngilizlerden ve Fransızlardan daha gayretli bir şekilde savaştıklarını öğrenince ele geçen Müslüman askerlere Almanya ve Osmanlı Devletine karşı savaşmamaları konusunda dinî telkinlerde bulunabilecek yeterlilikte kişilerin Almanya’ya gönderilmesini Osmanlı Devletinden talep eder.  Enver Paşa bu işi üstlenebilecek iki isim üzerinde karar kılar. Bu kişilerden birisi Mehmet Akif, diğeri de Şeyh Salih El-Tunusi’dir. Mehmet Akif kendisine verilen bu görevi bir vatan ve din meselesi olarak telakki ederek Almanya’ya gitmiştir. Mehmet Akif bu seyahatte esir Müslümanların hangi sebeplerden ötürü İngiliz ve Fransız saflarında savaştıklarını öğrendikçe esasında sorunun temel nedeninin cehalet olduğunu açıkça görmüştür. Almanlar Mehmet Akif’i ve El Tunusi’yi bizzat cephelere de götürerek onların Müslüman askerlere hitaben yaptıkları konuşmaları megafonlarla dinletince düşman saflarında yer alan pek çok Müslüman askerin iltica ettikleri görülmüş, bunun üzerine de İngilizler ve Fransızlar Müslüman askerleri cephe önlerinden arka saflara kaydırmışlardır. Bunun dışında Mehmet Akif’in Arapça olarak hazırladığı bildiriler uçaklarla Fransız ordusunun Müslüman askerlerinin bulunduğu yerlere atılarak önemli bir propaganda faaliyeti de yürütülmüştür.

Mehmet Akif, Almanya seyahatinden döndükten sonra 1915 yılının Mayıs ayında Teşkilâtı Mahsusanın başkanı Kuşçubaşı Eşref Bey’in idaresindeki bir grupla dört buçuk ay sürecek olan Arabistan’ın Necid bölgesine bir seyahate katılmıştır. Bu seyahatin esas amacı bir şekilde İngilizlerle anlaşan Şerif Hüseyin’in isyan hazırlığına karşı Osmanlı devleti ve millet adına gerekli tedbirleri almaktı. Mehmet Akif bu seyahatin hatırası olarak da Necid Çöllerinden Medineye şiirini kaleme almıştır.

Mehmet Akif, II. Meşrutiyet’in ilanından yaklaşık dört gün sonra Kandilli Rasathanesi Müdürü Fatin Hoca’nın vesilesiyle İttihat ve Terakki Cemiyetine katılmıştır. Mehmet Akif Cemiyete üye olunurken yapılması şart koşulan yemine kendi ilkeleri çerçevesinde karşı çıkmış ve “Cemiyetin bütün emirlerine bilâ kaydü şart itaat” ibaresini reddederek, cemiyetin doğru olmadığına inandığı emirlerine itaat etmeyeceğini açık şekilde belirtmiştir. Böylece Cemiyet üyeliğini körü körüne kabul etmediğini açıkça ortaya koymuştur. Şerh konulan şartlı yemin sonrasında Mehmet Akif artık bir ittihatçı olarak siyasal faaliyetlerde bulunmaya başlamıştır. Ancak Mehmet Akif’in siyasal faaliyetleri bir fırkanın tarafı veya fanatiği olmaktan daha çok Osmanlı halkının, daha özel planda Müslümanların uyarılması ve yaşanan çöküş karşısında birlik olarak yeniden güçlü ve yetkin bir toplum ve devletin ortaya çıkmasını sağlamak adına yürütülen faaliyetlerdir. Bu anlayışın bir sonucu olarak yeri geldiğinde İttihat ve Terakki Cemiyeti kulüplerinde Arapça dersleri dahi vermiştir.

Mehmet Akif, Balkan Harbi sonrasında bu savaşta Müslüman halkın yaşadığı zulmü ve ıstırabı sık dile getirerek Müslüman halkın bu yıkımdan ders almasını canı gönülden arzulamaktaydı. Bu arzunun bir sonucu olarak Balkan Harbi sırasında halkı uyandırmak ve orduya yardım sağlamak amacıyla kurulan Müdafaa-i Milliye Cemiyetinin İrşad Heyeti üyesi olarak muhtelif camilerde vaazlar vermiş ve bu vaazları da daha sonra gazetelerde halka ilan edilmişti. Mehmet Akif’in bu kapsamda verdiği vaazlardan birisi “Irkçılığı, Particiliği Bırak: Savaş Var! Düşman Beş Saatlik Mesafede…” başlığını taşımaktaydı ki, bu oldukça dikkat çekicidir. Çünkü Balkan Harbi yenilgisinin en önemli nedeni olarak kabul edilen fırkacılık mücadelesi bir fırkaya taraf olan veya olmayan herkes tarafından kabul edilen tarihî bir hakikatti. Bu nedenle de Mehmet Akif birlik ve beraberliğin önemini vurgulayan böyle bir vaaz vermiştir. Bu vaazda “İslam’ın tayin etmiş olduğu ibâdât ile ahkâm, fertler arasında ittihadı temin içindir. Böyle iken maalesef görüyoruz ki: Müslümanlar kadar tefrika içinde kalmış; teşettüt içinde bunalmış bir millet yok!” diyerek öncelikle sorunu tespit ederek birlik ve beraberliğin sağlanmasının önemi üzerinde durmuştur. Bu noktada Mehmet Akif, İttihat ve Terakkinin aktif bir üyesi olarak değil vatanını, milletini, devletini seven bir aydın olarak hareket etmiş, kısır parti çekişmelerine taraf olmamış, daima birleştirici olmuş; şiir, yazı ve vaazlarında birlik fikrini ısrarla işlemiştir.  Mehmet Akif, İttihat ve Terakki Cemiyetinin üyesi olmasına rağmen özellikle Balkan Harbi’nden sonra Cemiyette ağırlık kazanan milliyetçilik düşüncesine sık itiraz ederek bu konuda Cemiyetin fikirlerini benimsemediğini ortaya koymuş ve arada din bağı olmadan yaşayamayacağımızı dile getirmiştir.

Mehmet Akif’in aksiyon insanı boyutunun en önemli cephesini ise Millî Mücadele döneminde gösterdiği yararlılıklar oluşturmaktadır. Akif burada da bir fikir ve aksiyon adamı olarak Anadoluyu karış karış dolaşmış, ülkenin düşman işgalinden kurtulması için canla başla mücadele etmiştir. Akif’in bu dönemi aynı zamanda ilk meclise Burdur Mebusu olarak seçilmesiyle aynı döneme denk gelmektedir. Aktif şekilde milli mücadelede rol alan ve Kuvay-ı Milliye’nin Anadolu’daki faaliyetlerine iştirak eden Mehmet Akif, İstanbul İngilizler tarafından işgal edilip Meclis-i Mebusan dağıtılınca Mustafa Kemal Paşa’nın milli mücadele sürecinde ulemaya ve udebaya duyduğu ihtiyaç üzerine Ankara’ya davet edilmiştir. Mustafa Kemal Paşa, 19 Mart 1920’de yayınladığı bir bildiri ile olağanüstü yetkiler taşıyan bir meclisin Ankara’da toplanmasının ve dağılmış olan milletvekillerinden Ankara’ya gelebileceklerin de bu meclise katılmalarının gerekli olduğunu bildirmiştir. Son Osmanlı Meclis-i Mebusan üyelerinden bazıları Ankara’da açılacak meclise katılmak üzere İstanbul’dan ayrılmıştır. Bu süreçte Mehmet Akif’in millî mücadeleye katılma ve Ankara’ya gitme düşüncesinin fiiliyata geçmesinde Mustafa Kemal Paşa’nın bir girişimi etkili olmuştur. Heyet-i Temsiliye Reisi Mustafa Kemal Paşa tarafından 8 Nisan 1920 günü İstanbul Heyet-i Merkeziye Teşkilatı’ndan Zafer Bey’e hitaben yazılan bir şifre telgrafın 10’uncu ve son maddesinde, “Burada ulemaya ihtiyaç vardır. Ali Bey’le görüşülerek Hoca Fatin, Şair Mehmet Akif Efendilerin ve sair tensip edileceklerin sür’at-i sevkleri” talimatıyla Mehmet Akif Ankara’ya çağrılmıştır.

Ankara Hükümetini ve Millî Mücadeleyi desteklemesi nedeniyle, İstanbul Hükümeti tarafından Darü’l-Hikmet’ül-İslamiye’deki görevine son verilen Mehmet Akif, Ankara’ya gelişinin ardından, yaklaşık 35-40 günlük bir süre içerisinde Eskişehir, Burdur, Sandıklı, Dinar, Antalya gibi yerleşim yerlerini dolaşmış, şehirlerin ileri gelenleriyle görüşmüş, Kuvay-ı Milliyecilerle temas kurmuş, vaaz ve konuşmalarla halka ulaşmaya çalışmıştır.

Büyük Millet Meclisinde nadir olarak söz alan ya da kürsüye çıkan Mehmet Akif’in daha ziyade halkı aydınlatarak Milli Mücadeleye maddi ve manevi desteklerini sağlamak için çeşitli merkezlere gittiği görülmektedir. Eskişehir, vekili olduğu Burdur, Sandıklı, Dinar, Afyon, Antalya bu kapsamda zikredilebilecek yerlerdir. Bunlardan başka Mehmet Akif, Burdur Mebusu olduğu dönemde Çankırı ve Kastamonu’ya da ziyaretlerde bulunmuş, Meclis tarafından resmi olarak bir buçuk ay izinli sayılan Mehmet Akif, Çankırı’da bulunduğu günlerde Çankırı Müdafaa-ı Hukuk Teşkilatı ve Çankırı Gençler Mahfeli ile temasa geçmiş ve bu cemiyetlerin yaptığı çalışmalarla ilgilenmiştir. 15 Ekim 1920 Cuma günü, Büyük Cami olarak bilinen Çankırı’nın en büyük camisinde, Ulu Camide bir vaaz vererek, ibadetler için özgür olmak gerektiğini, hürriyet olmadan yapılan ibadetlerin kabul olunmayacağını, kâfirin işgali altında olan halifenin de esir durumda olması münasebetiyle gerçek anlamda halife olamayacağını, Yunanlılara karşı cihat bayrağını açan Mustafa Kemal’in etrafında toplanılması gerektiğini vurgulamıştır.

Mehmet Akif, Çankırı’daki faaliyetlerinden sonra 19 Ekim 1920’de Kastamonu’ya geçmiş, İnebolu ve Kastamonu’da pek çok yerde milli mücadeleyi destekleyen görüşme, konuşma, yayın ve toplantılar yapmıştır. Mehmet Akif halkla ve şehrin aydınlarıyla münasebetler kurmuştur. Sebilürreşad Dergisinin üç sayısı Kastamonu’da çıkmış Mehmet Akif Kastamonu’da tefrika edilen dergileri halka dağıtmıştır. Buradaki ilk konuşmasını ise 19 Kasım 1920 günü Nasrullah Camiinde yapmıştır.

Görüldüğü gibi Mehmet Akif hayatı boyunca inandığı dava uğruna sadece fikren mücadele etmemiş bizzat cemiyet hayatının içine katılarak gerek Osmanlı’nın dağılma döneminde gerekse Millî  Mücadele döneminde devletin ve milletin kendisine tevdii ettiği görevleri yerine getirerek bir hareket ve aksiyon insanı olduğunu tescillemiştir. Sebilürreşad Dergisinin başyazarı sıfatıyla kaleme aldığı makaleler, Safahat isimli meşhur şiir kitabında karşımıza çıkan şiirler, çeşitli yazarlardan yaptığı tercümeler Akif’in fikir dünyasını ortaya koyarken, Teşkilat-ı Mahsusa bünyesindeki çalışmaları, Burdur Mebusu sıfatıyla Büyük Millet Meclisi ve Anadolu’nun çeşitli yerlerinde Millî Mücadeleye verdiği açık destekler de Akif’in aksiyon boyutunu öne çıkaran faaliyetleridir. İşte buradan hareketle Mehmet Akif’in hayatına bu iki ana perspektiften bakmalı, Akif’i sadece bir Safahat şairi ya da İstiklal Marşı Şairi olarak değil aynı zamanda istiklal uğruna mücadele eden bir aksiyon adamı olarak değerlendirmek zorundayız. Bu iki boyuttan birisi eksik bırakıldığında Akif’i anlamak güçleşecek ve Akif’in düşünce dünyasına nüfuz etmek zorlaşacaktır. Din, vatan, istiklal, namus, ilim, fen, terakki, toplum, millet, ümmet gibi kavramları düşüncesinin merkezine alan Akif’in çeşitli yönlerini öne çıkararak bazı yönlerini örtbas etmek, Mehmet Akif’e yapılan en büyük haksızlık olacaktır. Mehmet Akif hem bir İslam şairi, hem bir vatan şairi, hem de istiklal uğruna mücadele etmiş aksiyon insanı olarak sadece kendi döneminde değil kendisinden sonra gelecek kuşaklar üzerinde de derin etkiler bırakmış bir mütefekkirdir.

İstiklal Marşı yılı olarak ilan edilen 2021 yılında yürütülecek etkinliklerde Akif’in edebî ve fikrî şahsiyeti yanında, ideolojik ve siyasal kimliği de masaya yatırılmalı, bir aksiyon ve dava insanı boyutu da inceleme konusu edilmelidir. Akif’in edebiyatçılığı yanında önemli olan diğer yönü siyasal duruşu ve ideolojik yönelimleridir. İslamcılık, milliyetçilik gibi parantezler etrafında hayatı ve düşünce dünyası masaya yatırılan Mehmet Akif daha derinlikli araştırmalarla ve daha derinlikli faaliyetlerle anlaşılmaya çalışılmalı, Akif’in hayatı ve faaliyetleri törensel ritüellerden kurtarılmalıdır.

Ömer Çaha –

Pozitivizmin fikir babası Auguste Comte “Zihnimiz aydınlandıkça Tanrı’nın var olma alanı daralır” derdi. Geliştirdiği üç hâl yasasında insan zihninin gelişimini üç evreye ayırıyordu: Teolojik, metafizik ve pozitivist aşamalar. Teolojik aşamada insanlar her şeyi bir teo, yani Tanrı ile açıklarlardı. Bu, insanların karanlık çağına denk gelir. İnsan zihni zamanla biraz daha aydınlanınca bu kez metafizik, yani felsefeyle dünyaya baktı. Pozitivizmle birlikte insan artık her şeye bilim yoluyla bakacaktır. Bundan sonra dine de felsefeye de artık gerek yok.

Comte’un yolundan gidenler ondokuzuncu yüzyıl boyunca sadece dine değil, felsefeye karşı da büyük tafralar attılar. Bilimi felsefenin karşısında konumlandıranlarla felsefeciler arasındaki çatışma yirminci yüzyılın başında ayyuka çıktı. Dünyadaki birçok felsefeci Viyana’da kafelerde bir araya gelir, günler, geceler boyunca tartışmaya girişirlerdi. Bilimcilerde müthiş bir güven duygusu vardı. Çünkü bilim, Newtoncu fizik sayesinde maddi dünyanın sırrını çözmüştü. Maddenin en küçük birimi olan atomun içyapısı çözülmüştür. Atomun içindeki proton, nötron ve elektron arasındaki ilişkiden enerji, ondan hareket, ondan da varlık doğar. Atom, varlık âleminin son kertesi olup bilim oraya kadar inmiştir. Artık bilinmeyen kalmadığı için felsefeye ihtiyaç yoktur. Din zaten aydınlanmayla birlikte ömrünü tamamlamıştı. Şimdi sıra felsefedeydi; onun da defterinin dürülme zamanı gelmişti.

Bilimcilerin iddiaları güçlü, kendilerine güven duyguları yüksekti. Onların meydan okuyuşları karşısında sersemleyen felsefe sahneden çekilmek üzereydi ki, Atom Altı ya da Quantum Fiziği felsefecilerin imdadına Hızır gibi yetişti. Atomun içinde bilinmeyen altı parçacığın keşfiyle birlikte atom maddi varlığın en küçük birimi ya da maddi dünyanın son kertesi olmaktan çıktı. Varlığın en küçük zerresinde bilinmeyen yeni pencereler açıldı. Her bilinenin açıldığı kapının ardında karanlık bir labirent gibi derinleşip giden bilinmeyenler dünyası. Bu da bilimcilerin balon gibi şişkin benini söndürdü. Bu durum, bir yandan izafiyetçi fizik anlayışının gelişmesine, bir yandan da felsefenin yeniden bilinmeyenin peşinden hayat bulmasına yol açtı.

Comtecu bilimciler, bilimi bir yaşam biçimi olarak kabul ederler. Onlara göre bilim sadece bir konuya belli bir yöntem içinde ışık tutmaz, aynı zamanda insana bir yaşam biçimi, bir dünya görüşü sunar. Bilim bir mürşittir, bir rehberdir, bir kurtuluş reçetesidir; insanın nasıl yaşaması gerektiğine ilişkin yolu sunan emredici bir otoritedir. Bilim, aynı zamanda bir meşruiyet kaynağıdır. Bir şey bilime uygunsa doğrudur; aykırı ise yanlıştır. Bilimin emir ve buyruklarını takip edersek insan yaşamındaki tüm sorunların üstesinden geliriz. Bilim, tek tek insanların olduğu gibi toplumların da kurtuluşunu sağlayacak yegâne referanstır.

Bilim böylece insana hizmet eden bir araç olmaktan çıkar; bir amaca dönüşür. İnsanın ulaşmak, erişmek istediği nihai amaç.

Bilim bize iki şey verir: Neden-sonuç ilişkisine dayalı bir yöntem ve sürekli genişleyen bilgi birikimi.

Bilimi dinden ayıran birkaç husus var. Her şeyden önce bilim, neden-sonuç ilişkisi içinde bir olgunun nedenini bir başka olguda arar. Oysa din, her şeyi neden-sonuç ilişkisine dayandırmaz. Tüm sonuçların temel nedeni Tanrı’dır. Her şey onun “ol” demesiyle oluverir. İlahiyatçılar bu konuda farklı görüşlere sahiptir. Kimisi varlığı, sınırsız neden-sonuç ilişkisi içinde götürüp Tanrı’ya dayandırır, kimisi de araya hiç neden koymaksızın O’na dayandırır. Her halükarda tüm dinler, varlığın temeline Tanrı’yı koyarlar. Varlık, sebepler dahilinde veya sebepsiz olarak ondan neşet etmiştir.

Bilim, neden-sonuç ilişkisi içinde her şeyin cevabını bulabilir mi? Islaklığın nedeni sudur, yanmanın nedeni ateştir, hastalığın nedeni mikroptur, ölümün nedeni hastalıktır. Öyle mi? Bu kadar basit mi? Şayet ölümün nedeni hastalık, onun nedeni mikrop, onun nedeni mikrobu besleyen kaynak ise o zaman kaynağı kuruttuğumuzda ölümü de yok ederiz! Korona virüsünün kaynağı yarasalar olduğuna göre, tüm yarasaları yok edersek korona denen virüsü de yok ederiz; böylece insan evladını korona tehdidinden kurtarmış oluruz.

Basit, sade, yalın ve naif bir mantık.

Peki ya yarasalar ekosistem içinde işlevsel bir varlıksa? Onu yok ettiğimizde ekosistem zincirinin bir halkasını aradan çıkardığımız için yeni sorunlarla karşılaşırsak?

Her neden-sonuç ilişkisi içindeki varlık bizi bu şekilde sonsuz sorularla karşı karşıya bırakabilir.

Bu, işin ekosistemle ilgili boyutu. Aynı çıkmaza varlığın kaynağı konusunda da düşeriz. Islaklığın nedeni su, suyun nedeni yağmur, yağmurun nedeni atmosferdeki buhar, buharın nedeni okyanuslar, okyanusların nedeni bir teoriye göre bir zamanlar dünyaya çarpan meteor, onun nedeni uçsuz bucaksız uzay boşluğundaki varlıklar. Ya onların nedeni? Bu birkaç halkadan oluşan basit zincir içinde bile cevabını bulmaya muhtaç binlerce soru var. Mesela su neden buharlaşır; şayet dünyamız güneşe şimdikinden on kat daha yakın ya da uzak olsaydı aynı şey olur muydu? Peki, dünyamız güneşe neden biraz daha uzak ya da yakında değil, yaşama kaynaklık edecek şekilde mevcut mesafede?

Demek ki, bilim en azından şu aşamada neden-sonuç ilişkisi içinde tüm varlığı açıklamaktan uzak. Ancak imkânlar dâhilinde sınırlı bazı soruların cevabını bulabiliyor.

Hakikat içinde hakikat; her hakikatin ardında yatan binlerce bilinmeyen. Dinin de felsefenin de varlık zemini işte burası.

Bilimin diğer bir özelliği, test edilebilen, ölçülebilen olgularla sınırlı oluşudur. Onun ötesine gitmez, zaten gidemez de. Öğrenciyken Kayhan Mutlu hocamızın sık sık verdiği bir örnek vardı: “Karadenizliler karalahana dolmasını neden sever?” diye sorar, sonra da “Bu konu değerlerle, tercihlerle, zevklerle bağlantılıdır; bilim bununla ilgilenmez” derdi. Rahmetliyle seneler sonra karşılaştığımızda bana “Derslerimden aklında ne kaldı” diye sorduğunda gülerek, “Karalahana dolması” diye cevap vermiştim. Kahkahaya boğulmuştu. Daha sonraki her görüşmemizde karalahana üzerinden şakalaşırdık.

Bilim, inançlar, değerler alanına girmez. İnsanlar bir inanca sahip olmalı mıdır olmamalı mıdır sorusu bilimin işi değildir. Bu, insanın kendi tercihi olup değerleriyle, dünya görüşüyle, inanç sistemiyle bağlantılıdır. Bilim, inanan bir insanla inanmayan bir insanın belli şeyler karşısındaki davranışlarını karşılaştırabilir. İnancın insanın ruh sağlığı üzerindeki etkisini belli imkânlar dâhilinde test edebilir. Ya da namaz, oruç gibi ibadetlerin insanın beden sağlığı üzerindeki etkisini bilimsel yöntemleri ve teknikleri kullanarak anlamaya çalışabilir. Bilim, bilimsel yöntemler dâhilinde bunları araştırır, analiz eder, anlar ve orada bırakır. Söz gelimi, namaz kılmanın insanın adale yapısı ve kıkırdakları üzerinde pozitif etkisi var diye bilim bize namaz kılmayı emredebilir mi? Alkolün insan sağlığına olumsuz etkisini tespit ettiği için alkolü yasaklayabilir mi?

Bilim, neden-sonuç ilişkisi dâhilinde bir eylemin sonucunu tespit eder; orada bırakır. O eylemi hayata geçirip geçirmeme konusunda inançlar, kültürler, alışkanlıklar, dünya görüşleri devreye girer.

Bilimin ulaştığı bilgiler evrensel, genel geçer ve mutlak bilgiler midir? Şayet öyle olsaydı atomla ilgili yüz yıl önceki teorimiz mutlak teori olurdu ve bilim orada donup kalırdı. Oysa böyle olmuyor. Bir konudaki bilgimiz, aynı konuyla ilgili yeni bir bilgi gelinceye kadar geçerli; yeni bilgi geldiğinde eski bilgimiz değişir. Demek ki bilim bize değişken, geçici bilgiler verir. İbn-i Sina tıbbı, bir zamanlar geçerli olan hâkim paradigmaydı. Fakat tıpta yeni gelişmelerin, buluşların ortaya çıkmasıyla birlikte onun yerini yeni tıbbi bilgiler aldı. Bilimin kendi içinde aynı konuyla ilgili yüzlerce teze, hipoteze, teoriye sahip oluşu bundandır. Hiçbir bilimsel bilgi mutlak olmadığı gibi, ilanihaye doğru da değildir.

Bu durum bilimsel bilginin hem izafi hem de yanlışlanabilir oluşuna işaret eder. Bilim, hattı zatında gücünü buradan alır. Onun sürekli kendini yenileyerek gelişmesinin gücü buradadır. Bilimsel bilgi kuşkuya dayanır, bilim insanı da her daim kuşku içindedir. Bilim bir bilgiye mutlak doğru olarak yaklaştığı zaman o bilgi üzerinde donup kalır.

Bilimi dinden ayıran bir özelliktir bu. Dinin belli kabulleri vardır; bu kabuller şartlara göre değişmez. Kabullerin sınırları, içeriği yeni boyutlar kazanabilir, ama kabul kabuldür. Tanrı’ya inanç böyledir mesela.

Bilim, öte yandan geliştirdiği teknikler sayesinde bilgi dağarcığımızın gelişmesine katkıda bulunur. Bugün evren hakkındaki bilgilerimiz önceki çağlara göre çok farklı bir boyut kazanmıştır. Eskiden gökyüzü dendiğinde dünyanın tepesinde asılı duran bir tepsiyi anlardı insanlar. Felsefe literatürü, yedi kat göğün katmanlarıyla ilgili dünya kadar tezle doludur. Hâlbuki bugün gökyüzü dediğimizde başka bir şey anlıyoruz. Galaksilerin, yıldızların, gezegenlerin ve daha bilinmeyen nice varlığın içinde yer aldığı uçsuz bucaksız bir evreni anlıyoruz. Bundan bin yıl önce evren güneş sisteminden ibaretti. Ama bilimsel bilgi sayesinde bugün güneş sisteminin, uçsuz bucaksız evren içinde bir zerre kadar olduğunu biliyoruz.

Bilim, dinî bilginin mahiyeti ve sınırları konusunda dine yardımcı olabilir. Mesela gaybın niteliği bilimsel bilgiyle farklı bir boyut kazanabilir. Dünkü insan için yarınki hava koşulları gayba girerdi; Allah’ın ilmi altındaydı, onu insan evladı bilemezdi. Ama bugün meteoroloji sayesinde bir yıllık hava hareketlerini öngörebiliyoruz. Demek ki bilim bazı dini bilgilerimizin mahiyetini değiştirebiliyor. Ama onu tümüyle ortadan kaldıramaz; çünkü o inanç meselesidir. İnanç olduğu sürece gayba inanç da hep var olacaktır. Ama niteliği, sınırları, içeriği değişebilir.

Peki ya din? Din ana hatlarıyla üç şeye kaynaklık eder: İnanç, değerler ve ameller. Dinler insanlara Tanrı’yla başlayan bir inanç verir, bu inançtan neşet eden değerler kazandırır ve insanı, hayatına yön veren amellerle yükümlü kılar. İnsanı bu üçlünün bileşiminde kâmil, olgun, ahlaklı, erdemli, güvenilir bir varlık haline getirmeye çalışır. İyi bir toplum veya siyasal yapı, iyi insanlardan oluşur; dinlerin temel düsturu budur. Din, tersine çevrildiğinde, yani toplumsal ve siyasal sisteme şekil veren bir kaynağa dönüştürüldüğünde başka bir şeye evirilir.

Muhasebeye ve siyasete tahvili, dini din olmaktan çıkarır.

Muhasebeci din anlayışında mümin tüm eylemlerini iyi-kötü, sevap-günah, faydalı-faydasız bir anlayış üzerine bina eder. Önünde bir terazi var; işlediği her iyi eylemi terazinin bir kefesine, kötü eylemleri de diğer kefesine koyar. İyi kefeye koyduğunu gözeterek diğer kefeye bir şeyler koymayı kendisinde hak görür.

Bu tarz bir din anlayışı, insanı, sonuca odaklanan pragmatist, oportünist, nihayetinde de ahlaksız bir varlığa dönüştürür. İnsanı, Tanrı’yla pazarlık yapan bir cambaz haline getirir. Tüm eylemleriniz bir sonuca yöneliktir. Hattı zatında sonucu elde etmek için bir ibadeti yapar ya da yapmazsınız. İbadet, sizi aşkın bir hazzın, bir lezzetin peşinden götürüp ruhunuzu katman katman zenginleştirmekten ve sizi kâmil, erdemli bir insan kılmaktan çok, cennette somutlaşmış bir yarara götürür. Bu sonuca giderken çift kefeli teraziniz hep elinizin altında olduğu için zaman zaman günah kefesine bir şeyler doldurmaktan çekinmezsiniz.

Bugün Müslüman toplumların en temel sorunu ahlak sorunudur. Adalet, liyakat, erdem, güven gibi değerlerin anası ahlak. Ahlakta tökezlediğinizde tüm bu değerlerde de tökezlersiniz. Bunun da temelinde muhasebeci bir mantığa dayalı din anlayışı yer alır.

Öte yandan, siyasi bir proje olarak tasarlandığı zaman da din, din olmaktan çıkar. Din, bu yoldan iktidarın veya devletin dinine dönüşür; bireyin değil. Bu da kitleleri temsil mekanizması üzerinden dinden soğutur. Aydınlanma ve hümanizmin din karşıtlığı, kilisenin bin yıl boyunca devletle bütünleşmesinden kaynaklandı. Protestanlık, dini, siyasi emellerinden vazgeçirerek kendi alanına çekti. Böylece Protestan toplumlarda daha sağlıklı bir din anlayışı gelişirken, dindarlık da Katolik toplumlarla karşılaştırılmayacak kadar yaygınlaştı. Çünkü din buralarda bireyin kendi özgür iradesiyle tercih ettiği bir yaşam biçimidir. Özgür iradeyle seçilen şey devlet eliyle dayatılan şeyden her zaman hem daha etkili hem de daha sağlıklıdır.

İran’a ilk kez Ocak 2008’de gitmiştim. Tahran’da bir strateji merkezi tarafından düzenlenen bir konferans vermiştim. Konferansın konusu AK Parti ve Türkiye modeliydi. Konferansta eski bakanlar, üst düzey siyasetçiler, bürokratlar, insanları, akademisyenler ve medya mensupları vardı.

Konuşmam bittikten sonra geleneksel kıyafetler içinde molla olduğunu sandığım birisi soru sormak üzere el kaldırdı. Kendisine söz verilince de şunları söyledi: “İran’da otuz senedir teokratik bir rejimden neler çektiğimizi ancak biz biliriz. Türkiye’de sahip olduğunuz seküler sisteminizin kıymetini bilin!” Bunları söyledikten sonra bana Türkiye ile ilgili bir soru sordu.

Acaba İngilizceden dolayı yanlış mı anlıyorum diye düşündüm önce. Sonra düşüncelerini ifade edince yanlış duymadığımı anladım. Salonda onun gibi söz isteyip soru soran veya yorum yapanların istisnasız tümü, İran’ın siyasi rejimine karşı hissettikleri bezginliği ve Türkiye’ye karşı duydukları hayranlığı dile getirdiler. Özellikle İslami bir gelenekten gelip demokrasi ile İslam sentezini yapan, Türkiye’yi Avrupa Birliğiyle müzakere sürecine götüren AK Partinin, İranlı elitler üzerinde müthiş bir heyecan uyandırdığını o atmosferde gördüm.

Bir grup araştırmacıyla İran’da birkaç ay sonra yapılacak seçimlerle ilgili gözlemlerde bulunmak üzere bulunuyorduk. O vesileyle toplumun değişik kesiminden insanlarla görüşmeler yaptık. Görüştüklerimizin çoğunda konferans esnasında tanık olduğum hava vardı. Eğitimli genç kuşakların, özellikle de genç kadınların sadece İran rejiminden değil, İslam’ın kendisinden de fersah fersah uzaklaştığını gözledim. O geziden İslam adına, Müslümanlık adına ve İran halkı adına çok kötü izlenimlerle dönmüştüm.

Sonraki yıllarda İran’a iki kez daha gittim. Birinde birkaç şehri arabayla dolaşma imkânı da buldum. İran’daki gözlemlerim sonucunda diyebilirim ki, laik Türkiye’deki dindarlık, İslami yönetimin altındaki İran’dan hem daha sağlıklı hem de daha derinlikli.

Din, devlet eliyle topluma bir gömlek gibi giydirildiği zaman toplum tepki koyarak devletten de dinden de uzaklaşıyor. Laik sistemlerde din, bireyin kendi tercihine bırakıldığı için buralarda daha sağlıklı bir dindarlık gelişiyor. İnsan, dinini ve onu yaşama biçimini, sınırlarını kendi özgür iradesiyle seçme imkânına sahip olduğunda, din ılımlı bir karakterde gelişiyor, toplum da bu ılımlı atmosferde dine daha fazla rağbet gösterebiliyor.