M. Emin Zararsız –

15 Temmuz 2016 Darbe Teşebbüsünden sonra 2017 ve 2018 yılları Türkiye Cumhuriyeti siyasi sistemler tarihinde çok önemli dönüşümlerin yaşandığı yıllar olmuştur.

MHP Genel Başkanı Devlet BAHÇELİ’nin 11 Ekim 2016 tarihli Grup Toplantısında yaptığı çağrı üzerine başlayan süreçle birlikte, soğumaya bırakılmış bir tartışma yeniden alevlenmiş ve Başkanlık (Cumhurbaşkanlığı) Hükûmet Sistemi ile Parlâmenter Hükûmet Sistemi tartışmaları bu yıllarda çok yoğun bir şekilde gündem oluşturmuştur.

Bu süreçte ilk olarak 27/01/2017 tarihli ve 6771 sayılı Kanunla Türkiye Cumhuriyeti Anayasasında Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemine geçiş için değişiklikler gerçekleştirilmiştir. Bu değişiklikler 16 Nisan 2017 tarihinde yüzde 85,4 katılımla gerçekleşen halkoylaması (referandum) sonucunda yüzde 48,6 hayır oyuna karşılık yüzde 51,4 evet oyuyla Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemine geçiş kabul edilmiştir.

Yapılan değişiklikte yeni sisteme geçiş için bir geçiş dönemi öngörülmüş, nihaî geçiş ise birlikte yapılacak ilk Cumhurbaşkanlığı ve Türkiye Büyük Millet Meclisi Seçimi sonucunda seçilen Cumhurbaşkanının görevine başlamasına bağlanmıştır. Anayasaya eklenen Geçici 21. maddede milletvekili genel seçimi ve Cumhurbaşkanlığı seçiminin 3 Kasım 2019 tarihinde birlikte yapılacağı hükme bağlanmış olmasına rağmen bu seçimler, yine Devlet BAHÇELİ’nin çağrısıyla erkene alınmış ve 24 Haziran 2018 tarihinde yapılan Cumhurbaşkanlığı Seçimi (ve Milletvekili Genel Seçimi) sonucu seçilen Cumhurbaşkanının (Recep Tayyip ERDOĞAN) 9 Temmuz 2018 tarihinde yemin ederek görevine başlamasıyla Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemine fiilen de geçilmiştir.

Hem Anayasa değişikliği ve halkoylaması hem de seçimler sürecinde hükûmet sistemleri çok tartışılmıştır. Ayrıca Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sisteminin fiilen işlemeye başlamasından bu yana ikibuçuk yılı aşkın bir süre (31 ay) geçmesine rağmen gerek bu sistem üzerine gerekse genel olarak hükûmet sistemleri üzerine tartışmalar, zaman zaman geri plana düşse de gündemdeki yerini hep korumuş; akademik hayatta ise çok sayıda makale ve kitap yazılmıştır.

2019 yılında medyada yer alan haberlere göre Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemine geçişin bir yılını değerlendirmek üzere Cumhurbaşkanlığı Külliyesinde Cumhurbaşkanı Yardımcısı Fuat OKTAY başkanlığında bir komisyon çalışmalara başlatılmış, ayrıca AK Parti Grup Başkanı Naci BOSTANCI ve Grup Başkan Vekili Bülent TURAN’ın açıklamalarına göre de Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sisteminin bir yılı ve sistem değerlendirmesi yapılacağı ifade edilmiştir. Bu açıklamaların üzerinden uzunca bir süre geçmiş olmasına rağmen henüz bu çalışmaların seyrine veya sonuçlarına ilişkin bir açıklama yapılmamıştır.

Düşünce Platformunda 02/01/2021 tarihinde yer alan yazımızla Parlâmenter Hükûmet Sistemi ile Başkanlık Hükûmet Sisteminin olmazsa olmaz nitelikteki temel ilkelerini belirtmiş, 1982 Anayasasının ilk hâli ile getirilen parlâmenter hükûmet sisteminin de 2017 yılında geçilen ve halen uygulamada olan Cumhurbaşkanlığı (Başkanlık) Hükûmet Sisteminin de o yazıda belirtilen temel ilkelerden ve bu alandaki örnek modellerden önemli ölçüde farklılaştığını ifade ederek yazıyı sonlandırmıştık.

Yine Düşünce Platformunda 14/02/2021 tarihinde yer alan yazımızla Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sisteminde yürürlükteki 1982 Anayasasında yer alan yürütmenin yetkileri, denetleme ve denge bakımından belirlenerek değerlendirilmiş, sonuçta doğrudan ve dolaylı yetkilerle ve bu yetkilerin etkileri ile birlikte değerlendirildiğinde yürütmeye (Cumhurbaşkanına) yasama ve yargı karşısında mutlak bir üstünlük verildiği tespiti yapılmıştır.

Bu yazımızda, geçen uygulama da dikkate alınarak, Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sisteminin önceki yazılarımızda Başkanlık Hükûmet Sistemi için belirttiğimiz temel ilkeler, erklerin görev ve yetkileri, yasamanın (parlâmentonun) üstünlüğü ilkesi ve demokratik değer ve ilkeler bakımından bir değerlendirmesi ile mevcut sisteme yönelik önerilerimiz üzerinde durulacaktır.

Öncelikle ifade edelim ki, demokrasi en klasikleşmiş ve klişeleşmiş deyişiyle her türlü farklılığa karşı bir hoşgörü ve saygı rejimi olup azınlığın çoğunluğa karşı korunduğu bir sistemdir. Bir ülke ister parlâmenter hükûmet sistemiyle, ister başkanlık hükûmet sistemiyle, isterse yarı başkanlık hükûmet sistemiyle yönetilsin, bu sistemler demokratik ilkeler ve esaslar dikkate alınarak kurgulandığı sürece sorun oluşturmayacaktır. Elbette sistemler kurgulanırken bir yandan her ülke kendi tarihini ve geleneklerini dikkate alıyorken aynı zamanda uzun yılların tecrübesinden damıtılarak gelen bu sistemlerin olmazsa olmaz ilkeleri de dikkate alınmak durumundadır.

Önceki yazılarımızda da ifade edildiği üzere başkanlık hükûmet sistemi yasama, yürütme ve yargı erkleri arasında sert ayrılığın bulunduğu ve demokratik sistemler içinde kalmasını sağlayabilmek, otoriterleşmeyi önleyebilmek bakımından ise bu üç erk arasında kontrol/denetleme ve denge (check and balance) esas alınarak kurgulanan hükûmet modelidir. Ayrıca bu sistemde hem yasama hem de yürütme organları meşruiyetini doğrudan halktan (seçmenden) aldıklarından bu organların görevde kalmaları birbirlerinin karşılıklı onayına bağlı bulunmamaktadır.

Başkanlık hükûmeti sistemlerinin riske en açık yönleri, yürütmenin tek kişiden oluşması nedeniyle kontrol/denetleme ve denge sisteminin iyi bir şekilde kurgulanamamış ve oluşturulamamış olması halinde otoriter, hatta giderek totaliter sistemlere kayma riski taşımalarıdır. Bu nedenle başkanlık hükûmet sistemlerinin nirengi noktasını yasama, yürütme ve yargı erkleri arasındaki kontrol/denetleme ve denge sisteminin kurulması oluşturmaktadır.

Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sisteminde her ne kadar başkanlık hükûmet sisteminin alametifarikası olan yasama, yürütme ve yargı erkleri arasında sert ayrılık oluşturulmuş ise de bu üç erk arasında sistemin gerektirdiği ölçüde kontrol/denetleme ve denge sisteminin oluşturulduğunu söylemek mümkün değildir.

Demokratik hukuk devletlerinde, hangi hükûmet modeliyle yönetilirse yönetilsin esas olan parlâmentonun üstünlüğünü sağlayabilmek ve yargının yasama ve özellikle yürütme organına karşı mutlak bağımsızlığını ve tarafsızlığını sağlayabilmektir. Mevcut haliyle Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi, tek başına Cumhurbaşkanını yasamanın (parlâmentonun) ve yargının önüne geçirmiş, hem yasamayı hem de yargıyı tek başına belirleyebilen bir model olarak tasarlanmıştır. Diğer bir deyişle yasamanın üstünlüğü yerine yürütmenin üstünlüğü esas alınarak sistem oluşturulmuştur.

Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemine ilişkin önerilere geçmeden önce bir hususu belirtmekte yarar bulunmaktadır. Elbette Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemine geçiş için hazırlıklar yapılıyorken hazırlık komisyonunda yer alan siyasiler ve akademisyenler/uzmanlar önerilen her bir mekanizmayı muhtelif alternatifleriyle tartışmışlardır. Nitekim 05/02/2021 tarihinde SETA (Siyaset, Ekonomi ve Toplum Araştırmaları Vakfı) tarafından düzenlenen Türkiye’nin Yeni Anayasa Gündemi konulu Web Panelde hazırlık komisyonunun iki etkili üyesi Prof. Dr. Yavuz ATAR ve Mehmet UÇUM bu hususa değinmişler ve bugün eleştiri olarak ileri sürülen çoğu konunun tartışıldığını ve bilerek şimdiki modelin tercih edildiğini ifade etmişlerdir.

Gerek ikibuçuk yılı aşan uygulama dikkate alındığında gerekse teorik olarak sistemin otoriter bir yapıya kaymasını önlemek, kuvvetler ayrılığını tam olarak tesis edebilmek, parlamentonun üstünlüğünü sağlayabilmek, erkler arasında sistemin gerektirdiği ölçüde kontrol/denetleme ve denge sistemini kurabilmek ve demokratik hoşgörü, saygı ve uzlaşı kültürünün yerleşebilmesine katkı bakımından Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemi için aşağıdaki hususlar önerilir.

Elbette hiç kimsenin sempati duyduğu, taraftarı olduğu siyasi parti ile bu duygusal bağını kanunla yapılacak düzenleme ile engellemek mümkün olmayacağı gibi doğru da olmayacaktır. Ancak nasıl ki bazı kamu görevlileri için siyasi partilere üyelik konusunda yasaklamalar getiriliyorsa Devletin başı olan, Türkiye Cumhuriyetini ve Türk Milletinin birliğini temsil eden Cumhurbaşkanının kendi partisine oy vermeyen, sempati duymayan, taraftarı olmayan Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları tarafından da benimsenebilmesi için Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sisteminde “Partili Cumhurbaşkanlığı” modelinden vazgeçilerek seçilen Cumhurbaşkanının varsa partisi ile ilişiğinin kesileceği veya partisinin yönetim organlarında görev alamayacağının kabul edildiği bir sistemin daha uygun olduğu düşünülmektedir.

Cumhurbaşkanı yardımcısının, Anayasada yer alan yetkileri dikkate alındığında (md. 106) bir adetle sınırlandırılmasının ve Cumhurbaşkanı ile birlikte seçilmesinin daha uygun olduğu düşünülmektedir. Bununla birlikte ülkenin siyasi gelenekleri nedeniyle seçimle gelmesine yönelik ileri sürülebilecek çekinceler dikkate alınacaksa, o zaman Cumhurbaşkanının atamayı yapmadan önce atayacağı kişi için parlâmentonun onayını aldıktan sonra atama yapacağı bir sistemin kurgulanması daha uygun olacaktır.

Başkanlık hükûmet sisteminin uygulamalarında, demokrasinin gereği olan uzlaşma ve tolerans kültürünün gereği şekilde yerine getirilebilmesi ve otoriterleşmenin önlenebilmesi bakımından yürütmeyi tek başına oluşturan devlet başkanının bazı önemli işlemlerinde ve kritik önemdeki kararlarında önceden parlâmento ile uzlaşmayı sağlayacak girişimlerde bulunması, onayını alması mekanizmaları bulunmaktadır. Bu bakımdan bakan, bakan yardımcısı, büyükelçi, vali, emniyet ve istihbarat birimlerinin başkanları gibi bazı üst düzey atamalarda Cumhurbaşkanının parlamentodan atanacak kişi için onay alması sistemi getirilerek demokratik kültürün ve uygulamaların yerleşmesine katkı yapacak Cumhurbaşkanının parlamento ile uzlaşma yollarını zorlayacak araçlar oluşturulmalıdır.

Başkanlık hükûmet sisteminin en önemli ilkelerinden biri olan yasama ve yürütme organlarının meşruiyetlerini doğrudan halktan (seçmenden) alması ve birbirlerinin sürelerine son verememesi ilkesiyle bağdaşmayan Cumhurbaşkanının kendi süresini erken sona erdirmek suretiyle parlamentonun da süresini dolaylı şekilde erken bitirmesi silahı kaldırılmalıdır. Aynı şekilde Türkiye Büyük Millet Meclisinin de kendi görev süresini erken sona erdirmek suretiyle Cumhurbaşkanının da görev süresini sona erdirmesi yetkisi kaldırılmalıdır. Dolayısıyla ne Türkiye Büyük Millet Meclisi Cumhurbaşkanının süresini ne de Cumhurbaşkanı Türkiye Büyük Millet Meclisinin süresini doğrudan veya dolaylı sona erdirebilmelidir. Hatta Cumhurbaşkanı seçimi ile milletvekili genel seçiminin farklı tarihlerde yapılması da düşünülmelidir.

Milletvekili genel seçimi sisteminde ya barajsız ya da sembolik düzeydeki (% 1 veya % 3 gibi) barajlı dar bölge seçim sistemine geçilmesi, başkanlık hükümet sistemlerinin doğal gereklerindendir.

Hem parlâmenter hükûmet sisteminde hem de başkanlık hükûmet sisteminde yargı erki yasama ve yürütme erklerine karşı mutlak olarak bağımsız ve tarafsızdır. Diğer bir ifade ile her iki hükûmet sisteminde de yargı erki ile yasama ve yürütme erkleri arasında sert kuvvetler ayrılığı ilkesi geçerlidir. Yargı erkinin yönetimini sağlayan kurumsal yapının oluşum yöntemlerinde farklı modeller kurgulanabilir. Ancak korunması gereken değer yargı erkinin yönetimini sağlayan kurumsal yapının, tek tek bu yapının üyelerinin ve nihayet yargı gücünü kullanan tüm hâkimlerin hem yasamaya hem de özellikle yürütmeye karşı mutlak bağımsızlıklarının sağlanabilmesidir.

Hâkimler ve Savcılar Kurulu, adlî ve idarî yargı hâkim ve savcılarını mesleğe kabul etme, atama ve nakletme, geçici yetki verme, yükselme ve birinci sınıfa ayırma, kadro dağıtma, meslekte kalmaları uygun görülmeyenler hakkında karar verme, disiplin cezası verme, görevden uzaklaştırma işlemlerini yapar; Adalet Bakanlığının bir mahkemenin kaldırılması veya yargı çevresinin değiştirilmesi konusundaki tekliflerini karara bağlar; Yargıtay üyelerinin tamamını ve Danıştay üyelerinin dörtte üçünü seçer. Anayasaya göre (md. 159) onüç üyeden oluşan Hâkimler ve Savcılar Kurulunun aynı zamanda Kurul Başkanı olan Adalet Bakanı ile Kurulun tabii üyesi olan Adalet Bakanlığı Müsteşarı(?) ve dört üyesi olmak üzere altı üyesini Cumhurbaşkanı doğrudan; yedi üyesini ise üçü Yargıtay üyeleri, biri Danıştay üyeleri, üçü yükseköğretim kurumlarının hukuk dallarında görev yapan öğretim üyeleri ile avukatlar arasından olmak üzere TBMM seçmektedir. Yargı erkinin yönetimini sağlayan kurumsal yapı olan ve yüksek yargı organlarının üyelerini belirleyen Hâkimler ve Savcılar Kuruluna Cumhurbaşkanı tarafından doğrudan atanacak dört üye için Cumhurbaşkanının atama yapmadan önce parlamentonun onayını alacağı bir sistemin, yargının mutlak bağımsızlığını sağlamaya daha çok katkı yapacağı düşünülmektedir.

Anayasa Mahkemesi, kanunların, Cumhurbaşkanlığı kararnamelerinin ve TBMM İçtüzüğünün Anayasaya şekil ve esas bakımlarından uygunluğunu denetler; ayrıca Cumhurbaşkanını, TBMM Başkanını, Cumhurbaşkanı yardımcılarını, bakanları, Anayasa Mahkemesi, Yargıtay, Danıştay Başkan ve üyelerini, Başsavcılarını, Cumhuriyet Başsavcıvekilini, Hâkimler ve Savcılar Kurulu ve Sayıştay Başkan ve üyelerini, Genelkurmay Başkanı, Kara, Deniz ve Hava Kuvvetleri Komutanlarını görevleriyle ilgili suçlardan dolayı Yüce Divan sıfatıyla yargılar. Anayasaya göre (md. 146) onbeş üyeden oluşan Anayasa Mahkemesinin üç üyesi TBMM tarafından, ikisini Sayıştay Genel Kurulunun kendi başkan ve üyeleri arasından her boş yer için gösterecekleri üçer aday içinden, birini ise baro başkanlarının serbest avukatlar arasından gösterecekleri üç aday içinden; oniki üyesi ise Cumhurbaşkanı tarafından, üçünü Yargıtay, ikisini Danıştay genel kurullarınca kendi başkan ve üyeleri arasından her boş yer için gösterecekleri üçer aday içinden, en az ikisi hukukçu olmak üzere üçünü Yükseköğretim Kurulunun kendi üyesi olmayan yükseköğretim kurumlarının hukuk, iktisat ve siyasal bilimler dallarında görev yapan öğretim üyeleri arasından göstereceği üçer aday içinden, dördünü ise üst kademe yöneticileri, serbest avukatlar, birinci sınıf hâkim ve savcılar ile en az beş yıl raportörlük yapmış Anayasa Mahkemesi raportörleri arasından seçilmektedir. Cumhurbaşkanının seçeceği üyelerden dördü hariç, diğer tüm üyeler Sayıştay, baro başkanları, Yargıtay, Danıştay ve YÖK tarafından önerilen adaylar arasından seçilmektedir. Bunlardan Yargıtay, Danıştay ve YÖK’ün oluşum biçimi de dikkate alındığında, Anayasa Mahkemesine Cumhurbaşkanı tarafından doğrudan atanacak dört üye için Cumhurbaşkanının atama yapmadan önce parlamentonun onayını alacağı bir sistemin getirilmesinin Anayasa Mahkemesi üzerindeki tartışmaları kaldıracağı düşünülmektedir.

Eğitim ve öğretim hakkı, kıyılar, toprak mülkiyeti, kamulaştırma, devletleştirme ve özelleştirme, çalışma hakkı ve ödevi, çalışma şartları ve dinlenme hakkı, sendika kurma hakkı, toplu sözleşmesi ve toplu sözleşme hakkı, grev hakkı ve lokavt, ücret, sağlık, konut, sosyal güvenlik hakkı gibi hak ve ödevlerin düzenlendiği Anayasanın ikinci kısmının üçüncü bölümünde yer alan sosyal ve ekonomik haklar ve ödevler de Cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle düzenlenebilen alanlardan çıkarılmalıdır. Her ne kadar bu konuların çoğunluğunun kanunla düzenleneceğine ilişkin hükümlerin yer alması nedeniyle fiilen Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile düzenlenebilecek alan yok gibi gözükse de temel hak hürriyetlerin yürütme tarafından kararnameler ile düzenlenebilmesi, demokratik hukuk devletleri bakımından kabul edilebilmesi mümkün değildir.

Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemine yönelik yukarıdakiler dışında da öneriler getirmek mümkündür. Ancak yukarıdaki öneriler çerçevesinde yapılacak değişikliklerle Türkiye’ye özgü/Türkiye Tipi Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemi, başkanlık hükûmet sisteminin genel kabul gören temel ilkelerine yakınsanmış olacaktır.

Ayrıca ifade edelim ki, devlet yönetim sistemlerinde ve demokraside gelenek ve kültürün belirleyici düzeyde bir etkisi bulunmaktadır. Özellikle yürütmeyi ilgilendiren konularda gelenek ve kültür daha da belirleyici olmaktadır. Mesela Amerika Birleşik Devletleri Anayasasında başkanın kaç dönem görev yapabileceğine dair bir hüküm olmamasına rağmen, ilk başkanlar iki dönemden sonra bir daha başkanlığa aday olmadıklarından iki dönem sınırlaması bir uygulama geleneği olarak yerleşmiştir.

Bir sistem ilk uygulanmaya başladığında yapılan uygulamalar gelenek oluşturma bakımından önemlidir. Bu nedenle sistemlerin ilk uygulayıcılarına/aktörlerine önemli görevler düşmektedir. Bu anlamda Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sisteminin ilk yılında gerçekleştirilen bazı uygulamalar iyi örnekler olmamıştır. Mesela Anayasa gereği olağanüstü hâllerde Cumhurbaşkanı, olağanüstü hâlin gerekli kıldığı konularda, herhangi bir sınırlamaya tabi olmaksızın Cumhurbaşkanlığı kararnamesi çıkarabilir (md. 119/6). Anayasaya göre kanun hükmünde olduğu ifade edilen bu kararnameler (md. 119/6) aleyhine şekil ve esas bakımından Anayasaya aykırılığı iddiasıyla Anayasa Mahkemesinde dava açılamaz (md. 148/1). Ne var ki, 15 Temmuz 2016 Darbe Teşebbüsü nedeniyle ilân edilen olağanüstü hâl süresince (21/7/2016-19/7/2018) çok sayıda olağanüstü hâlin gerekli kıldığı konularla ilgisi olmayan Cumhurbaşkanlığı kararnameleri çıkarıldı ve bu kararnamelerin iptali için Anayasa Mahkemesine yapılan müracaatlar da Anayasa Mahkemesi tarafından reddedildi. Böylece Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemi için kötü bir uygulama geleneği oluşturulmuş oldu. Bu nedenle henüz daha başlarda olduğumuz yeni sistemin iyi uygulama geleneklerini oluşturmak, başta Cumhurbaşkanı olmak üzere yürütmede görev alan herkese düşmektedir.

Ensar Küçükaltan

Son dönemde Afrika-Çin ilişkileri üzerine yazılan makalelerin ve medyadaki görünürlüğün artması, iki taraf arasındaki ilişkinin daha fazla sorgulanır hale gelmesine neden olmuştur. Kıtanın bazı ülkelerinde Çinli kabile liderlerinin ortaya çıkması (Nijerya), bazı ülkelerde parlamentoya seçilen Çinliler (Güney Afrika) uç örnekler olmakla beraber, medyanın da ilgisini çekmektedir. İlişkiler kimi zaman Çinin inşa ettiği Afrika Birliği binasındaki dinleme krizi veya korona virüs sürecindeki ırkçılık manzaraları gibi skandallarla, kimi zaman ülkelerin önü alınamaz derecedeki borçlanmaları ile, kimi zaman da Çinin devasa kalkınma yardımları ile anılmaktadır. Farklı alanlardaki Çin yatırımları ve yardımları ise ümit ve endişeyi bir arada hissettirmektedir. Bu bağlamda ikili ilişkilerin seyrine odaklanarak bugünkü durumdan çıkarımlar yapmak isabetli olacaktır.

Çin, 2003 yılında Barışçıl Yükseliş terimini Başkan Hu Jintao’nun açıklamasıyla uygulamaya başladığında, içeriğin hangi alanları kapsayacağı merak ediliyordu. Ülkenin kendine özgü sistemi olan sosyalist piyasa ekonomisi döneminin temellerini sağlamlaştırmak ve Çin kültürünün ülkenin bu yükselişinin etkenlerinden biri olmasını sağlamak için oluşturulmuş bir doktrin olarak Barışçıl Yükseliş, iç politikadan dış politikaya kadar pek çok alanda yeni bir Çin tahayyülü olarak adlandırılabilir. Bu kapsamda ülkenin dış ticaretinin zirveye çıkarılması, yumuşak güç elementlerinin etkin kullanımı gibi hususlara ihtimam gösterilmektedir. Bu politika, küreselleşme ile uyumlu olarak, diğer ülkelerle ilişkileri geliştirerek Çinin kendi halkını fakirlikten kurtarma projesi olarak görülmektedir 1

İlişkilerin canlanması 1955 yılındaki Bandung Konferansı ile olmuştur. Afrika ülkeleri ile işbirliğinin kilit isimlerinden biri sayılan Zhou Enlai’nin çabaları ve dönemin siyasi şartları gereği ortaya çıkan “Üçüncü Dünya” dayanışması, ilerleyen süreçte siyasi bir birlikteliğin yanında ekonomik anlamda da yakınlaşma sağlayacaktır. Enlai’nin en büyük başarısı, kıtadaki bağımsızlık isteğinin erken farkına varması ve liderlerle sömürgecilik, ekonomik ve kültürel dayanışma gibi hususlarda yaptığı birebir görüşmelerdeki etkili tutumudur 2.

Konferanstan bir yıl sonra Mısır ile diplomatik bağların tesis edilmesi, belki basit bir diplomatik hamle olarak değerlendirilebilir ancak gerçekte çok stratejik bir karardır. Bu bağın kurulması sonrasında Mısırın Çin’den yardım almaya başlaması, 1965’te İsrail’in Mısır’a yaptığı hava saldırısı sonrasında Enlai’nin Nasır’a bu tavrı kınayan bir mektup yollayarak destek vermesi, ilerideki yakınlaşmanın ilk adımı olarak görülebilir 3. Mısır hamlesinin önemli tarafı, diğer Afrika ülkelerine çok açık bir birlik mesajı verilmesidir. Bu mesaj, Çin ile kurulacak müttefiklik bağlarının sürekli olacağını, ayrıca ekonomik olarak da kalkınma yardımlarının kapısının açılabileceğini içermekteydi. Sonrasında yine Enlai yönetiminde yapılan ve Soğuk Savaş şartları içerisinde on ülkeyi kapsayan diplomasi turu, Çin için kıtada çok olumlu bir etki bırakmıştır 4.

Enlai’nin turu, Afrika’da dönemin şartlarına son derece uygun olan, emperyalist Batı ile revizyonist Doğu arasında bir tercih yapma zorunluluğunun yerine, Çin liderliğinde üçüncü dünya olarak anılan bölgelerin anti-emperyalist bir temel üzerine oturan bir bağımsızlığı tercih etmesi arzusunun göstergesidir. Altmışlı yıllar, Afrika’da bağımsızlık ateşinin yakıldığı dönem olarak düşünüldüğünde bu talep çok yerinde bir hamledir.

Bağımsızlık hareketlerine doğrudan ve dolaylı destek veren Çin’in Afrika’ya bugün duyduğu ilginin en önemli sebebinin ihtiyaçlar olduğu söylenebilir. Büyük bir atılımla dünyanın en büyük ekonomisi olma yolundaki ülkenin hem pazar ihtiyacı hem de doğal kaynak ihtiyacı artmıştır. Bunun sonucu olarak Çin, doksanlı yılların henüz başında dünyanın en büyük petrol ithalatçılarından biri haline gelmiştir. Çin, kullandığı petrolün yarısını Ortadoğu’dan temin ederken, yüzde otuz-üçünü Afrika’dan Hint Okyanusu vasıtasıyla temin etmektedir (Large, 2010: 96). Güney Amerika ve Ortadoğu pazarlarında girebileceği herhangi bir boşluk bulunmayan Çin, bu ihtiyaçlarını Afrika’dan temin etmenin peşine düşmüş ve başarılı olmuştur.

2000 sonrası artan ilginin ilk göstergesi 2006 yılında düzenlenen Çin-Afrika İşbirliği Forumu (FOCAC) olmuştur. Bu Forumda Afrika’nın altyapı sorunlarının çözüme kavuşturulması ve insan kaynağı gelişimi ile alakalı büyük yardımlar sözü verilmiştir. Forumun Çin medyasındaki temsil biçimi Bandung ruhunun yeniden canlanması şeklinde olmuştur 5. Çin Eximbank tarafından sağlanan düşük faizli krediler, ihracat kredileri ve garantiler Forumun çıktısı olarak görülmekte ve Afrika özelinde etkin şekilde kullanılmaktadır. FOCAC vasıtasıyla Çinin uyguladığı politika, aslına bakılırsa tam da Afrika ülkelerinin istediği türden olmuştur. Çin, Batı’nın yaptığı gibi, yardımların yapılmasını demokrasiyi yerleştirme ve yaşama gibi şartlara bağlamamış, yardım yapacağı hiçbir ülkeye karşılık biçmemiş, kıta ülkelerine neyi nasıl yapmaları gerektiğini ve kıta liderlerine ülkelerini nasıl yönetmeleri gerektiğini tembihlememiştir. Bunun yerine kıta insanının gündelik hayatına doğrudan etki edecek çıktılar üzerinden giderek özellikle demokrasiden pek de “haz etmeyen” kimi liderleri rahatsız etmemiştir. Yalnızca yöneticiler seviyesinde değil halk bazında da Çine karşı olan teveccühün giderek artması, yapılan araştırmalarda da ortaya konulmaktadır 6.

İşin ekonomik boyutunun pazar kısmına baktığımızda, Afrika pazarının Çin malları için ideal bir pazar olduğu görülmektedir. Bunun sebebi, dünyanın geri kalanında genellikle marka odaklı pek çok sektörün Afrika kıtasında çoğunlukla fiyat odaklı yürümesidir. Bu durum Çin mallarının telekomünikasyondan plastiğe kadar geniş bir yelpazede sektör lideri konumuna yükselmesini sağlamaktadır. Küresel bir bilinirliğe sahip olan Huawei ve Xiaomi gibi markalar Afrika’da yerini aynı Çinli şirketin farklı markaları olan Itel, Infinix ve Tecno gibi markalara bırakmaktadır. Bunun sebebi bu markaların Afrika insanının alım gücü seviyesine kadar indirilebilen düşük maliyetleridir. On dolar ile dört-yüz dolar arasında değişen fiyatlar Afrikalı tüketiciyi kendine çekmektedir 7.

Ucuz Çin malları tüketicinin tercihi olsa da Afrikalı üreticiyi güçsüzleştiren bir unsur olarak değerlendirilmektedir. Bazı ülkelerde küçük dükkânlar kapanmakta, bazı ülkelerde çok sayıda işçi işten çıkarılmakta ve belli sektörlerde çok düşük kâr marjı ile satılan Çin ürünleri sebebiyle yerel şirketlerin sektörden çekilmesine sebep olmaktadır. 2011 yılında Uganda’da ayakkabı satıcılarının yaptığı eylemler bunlardan sadece bir tanesidir.

Örnekleri çoğaltılabilecek bu vakaların en önemli sebeplerinden biri Çinin yukarıda kısaca anlatılan altmışlardaki Afrika ilişkileridir. İngiltere, Fransa, Belçika, Almanya gibi ülkelerin kıtadaki sömürü geçmişi bir yanda dururken, Çinin bağımsızlık hareketlerine verdiği destekle anılması ve kıtada sömürü geçmişinin bulunmaması bugünün ilişkilerinde onun başka bir yerde konumlanmasına katkı sağlamaktadır. İkinci bir husus da yine aynı dönemde bağımsızlık elde eden pek çok ülkenin kurucu ideolojisinin Mao yönetiminden ve fikirlerinden etkilenmiş olmasıdır. Bu etken bugün nispeten daha az etkili olsa da Çinin bir Batı alternatifi olarak görülmesinin önünü açmıştır. Sömürgecilik sonrası dönemde yeni kurulan ülkeler ekonomik darboğaza girdiğinde Çin yardımlarının gelmesi, Batı ülkeleri yardımlarını demokrasi, insan hakları gibi başlıklara bağlarken Çinin yardımlarında herhangi bir kıstas aranmaması aradaki ilişkileri geliştiren hususlardan biridir.

Afrikalı akademisyenlerin bugün Çin’e dair kaygılarının olmasının sebeplerinden biri olarak da Çin’e özgü kalkınma modeli gösterilmektedir. Çinin Washington uzlaşısına alternatif olarak sunduğu Pekin uzlaşısı, bazı Afrika ülkelerindeki rejimleri daha fazla otoriter hale getirmektedir. Kazan-kazan stratejisi ile sembolleştirilen Çin yatırımlarındaki kazanç oranlarına bakıldığında Çinin pastanın tamamını kazanması, Afrika ülkelerinin ise kendilerine sunulan küçük paylara razı olmaları şeklinde yürüdüğü görülmektedir.

Çin-Afrika ihracat ve ithalat gidişatının, bölge ülkeleri açısından dezavantajlı bir durum olduğu açıktır. Çin menşeli ucuz ürünlerin ülke pazarlarını resmî ve gayriresmî satış alanlarında ele geçirmesi, Çin ihracatının devamını sağlamaktadır. Fiyat meselesi, bir süre sonra Çinin kendi sınırlarında satışa sunulmayan ve yalnızca Afrika pazarı için üretilen ürünleri ortaya çıkarmıştır. Çinin bu agresif açılımını başarılı bir kapitalizm örneği olarak görmek mümkündür 8.

Kıtada kaygı uyandıran hamlelerden biri de borç tuzağı diplomasisi (debt-trap diplomacy) sistemidir. Çin İhracat-İthalat Bankası (Eximbank) tarafından bu ülkelerde yapılan büyük projeler için verilen kredilerin geri ödemeleri, ülkelerin içinde bulunduğu finansal problemler sebebiyle zamanında ödenememekte ve bu sebeple Çin bazı geri ödemeleri ertelemektedir. Ertelemelerinin bile ödenmesi konusunda yaşanan zorluklar karşısında alıcı ülkeler yeni kredilere sarılmaktadır. Borçların ödenmesinin ertelenmesi hususunda pek çok ülkenin talebinin olduğunu görmekteyiz. Bu taleplerin yeni taksitlendirilmelerle çözülmesi beklenmektedir.

Çinin dış politikasındaki beş ilkeden biri olan “başka ülkelerin iç meselelerine karışmama ilkesi”, eski sömürü ülkeleri ile arasına net mesafe koyan çizgilerden biridir. Afrika gibi dış müdahalelere maruz kalmış, bugün hâlâ başka ülkelerin baskısı altında olan bir kıtanın ülkelerine yapılacak yeni dış müdahalelerin büyük tepkiler alabileceği açıktır. Çinin bu tavrı, ona tehlikesiz bir müttefik imajı kazandırmaktadır. Bu ilke bazı bölgelerde dolaylı yoldan ihlal edilmektedir. 2005 yılı seçimlerinde Zambiya Devlet Başkanı Adayı Sata, seçilmesi halinde Tayvan ile ilişki kuracağını ve Çin ile ilişkileri keseceğini deklare etmiştir. Bunun üzerine ülkede çokça yatırımı olan Çin ise Sata’nın seçimleri kazanması halinde bu ülkeye dair tüm yardım ve yatırımların kesileceği cevabını vermiştir. Sata seçimleri kaybettikten sonra Çin, Zambiya’ya yatırımlarının miktarını çok daha büyük boyutlara çıkarmış ve ülkede yaklaşık on bin kişiye yeni istihdam sağlamıştır 9. Zimbabve Devlet Başkanı 2018 yılında askerî tehdit ile koltuğundan indirilmeden önce Zimbabve’nin maruz kaldığı yaptırımlar ülkeye büyük zarar vermiştir. Beyaz düşmanlığı olarak tanımlanan mülk edinme kanunu değişiklikleri ve insan hakları ihlalleri, pek çok ülke tarafından yaptırıma giden süreci başlatırken Çin Zimbabve yönetiminin yanında yer alarak yeni bir kamp oluşturmuştur. Bununla beraber maddi ve askerî yardımın da Mugabe yönetimine güç verdiği görülmüştür. ABD yönetiminin Sudan’a uyguladığı ambargo yakın zamana dek ülkedeki yaşamı olumsuz etkilemiştir. Bu süreçte Çin aynı şekilde Afrikalı ülkenin yanında durduğunu açıklayarak ambargonun etkisiz hale gelmesi yönünde adımlar atmıştır. Çinin Sudan’daki petrol üretimi işine girmesi, uzun vadede Sudanı rahatlatan etkenlerden biri olmuştur. Bu tip örneklerin yaşanması Çinin Afrika ülkelerinin sığınacağı yeni bir liman olması anlamına gelmekte ve özellikle uluslararası kamuoyunda Çin’e pek çok politikası için destek olarak dönmektedir. Bu desteklerden sonra, kıtadaki Çin imajı incelendiğinde en fazla olumlu görüşün Zimbabve, Mozambik, Sudan, Zambiya, Güney Afrika ve Tanzanya’da olması tesadüf değildir (Lekorwe, Chingwete, Okuru, & Samson, 2016: 2). Tüm bunların yanında Çin, bölge ülkelerine eşitlik vaadeden bir “müşteri”dir; kaynakları yağmalayan değil, satın alan taraftır. İşte bu özellikleri onu Batı’dan, dolayısıyla kolonyalizmden ayırmaktadır.

Nkrumah’ın neokolonyalizm fikri üzerinden yapılan değerlendirmeler Batı ülkelerinin kolonyal metotları ile Çinin politikaları arasında benzerlikler olduğu konusunu tartışmaya açmaktadır. Çin bölgedeki hammadde için girişimlerde bulunmakta, buna uygun altyapı ve üstyapı projelerini uygulamakta, bu projeler için de maddi hususlarda oldukça esnek davranmaktadır. Bunun yanında pazar alanını genişletmek için bölge ülkeleri arasındaki ulaşım ve iletişimi daha üst seviyeye çıkarmaktadır. Afrika’da BM ve Afrika Birliği ortaklığında yapılan askerî görevlere asker ve ekipman desteği ile katılmaktadır. Özellikle yardımlar konusunda Moses Naim tarafından yapılan “Haydut Yardım” (Rogue Aid) tanımı, Çin dahil olmak üzere, İran, Suudi Arabistan ve Venezuela’nın yaptıkları dış yardımlara yönelik bir eleştiri getirmiştir. Ona göre bu yardımlar, yardımı yapan ülkenin çıkarlarına uygun olarak dizayn edilmekte ve sonucunda da otoriter yapılara güç kazandırmaktadır 10.

Çinin kıtada yalnızca iktidar partileri üzerinden iletişimde olmayı tercih etmesi, elit kesim ile ilişkileri geliştirmesini sağlamaktadır. Güçlü parti-devlet yapısına sahip veya muhaliflerin baskı altında kaldığı ülkelerde tüm bürokrasiye yerleşmiş olan ve elit olarak nitelendirilen gruba yönelik yapılan yatırımlar pek çok açıdan karşılık bulmaktadır. Kırsal bir bölgeye Çin yardımları ile getirilen hizmet, tek taşla iki kuşun vurulmasını sağlamaktadır. Bunlardan ilki ülkenin altyapı sorunlarının iyileştirilmesi yoluyla gelişimin sağlanması, diğeri ise yerelden genele dek tüm yönetim zincirinin bu projelerden halkın memnuniyet oranında faydalanmasıdır. Kırsaldaki halk, projenin hangi fon sağlayacısı tarafından kredilendirildiği ile değil, yaşam kalitesinin ne derece arttığı ile ilgilenmektedir. İktidarlar da bu krediler vesilesi ile en ücra köşelere hizmet götürmeyi sağlamakta ve koltuğu kaybetmemenin hayati önem taşıdığı seçimlerde olumlu dönüşler almaktadırlar.

Sonuç olarak, medya ve eğitime yönelik hamleleri, kültürel diplomasisi, kazan-kazan sistemi, kalkınma yardımları ve kredileri ile kıtada varlığını tarihinin en güçlü noktasına getiren Çin, bu bağlamda eskiyle kıyas edilemeyecek yeni tür bir bağımlılık ihtimalini de beraberinde getirmektedir. Aradaki ilişki, bugün neokolonyal olarak tanımlanamayacak olsa da uzun vadede aynı şekilde devam ederse neokolonyal bir ilişki türüne dönüşme riskini barındırmaktadır. Temennimiz, hem Batı ülkelerinin geçmişten sıyrılıp yeni bir bakış açısı eşliğinde Afrika ülkeleri ile eşit bir ilişki kurması hem de Çin gibi büyük bir ekonomik gücün Afrika’nın kalkınmasına destekçi olarak kalması ve kazan-kazan stratejisini reel ve eşit oranlara çekmesidir.


  1. Sayın, Y. (2013). Konfüçyüs’ün Yeniden Keşfi ve Çin’in Dış Politikasında Dönüşüm. Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 224-237.

  2. Shinn, D. H., & Eisenman, J. (2012). China and Africa: A Century of Engagement, Philadelphia: University of Pennsylvania Press.

  3. Zhang, J. (2017). China’s Aid to Africa. In H. Zhou, & H. Xiong (Eds.), China’s Foreign Aid: 60 Years in Retrospect, Singapore: Springer, 97-170.

  4. Abegunrin, O., & Manyeruke, C. (2020). China’s Power in Africa: A New Global Order, Cham: Springer.

  5. Li, S., & Ronning, H. (2013). China in Africa: Soft power, media perceptions and a pan- developing identity, Bergen: CHR Michelsen Institute.

  6. Ermağan, İ., & Giray, F. (2014). Çin’in Afrika Politikası. İ. Ermağan (Der.), Dünya Siyasetinde Afrika 1, Ankara: Nobel, 63-65.

  7. Dahir, A. L. (2018, Ağustos 30). A low-profile, Chinese handset maker has taken over Africa’s mobile market. Ocak 11, 2019 tarihinde Ouartz Africa: https://qz.com/africa/1374404/chinas-transsion-dominates-africas-phone-market-with-tecno-itel/ adresinden alındı

  8. Junbo, J. (2007). China in Africa: From capitalism to colonialism. Mart 19, 2020 tarihinde CESFD: www.cesfd.org.cn/magzine/ch/China%20in%20Africa.pdf adresinden alındı

  9. Brautigam, D. (2010). The Dragon’s Gift: The Real Story of China in Africa, New York: Oxford University.

  10. Naim, M. (2009, Ekim 15). Rouge Aid. Foreign Policy: http://foreignpolicy.com/2009/10/15/rogue-aid/ adresinden alındı

Gülsen Kaya Osmanbaşoğlu –

‘İdeolojik’, toplumsal bir varlığın ‘yanlış bilinci’ değildir…
Zira, ‘ideolojik’, ‘yanlış bilinç’ tarafından desteklendiği ölçüde
karşımıza çıkan toplumsal varlığın kendisidir.

Slavoj Žižek

Siyaset Bilimi alanının temel kavramlarından biri olan ideoloji, istenen bir toplum düzeninin nasıl kurulacağı üzerine insan doğası, tarihsel akış ve güncel durum üzerine kendi içinde tutarlı bir takım düşünce ve varsayımlar setidir. Antonie de Tracy’den bu yana süren ideoloji literatürü, ideolojiye olumlu anlam yükleyenlerin yanında, ideolojiyi küçümseyen ve eleştiren çok sayıda çalışma ile de doludur. Son tahlilde ideolojinin olumlu ve olumsuz yansımaları olsa da, Türkiye’de ideolojik olmamanın, bilhassa siyaseti icra edenleri değerlendiren akademik yazında, yeterince muteber görülmediğini gözlemlemek mümkündür. Türkiye siyasetinde merkez-sağın ideolojik olmama durumunun altını çizeceğim bu yazıda, ideolojik olmamanın bir takım fırsatları beraberinde getirdiğini, merkez-sağ çerçevesini tarif ederek ortaya koymaya çalışacağım.

Merkez-sağ: Gerçek Hayat Kadar Çok Yönlü…

Türkiye’de merkez-sağ, sol(lar)dan, İslamcı ve milliyetçi sağ(lar)dan ve onların çeşitli fraksiyonlarından farklı olarak, katı bir ideolojik zeminden yoksundur. Bilhassa ideolojisi olan, kendini net sınırlar içinde tanımlayan düşünürler ve akademik camia tarafından da yer yer hoşlanılmadığı ima edilen, kimi zaman küçümseyici ithamlara maruz bırakılan bir düşünce örüntüsüdür. Zira merkez-sağın herkesçe bilinen büyük düşünürleri, okuma listeleri, taşıyıcı nesiller yetiştirmek üzere kurulmuş ideolojik okulları fazlaca yoktur. Merkez-sağ bir düşünmekten çok bir “eyleme, aksiyon alma” halidir ve bu “eyleme” asla düşünmeden yapılan bir fiil değildir. Bilakis, rasyonel aklın oldukça belirginlik kazandığı, girdi ve çıktı analizi yapan, sloganlardan çok yapmaya odaklanan bir duruştur. Bu duruş, gerekli olduğu durumlarda ve gereken desibelde sloganlar atmaktan da çekinmez. Nadir de olsa bu sloganların, sol, İslamcı-sağ ya da milliyetçi-sağ kadar gür çıktığı da görülür fakat bunun nedeni, o dönemde o sloganın atılmasının gerekliliğinin hesaplanmış olmasıdır.

Koşulsuz biçimde bir ideolojiye iman edenler için merkez-sağ, katı sınırlarca korunan yeterince istikrarlı bir siyaset söylemi vaat etmez. Ne var ki, merkez-sağın önemsediği istikrar, siyasetin söylemi değil, fiiliyatıdır. Tüm bu nedenlerle, siyaset yapmaya talip olmayı sürdürmesi ile, ideolojik masalarda dünya gerçeklerini belli teorilerin dışına çıkmadan, büyük ölçüde umutsuz ve yine büyük ölçüde ütopik sayılabilecek dünyayı kurtarma egzersizlerinden önemli ölçüde ayrılır. Bir yanı ile garip olması da, oy kullananların ekserisinin aksine, siyaset üstüne yazıp çizenlerin, siyasetin pratik sonuçlarından çok söylemi ve sihirli formülleri üstüne düşünüyor olmalarıdır. Oysa merkez-sağ, tıpkı hayat gibi oldukça reel zeminde anlam kazanan, akışkan, devinimli ve çevresel faktörlerin yüksek etkisi altında şekillenen ve ihtiyaca cevap vermeye odaklı bir düşünce örgüsüdür.

Gerçekle ve o gerçeğin farklı yüzleri ile tanışmış merkez-sağ, bu nedenle geniş kitlelerin teveccüh gösterdiği bir alan olmuştur. Tıpkı toplum gibi, hayat gibi, ekonomi gibi merkez-sağ da eklektiktir. Tek bir kaynaktan ya da katı bir ideolojik haritadan beslenmez. İçinde farklı dinî, ideolojik, mezhepsel ve etnik kimlikleri uyum içinde barındırır. Liberal, muhafazakâr, İslamcı, milliyetçi, sosyal demokrat ideolojiler merkez-sağ çatısı altında bir araya gelebilir. Bu nedenle Anavatan Partisinin dört eğilimi bir araya getirme iddiası, her ne kadar sosyal demokrat öğelerin temsili daha az yer alsa da, asılsız değildir. Burada önemli olan husus, bu ideolojilerden herhangi birinin belirgin biçimde merkez-sağ çerçeveye hâkim olmamasıdır. Örnek vermek gerekirse, Türk milliyetçiliği ya da İslamcılık renklerinin hâkim olmaya başladığı bir çerçeve, zaman içinde merkez-sağ olma fonksiyonunu kaybedecektir.

İdeolojinin Uzağında, Siyaset Yapmanın Odağında…

Bahsedilen çeşitli renkleri içerme fakat tek bir ideolojik renge boyanmama durumu, çoğunlukla marjinal olmayan Türkiye toplumunun geniş kesimleri açısından da tasvip edilmektedir. Merkez-sağ bu nedenle siyaset alanının başat aktörü olmuştur. Bu düşünce örgüsünün ideoloji olmadığı açık iken, ideolojik olmamanın yer yer ilkesizlikle, yer yer oportünizmle ilişkilendirildiği, en doğru bilgiyi tekelinde tuttuğuna inanan (obskürantist) bakış açıları tarafından kayda değer bulunmaması, merkez-sağı değersiz yapmaz. Çünkü sivil toplumun yeterince bağımsız ve etkin bir alan olmadığı Türkiye’de, siyasetin ve karar alma süreçlerinin ana aktörlerinden ve en önemlilerinden biri siyasi partilerdir. Merkez-sağ ise düşünce okullarının partiye evrildiği değil, partinin siyasi yön oluşturduğu bir yapıdır. Diğer bir ifade ile bu gelenekte, daha çok kurumsal yapıdan düşünce doğar. Kuruluş aşamasında, toprak reformu başta olmak üzere çeşitli fikir ayrılıklarının ortaya çıkardığı Demokrat Parti (DP) ileri gelenlerinin kendi duruşlarını “CHP’nin kimi hususlarda iki parmak sağında, kimi hususlarda iki parmak solunda” olarak tanımlamaları, aslında merkez-sağın kontekst bazlı oluşuna işaret eder. Bu ifade aynı zamanda, kuruluş aşamasındaki DP’nin henüz hangi hususlarda CHP’nin daha sağında ya da solunda yer alacağının kesin biçimde netleşmediğini ve zaman geçtikçe çerçevesinin belireceğini ima etmektedir.

İdeolojik bir partinin her durum için vereceği cevaplar açıktır ve önceden tayin edilmiştir. İdeolojik olmak, seçici bir kavram filtrelemesini beraberinde getirir. İdeolojik ara yüzünde yer alan anahtar kelimeleri gören ideolojik refleks, gerçekte karşılaşılan durumun karmaşıklığını anlamaya zaman harcamaz. İdeolojik ilkeler üzerinden tanımlanan bu haritalandırma, pratik hayatta çoğu zaman kâğıt üzerinde kurgulandığı gibi işlemese de, ideolojik olmak o ilkeleri her ne pahasına olursa olsun savunmayı ve uygulamayı gerektirir. Merkez-sağ ise keskin haritalandırma süreçlerinin dışında kalmayı tercih eder. Bu nedenle merkez-sağın düşünce örüntüsünü anlamak için parti programları kadar parti politikalarına da bakmak gerekmektedir. Beliren belli eğilimler, bu düşünce örüntüsünün ana unsuru kabul edilebilir.

Daha önceden yaptığım bir çalışmada,

1. Çoğunlukçu demokrasi anlayışı,

2. Devletle geliştirdiği aşk-nefret ilişkisi,

3. Baskıcı olmayan seküler anlayış

şeklinde sıralanabilecek üç hususu merkez-sağın temel tipolojik unsurları olarak tanımlamış idim. Bu unsurlar genel olarak parti programlarından ziyade, parti politikaları incelenerek oluşturuldu. Merkez-sağın ideolojik zeminde yer almamasının, aslında onun bir düşünce örüntüsü ya da başka bir ifade ile bir çerçeve olmasından kaynaklandığını ve bunun sanılanın aksine olumsuz bir durum olmadığını düşünmekteyim. Kısaca bu üç unsura değindikten sonra, ideolojik olmamanın sağladığı avantajın, bu üç unsurun tadil edilmesi gereken yönleri açısından bir fırsat oluşturabileceğini vurgulayacağım.

1. Çoğunlukçu demokrasi anlayışı

Demokrasi kavramının birbirinden farklı çok sayıda tanımı bulunmaktadır. Demokrasinin sağlamlığı, ne ölçüde özgürlük bileşeni içerdiği, yaygın kabul görme durumu gibi birçok faktör, demokrasinin niteliğine ilişkin de bilgi sunmaktadır. Bu bağlamda merkez-sağ, çoğunlukçu olarak tanımlanabilecek bir demokrasi anlayışına sahiptir. Bu demokratik bakış açısına göre sandık ve seçimler demokrasinin en temel bileşeni olarak özenle üstünde durulan konular olarak karşımıza çıkar. Seçimlerin adil ve hilesiz olması hayati önem taşır. Millet iradesi bu anlamda kutsanmış bir kavram olarak merkez-sağ düşüncesinin kalbinde yer alır. Zira, millet iradesi ve milletin çoğunluğunun oyunu alabiliyor olmak siyaset yapmanın temel aracı olarak görüldüğünden, gücün temel kaynağına işaret etmektedir. Bu nedenle, iradesini siyasetçilere temsil edilmek üzere ödünç veren toplumun kahir ekseriyetinin beklentilerine cevap vermek, merkez-sağ siyasette çok önemli bir faktördür Ne var ki, kimi zaman muhalefete yönelik hoşgörüsüz bir tutumun sergilendiği görülür. Bu durum, demokratikleşme süreçlerine katkı sunarak yönetmeye başlayan merkez-sağın, bu misyonu sürdürememesine neden olmaktadır. Çoğunlukçu demokrasi anlayışının zaman içinde daha çoğulcu bir perspektife evrilmesi ise 21. yüzyılda merkez-sağ çerçevesinde yer alması beklenen bir husustur.

2. Devletle geliştirdiği aşk-nefret ilişkisi

Toplumun çoğunluğunun ihtiyaçlarına cevap verebilirliği yüksek olan merkez-sağ çerçeve, asker ve sivil bürokrasi başta olmak üzere baskı dönemlerinin imtiyazlı alanları ile çatışma içindedir. Şerif Mardin’in yıllar önce Shils’in teorisini Türkiye’ye uyarlayarak ortaya koyduğu merkez-çevre ayrışması da merkez-sağ için bir mevzilenme alanıdır. Her ne kadar merkez-sağ aktörlerin, bilhassa Demokrat Parti döneminde, Frey’in de not ettiği üzere, elit sayılabilecek ve toplumsal taban ile benzeşmeyen birçok yönü olsa da, merkez-sağ aslında çevreye seslenmekte ve çevreden destek beklemektedir. Bu durum, Adalet Partisi serüveni ile daha fazla belirginlik kazanmış ve Demirel’in temsil ettiği bir Anadolu çocuğu efsanesi ile merkez-sağın çevre ile olan iletişimini daha da güçlendirmiştir.

Ne var ki Adalet Partisinin 1970’lerde yaşadığı kırılım, merkez-sağın devlet ile olan ilişkisini anlamakta oldukça işlevseldir. Bu süreçte seçimleri kazanmanın güce haiz olmak için yeterli olmayacağını keşfeden Adalet Partisi ve lideri, karar alma süreçlerinde askerlere danışmayı bir alışkanlık haline getirerek askerin siyasetteki egemenlik alanına bir bakıma daha fazla meşruiyet kazandırmıştır (Cizre, 1993). Bu durum diğer merkez-sağ partilerin de devletin hassas alanları ile münakaşa etmekten imtina ederek, aslında devlet ile çoğunlukla geçim ehli bir tutum sergilemesinde görülür.

Bu partilerde göze çarpan bir başka husus ise kendilerine ait olmadıklarını düşündükleri bürokratik alanı kendilerinin yapma çabasıdır ki, bu çaba Demokrat Partinin teknokratlaşma eğilimi ile başlarken, esasen Anavatan Partisi döneminde devlet içinde yoğun biçimde temsil edilen Kemalist öğeleri, liberal, muhafazakâr ve milliyetçi farklı elementler ile dengeleme çabasını beraberinde getirmiştir. Diğer bir ifade ile devlet, merkez-sağ için gazabından korkulan, aynı zamanda da sahip olunmak ve bu mümkün olmuyorsa en azından paylaşılmak istenen bir alandır.

Tüm bu süreçte, devletin merkez-sağın gözünde yalnızca Heper’in transandental (aşkın) kavramsallaştırmasına uygun bir algının geliştirildiğini söylemek eksik kalacaktır. İcraat odaklı ve kalkınmacı söylemin içinde devlet aynı zamanda bir ekonomik araçtır. Bu nedenle devlet kaynakları, kendisini seçen kesimler başta olmak üzere geniş toplum kesimlerinin kalkınmasını desteklemek ve gelecek dönemlerde toplum kesimlerinin desteğini almaya devam ederek, siyasi gücün sürekliliğini sağlamak adına en önemli enstrümanlardan biridir. Genel olarak merkez-sağın liberal bir ekonomik söylemi benimsediği görünse de, icraat noktasında kimi zaman bu söylemin dışına çıkarak, o günün ihtiyacına uygun arayışlara girerek, devletin ekonomik alana müdahalesi desteklenmiştir.

Sonuç olarak, icraat odaklı merkez-sağ çerçevede, devlet hem önemli bir ekonomik enstrüman hem de her ne kadar çatışma içinde gibi görünse de sahip olunmaya çalışılan bir güç alanıdır.

3. Baskıcı olmayan seküler anlayış

Din, Türkiye siyasetinde ister seküler olsun ister muhafazakâr, tüm düşünce ekollerinde olduğu gibi, merkez-sağ çerçeve için de siyaset yapmanın önemli bileşenlerinden biridir. Ne var ki, dine ve dinî sembollere yönelik geliştirilen dengeli ve gerçekçi tavır, merkez-sağı İslamcılıktan ve Kemalist ideolojiden büyük ölçüde ayırır. Öncelikle ortaya konulan temel duruş, merkez-sağın, sekülarizm ilkesi ile herhangi bir probleminin olmadığıdır ve merkez-sağ çerçeve bu konuda oldukça samimidir. Öte yandan, toplumu anlamayı önemseyen merkez-sağ tavrın, toplumun büyük bölümü açısından kutsal kabul edilen alanlara, ritüellere ve sembollere önem atfetmemesi beklenmez. Bu minvalde, Demokrat Partinin iktidara geldikten hemen sonra ezanın orijinal lisanında okunmasının sağlanması gibi çok sayıda örnek, merkez-sağ siyasetin kitlelerin kalbine dokunma teşebbüsüdür.

Merkez-sağın ortaya koyduğu dengeli seküler tavrın, zaman içinde daha İslamcı ya da -2007 yılındaki Cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinde Erkan Mumcu’nun/Anavatan Partisinin izlediği gibi- daha baskıcı seküler bir alana taşınması, kendi içinde birtakım anti-demokratik yönelimler içerme tehlikesi taşımaktadır. Bu durum da, merkez-sağ çerçevenin kaybolmasına yol açar.

Sonuç olarak, Türkiye’de merkez-sağ, bir yapma, işleyiş, eyleme halidir. Bu nedenle katı ideolojik tutumlardan ve genel geçer ideolojik reçeteleri tatbik etmekten çok, terzi yapımı denebilecek şekilde, günün ihtiyaçlarına ve önceliklerine ilişkin, karmaşık sosyal durumları tahlil ederek karar alma ve politika yapma çerçevesidir. Ne var ki, daha çoğulcu bir demokrasi anlayışı geliştirmek, kendisini devletin ana bileşeni olarak tanımlama hevesine ya da devlete sahip olma hırsına kapılmamak ve dengeli seküler tutumunu sürdürmek, merkez-sağ siyasetin daha uzun soluklu bir dünya görüşü sunmasına katkı sunacaktır. Öte yandan, merkez-sağın katı bir düşünce setine mutlak surette bağımlı olmaması, mikro düzeyde birçok toplumsal kırılımın bulunduğu Türkiye siyasetinde, aslında bir açmaz değil, önemli bir fırsattır. Eğer siyasetten beklenen katı bir ideolojik tutumun temsilinden çok daha ötesi ise, ideolojik zeminin öksüzü olmak, reel zeminin asli unsuru olmayı da beraberinde getirecektir.

Referanslar:

Cizre, Ü. (1993). AP – Ordu İlişkileri: Bir İkilemin Anatomisi. İletişim Yayınları.

Frey, F. W. (1965). The Turkish Political Elite. Mit Press.

Heper, M. (1985). The State Tradition in Turkey. Eothen Press.

Mardin, Ş. (1973). Center-periphery relations: A key to Turkish politics?.Daedalus, 169-190.

Osmanbaşoğlu, G. K. (2014). Typology of the Center-Right in Turkey (Doctoral dissertation, Bilkent University).

Zizek, S. (Ed.). (2012). Mapping Ideology. Verso Books.

M. Emin Zararsız –

15 Temmuz 2016 Darbe Teşebbüsünden sonra 2017 ve 2018 yılları Türkiye Cumhuriyeti siyasî sistemler tarihinde çok önemli dönüşümlerin yaşandığı yıllar olmuştur. Bu süreçte ilk olarak 27/01/2017 tarihli ve 6771 sayılı Kanunla, parlâmenter hükûmet sistemini esas alan Türkiye Cumhuriyeti Anayasasında Cumhurbaşkanlığı (Başkanlık) Hükûmet Sistemine geçiş için değişiklikler gerçekleştirilmiştir. Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemine geçişi öngören bu değişiklikler 16 Nisan 2017 tarihinde % 85,43 katılımla gerçekleşen halkoylaması (referandum) sonucunda % 51,41 oranında evet oylarıyla kabul edilmiş oldu.

Yapılan değişiklikte yeni sisteme geçiş için bir geçiş dönemi öngörülmüş, nihaî geçiş ise Anayasada yer alan hükümle 3/11/2019 tarihinde birlikte yapılması öngörülen (Geçici md. 21) ilk Cumhurbaşkanlığı ve Türkiye Büyük Millet Meclisi Seçimi sonucunda seçilen Cumhurbaşkanının görevine başlamasına bağlanmıştır. Ancak erkene alınarak 24 Haziran 2018 tarihinde yapılan Cumhurbaşkanlığı Seçimi (ve Milletvekili Genel Seçimi) sonucu seçilen Cumhurbaşkanının (Recep Tayyip ERDOĞAN) 9 Temmuz 2018 tarihinde yemin ederek görevine başlamasıyla Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemine geçilmiştir.

ASBV Düşünce Platformunda 02/01/2021 tarihindeki yazımızda da ifade edildiği üzere başkanlık hükûmet sistemi, yasama yürütme ve yargı erkleri arasında sert ayrılığın bulunduğu ve demokratik sistemler içinde kalmasını sağlayabilmek, diğer bir deyişle otoriterleşmeyi önleyebilmek bakımından ise bu üç erk arasında denetleme ve dengeyi (check and balance) esas alarak kurgulandığı hükûmet modelidir. Ayrıca bu sistemde hem yasama hem de yürütme organları meşruiyetini doğrudan halktan (seçmenden) aldıklarından bu organların görevde kalmaları birbirlerinin karşılıklı onayına bağlı bulunmamaktadır. Diğer bir deyişle yasama yürütmenin görevini, yürütme de yasamanın görevini süresinden önce ne doğrudan ne de dolaylı sona erdiremez.

Demokratik ilkelerin benimsendiği ülkelerde, tercih edilen hükûmet sistemlerinden bağımsız olarak yasamanın üstünlüğü önemli bir ilkedir. İster parlâmenter hükûmet sistemleri ister başkanlık hükûmet sistemleri tercih edilmiş olsun, bütün sistemlerde demokrasiden söz edebilmek için yasamanın üstünlüğü ilkesinin geçerli olması gerekmektedir.

Başkanlık hükûmeti sistemlerinin riske en açık yönleri, yürütmenin tek kişiden oluşması nedeniyle denetleme ve denge (check and balance) sisteminin iyi bir şekilde kurgulanamamış ve oluşturulamamış olması halinde otoriter, hatta giderek totaliter sistemlere kaymasıdır. Bu nedenle başkanlık hükûmet sistemlerinin nirengi noktasını yasama, yürütme ve yargı erkleri arasındaki denetleme ve denge (check and balance) sisteminin kurulması oluşturmaktadır. Ayrıca yasamanın üstünlüğü ilkesi de bu anlamda önemli bir işleve sahiptir.

Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sisteminde her ne kadar başkanlık hükûmet sisteminin alametifarikası olan yasama, yürütme ve yargı erkleri arasında sert ayrılık teorik düzeyde oluşturulmuş gözükmekte ise de aşağıda belirtilen hususlar çerçevesinde bu üç erk arasında sistemin gerektirdiği ölçüde denetleme ve denge (check and balance) sisteminin oluşturulduğunu söylemek mümkün değildir.

Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sisteminde yasama, yürütme ve yargı erklerinin her birinin diğerlerine karşı denetleme ve denge aracı olarak kullanabileceği yetkiler, esas olarak Anayasada düzenlenmiş bulunmaktadır. Bu nedenle Anayasada yer alan hükümler çerçevesinde bu erklerin birbirlerine karşı yetkilerinin belirlenmesi, denetleme ve denge (check and balance) sisteminin de belirlenmesini sağlayacaktır.

Anayasaya göre Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sisteminde yasamanın, yürütmeyi ve yargıyı denetleme ve denge aracı olarak kullanabileceği yetkileri aşağıdaki gibidir.

  • Cumhurbaşkanı hakkında bir suç işlediği, Cumhurbaşkanı yardımcıları ve bakanlar hakkında görevleriyle ilgili suç işledikleri iddiasıyla üye tamsayısının salt çoğunluğunun (301) önergesi ve beşte üçünün (360) kararıyla soruşturma açılmasına karar vermek, bir komisyon marifetiyle soruşturma yapmak ve üye tamsayısının üçte ikisinin (400) kararıyla Yüce Divana sevk etmek (md. 105, 106/5, 6, 7),
  • Meclis araştırması, genel görüşme, Meclis soruşturması (sadece Cumhurbaşkanı yardımcıları ve bakanlar hakkında) ve yazılı soru (sadece Cumhurbaşkanı yardımcıları ve bakanlara) (md. 98),
  • Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile düzenlenmiş bir alanı/konuyu kanunla düzenleyerek Cumhurbaşkanlığı kararnamesini hükümsüz hale getirmek (md. 104/17),
  • Türkiye Büyük Millet Meclisi seçiminin yenilenmesine (erken seçim) üye tamsayısının beşte üç çoğunluğu (360) ile karar vermek suretiyle Cumhurbaşkanlığı seçiminin de yenilenmesine karar vermek (Diğer bir deyişle mevcut Cumhurbaşkanının görev süresini sona erdirmek.) (md. 116/1),
  • Cumhurbaşkanı tarafından ilân edilen olağanüstü hâli onaylamak veya kaldırmak (md. 119/3),
  • Olağanüstü hâl sırasında çıkarılan Cumhurbaşkanlığı kararnamesini üç ay içerisinde onaylamak veya değiştirerek kabul etmek veya süresi içinde görüşmeyerek kendiliğinden yürürlükten kalkmasını sağlamak (ancak gerek bu üç ay içinde gerekse parlâmentoda nihaî karar verilinceye kadar geçen süre içinde kararname hükmünü icra etmektedir, uygulanmaktadır) (md. 119/7),
  • Anayasa Mahkemesinin üç üyesinin ikisini Sayıştay’ın ve birini baro başkanlarının her boş üyelik için önereceği üçer aday arasından seçmek (Bu seçimde, her boş üyelik için ilk oylamada üye tam sayısının üçte iki (400) ve ikinci oylamada üye tam sayısının salt çoğunluğu (301) aranır. İkinci oylamada salt çoğunluk sağlanamazsa, bu oylamada en çok oy alan iki aday için üçüncü oylama yapılır; üçüncü oylamada en fazla oy alan aday üye seçilmiş olur.) (md. 146/2),
  • En fazla üyeye sahip iki siyasi parti grubu veya üye tamsayısının en az beşte biri (120) tutarındaki üyeleri tarafından Cumhurbaşkanlığı kararnamelerinin şekil ve esas bakımından Anayasaya aykırılığı iddiasıyla Anayasa Mahkemesinde doğrudan doğruya iptal davası açabilmek (md. 150),
  • Hâkimler ve Savcılar Kurulunun yedi üyesini, müracaat edenler arasından doğrudan seçmek (Üyeliklere ilişkin başvurular Meclis Başkanlığına yapılır. Başkanlık, başvuruları Anayasa ve Adalet Komisyonları Üyelerinden Kurulu Karma Komisyona (27. Dönem için 26+26=52) gönderir. Komisyon her bir üyelik için üç adayı, üye tamsayısının üçte iki çoğunluğuyla (34) belirler. Birinci oylamada aday belirleme işleminin sonuçlandırılamaması halinde ikinci oylamada üye tamsayısının beşte üç çoğunluğu (31) aranır. Bu oylamada da aday belirlenemediği takdirde, her bir üyelik için en çok oyu alan iki aday arasında ad çekme usulü ile aday belirleme işlemi tamamlanır. Türkiye Büyük Millet Meclisi, Komisyon tarafından belirlenen adaylar arasından, her bir üye için ayrı ayrı gizli oyla seçim yapar. Birinci oylamada üye tamsayısının üçte iki çoğunluğu (400); bu oylamada seçimin sonuçlandırılamaması halinde ikinci oylamada üye tamsayısının beşte üç çoğunluğu (360) aranır. İkinci oylamada da üye seçilemediği takdirde en çok oyu alan iki aday arasında ad çekme usulü ile üye seçimi tamamlanır.) (md. 159/3),
  • Cumhurbaşkanı tarafından teklif edilen bütçe ve kesin hesap kanun tekliflerini görüşmek ve karara bağlamak (ancak bütçe kanununun süresinde yürürlüğe konulamaması halinde, geçici bütçe kanunu çıkarılacaktır. Geçici bütçe kanununun da çıkarılamaması durumunda, yeni bütçe kanunu kabul edilinceye kadar bir önceki yılın bütçesi yeniden değerleme oranına göre artırılarak uygulanacaktır.) (md. 87 ve 161).

Anayasaya göre Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sisteminde yürütmenin (Cumhurbaşkanının), yasamayı ve yargıyı denetleme ve denge aracı olarak kullanabileceği yetkileri aşağıdaki gibidir.

  • Bütçe kanunları hariç TBMM tarafından kabul edilen kanunları ve anayasa değişikliklerine ilişkin kanunları tekrar görüşülmek üzere TBMM’ye geri göndermek (Geri gönderilen kanunların aynen kabul edilebilmesi için üye tamsayısının salt çoğunluğu (301), anayasa değişikliklerine ilişkin kanunlar için ise üçte iki çoğunluk (400) gerekmektedir.) (md. 89/2, 104/6, 175/3),
  • Devlet organlarının düzenli ve uyumlu çalışmasını sağlamak (md. 104/2),
  • Kanunların, Türkiye Büyük Millet Meclisi İçtüzüğünün tümünün veya belirli hükümlerinin Anayasaya şekil veya esas bakımından aykırı oldukları gerekçesiyle Anayasa Mahkemesinde doğrudan doğruya iptal davası açmak (md. 104/7, 150),
  • Anayasa değişikliklerine ilişkin kanunları gerekli gördüğü takdirde halkoyuna sunmak (md. 104/12, 175/3, 4, 5),
  • Cumhurbaşkanlığı seçiminin yenilenmesine (erken seçim) karar vermek suretiyle Türkiye Büyük Millet Meclisi seçiminin de yenilenmesine karar vermek (Diğer bir deyişle mevcut Türkiye Büyük Millet Meclisinin görev süresini sona erdirmek.) (md. 116/2),
  • Partisinin genel başkanı olması hâlinde, partisi aracılığıyla yasama faaliyetlerini belirlemek ve dolaylı bir şekilde yasama faaliyetlerine katılmak,
  • Olağanüstü hâl ilan etmek (md. 119/1),
  • Olağanüstü hâllerde herhangi bir sınırlamaya ve Anayasa Mahkemesinin denetimine dahi tâbi olmaksızın Cumhurbaşkanlığı kararnamesi çıkarmak (md. 119/6 ve 148/1),
  • Kamu tüzel kişiliği oluşturmak (md. 123/2),
  • Anayasa Mahkemesinin sekiz üyesinden üçünü Yargıtay, ikisini Danıştay, üçünü Yükseköğretim Kurulunun her bir üyelik için önereceği üçer aday arasından, dört üyeyi ise doğrudan seçmek (md. 146/3),
  • Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısını ve Cumhuriyet Başsavcıvekilini Yargıtay Genel Kurulunun kendi üyeleri arasından gizli oyla belirleyeceği beşer aday arasından seçmek (md. 154/4)
  • Danıştay üyelerinin dörtte birini doğrudan seçmek (md. 155/3),
  • Hâkimler ve Savcılar Kurulunun dört üyesini doğrudan seçmek (Ayrıca Cumhurbaşkanı tarafından seçilerek atanan Adalet Bakanı Kurulun Başkanı ve Adalet Bakanlığı Müsteşarı(?) da Kurulun üyesidir. Ancak bu vesileyle ifade edelim ki, idarede müsteşarlık unvanı iptal edilmiş olup hiçbir bakanlığa müsteşar ataması yapılmamaktadır. Müsteşarlık yerine kaim olmamakla birlikte bakanlıkların teşkilatlarında bakan yardımcısı ataması yapılmaktadır. Dolayısıyla Adalet Bakanlığı Müsteşarı şeklinde bir unvan ve atama söz konusu değildir. Bununla birlikte, lafzi yorum esas alınırsa, Anayasa gereği Adalet Bakanlığına bir müsteşar atanması ve bunun da Hâkimler ve Savcılar Kurulu üyesi yapılması gerekmektedir. Buna karşılık 16 Nisan 2017 tarihinde yapılan referandumdan sonra, 11/12/2010 tarihli ve 6087 sayılı Hâkimler ve Savcılar Kurulu Kanununda 2/7/2018 tarihli ve 703 sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile yapılan değişiklikle Anayasanın söz konusu hükmüne aykırı olarak “Adalet Bakanlığı ilgili bakan yardımcısı”nın Kurulun üyesi olduğu hüküm altına alınmıştır.) (md. 159/3).

Anayasaya göre Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sisteminde yargının, yasama ve yürütmeyi denetleme ve denge aracı olarak kullanabileceği yetkileri aşağıdaki gibidir. Ancak yasama ve yürütme organlarının aksine aşağıda belirtilen yetkilerin hiç birinde yargı organı kendiliğinden harekete geçme yetkisine sahip değildir. Yargı organlarının bu yetkilerini kullanabilmesi için konuların yargı organı önüne kendisi dışındaki kişiler tarafından getirilmesi gerekmektedir.

  • İdarenin (yürütmenin) her türlü eylem ve işlemlerini denetlemek ve kanuna aykırı olduğunu tespit ettiklerini iptal etmek (md. 125),
  • Yüksek Seçim Kurulu tarafından Cumhurbaşkanlığı, Türkiye Büyük Millet Meclisi ve Mahallî İdareler seçimlerinin yönetiminin ve denetiminin yapılması (md. 79),
  • Anayasa Mahkemesi tarafından kanunların, Cumhurbaşkanlığı kararnamelerinin ve Türkiye Büyük Millet Meclisi İçtüzüğünün Anayasaya şekil ve esas bakımlarından uygunluğunu denetlemek; Anayasa değişikliklerini ise sadece şekil bakımından incelemek ve denetlemek; aykırı bulması halinde iptal etmek (md. 148),
  • Anayasa Mahkemesi tarafından Cumhurbaşkanını, Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanını, Cumhurbaşkanı yardımcılarını ve bakanları (ve bazı üst düzey görevlileri) Yüce Divan sıfatıyla yargılamak (md. 148/6).

Yukarıda belirtilen yetkiler gerek kullanılabilme şartları ve dolaylı etkileri bakımından gerekse mukayeseli bir şekilde incelendiğinde açıkça yürütmenin (Cumhurbaşkanının) yasama ve yargı üzerinde belirleyici olacak şekilde yetkilere sahip olduğu görülmektedir. Bu durum elbette başkanlık hükûmet sisteminin en önemli belirleyici niteliği olan denetleme ve denge ilkesini tersyüz etmekte, bu ilkeyi zedeleyerek yürütmeye açıkça üstünlük sağlamaktadır. Bu durum, yukarıda ifade edilen demokratik sistemlerde geçerli olan yasamanın üstünlüğü ilkesi ile de bağdaşmamaktadır.

Her ne kadar teorik olarak yasamanın üstünlüğüne işaret eden kanun yapma yetkisinin sadece yasama organında bulunuyor olması; kanunlar ile Cumhurbaşkanlığı kararnamelerinin çatışması halinde kanunun esas alınarak Cumhurbaşkanlığı kararnamesinin uygulanamaması veya hükümsüz hale gelmesi; Cumhurbaşkanlığı kararnamesi çıkarılabilmesi için kanunla düzenlenmeyen yürütmeye ilişkin bir alan olması ön şartının bulunuyor olması yasamanın üstünlüğünü esas alan bir sistemden söz edilmesini gerektiriyor ise de, fiili durum ve doğrudan veya dolaylı etki teorik olarak doğru olan bu durumları ters yüz etmektedir.

Anayasada yer alan yetkiler çerçevesinde Cumhurbaşkanı, mensubu veya genel başkanı olduğu partisi aracılığıyla yasamayı belirleyebilmekte, yönlendirebilmekte ve yasama faaliyetlerine partisi aracılığıyla dolaylı bir şekilde katılabilmektedir.

Cumhurbaşkanı gerek doğrudan gerekse yasama organı aracılığıyla yargı erkinin yönetimini sağlayan kurumsal yapı olan Hâkimler ve Savcılar Kurulunun üyelerini belirleyebilmekte, gerek doğrudan gerekse Hâkimler ve Savcılar Kurulu aracılığıyla yasamanın işlemlerini denetlemek ve iptal etmek yetkisine sahip Anayasa Mahkemesinin, Yargıtay’ın ve yürütmenin (idarenin) her türlü eylem ve işlemlerini denetlemek ve iptal etmek yetkisine sahip Danıştay’ın üyelerini belirleyebilmektedir.

Cumhurbaşkanı tek başına alacağı kararla (kendi görev süresini sonlandırmak suretiyle) yasama organının görev süresini sonlandırabilmektedir.

Cumhurbaşkanı, mutlak yasama yetkisi diyebileceğimiz, olağanüstü dönemlerde olağan dönemler için Anayasada getirilmiş olan sınırlamalara ve Anayasa Mahkemesinin denetimine de tabi olmaksızın “her konudakanun hükmünde Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile düzenleme yapabilecektir. Diğer bir deyişle olağan dönemlerde Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile düzenleme yapılmasının yasak olduğu temel haklar, kişi hakları ve siyasi haklar alanında, münhasıran kanunla düzenlenmesi öngörülen konularda ve kanunda açıkça düzenlenen konularda Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile düzenleme yapılabilecektir. (Her ne kadar Anayasada açıkça “olağanüstü hâlin gerekli kıldığı konularda” denilerek bir sınırlama getirilmekle beraber 21/7/2016-19/7/2018 arasında yürürlükte olan olağanüstü hâl döneminde bu sınırlama ile ilgisi olmayan çok sayıda konuda Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile düzenleme yapıldı ve halen bu düzenlemeler varlığını/etkisini sürdürmektedir.)

Anayasanın 123 üncü maddesine göre idare, kuruluş ve görevleriyle bir bütün olup kanunla düzenlenmesi gerekirken Cumhurbaşkanı, Anayasanın 104 üncü maddesine göre yürütme yetkisine ilişkin konularda Cumhurbaşkanlığı kararnamesi çıkararak idareyi de içine alan yürütme alanını düzenleyebilecektir. Bu kapsamda mesela tüm bakanlıklar, kamu kurum ve kuruluşları tek başına Cumhurbaşkanı tarafından kurulabilecek veya kaldırılabilecek, Cumhurbaşkanı tarafından belirlenen usul ve esaslara göre kamu görevlileri atanacaktır. Hemen ifade edelim ki, gerek kamu kurum ve kuruluşlarının kurulması ve kaldırılması gerekse kamu görevlilerinin atanması aynı zamanda bütçeye yük getirecek sonuçlar doğurduğundan ve “bütçe hakkı” yasamanın varlık nedeni ve tekelinde(!) olduğundan çelişkili bir durum söz konusu olmaktadır.

Genişletici bir yorum yapıldığında birer kamu tüzelkişiliği olması nedeniyle mahallî idareleri, diğer bir deyişle mesela herhangi bir beldeye belediye kurmak veya mevcut belediyeyi kaldırmak da Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile mümkün olabilecektir.

Yukarıda Cumhurbaşkanının yetkileri bakımından belirtilen yetkilere karşın, Anayasada yer alan yetkiler çerçevesinde, yasama organı, ancak üye tamsayısının beşte üç çoğunluğu (360) ile (kendi görev süresini sonlandırmak suretiyle) Cumhurbaşkanının görev süresini sonlandırabilmekte, Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile düzenlenen bir konuda kanun çıkarmak suretiyle kararnameyi hükümsüz hale getirebilmekte, Cumhurbaşkanının ilan ettiği olağanüstü hâli sonlandırabilmektedir. Ayrıca Cumhurbaşkanı (ve Cumhurbaşkanı yardımcısı ve bakanlar) hakkında ancak üye tamsayının salt çoğunluğunun (301) vereceği önerge ile soruşturma açılmasını teklif edebilmekte, soruşturma açılmasına üye tamsayısının beşte üçünün (360) oyuyla karar verebilmekte ve üye tamsayısının üçte ikisinin (400) oyuyla Yüce Divana sevk edebilmektedir. Yasamanın yürütmeyi denetlemede ve dengelemede kullanabileceği en önemli araçlardan biri yürütmenin teklif ettiği bütçenin ve kesin hesabın görüşülerek karara bağlanması olmakla birlikte bu konuda getirilen düzenleme ile birlikte yasamanın bu yetkisi ve bu aracı etkili bir şekilde kullanabilme imkânı elinden alınarak yürütme daha da güçlendirilmiştir.

Son olarak özellikle yürütme ile yasama arasındaki ilişkiler bakımından Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemi ile kurulan mevcut yapıda parlâmento çoğunluğu ile Cumhurbaşkanının aynı siyasi akımdan olması durumunda “Devlet organlarının düzenli ve uyumlu çalışması” bakımından herhangi bir sorunla karşılaşma ihtimali çok düşük olup hatta Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile daha çok konuda düzenleme yapabilmeye imkân tanımak için yasama faaliyetinin azaltılması, kanunların yürürlükten kaldırılması ve hemen her konuda Cumhurbaşkanının her şeyi belirleyebilmesi mümkündür. Buna karşılık parlâmento çoğunluğu ile Cumhurbaşkanının farklı siyasi akımlardan olması durumunda yasamanın yürütmeyi kilitlemesi ve yürütmenin rutin dışında bir işlem yapamaması veya parlamento çoğunluğunu oluşturan siyasi akımın isterleri doğrultusunda işletilmesi gibi bir sonucun meydana gelmesi kuvvetle muhtemel gözükmektedir.

Ünal Çamdalı –

Mühendislik bilimi diğer pek çok bilimden farklı özellikler taşımaktadır. Çünkü mühendisler sadece kütüphanelerde yazılan kitaplara ihtiyaç duymazlar. Kütüphanede olmayan kitaplara ve bilgilere de ihtiyaç duyarlar. Bu bakımdan mühendisliğin bilgi teorisi farklıdır. Ancak mühendisliğin bilgi teorisi ile ilgilenen çok az mühendis mevcuttur. İlgili alanda daha çok felsefeciler ve sosyal bilimciler vardır. Bu da mühendisliğin bilgi teorisi alanının gelişiminin, daha ileri noktalara taşınmasında, bazı sıkıntıların yaşanmasına neden olmaktadır. Zira diğer alanlardaki bilimcilerin katkıları doğal olarak sınırlı kalmaktadır.

Mühendisliğin doğasında bilginin üretilmesinden ziyade kullanılması vardır. Bilgi kullanılınca teknolojiye, üretime ve ekonomiye dönüşümü söz konusudur. Fakat bilgi üretilmeden de daha iyi (verimli) makinalar ve üretim yapmak mümkün değildir. O halde mühendislerin uygulamaya değer vermesi kadar bilgi üretimine de değer vermesi önem ifade etmektedir. Mühendislik alanına teorik noktada da olsa temel bilimcilerin (fizikçilerin, matematikçilerin ve kimyacıların) de önemli katkılarının olduğu yadsınamaz bir gerçektir. Özellikle termodinamik bilimi açısından bunu söylemek gerekir.

Bu yazıda mühendislik anlayışına dayalı olarak ortaya konan Termodinamiğin Kanunlarının (yasalarının), fizik ve felsefe biliminin bakış açılarından (paradigmalarından) yararlanılarak anlamlarına dayalı sorgulanması yapılacaktır. En azından gayret edilecektir.

Kanun (Yasa) Nedir?

Literatürde kanunlar, pozitif manada etkin bir otorite tarafından tespit edilmiş emredici kurallar olarak tanımlanmaktadır. Tanım, gerek doğa gerekse sosyal alanlardaki örfî ve hukuki kurallar için de manalıdır. Ancak doğa yasalarında nesne eşyadır. Eşyanın davranışı sonucu gelişen sebep ile sonuç arasındaki bağın (ilişkinin) ortaya çıkartılmasıdır. Ayrıca ortaya çıkartılan bağın genel olması gerekmektedir. Kanıtlanması da önem ifade etmektedir. Zira söz konusu yasalar, normatif değildir. Yasalar, ayrıca matematiksel denklemlerle ifade edilir. Kimilerine göre bu denklemler, evrensel ve ebedî gerçeklerin ifadesidir.

Doğa yasalarının ortaya konmasında sadece doğa bilimcilerinin katkısı olmamıştır. Filozoflar da yasaların özellikleri ve onların anlaşılması konusunda çok fazla kafa yormuşlardır. İki farklı alandaki insanların ortaya koyduğu düşünce ve çalışmalar, yasaların daha net olarak belirlenmesine ve bu konudaki gelişime katkı sağlamıştır.

Kanunların Evrimi

Antik Yunan’da kanunların, daha çok tanrılarla ilgili açıklamalar ile akıl üzerine ortaya konulan düşünceler şeklinde kabul edildiği ifade edilmektedir. Bu dönemde Demokritos’un atom düşüncesi de etkilidir. Ayrıca Aristo’nun tümevarım yolu ile mutlak kanunlara erişilebilir olması yönünde ortaya koyduğu prensip de ilginçtir.

Orta Çağ’da kanun anlayışı, Yüce Yaratıcı bir iradenin emredici kuralları olarak kabul edilmiştir. İslam dünyasında da kelamcılar ve tabiatçılar Yunan düşünce sisteminden etkilenmiştir. Sadece etkilenmekle kalmamışlar, onu geliştirmişlerdir. Aynı dönemde, Türk filozof Farabi’nin determinizme yol açan fikirler ortaya koyduğu bilinmektedir.

Rönesans sonrası dönemde kanunların, insani ve ideal düzene ait olan şeyler olmayıp eşyanın düzenine ait olan ve matematiksel denklemle ifade edilen prensipler olduğu düşüncesi hâkim olmuştur. Bu bağlamda günümüzde korunum yasaları şeklinde ifade edilen ilkeler, Descartes (Dekart) gibi filozoflarca doğa yasaları şeklinde tanımlanmıştır. Tanıma göre doğa ve âlem, mekanik yapıdadır. Hayvan bile makinadır…

Modern anlamda kanun anlayışının Galileo ile başladığı kabul edilmektedir. Galileo, Bacon ve Dekart’ın ortaya koyduğu tümevarım-tümdengelim yaklaşımlarını toparlayarak hipotetik-tümdengelim yönteminin gelişimine öncülük etmiştir. Galileo’ya göre kanun, doğa olaylarında ortaya çıkan olguların ölçülebilir olanlarını ölçmek, ölçülemeyenleri ise indirgemek prensibine dayanmaktadır. Dolayısıyla doğa bilimleri deneyseldir.

Yeni Çağ’da doğa anlayışı, Newton ile biraz daha farklı bir yapıya bürünmüştür. Kanun, diferansiyel denklemlerle tanımlanan ve kanıtlanan, yukarıda da ifade edildiği gibi evrensel ve ebedi gerçeklerdir. Onun doğa anlayışı tıpkı saatin çalışması gibidir. Mucize ve tesadüfe yer olmayan, determinist anlayıştır. Daha sonraki gelişmeler, mekanik anlayışa dayalı ortaya çıkan determinist ilkenin biyoloji, psikoloji, sosyoloji vd. doğa ve insani bilimlerde de geçerli olduğunu ortaya koymuştur. Ancak bu anlayışın açıklayamadığı olgular da olmuştur. Nihayetinde doğa yasaları gelişmiş ve geliştikçe de eskiler, yenilerin özel koşulları pozisyonuna düşmüştür.

Newton’un geliştirdiği determinist kanun anlayışına son noktayı Laplace koymuştur. Onun kanun anlayışı, koşullara bağlı olarak sonsuz çözüm anlayışına dayanmaktadır. Dolayısıyla yasalar evrenseldir. Bu düşüncenin temelleri modernizm anlayışını ortaya çıkarmıştır. Modernizm, gerçekliği bilimin konusu olarak ele alır ve onu keşfedilmesi gereken nesnel gerçeklik olarak kabul eder.

Günümüzde etkisini daha çok hissettiren postmodernizm anlayışı ise bireyden, kültürden ve dilden bağımsız bir gerçekliğin kabul edilemeyeceğini ortaya koymaktadır. Ona göre gerçeklik, aynı sosyal ortam içerisinde bulunan bireylerin, kendi dünya algılarını tanımlamak için oluşturduğu zihinsel anlamlardan ibarettir. Dolayısıyla bilim ve yasaların, nesnel doğrulara değil bilimsel topluluğun kendi doğrularına ulaşmalarına olanak sağladığı görüşü hâkimdir.

Kanunların Değişimi

Kanunların değişimi ile ilgili hususlar üç alt başlıkta incelenecektir. Bunlar sırasıyla Simetri, Ölçek ve Kuantum yasalarıdır. Bunlarla ilgili açıklamalar aşağıda verilmiştir.

Simetri Yasası

Simetri Yasası korunum yasalarının anlaşılmasında önemli bir bakış açısı sağlamaktadır. Aynı zamanda onların doğruluğunun kanıtlanması için de farklı bir temel oluşturmaktadır. Bir matematikçi tarafından ortaya konulan yasaya göre evrenin yasaları zaman içinde değişmiyorsa, yani aynı kalıyorsa evrenin enerjisi değişmiyor demektir. Momentumun (kütle çarpı hız) korunumu da buna dâhildir. Bu yasa gerçekten ilginç ve şaşırtıcıdır. Korunum yasasının geçmişte de aynı olduğunun geçerliliği, fizikçiler tarafından milyarlarca ışık yılı uzaklığında bulunan galaksilerden gelen ışığın görüngesinin (spektrumun) aynı olmasının ortaya konmasıyla ifade edilmiştir. Ancak yasa, korunumun ilanihaye (sonsuza kadar) devam edeceği garantisini vermemektedir.

Ölçek Yasası

Ölçek Yasası, doğa yasalarının ölçek etkisi altında olduğunun ifadesi açısından önem arz etmektedir. Yasanın sosyal dünyada da etkisi söz konusudur. Yasaya göre örneğin bir insanın boyutları 10 kat artırılırsa ağırlığı 10x10x10=1.000 kat, kemiklerinin ve kaslarının kesitleri de 10×10=100 kat artacaktır. Dolayısıyla yeni boyutlardaki insan eskisine nazaran 100 kat daha güçlü olacak; fakat 1.000 kat daha ağır olacaktır. Bu durumda ayağa kalktığında bacakları kırılacak, hareket bile edemeyecektir. Ayrıca boyutların 10 kat artmasıyla ısı kaybı da 100 kat artacaktır. Vücut iç ısısı ise 10x10x10=1.000 kat artacağından, vücut ısısını daha yavaş kaybedecektir. Ufak tefek insanların iriyarı olanlara kıyasla daha çabuk üşümesinin nedeni budur.

Makro dünyamızdaki yarım küre şeklindeki su yığını kararsızdır ve kendi ağırlığı ile çöker. Mikro dünyada ise yüzey gerilimi izafi olarak daha büyük olduğundan, su yığını daha kararlı yapı sergileyerek yarım küre şeklini koruyacaktır. Dolayısıyla ölçek yasası makro ve mikro evrendeki fizik yasalarının aynı olmadığını, yani değişebildiğini ortaya koymaktadır.

Ölçek yasası, sosyal dünyada da oldukça etkilidir. Aile, şirket ve devlet en nihayetinde topluluktur. Hatta kozmostur (düzendir). Ancak bire bir yönetilmesi ile ilgili olarak devletin kanunları şirkette, şirketin kanunları da ailede geçerli değildir. Üçü de insan kaynaklı sistemler olmasına karşın ölçekleri farklıdır. Ölçek farklılıkları, sistemlerin yönetilmesi ile ilgili kanunlarının da farklı olduğu anlamındadır.

Kuantum Yasaları (Alanı)

Evrende bulunan galaksilerin atomun yapısına benzedikleri bilinmektedir. Galaksiler, yıldızlardan (merkezde) ve etrafında belli uzaklıkta, belli yörüngede bulunan gezegenlerden oluşmaktadır. Atom da tıpkı yıldız ve gezegenleri gibi çekirdek ve etrafında belli yörüngelerde bulunan elektronlardan oluşmaktadır. Ancak burada önemli farklılıklar vardır. Atomda bulunan elektronlar, gezegenlerin aksine herhangi bir uzaklıkta değil değişik yörüngelerde bulunabilmektedir. Ayrıca her gezegen birbirinden farklı olmasına rağmen atomlardaki tüm elektronlar birbirinin aynıdır. İşin tuhaf tarafı, gezegenlerin aksine elektronlar dalga özelliği göstererek aynı anda iki yerde olabilmektedir.

Kuantum evreninde madde ve enerji korunum kanunları tek tek değil birlikte çalışmaktadır. Oradaki varlıklar bazen madde bazen de dalga şeklinde davranmaktadır. Tekillik yok, ikilik vardır. Kuantum âleminin izlenebilirliğini varsayarak benzetme yaparsak orada örneğin bir futbolcu kaleye penaltı attığında, atış sonrası kaleci topu yakaladığını, penaltı atan oyuncu da golü attığını iddia edebilir…

Termodinamiğin Yasaları

Mühendislik Termodinamiği daha çok makro fiziğe dayalıdır. Yasaları dört temel esasa dayanmaktadır. Bunlar sıfırıncı, birinci, ikinci ve üçüncü yasalardır. Sıfırıncı yasa sıcaklığın ölçümünün dayanağını, yani su ile ölçeklendirilen termometrenin, farklı maddelerin veya sistemlerin sıcaklığının ölçümü için de kullanılacağını teyit etmektedir. Birinci yasa, enerjinin korunumunu; ikinci yasa entropinin yoktan var olarak artışını (ya da enerjinin kalitesi olan ekserjinin yok oluşunu); üçüncü yasa da mutlak 0 K (sıfır Kelvin) sıcaklığına erişilemeyeceğini ortaya koymaktadır. Bunlar evrenin en temel yasalarındandır. Genellikle değişmediği, özellikle mühendisler tarafından hep vurgulanmaktadır.

Yasalara (birinci ve ikinci yasaya) felsefi perspektiften bakıldığında ise farklı bakış açıları ortaya çıkmaktadır. Buna göre tüm kapalı sistemlerde, bazı şeyler (enerji gibi) ister istemez zaten korunacaktır. Varlıklardaki ve yaşamdaki değişim ise bazı şeylerin yok olmasını (ekserji), bazı şeylerin de var olmasını (entropi) gerektirecektir. Farabi’nin ifadesiyle de varlıklar kendiliğinden yok olmayacaktır. Öyle olsaydı, var olamayacaklardı.

Termodinamik Yasalarının Değişimi

Termodinamik yasaların mekanik dünyada değişimi pek olanaklı görünmemektedir. Bugüne kadar da yasalara aykırı bir gözlem söz konusu dünyada tespit edilememiştir. Makro dünyanın yasaları, büyük olasılıkla sabittir. Ancak bazı farklı durumları da gözden uzak tutmak, mümkün değildir. Bunların ortaya konması da gerekmektedir. Örneğin bir kitabın düzenli olan sayfalarını havaya fırlattığımızda, sayfaların sıralarının bozulduğu görülecektir. Entropi yasasına göre her olayda sistem ve çevresinin toplam entropisi artacak ve karmaşa meydana gelecektir. Sırası bozulmuş olan sayfaları, çok uzun bir süre havaya atmaya devam edersek onların eski düzenli sırasında tekrar gelmesi, matematiksel olarak mümkündür. Düzenin tekrar oluşması için oldukça fazla zaman beklesek de böyle bir olasılık vardır. Bunun anlamı kaostan düzen çıkabilir demektir. Ayrıca entropi yasası ihlal edilmiş demektir. Demek ki makro dünyada bile yasaya aykırı durum oluşabilir. Çok küçük ihtimal de olsa…

Örnekler çoğaltılabilir. Yukarıda ifade edildiği üzere, doğa yasaları, yani kanunlar simetriktir. Tüm zamanlarda eşit olarak etkilidir. Hâlbuki (toplam) entropi zamanla hep artmaktadır. Şimdi bulunduğumuz noktadan geleceğe gitmek istediğimiz zaman entropinin gelecekte artacağını doğal olarak beklemekteyiz. Bunda sorun bulunmamaktadır. Ancak geçmişe gittiğimizde ise entropi artacakazalacak mı? Bunun açıklığa kavuşturulması lazımdır. Yasalar simetrik olduğuna göre entropinin geçmişte de artmasını beklemek yanlış olamayacaktır. Hâlbuki geçmiş bilgilerimiz ve hafızamız bize bunun böyle olmadığını söylüyor (geçmişi hatırlıyoruz da nedense geleceği hatırlamıyoruz!). O zaman burada çelişki mi doğuyor? Yoksa simetri yasası ve/veya entropi yasası doğru değil mi? Biliyoruz ki her ikisi de doğru. O halde bu duruma açıklama getirmemiz gerekmektedir. Burada olasılıkçı bakış açısı devreye girmektedir. Yani geçmişe gittiğimizde, her iki durumla da karşılaşma olasılığı mümkün demektir. Ancak entropinin artışının olasılığı, her zaman azalışından daha yüksektir denilebilir. Her iki durum da mümkün olmasına rağmen birinci olasılık ikinciye göre daha yüksektir. Hâlbuki biz geçmişi biliyoruz… Yoksa! Bu durumda geçmişe gitmek, termodinamik açısından mümkün değil mi? Bunu net bilmiyoruz (!)…

Kaldı ki enerjinin korunum yasası tek başına kuantum dünyasında geçerli değildir. Entropi yasası için de benzer bir çıkarım söylenebilir. Kuantum evreninde moleküler boyutta entropi de azalabilir. Bunlar zaten bilinen gerçeklerdir…

Sonuç

Pratik yaşamdan da biliyoruz ki her şey değişir. Bilim tarihinde doğa yasalarının (kanunların) değiştiği görülmektedir. İlk Çağ’da tanrılarla ilişkilere dayalı kurallara ve mantık esaslarına, kanun (doğa yasası) denirken; Orta Çağ’da kanun daha çok dini hükümler olmuştur. Aydınlanma ve Yeni Çağ’da ise doğada gözlenen ve eşyanın davranışını temel alan, sonrasında da diğer alanlarda (biyoloji ve sosyal bilimlerde) kendini hissettiren kurallara kanun denmiştir. Günümüzde etkisini sürdüren postmodern anlayış ise bilim ve yasaları, nesnel doğrular olarak görmemektedir. Onları (bilimsel) bir topluluğun kendi doğrularına ulaşmalarına olanak sağlayan uğraşı olarak görmektedir.

Buradan insanlığın tüm yaşamı süresince, kanunların da evrime uğradığı yani değiştiği görülmektedir. Dolayısıyla kanunlar da değişebilir. Ancak değişimin hangi koşullarda gerçekleştiğinin bilinmesi de önemlidir.

Özellikle Aydınlanma döneminde, bilimdeki ilerlemeler (klasik fizik) sonucunda gelişen kanun anlayışının değişimi ve ortaya çıkan teknoloji ile yeni bir medeniyet kurulmuştur. Bunun adı modernizmdir. Modernizm geleneksel yaşam anlayışını yıkmıştır. Sonrasında, fizik bilimindeki gelişmeler (Görelilik Kuramları ve Kuantum Yasaları), kimya ve diğer alanlardaki yeni bilimsel bilgilerin keşfi, teknolojideki son gelişim (internet, iletişim ve bilişim teknolojileri, yapay zekâ, nano teknoloji vd.) ile ortaya çıkan, kendi doğasını oluşturmaya çalışan postmodern anlayış, yaşamda etkin olmuştur. Postmodernizm de modernizmi ve belki istemeden de olsa değerleri yıkmıştır. Şimdilerde küresel ölçekte ortaya çıkan ve tüm dünyayı etkileyen Kovid-19 salgını ise hepsini yıkmıştır…

Değişim doğanın belki de tek değişmez yasasıdır. Her şey değişir, sular akar mecrasını bulur. Kanunlar değişmese bile en azından anlayışlar değişir. Her gün, yeni bir gün olarak ortaya çıkar. Yeni gün, yeni umutları da beraberinde getirir. Son tahlilde değişimin doğasını anlamak, değişime katkı yapmak, onu hep batıdan gelecek akım gibi görmemek ve evrensel kültüre değer katma noktasında bizlerin de sorumluğunun vurgulanması önemlidir. Tarihte değişime öncülük etmiş, pek çok bilim, felsefe ve sanat insanlarımız mevcuttur. Tarihte ortaya çıkan olguların tekrar oluşması ise mümkündür. Tarih bu hususta çizgisel değil döngüseldir. En azından zamanın bizim açımızdan belki de tekrar dönüp başlangıç noktasına ulaşacağı ümit edilmektedir…

Ömer Demir –

Dünyada yaşayan her dört kişiden biri Müslüman. Türki cumhuriyetler, Arap ülkeleri, Hindistan, Çin, Pakistan, Endonezya ve Malezya ağırlıklı olmakla birlikte dünyanın her yerine dağılmış durumda yaşıyorlar. Müslümanların hem kendi ülkelerinde hem de diğer ülkelerdeki diğer dörtte üçlük dünya insanının gözündeki imajları, her ülkedeki sergilenen Müslümanlık tutum ve uygulamalarıyla büyük farklılıklar gösteriyor. Bugün sergilenen bu farklı tutum ve davranışların biçimlenmesinde geçmişten gelen kültürel mirasın ve dışardan rivayet veya tahayyül yoluyla oluşturulan imajların önemli izleri var. Uygulamadaki bu çeşitlilik ve farklılaşma her alanda tek bir Müslümanlık betimlemesine dayalı “pozitif” bilgi üretiminde bazı zorluklar ortaya çıkarıyor.

Sadece Müslümanlarda değil her toplumda mevcut durum ile olması arzulanan durum arasında bir farklılaşma, hatta olan durum aleyhine bir mesafe vardır. Olması istenen ideal toplum modelleri, hedef oluşturmak, birey davranışlarını yönlendirmek ve onlara rehberlik etmek için gereklidir. Bu modeller ya ilkelere ya da geçmişteki yaşanmışlıkların içinden seçilen olumlu örneklere dayalı olarak şekillendirilir. İdeal toplum modeline sahip olma, mantığı gereği, “olan” ile “olması istenen” arasında bir farklılığın olabileceği varsayımına dayanır. Arada farklılık olmasaydı, böyle bir ayırıma da gerek olmazdı. İdeallere uygun modeller geliştirildikçe aradaki fark kapanmaya başlar.

Bilgi sınıflamasında sık sık mevcut durumun betimlenmesini ifade eden “olan” ile birey veya grup ideallerinin, hayal edilen iyilik ve güzelliklerin, kısaca bazı değerlerin benimsenmesinin ve benimsenen bu değerlerin insanları taşıması beklenen “olması istenen” arasındaki farka vurgu yapan pozitif ve normatif ayırımı yapılır. Örneğin iktisatta “enflasyon bu yıl yüzde beştir” pozitif, “enflasyon yüzde ikinin altına çekilmelidir” normatif bir ifade olarak tasnif edilir. Bu bağlamda doğa bilimleri, pozitif bilimler olarak öne çıkar. Sosyal bilimlerde ise bu pozitif ve normatif boyutlar iç içe geçmiş olarak var olur.

Sosyal bilimlerde de pozitif bilginin normatif bilgiden daha önemli görülmesinin sebebi “olanın” tespitine dair üzerinde uzlaşılan daha çok yöntemin geliştirilmiş olmasıdır. “Olması gereken” değer yargılarını gerektirdiği için orada farklı değer yargılarına göre hayatlarını düzenleyenlerin uzlaşması daha zordur. Bu “olan” ve “olması gereken” ayırımının arkasında, olanı gündemde tutmanın onun daha iyi bilinmesi, benimsenmesi ve yaygınlaşmasını temin etmek ve günün sonunda olana meşruiyet kazandırmak gibi örtük bir amacın olduğu da hep söylenegelmiştir. Olup bitenlerden memnun olanlar pozitif bilgiye, olanı anlamakla yetinmeyip onu değiştirmeyi amaçlayanlar da normatif bilgiye öncelik verdikleri için dinlerin normatif yönünün ağırlıklı olması gayet anlaşılabilir bir şey. Dinî vurgusu olan bilgi alanlarının, bu bağlamda da İslam ekonomisinin, normatif yönünün öne çıkması gayet normal.

İslam dini insanlara geniş bir “olması gerekenler” manzumesi sunar. Devirden devire, kültürden kültüre bazı farklılaşmalar olsa da, devamı öteki dünyada olan bir hayatın olması gerekenlerini tanımlayan ana ilkeler, akil baliğ olan her insanın anlayabileceği özellikte ve açıklıktadır. Yaratıcıya inanma, onun vasıflarını yaratılanlara atfetmeme, onun mesajını getiren bir elçinin varlığına inanma, daima iyilik üzere olma, kötülüklerden uzak durma, sürekli hesap verme bilinç ve sorumluluk hissi ile yaşama gibi ilkelerin, bireylere zor gelse ve yerine getirmeye çalışmanın zaman zaman bedeli ağır olsa da, muğlak veya anlaşılmayacak bir tarafı yok denebilir. Sorun, bu soyut ilkelerin hayata geçirilmesindeki uygulama farklılıklarında ortaya çıkmaktadır. Genelde sanıldığının tersine soyut kurallar (doğruluk, dürüstlük, hakkaniyet, adillik, gibi) bireyler tarafından daha hızlı kavranır ve üzerinde daha kolay uzlaşma sağlanır. Mesela hakkı olana hakkını verme (işçinin hakkını alın teri kurumadan verme), herkese adaletli ve hakkaniyetli davranma, liyakate önem verme, hakkı olmayan şeylere el uzatmama, ne anlama geldikleri o dili bilen herkes tarafından kolayca anlaşılabilen soyut ilkelerdir. İhtilaflar ve çatışmaların çoğu bu soyut ilkelerde uzlaşamamaktan değil, o ilkeleri hayata yansıtırken ortaya çıkan sonuçların farklılaşmasından kaynaklanmaktadır.

Bu çerçevede İslam ekonomisi başlığı altında üretilen bilgilerin tasnifini yaptığımızda, başta adalet ve hakkaniyet olmak üzere insan iradesinin özgürce tezahür etmesini öngören ilkelerin yer aldığı geniş bir normatif İslam ekonomisi alanı olduğunu görmekteyiz. Buna karşılık daha çok geçmiş dönemlerde yaşayan Müslümanların bugün ekonomi olarak ayrılan alana dair yaptıkları iyi uygulamaları betimleyen bir pozitif İslam ekonomisi literatürü de vardır. Bu bilgiler geleneksel terminolojide fıkıh içinde yer alır. Normatif İslam ekonomisinin nasıl hayata geçeceğine dair sorular, pozitif İslam ekonomisi diyebileceğimiz uygulamalar çerçevesinde açıklanmaya çalışılır. Pozitif İslam ekonomisi literatürünün içerdiği örnek uygulamaların daha çok tarıma ve zanaata dayalı üretim, bunların ticareti ve çoğunlukla mal takasını öngören bir üretim modeline dayanması, günümüz Müslümanları için onları bugüne taşıma konusunda sorunlar içermektedir. Bu uygulamaların pek çoğu, soyut ilkelerin nasıl hayata geçirildiğine dair ipuçları verse ve ülkeler arasında bazı farklılıklar olsa da, dünya ortalaması olarak üretimin yaklaşık yüzde yetmişinin hizmet, yüzde yirmisinin sanayi ve yüzde onunun da tarımsal üretimden oluştuğu günümüz dünyasında, aynen uygulanabilme özelliği taşımamaktadır. Bu sebeple İslam ekonomisi literatürü, ağırlıklı olarak bir kısmı geçmişteki güzel uygulamalara dönüşmüş az sayıda pozitif İslam ekonomisi çalışmalarının önüne ve arkasına soyut ideal ilkelerin açıklandığı normatif İslam ekonomisi çalışmaları olarak görülebilir. Bununla da, dünya nüfusunun dörtte birinin yaşamının inceleme nesnesi olabileceği pozitif İslam ekonomisi literatürü, geçmişe övgü özelliği ağır basan, günümüz uygulamalarında ise ciddi düzeyde özgünlük eksikliği olan bir alana dönüşüyor.

Günümüzde pozitif İslam ekonomisinin gelişim göstermesinin iki yönlü çalışmaların artmasına bağlı olduğunu söyleyebiliriz. İlk tür çalışmalar belirli coğrafyalarda yaşayan Müslümanların günümüzde ekonomik hayata dair halen geliştirmiş oldukları başarılı ve başkalarına da örnek olabilecek uygulamaları, hazırlayıcı sebepler ve sonuçlarıyla birlikte ele alan iyi uygulama araştırmalarıdır. Beklenen veya beklenene yakın sonuçlar veren başarılı uygulamaları konu edinen bu betimsel çalışmaların farklı dillere çevrilmesi, onların benimsenme ve yaygınlaşmasına katkıda bulunacak, böylece pozitif İslam ekonomisine ivme katacaktır. Finans alanındaki uygulamalar bu gruba örnek verilebilir. Buradaki sorun, hızla değişen günümüz ekonomi şartlarına uyarlanabilecek bu tür örnek uygulamaların çok sınırlı olması, uyum sağlayanların da büyük kısmının Müslümanlara has olma anlamında “özgün” uygulama özelliği taşımamalarıdır. Bu yüzden pozitif İslam ekonomisinin bu alt alanında görece bir nesne veya konu kıtlığı olduğu söylenebilir.

Bu bağlamda, örneğin tasarruf sahiplerinden toplanan fonlar ile peşin parayla satın alınan malların ihtiyaç sahiplerine vadeli olarak satılması esasına göre işleyen ve en yaygın olarak kullanılan faizsiz bankacılık uygulamalarından biri olan murabaha işleminin ekonomik ve sosyal sonuçları ayrıntılı biçimde ortaya konabilir. İşlemin tasarruf sahipleri ve fon kullananları nasıl etkilediği, onların memnuniyet durumu ve farklılık olarak neyi gördükleri gösterilebilir. Murabaha sisteminin uygulandığı bir işlemler dizisinde, hem ödünç veren hem de alanların memnuniyet düzeyleri ile aynı işlemleri faizle yapanlarınkileri karşılaştıran ve memnuniyet ya da memnuniyetsizlik gerekçelerini ortaya koyan araştırmalar fiili durum hakkında sağlıklı bilgi edinilmesini sağlar. Eğer murabaha işlemlerinde parasını ödünç veren ile ödünç alanın memnuniyeti farklılaşıyor ise bunun nedeni alternatif fon kullanma ve getiri imkânlarının bilinmesinden mi, maliyet veya alternatif maliyetlerin çok olmasından mı, yoksa özde farklılık yokken işlemlerde sadece şeklî yönden farklılaşmasından mı kaynaklandığı ortaya konabilir. Bu tür araştırmalar bireylerin memnuniyetleri yanında farklı finansal araçları kullanmanın genel sistem içinde ne tür farklılıklar yarattığını da ortaya koymaya katkı sağlar.

En yaygın uygulama murabaha olduğu için onun üzerinde biraz daha duralım. Uygulamada bireylere sağladığı getiri ve maliyet bakımından faizli borç sistemine göre büyük benzerlikler olmasına rağmen murabaha orta veya uzun vadedeki ekonomik sonuçlar bakımından önemli farklılaşmalar getiriyor olabilir. Bu da ancak uzun dönemli ve farklı ülkelerdeki uygulamaları karşılaştırarak anlaşılabilir. Örneğin tasarruf sahiplerine sağladığı getiri ile fon kullananlara yüklediği maliyetler diğer yöntemlerle aynı olsa bile işlemlerin reel mal veya hizmet aktarımı üzerinden yapılması nedeniyle bu sistemin, ilgili sektörlerde spekülatif dalgalanmalara izin vermemesi önemli bir fark oluşturabilir. Bunun olup olmadığının ortaya konması önemlidir. Tasarruf eden ile fon kullanan açısından büyük bir farklılık getirmese de temel farklılık ekonominin dalgalanmasının engellenmesi ise bu da göz ardı edilemeyecek bir farklılık olarak pozitif İslam ekonomisinin hanesine yazılabilir. Bunu ortaya koyan bir araştırma pozitif İslam ekonomisine güzel bir katkı sunmuş olur.

Bir diğer pozitif İslam ekonomisi çalışma alanı servet vergisinin gelir dağılımı, ekonomik büyüme, tasarruf ve tüketim eğilimleri üzerindeki etkilerinin incelenmesidir. Zekât bir tür servet vergisi olarak görülebilir. Gelir vergisi ile servet vergisinin bireysel ve toplumsal sonuçları farklı modeller içinde incelenebilir. Yüzde 2,5’luk bir servet vergisinin hangi temel sorunları ne düzeyde çözdüğünü ortaya koymak, zekâtın günümüz toplumlarındaki işlevine dair somut pozitif bilgiler verecektir.

Başka bir pozitif alan, dinin ibadet olarak yapılmasını öngördüğü mali işlemlerin incelenmesinde kullanılan işlem birimlerine bağlı ekonomik sonuçların ortaya konmasıdır. Geçmiş dönemlerde mübadele aracı veya hesap birimi olarak farklı araçlar kullanılmıştır. Bunların tamamına yakını kültüre özgüdür. Günümüzde mübadelelerde esas alınacak birimlerin nasıl belirlenebileceğine dair ideal ilkelere uygun model önerebilmek için mal ve hizmetlerin (buğday, üzüm, hurma, deve, petrol, doğalgaz, elma, armut, asgari ücret, elektrik, ulaşım vb.) ve itibari birimlerin  (ulusal kâğıt veya metal para, döviz, altın, dijital para vb.) zaman içinde gösterdiği değişimler açık biçimde ortaya konabilir. Doğal koşullara veya idari kararlara göre bollaşıp kıtlaşabilen mal ve hizmetlerin veya itibari birimlerin, bireysel, bölgesel, ülke veya dünya bazındaki işlemlerde hesap birimi olarak alınmasının sonuçları ortaya konmalı, İslam ilkelerine en uygun olanların hangileri olduğu gösterilmelidir. Örneğin zekât, fitre ve bireye sorumluluklar yükleyen diğer zenginlik seviyelerinin bugün de altın üzerinden yapılmasının İslam’ın temel ilkelerine uygun olup olmadığı, bunların değer değişiminin tarihî seyri ve topluluklara göre farklılaşma oranları bilinmeden kararlaştırılamaz. Bu bağlamda tüm değişim ve tasarruf işlemlerinin üretimi kıt olan bir metal, örneğin altın, üzerinden yapılması durumunda, altının fiyatında meydana gelecek dramatik artışın, elinde altın bulunduranlar lehine yaratacağı servet transferinin hangi sebeple meşru olacağı ortaya konmadan, sadece Hz. Peygamber döneminde kullanılan geçerli bir ölçü olması, altına değer belirlemede nihai hakem statüsü tanınması için yeterli bir gerekçe olamaz. Zira oransal olarak altın miktarından daha fazla artan üretim nedeniyle mal ve hizmetler karşısında sürekli değer kazanan bir ölçü biriminin, ideal temel ilkelerle uyumu olduğu söylenemez. Çünkü ölçü biriminin en önemli özelliklerinden biri mübadeleye aracılık ederken taraflardan birine haksız kazanç sağlamamasıdır.

Bir başka pozitif İslam ekonomisi çalışma alanı, dindar insanların aralarındaki sözleşmelerin işlem maliyetleri bağlamındaki etkisinin araştırılmasıdır. Öteki dünyadaki büyük hesap gününe inanan insanların kendi aralarında veya diğer insanlarla olan ekonomik ve işlemlerinde inanmayanlara kıyasla daha farklı işlem maliyetlerine yol açıp açmadıkları önemli bir pozitif durum bilgisidir. Eğer bu pozitif bilgiler, dindarlığın daha az taahhüt ihlali, dolayısıyla daha az dava ve taraflara daha düşük bedele yol açtığını ortaya koyarsa, özgün model yönüyle önemli bir yenilik keşfedilmiş olur. Bu bağlamda dindarlığın dürüstlük üzerindeki etkilerinin ekonomik sonuçları sosyal deney konusu olabilir. Hatta bu deneyler farklı kurumsal yapılar içinde ve kültürel coğrafyalarda tekrarlanarak davranışsal pozitif İslam ekonomisi adında bir alt alanın oluşmasını da sağlayabilir.

Pozitif İslam ekonomisinin alanını genişletebilecek ikinci tür çalışmalar, pozitif ile normatif arası bir alanda bilgi üretmeye odaklanan model önerileridir. İslam’ın ideal ilkelerinin günümüz kurumsal yapılarını değiştirdiği, dönüştürdüğü, ama sonuçta yaşayabilen modeller önerilmesi gerekir. Soyut ilkeleri zikretmenin, onların hayata geçmesinde öncü özelliği olmakla birlikte, ilkelerin kendiliğinden hayata geçmeleri beklenemez. Bunun için somut mekanizmaların oluşturulması gerekir. Bu amaçla bol bol modeller önermek ve onları mümkün olduğunca sınamak gerekir. Bu bağlamda, ideal ilkelerin uygulamaya aktarılabilmeleri ve amaçlanan sonuçlara ulaştırıp ulaştırmadıkları ancak denendikten sonra anlaşılabileceği için bir dizi öneri paketinin hazırlanmasına ihtiyaç vardır. Bu model önerilerinin bir kısmı bu alanda kafa yoran düşünürlerden, bir kısmı da uygulamada sorun çözmeye çalışan yönetici ve uygulamacılardan gelebilir. Toplumsal sorunları çözmede sadece düşünme kabiliyeti yeterli olmaz, tecrübe ve örtük bilgi de bilişsel çabalar kadar işlev görür. Burada çoğunlukla, “ilkeler belli ise uygulamalar da bellidir” kolaycılığına kaçıldığı görülmektedir. İlkelere dayanarak geliştirilecek uygulanabilir ayrıntılı öneriler, nitelik itibariyle normatif olmalarına karşın, ideal modelin öngörülerine uygun sonuçlar verip vermeyecekleri henüz bilinmeyen öneri paketleri olarak hazırlanıp uygulamacıların önüne konmaları pozitif ve normatif arası bir bilgi faaliyeti olarak görülmelidir. Bu modelleme sürecindeki en hassas konu, önerilen modellerin “İslam’a göre” parantezine alınarak sunulup sunulmayacağıdır.

Bize göre bugünün dünyasında henüz geçerliliği ve uygulanabilirliği test edilmemiş modelleri “İslam’a göre” ön takısıyla ileri sürmek iki sebeple sorunlu bir yaklaşımdır. Öncelikle, henüz uygulamada nasıl sonuç vereceği test edilmemiş, öngördüğü olumlu sonuçları veren ve beklenmedik olumsuz sonuç ortaya çıkarmayan bir öneri olup olmadığı bilinmeyen bir önerinin, İslam’ın ideal modelinin günümüz için “geçerli” temsilcisi olarak sunulması, beklenen sonuçları vermediğinde ideal modeli de töhmet altında bırakacaktır. Önerilen modelin başarısızlığı İslam’ın başarısızlığı olarak görülecektir. Çöken, ilkeler değil onları bugünkü hayata taşımaya çalışan model ise, ilkelerden vazgeçmek yerine modeli yenileyerek uygulanabilir model arayışını sürdürmek daha doğru ve sonuç alıcı bir yoldur.

İkincisi, ileri sürülen model, “İslam’a göre” paranteziyle sunulduğunda, geçici bir süreliğine de olsa, / “İslam’a göre” paranteziyle ileri sürülen model, geçici bir süre için de olsa en meşru, hatta tek meşru model iddiasıyla o alanı kapatacağı için, apaçık başarısız oluncaya kadar kendisine yönelik eleştirilerin susturulmasına ve alternatif önerilerin ileri sürülememesine yol açacaktır. Kendi başarılı olmadığı gibi başarılı olabilecek başka alternatiflerin de çıkışını engelleyecek veya geciktirecektir. Bu nedenle ideal modelin temsilcisi imasıyla “İslam’a göre” diyerek değil “bize göre”, “bu modele göre”, “bu yaklaşıma göre” paranteziyle önerilerin geliştirilebileceği bir ortamın oluşması teşvik edilirse, olası uygun model önerilerinin geliştirilmesi konusunda daha kolay yol alınacaktır. Kısaca, “İslam’a göre” sunumunun marka değerinden istifade etmek için ileri sürülen kişisel modellere dönük başarısız sonuç ve eleştiriler, ideal model eleştiriliyor kaygısıyla hem o modellerin yeterince tartışılıp değerlendirilmesini önler hem de model sahibine geçici de olsa haksız bir rant sağlar. Bu nedenle “İslam’a göre” ön takısının ardından fikir üretmenin potansiyel risklerinin ve yol açtığı verimsizliklerin farkında olmak, model geliştirmede çok önemli bir adım olacaktır.

Sonuç olarak İslam’ın ideal ilkelerinin hayata aktarılması, mevcudun dönüşümünü öngörür. Bu yönüyle İslam ilkeleri normatif nitelik taşır. Ancak bu normatif nitelik, mevcudun bu ilkeler doğrultusunda dönüştürülmesi için, olanın olduğu gibi olabildiğince eksiksiz biçimde bilinmesinin önemini ortadan kaldırmaz. Bu yüzden, önce yaşanan dünyada neyin neyle, nasıl ve ne kadar ilişkisi olduğu ortaya konmadan, İslam ilkelerinin hayata geçirilmesinde en uygun modelin hangisi olduğuna karar verilemez. Dolayısıyla normatif ilkelerin gücünün vurgulanması, ilk ve önemli adım olmakla birlikte, olanı en iyi biçimde ortaya koyma sorumluluğunun yerine geçemez. Bu yüzden pozitif İslam ekonomisi alanında mesafe alındıkça, uygun model önerileri için daha elverişli bir iklim ortaya çıkacak, ilkelerle uygulama arasındaki mesafenin kapatılması mümkün olacaktır.