Ömer Demir –

“Vurun kahpeye” Halide Edip Adıvar’ın aynı isimli romanından uyarlanan filmden esinlenerek yayılmış ve kitle psikolojisi bakımından önemli bir durumu ifade eden bir tutum vardır. Bir kişi “kahpe” ilan edilince şiddetten kurtulması neredeyse imkânsız hale gelir, herkes sorgusuz sualsiz onun üstüne çullanır adeta kendiliğinden parlayan gayri iradi bir tepki olarak. Zor olan kahpeyi ilan edebilmektir, sonrasında ona vurmak sıradan bir olur.

Siyah ve beyaz, biraz gören birisi için birbirine karıştırılmayacak kadar ayrışık ve iki zıt durumu ifade eder. Siyah (kara) daha çok olumsuzluk beyaz (ak) da olumluluklara işaret eder. Bir durumu siyah-beyaz kalıbına aktardığınızda kitlelerin tutumunu istenen tarafa yönlendirmek epeyce kolaylaşır. Olayları, durumları ve söylemleri siyah-beyaz kalıbına dökebildiğiniz ölçüde tutum ve davranışları ideal tipleştirip çok rahat biçimde yönlendirebilirsiniz. Bunun kitleleri bir arada tutabilmek ve onların ortak hareket edebilmelerini sağlamak için bir dereceye kadar toplumsal bir ihtiyaç olduğunu kabul edelim. Ancak siyah ve beyazın hayattaki sembolleri renkten çok ötedir. Çok değişik sebeplerle bazen gri renkte olanların da taraf seçmeye zorlandığı olur. Bu duruma maruz kalan kavramlardan biri de kapitalizm. Bu yazıdaki konumuz biraz “vurun kapitalizme”nin arkasına bakmak.

Happytalizm mi Kapitalizm mi?

Birileri sekiz on baskı yapan Happytalizm kitapları yazsa da günümüzün egemen yaklaşımı kapitalizm adını taşıyor. Sermayenin sistemin içindeki rolünün öneminden dolayı bu ad konmuş olsa gerek.

Karamsarlar, belirgin özellikleri gidişatın olumsuz unsurlarını vitrine koymak olduğu için her dönemde hangi sistem baskınsa onu suçlu görme eğilimindedirler. Onlar için isim bahane. Sistemin ne olduğundan bağımsız olarak, egemen olması, şimşekleri üzerine çekmesi, tüm olumsuzlukların odağı olarak adreslenmesi için yeterli. Aslında, bir açıdan bakarsanız çok da haksız sayılmazlar. Olup biten olumsuzluklar karşısında egemen olan görülmeyecek de kim suçlu görülecek! Burada atlanan nokta, peki olumlulukları kimin hesabına yazacağız? Onların sahipliği ne olacak?

Bu bağlamda günümüzde her sorunun müsebbibi genelde kapitalizm olarak görülür. Kapitalizm sol jargonun kolay suç yüklediği, kapasitesi çok geniş bir küfe, modernite veya modernizm de sağ jargonun. Madeni paranın iki yüzü gibi bunlar. Yazı tarafı kapitalizm (rakam, hesap kitap var), tura tarafı modernizm (resim, sanat, yani kültür var). Toplamda aynı kapıya çıkar. Kapitalizm şöyle, modernite böyle; biri sağdan, diğeri soldan tokatlayıp duruyorlar bir şeyi, ama neyi? Bir şekilde lafı kapitalizme ya da modernizme sövmeye getirebilen bütün olumsuzlukların ana sorumlusunu bulup gerekli cezayı kesmesi için kamu vicdanına havale etmiş olmanın rahatlığını hissediyor. En merhametli olanı da “Kapitalizm veya modernizmden başka ne beklenebilir ki!” diyor, düşük sesle. Yüksek sesle konuşmak için esaslı bir tokat aşk etmek ya da küfür yapıştırmak gerekir. Bence bu haksız ve aşırı damgalamacı tutum karşısında insanın “durun, yapmayın, … iskemleyi tekmelemeyin, … olay bildiğiniz gibi değil, aslında kapitalizm veya modernizm masum” diyesi geliyor. Burada, yazı (kapitalizm) tarafından ilerleyelim. Tura (modernizm) ayrı bir yazının konusu olsun.

Kapitalizm Nedir?

Düşünürler bir ekonomik sistem olarak kapitalizme, diğerlerinden ayrıştıran iki temel özellik atfederler: Özel mülkiyet ve serbest rekabet. Üretim faktörleri olabildiğince özel mülkiyete ait ve üretimin organizasyonunda serbest piyasa kuralları geçerli olacak. Tersi ne? Kolektif mülkiyet olacak ve üretim ve bölüşüm kararları merkezi otorite (devlet) tarafından verilecek. İşte kapitalizmi ayrıştıran iki ana kriter bunlar. İşin ilginç yanı bu yazıda konu edilen kapitalizm düşmanlarının neredeyse tamamı özel mülkiyetten, büyük ekseriyeti de serbest piyasadan yana tercihi olan kişiler. Bu kapitalizm düşmanlarının hiçbiri, kendisinin özel mülk sahibi olmasının veya firmaların fiyatı düşürecek ve kaliteyi artıracak biçimde sıkı rekabet halinde faaliyet göstermelerinin yanlış olduğunu düşünmüyor. O zaman kapitalizmin neyine düşmansınız? Aslında böyle düşmanlık dost başına! Yani aslında asıl kızılan şey kapitalizm değil de, tekelcilik, adaletsizlik, haksızlık, ikiyüzlülük, ahlaksızlık, … kısaca olumsuz görülen her şey. Fatura kesmek için bunların hepsini bir arada temsil eden olumsuz bir sembole ihtiyaç var. O da kapitalizm olmuş sanki. Buna eskiler “şeytan” diyorlardı, şimdikiler ise kapitalizm, herhalde. Ama hiçbir kapitalizm tanımında bu unsurlar yer almıyor, her nedense.

Burada tekelciliğe özel bir dikkat çekmek uygun olur. Çünkü kapitalizm çekiştirilirken, özellikle vahşi olanı, hep bu tekellerin sömürüsüne odaklanılır. Tekel, serbest piyasanın piyasa tarafı es geçilerek serbest kısmına odaklanılınca, güce abanınca ortaya çıkan durumdur. Tekeller, modelin ideal örnekleri değil, arızi yan ürünleridir. Serbest piyasa, tekelleşme eğilimi karşısında alınabilecek tüm tedbirlerin alındığında oluşan piyasadır. Ama gerekli her şey yapıldıktan sonra başka yapacak bir şey kalmayınca ortaya çıkan doğal tekellere zoraki razı olunur. Bu sebeple karşı olunacak olan olabildiğince üretimin artıp fiyatın düşük olmasını sağlayan serbest piyasa değil; üretimin az, fiyatın yüksek olduğu tekel düzenidir.

Son yüzyılda hem serbest piyasa (kapitalizm) hem de güdümlü ekonomi (sosyalizm ve komünizm, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği, Çin, Küba) denemeleri oldu. Sonuçta üretimin daha çok olduğu sistemin (kapitalizm) galip geldiği görülüyor. Hamasetin kitleleri heyecanlandırması mümkün ama kalıcı desteğin ancak ekmeğin büyütülmesi ile sağlandığı da aşikâr. O yüzden çöktü koca Sovyet bloku.

Tüm boyutlarına değinerek bir kapitalizm değerlendirmesi, kısa bir yazı ile yapılamaz. Burada vahşisi ve ehili ile kapitalizmin egemen olduğu söylenen son 250 yıl sonrası ile öncesi arasında kaba bir karşılaştırma yapacağız. Bize neler yapmış bu kahrolası kapitalizm bir görelim!

Kapitalizm Bize Neler Yapmış?

“Sömürünün odağında” veya “kapitalizmin kıskacında” bulunan bugünün ortalama insanı kapitalizm öncesi dönemlerin ortalamasından daha kötü şartlarda mı yaşıyor? Veya kapsamı biraz daha daraltalım: Bugün dünya üzerinde yaşayan insanlar hayalî 300 yıl öncesinde yaşamış olan atalarından daha iyi mi yoksa kötü şartlarda mı yaşamaktadırlar? Kim 300 yıl önce yaşayan atasıyla yaşamını olduğu gibi değiş tokuş etmek ister? Hayalî olarak tabii ki.

İyi ne demek, kötü ne demek, anakronizm gibi derin mevzulara şimdilik girmeden kelimelerin günlük kullanımı dışında hiçbir anlam yüklemeyelim. Nesnel olmak için de işimizi kolaylaştıracak bazı kriterler belirleyelim ve o kriterlere göre hayalî atalarımız ile kendimizi mukayese edelim. Kendimiz de dünyanın herhangi bir yerinde yaşayan herhangi bir kişi olalım. Bakalım bu kapitalizm bize neler yapmış!

Ortalama Ömür: Daha işin başında “Uzun yaşayacaksın da ne olacak?” demeyin sakın. İnsanın en temel güdülerinden biri yaşamak, mümkün olduğunca uzun yaşamaktır. Beslenmek de sağlıklı kalmak da güvenli ortamlarda bulunmak da daha uzun yaşamak içindir. Sağ ve sağlıklı geçirilen biyolojik süreyi insan ömrünün nicelik, yapılan faaliyetleri de nitelik boyutu olarak düşünürsek, geçmiş tüm dönemlerle mukayese edildiğinde kapitalizmle birlikte (kapitalizm döneminde) insan ömrü hem nitelik hem de nicelik olarak gözle görülür biçimde artış göstermiştir. Bu yönüyle ömrüne sığdırdığı faaliyetler de artıyor. Ortalama ömrün niceliksel artışı bağlamında hiçbir kuşku yok. Günümüzdeki gibi doğum ve ölüm tarihlerini tutan kesin nüfus kayıt sistemleri olmamakla birlikte, bu konuda elimizde bazı nüfus tahminleri var. Unutmayalım uzak geçmiş şimdikinden çok farklıydı. Örneğin dedesini sima olarak tanımak insanlığın başından beri yaşadığı bir tecrübe değil, son üç yüz yılda ortaya çıkan çok özel bir ayrıcalıktır. 1800’lü yıllarda dünyanın ortalamasında insan doğuştan beklenen ömrü 30 yıl iken bugün ise 70 yıldır. Yani bugün yoğun salgın hastalık ve savaş yaşanan bölgeler dışında herkes üç nesil öncesine göre iki kat daha uzun yaşıyor. O bölgelerde de durum 300 yıl önce şimdikinden çok iyi değildi muhtemelen.

Niceliksel artışın yanı sıra bu arada ömrün niteliksel olarak da artışına yol açan birçok gelişme oldu. Geçim için gerekli çalışma süresinin kısalması, hızlı ve konforlu taşıtlar (tren, otobüs, otomobil vb.), yaygınlaşan havayolu taşımacılığı ve hızlı trenler sayesinde seyahat süreleri de geçmişin hiçbir dönemiyle mukayese edilemeyecek biçimde kısaldı. Bunu, aynı süredeki yaşamın içine daha fazla faaliyet yerleştirebilme anlamında, insan ömrünün niteliksel uzaması olarak da değerlendirebiliriz. Şüphesiz günümüz insanı hem daha uzun yaşıyor hem de yaşadığı süre içine arzu ettiği faaliyetlerden daha fazlasını sığdırıyor. Yani ömür nitelik olarak nicelikten daha fazla uzadı. Bu farkı anlatan bir örnek olarak 30 günlük yolculuğu bir güne indiren uçak icat edildiğini duyan köylünün, “tamam da kalan 29 günde ne yapacağız” dediği söylenir. Yaşanan sürenin içine sığdırılan faaliyetler niteliksel ömrü sürekli uzatıyor. Bugün herkes aynı zaman dilimi içine iki nesil önceki atalarından daha çok faaliyet sığdırıyor. Ayrıca bugün tüm kıtalarda ortalama daha çok insan gezme, görme ve eğlenme amaçlı başka yerlere ziyarete gidiyor.

Sağlık: Çocuk ölümleri ve doğumda anne ölümleri dramatik denebilecek ölçüde azaldı. Dünya ölçeğinde sıtma, kızıl, kızamık, çiçek gibi kitlesel ölümlere yol açan salgın hastalıkların önüne büyük ölçüde geçilmiş durumda. Koruyucu tıp sayesinde birçok hastalık eskisi gibi bulaşma ortamı oluşturmadan yok ediliyor. Daha önceleri ölüme yol açan birçok hastalık da artık tedavi edilebiliyor. Covid 19’u da atlatırsak normale döneceğiz. İnsanlar beden ve ruh sağlığını hem korumak hem de hasta olduklarında tedavi görmek için daha büyük imkânlara sahipler. Dünya üzerinde her geçen yıl daha çok insan sosyal güvenlik şemsiyesi altına girip düzenli sağlık hizmeti alabiliyor.

İyi ve dengeli beslenmeye bağlı olarak ortalama insan boyunda, hatta zekâ düzeyinde artış söz konusu. Hastalık baş gösterdiğinde vücut enerjisini beyni beslemek yerine hayatta kalmaya ayırdığı için yaygın enfeksiyon hastalıklarının zekânın gelişmesini önlediğini gösteren bazı araştırmalar var. Dolayısıyla sağlık ve refah arttıkça, her on yılda bir IQ dünya ortalaması üç puan artış gösteriyor.

Son 150 yıl içinde gelişmiş ülkelerde ortalama insan boyu 10 cm uzamış durumda.[1] 1975 ile 2014 yılları arasında yetişkin ortalamasında yüzde 1,3 boy, yüzde 14 kilo artışı gözlenmiş. Bu sürede bireylerin ortalama enerji tüketimi de yüzde 6,1 artmış. Yani herkes geçmişe göre daha iyi, güçlü ve çok bedensel yakıt kullanıyor!

Beslenme ve Refah: 1800’lü yıllarda dünyanın neredeyse yüzde 85’i bugün yoksulluk sınırı olarak isimlendirilen gelir düzeyinin altında yaşıyordu. Bu oranın günümüzde yüzde 10’lara indiğini söyleyebiliriz. Dünyanın her yerinde insanlar üç nesil öncesine göre günlük daha az süreli çalışıyor, buna karşılık daha çok mal ve hizmet tüketiyorlar. İstatistik kurumunun başta enflasyon sepetinin oluşturulması olmak üzere yaşam koşullarını tespit için yaptığı hane halkı anketlerinde olduğu gibi bir hafta boyunca tükettiğiniz mal ve hizmetleri kaydedelim ve dede veya ninelerimizin bunların ne kadarına (muadillerine) ulaşabildiklerini düşünelim. Yalıda oturanlarımız yalıda oturan atalarını, şehirde oturanlar şehirde, köyde oturanlarımız da köyde oturan dede ve ninelerini düşünsün. Yer değiştirenler, örneği geçersiz kılmak için mızıkçılık yapmasın!

Ben kendi adıma hem Ankara’da, hem Of’ta hem de Anzer’deki aile büyüklerine ait evlerde dedemlerin kuşağının sahip olduğu ama benim sahip olmadığım, özenecek, imrenecek hiçbir şey göremiyorum. Aceleyle “Ben görüyorum” diyenler yazının sonuna kadar sabretsin lütfen, gördüklerini söyleyecekleri şeylere de geleceğim.

Ağa çocuğu iken servetini kaybedenler ile savaş yahut doğal afetler yüzünden yer değiştirenleri istisna olarak devre dışı tutalım. Aslında onları katsak da durum çok değişmez ya, neyse. Bu arada Türkiye’de 1920’li yıllarda enflasyon hesaplamasında 50 civarında mal ve hizmetin fiyatı takip edilirken 2021’de bu sayı 415’e yükselmiştir.

Temizlik: Sabun ve diğer temizlik ürünleri ile temizlik için kullandığımız çamaşır makinesi, bulaşık makinesi, akıllı veya normal elektrikli süpürgelerin olmadığı veya yeterli olmadığı dönemlerdeki kişisel bakım ve temizlik imkânlarını düşünelim. Çevresel atıklar ve sanayileşmenin getirdiği kirliliğe rağmen bugünün insanı ortalamada üç yüzyıl önceki atalarından daha iyi hijyen koşullarında yaşıyor. Geçmişin bugünle mukayese kabul edilmeyecek nüfusa sahip büyük şehirlerinde bile bekleyen suyun içinde oluşan mikro organizmalar nedeniyle suyun ancak kaynatılarak içilmesi yüzünden sıcak su içme alışkanlığının geliştiğini, kaynatılan suyun rayihalandırılıp tatlandırılması sonucu birçok tatlandırma alışkanlığının oluştuğunu, soğutucu olmadığı için yiyecekleri bozulmadan koruyabilmek amacıyla yemeklere tuz ilave etme sonucu tuzlu yemek yeme damak tadı oluştuğunu, doymak için bol karbonhidrat alma yüzünden ekmeksiz bir şey yiyemez hale gelindiğini de unutmayalım. Yani şimdi hayatımızdan çıkarmak istediğimizi üç beyaz (şeker, un ve tuz) zaruret şartlarının bize empoze ettiği alışkanlıklar.

Eğlence: Günümüz insanının eğlence sektörüne ayırdığı kaynakları tahayyül edin. Bir zamanlar “zaman kaybı” olarak görülen sanat ve spora ayrılan emek ve kaynaklar günümüzde bu işi meslek olarak yapan bireyler için aynı zamanda büyük gelir kaynağı oldu. Sırf insanları eğlendiren filmler çeviren, gösteri veya müsabakalar yapan, müzik sektöründe çalışanların oranı geleneksel en temel üretim sektörlerinden olan tarımı çoktan geçmiş durumda. İnsanlar eğlenirken para kazanıyorlar, yani hayatlarını kazanıyorlar. Bilgisayar oyunları eğlenceyi cep telefonu veya masaüstü bilgisayarlara sığdırmış durumda. İnsanlar tanımadıkları insanlarla eğlenceli oyunlar oynuyorlar. Bugünün insanı hem çeşit hem de nitelik olarak 300 yıl önceki atalarından çok daha fazla eğlence seçeneğine ve fiilî imkânına sahip. Etrafınızdaki eğlence yerlerine bakın, hepsi tıklım tıklım, neredeyse 7/24.

Güvenlik: İnsanoğlunun en temel ihtiyaçlarından birisi güvenlik. Akran, örgütlü grup veya yabancı şiddetine maruz kalma bakımından insanlar bugün eskisine oranla çok daha güvende. İstikrarlı ulus devletlerin çatısı altında bireylerin maruz kaldığı şiddet sürekli azalma eğiliminde. Kadına şiddet, çocuk işçiliği, ayrımcılık, kötü muamele, kötü şartlarda çalışma, insan ticareti, işkenceyi önlemeye dönük koşullar her geçen gün iyileşiyor. Dünyada şiddet suçlarında azalma var. Cinayet oranları tüm ülkelerde düşüşte. Siyasal istikrar ve refah arttıkça cinayet oranları da düşüyor. Bir an herhangi bir devletin verdiği kimlik koruması olmadan yaşadığınızı düşünün. Perişan olursunuz, kim vurduya gidersiniz.

Özgürlük: Bireylerin kendilerini ilgilendiren kararların alındığı süreçlere katılmalarını demokrasi olarak tanımlarsak dünya üzerinde giderek daha çok halk, kendi adına karar verecek biçimde özgür hale geliyor. Demokrasi ile yönetilen ülkelerin sayıları her geçen gün artıyor. 1974 yılında dünya üzerinde demokrasi ile yönetilen ülkelerin oranı %27,5 iken bu oran 2005 yılında %64,1’e yükselmiş durumda. Her geçen gün demokrasi standartlarında iyileşme ve yaygınlaşma gözleniyor. (Son yıllarda yaygınlaşan ırkçılık ve kutuplaşmayı örnek gösterip hemen itiraz etmeyin canım!).

Eşitlik kültürü her zamankinden daha fazla kabul görüyor. Kadın-erkek, beyaz-siyah ayırımına dayalı kitlelere yönelik eşitsizlikler azalıyor.

Eğitim: 250 yıl önce dünya insanının ortalama % 20’si temel eğitim alabiliyordu. Bu oran günümüzde % 80 ve her geçen gün artıyor. Dünyanın her yerinde insanlar eskiye göre daha çok eğitim alıyor.

Tu kaka edilen kapitalizmin egemen olduğu son 250 yıl boyunca, eğitim, sağlık, beslenme, barınma, tüketilen mal ve hizmet çeşitliliği, temizlik, eğlence, can güvenliği ve sosyal güvenlik, özgürlük alanlarında ortalama her yerde ciddi iyileşmeler görüldü. Bazı alanlarda geçmişle mukayese imkânı yok. Elektrik olmayan bir dünyayı elektrikli dünya ile kıyaslamak gibi. Bütün bu olumlu gelişmeleri bireyler açısından daha uzun süreli kılan ortalama ömür de arttı. Üstelik dünya nüfusu da daha önce görülmemiş ölçekte katlandığı halde. 1800’lerde dünya nüfusu yaklaşık 1 milyar iken 2021 de 8 milyara yaklaşmıştır. Şimdi soru şu: Günümüzün tüm sorunlarının sorumlusu olan bu “kahrolası kapitalizm” ise bu dönemde ortaya çıkan bu olumlu gelişmeleri sağlayan gizli kahraman kim? Ona da bir ad koyalım da içimiz rahat etsin, saygıyla hürmet edelim. Bu soruya cevap olarak birilerinin aklına “teknolojik ilerleme” gelebilir, ama her dönemde teknolojik ilerleme de o dönemin ekonomik sisteminin hem sonucu hem de sebebi.

“Tamam maddi iyileşmeler oldu da huzur kalmadı azizim, nerede o eski mutlu günler” diyenler olabilir. Yapılan araştırmalarda, en azından araştırma yapılabilen dönemden bu yana, mutluluk oranları da arttı “maalesef”. Çünkü eğitim, sağlık, güvenlik ve düzenli beslenme mutluluğun ana bileşenleri.

Bu Kapitalizmin Hiç mi Suçu Yok?

“Peki, hiç mi sorun yok, yoksa kapitalizmi aklıyor muyuz?” diyenler olabilir. Sorunsuz bir dünyayı, sorunu olmayan bir sistemi kim kaybetti ki biz bulalım, ama insaf denen bir şey de var.

Bu bağlamda üç konu her zaman tartışılabilir ve tartışılmalı. İlki, burada sayılan iyileşmelerin tamamını kapitalizme borçlu olup olmadığımız. İkincisi, kapitalizmin yol açtığı ilave sorunların olup olmadığı. Üçüncüsü, şimdi eldeki sonuçlardan daha iyisinin olup olamayacağı, yani tarihin sonuna gelinip gelinmediği.

İlkine cevabımız: Bugün sahip olduğumuz olumlu sonuçlar insanlık tarihinin ortak birikiminin sonucudur, tek bir ekonomik veya sosyal sisteme, hatta sadece bir medeniyete mal edilemezler. Mirasçılarına adil bir biçimde haklarını vermek çok zor olsa da, en azından farklı coğrafyalara yayılmış çokça mirasçının olduğunun hakkını teslim etmek gerekir. Bu, en basitinden adil olmanın ve vefalı davranmanın bir gereğidir. Bugün sahip olunan değerlerin birçoğunun kökeni, çok eskilere hatta Âdem peygambere kadar gider. Bu durumda, bugünün kazanımlarının tümünü sahiplenen birileri ortaya çıktığında ona kocaman bir “dur bakalım, o kadar da değil” demek en makul tepki.

İkincisine cevabımız: Nasıl tanımlarsak tanımlayalım kapitalizm de, tıpkı ondan önceki sistemler gibi, her sorunu en iyi çözen mucize bir çözüm yöntemi veya her kapıyı açan sihirli bir maymuncuk değildir. Her çözüm önerisi, anlık veya zaman aralıklı olarak beklendik yahut beklenmedik yeni sorunlara yol açabilir. Bir dönemde belirli koşullarda çok iyi sonuçlar veren bir çözüm önerisi, başka bir dönemde ve değişen koşullarda çözdüğünden daha çok sorun üretir hale gelebilir. Çok farklı sebeplerle dedenin döneminde harika olan illa torunun döneminde de harika olacak demek değildir. Bu yüzden unsurları netleştirilmeyen soyut bir kapitalizm üzerine konuşmak yerine kapitalizm ile hangi özellikleri olan ekonomik sistemin kastedildiği açıkça belirlenip, o sistemin ortaya çıkardığı sorunların tek tek ele alınması daha uygun bir yöntem. İnsanlık ölçeğinde genellik içerecek biçimde iyilik ve kötülük muhasebesinde toptancı yaklaşım mutlaka yanlışa daha çok sapar, perakende olarak işleri görmek çok daha güvenli bir yol. Hangi sorun? Sebebi ne? Nasıl giderilebilir? biçiminde ilerlemek hem ufuk açar hem de daha iyi sonuç getirir. “Kahrolsun” veya  “yaşasın” tutumu kitlesel mobilizasyon sağlamada işe yarar ama ufku karartıp kavrayışı kısırlaştırabilir. Dikkatli olmak lâzım.

Üçüncü soruya cevabımız: Beşer kendi tecrübesine dayanarak “tarihin sonunu” bilemez, çünkü bir insanın gördüklerinin tarihin sonu olduğunu söyleyebilmesi için büyük kıyameti de görmüş olması icap eder. Bugüne kadar tarihe bir son çizgisi çekenler, en çok kendi küçük kıyametlerini görmüşlerdir. Yani, bugünün insanının bulduğu çözümlerden daha iyi çözümlerin olma ihtimali her zaman vardır ve o çözümlerin peşinden koşma hakkı kimsenin elinden alınamaz. Yeter ki ortaya çıkacak faturalar iyi hesap edilsin ve onları yükleneceklere haksızlık edilmesin. Zira insanlığın kaderine dair çözüm önerilerini başkaları üzerinde denemeye kalkmanın bazı ahlaki sınırları mutlaka olmalıdır.

Sonuç: İnsanoğlu çözümler üretirken sorunlara da yol açar. Sadece bardağın sorun veya çözüm tarafına bakmak yanıltıcıdır. Ne çözümlerin hatırına sorunları görmezden gelmek ne de sorunlara bakarak çözümleri göz ardı etmek doğru bir yol. Bu sebeple sürekli teyakkuzda olmak gerek. Öte yandan “kahrolsun” veya “Yaşasın” sloganları akıldan ziyade duyguları harekete geçirir. Olup biteni anlamada aklın kılavuzluğu ile duygunun desteğini bir araya getirmek ise büyük maharet ister. Ya nasip, diyelim.

Pek beklemiyorum ama (ne de önyargılıyım!) bu yazı kısa oldu bu konuda daha uzun şeyler okumak istiyorum diyenler için üç kitap:

  1. Rosling, H., Rosling, O., & Rosling, A. R. (2019). Factfulness: Dünya Hakkında Yanılmamızın On Nedeni ve Neden Her Şey Aslında Sandığımızdan Daha İyi (S. S. Tezcan, Çev.). Pegasus.
  2. de Botton, A., Pinker, S., Matt, R., & Gladwell, M. (2020). Gelecek Daha Güzel Günler Getirecek mi? (C. Duran, Çev.; 4. bs). Bkz Yayıncılık.
  3. Matt, R. (2013). Akılcı İyimser: Refahın Evrimi (M. Doğan, Çev.). Boğaziçi Üniversitesi Yayınları.

Peki, bu üçünden hangisi? İlki.


[1] https://www.scientificamerican.com/article/why-are-we-getting-taller/#:~:text=The%20reason%20for%20this%20difference,centimeters%20(about%20four%20inches). Erişim tarihi: 17.10.2021

Ömer Torlak –

Haberdar olmak, haber vermek, haberdar etmek gibi tanımlamalar, merak saikinin giderilmesi amacıyla gelişmelerden haberdar olmak isteyen insanın taleplerini içerdiği gibi bir mesajın mesaj verenden alana doğru akışını da kapsar. Gelişmelerle ilgili haber sahibi olmak isteyen insan bazen de kendisine sunulan hikâyeyi satın alır. Satın alır derken doğrudan bir parasal ödemenin görünürde olmadığının farkındayız. Fiyatının olmaması, haberi satın alan açısından bedel ödenmediği anlamına da gelmez elbette. İnsanın en kıymetli varlığı olan ömründen eksilen vaktin haber alma adına ve haberleri okuma, dinleme ve yetmezmiş gibi tartışmasını yapan insanın epey bir bedel ödediğini söyleyebiliriz. Haberi, hayalleri ya da beklentilerinin tatmin boyutu olarak satın alan insanın aslında kendisine sunulan haberleri bu tatmininin bir karşılığı olarak da görebiliriz. Etrafında olanlardan bîhaber kalmanın pek çok insanda oluşturduğu gerilim hali ve bunun toplumsal ilişkilerde oluşturabileceği gerginlikler hesaba katıldığında, haberi, toplumda sükûnetin önemli bir aracı olarak da görebiliriz.

İnsanın eğilimli olduğu dedikodu yapmaktan hoşlanma özelliği de haberin dayanılmaz çekiciliğini artırmaktadır. Dedikodunun bu cazibesi, aynı haberden farklı çıkarımlarda bulunma eğilimini beslerken, insanlar arası algılama farklılıklarına bağlı olarak aynı haberden bambaşka çıkarımların ortaya dökülmesine de şaşırmamak gerekir.

İnsanın bu hali, yöneticiler ile algı oluşturucuların işini kolaylaştırmaktadır. Kendisi dışındaki çok sayıda kişi, olay, olgu ve ilişkiyi eleştirme, akıl verme ve aklını önemseme fırsatını haber ile elde ettiğini düşünen insanın kendisine sunulan haberi büyük ölçüde satın aldığını söylemek mümkün. Dahası, daha fazla haberin kendisine sunulması ile zihnini meşgul etmekle belki kendisi, ailesi, yakın çevresi ve ülkeye ait çok sayıdaki problemden uzaklaşma konforunu da yaşamak istemektedir.

Yöneticiler ya da yönetimde olanlar bakımından yönetilenlerin hikâye satın almaya, bunları dedikodu malzemesi olarak kullanmaya meyyal bu özellikleri, bulunmaz bir nimet olup onlar da bundan sonuna kadar faydalanma becerisini göstermektedir. Krallar tellal kullanarak tebaasına duyurular yaparken muhtemelen tebaanın önemli bir kısmı kendilerinin kralları tarafından önemsendiğini düşünüyordu. Tellalın duyurduğu şey her ne ise, az ya da çok farklı algı oluşturduğu zihinleri meşgul ederken, bazen dikkatleri başka yöne çekmek, bazen korkutmak ve uyarmak bazen de toplumda var olduğu hissedilen gerginlik ile stresi azaltma amacı taşıyabiliyordu. Amaç ne olursa olsun tellalın duyurduğu her yeni haber ile toplum bir süreliğine kendisine sunulan ya da kendisinin talep ettiği hikâyeyi satın almış oluyordu. Sonrasında ise bu haberler dedikodunun malzemesi yapılmak suretiyle zaman dolduruluyordu.

Sadece yöneticiler değil, tacirler de tellal kullanmak suretiyle pazara getirdikleri ürünlerden ahaliyi haberdar ediyordu. Tellalların yerini zamanla reklamcılık sektörü aldı. Kitle iletişim araçları ile tecrübe kazanan reklamcılık sektörü bugün toplumu oluşturan çok sayıda bireyin kendi iradesi ile haberleştirdiği bireysel hikâyelerden beslenen sosyal medya ve dijital mecralarda tellallığı sürdürüyor. Sosyal medyada üretilen haberi öncekilerden farklılaştıran en önemli özellik, haber üretim ve tüketiminin çok taraflı gerçekleşmeye başlamış olması, hiç şüphesiz. Yani çok farklı kişi ya da kurumdan sunulan haber hikâyesinin satın alınabilmesi yanında herkesin kendi oluşturduğu içerik de başkaları tarafından satın alınabilen bir haber hikâyesine dönüşebiliyor. En masum haliyle gerçekliğin çok sayıda farklı algısı ve dedikodusuna yol açabilen bu durum manipülasyon ya da dezenformasyon niyeti ile buluştuğunda, amaçlanan dedikodu ortamı oluşabiliyor ya da birikimsel bir tepkiye dönüşebiliyor.

Tam da bu sebeple sosyal medya, markaların tellallığını yapmak suretiyle muhataplarına markanın hikâyesini satmaya çalışanlara da önemli bir fırsat sunuyor. Marka iletişimcileri bundan yararlanmayı ihmal etmiyor tabii ki. Fenomenler, marka fanatikleri, sanal topluluklar gibi araçlar eliyle sunulan haberlerin etki gücünü artırmaya çalışma yanında, dijital mecraların sunmuş olduğu veri analitiği hizmetlerini satın almak suretiyle haberlerini öne çıkarma girişimlerinden de geri kalmıyorlar. Dijital dünyanın bu akıl almaz hız ve çaptaki dönüşümü yöneticilerin de iştahını kabarttığı için onlar da seçim kampanyaları başta olmak üzere bir yandan kendi hikâyelerini haberleştirip sunarken bir yandan da veri analitiği, yapay zekâ, algoritmalar ve makine öğrenmesi gibi enstrümanları kullanmak suretiyle, hedef kitlelerini gruplandırıp her bir grubun satın almaya hazır olduğu haberlerin hikâyesini de kolaylıkla oluşturup sunabiliyor.

İnsanın haberle olan ilişkisinin diğer önemli bir boyutu ise, gerçeklik peşinde imiş gibi görünürken gerçeklikten uzaklaşarak, hatta kaçarak, haber ile sorumluluklarından, kaygıdan, eleştiriden, problemlerden, velhasıl kısa sürede kendisini rahatsız eden her ne ise ondan soyutlanmaya çabalamasıdır. Bu durum, hiç şüphesiz, yönetimler ile işletmeleri daha da cesaretlendirmektedir.

İngiltere’de bulunduğum bir dönemde tesadüfen Mısır’daki bir patlamanın görüntülerinin televizyon ekranlarından verildiğini gördüğümde, zaman zaman izlediğim bu kanallarda “İngiltere’ye ilişkin vatandaşlarının canını sıkabilecek hiç mi olay olmuyor da haberlerde izleyemiyoruz” diye düşündüğümü dün gibi hatırlıyorum. Anladım ki “ey vatandaşlarımız bakın dünyada neler oluyor, siz ne kadar şanslı olduğunuzu düşünün, yaşadığınız ülkede bırakın böylesi şiddet içeren çok daha basit olaylar bile neredeyse olmuyor” demeye getiriyordu yöneticiler. Tabii ki o dönemde de özellikle iktidar karşıtı televizyon ve gazeteler bazı haberleri gündeme getiriyordu. Ancak genele bakıldığında, sunulan haberlerde insanlarda gerginlik oluşturacak formdan uzak bir durum olduğu açıktı.

O günden beri bu konu üzerinde zaman zaman düşünür ve şu önermemi söylerim: “Haber formatına bağlı olarak toplumu oluşturan insanların gerginlik halleri de değişiyor”. Uzmanlık alanımla ilgili yönüyle konuya kısmen değindiğim “haber pazarlaması” başlıklı yazı, konuya merak duyanlar tarafından https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/112875 linkinden okunabilir.

Bu yazıda ise olayın iki farklı boyutu üzerinde biraz daha detaylı durmak niyetindeyim.

Üzerinde durmak istediğim bu hususlardan ilki, aslında şu soruya aradığım cevaba ilişkin: “Haber bir yandan insanı gerginleştirir ve strese sokarken diğer yandan aynı haber onu ideolojik ya da politik açıdan çok sayıda insan ile birlikte nasıl konsolide edebiliyor?”. Aslında bu sorudaki haberi habercilik anlayışı olarak okumak da mümkün diye düşünüyorum. Ve daha doğru olanı da bu sanki. Haber, onu üreten habercilik anlayışı ile ilişkilendirildiğinde iki türde de sorulsa sorunun hemen hemen aynı anlamda buluşacağını söyleyebiliriz.

Yazının başlarında ifade etmeye çalıştığım üzere, haber formatı hikâye satın almak isteyen insanı rahatlatma aracına dönüşebiliyor. Böyle bir araç aynı zamanda insanı farkında olsun ya da olmasın nasıl gerginleştirebiliyor sorusu daha bir anlam kazanıyor. Bu anlamın izinde birlikte ilerleyelim.

Hikâyesine dayanak yaptığı bir şey olarak haberden ilhamla dedikodu yapmanın dayanılmaz hazzını yapabilen insan, nasıl oluyor da aynı şey olarak haber ile aynı zamanda gergin hale gelebiliyor? Gerçekten gergin hale gelip gelmediğine kim karar verecek? Yazıyı kaleme alan olarak yoksa kendi kendime gelin güvey mi oluyorum? Aynı zamanda insana, özellikle de habercilere haksızlık mı yapıyorum? Bu sorular etrafında zihin jimnastiğimizi sürdürelim.

Öncelikle şunu ifade edelim: Şablon bir tanımlama ile “köpeğin insanı ısırması değil, insanın köpeği ısırması haberdir” yaklaşımının habercilik bağlamında bir karşılığı var elbette. Böyle bir olayı haberin ötesine taşıdığınızda, örneğin böyle bir olguyu kullanarak insanları bu tür olayların çok yaygın olabileceği algısı oluşturmaya çalışmak, failin kimlik ya da alt kültürel herhangi bir özelliği ile olayın kendisini ilişkilendirerek haberi sunmak ya da güvensizlik algısı yaratacak biçimde olayın mahallini öne çıkarmak gibi vurgularla haber, dedikodu malzemesi olmaktan çok öteye geçecektir. Örnekte yer verilen veya benzer başka yönlendirmelerle haber artık haber olmanın çok ötesine geçmiş olacak ve toplumsal gerginlik üreten olguya dönüşecektir.

Bazı durumlarda ise olayın gerçeği yansıtacak biçimde sunulmasının bizatihi kendisi de gerginlik sebebi olabiliyor. Üçüncü sayfa haberleri olarak da isimlendirilen hemen her toplumda gerçekleşebilecek bireysel cinnetten kaynaklanabilecek olayların süslenerek ve adeta okuyucu ya da izleyicinin hafızasına kazınmak istercesine tekrarlanması, iştahla aktarılması da ister istemez, toplumsal gerginliği artırıcı etkide bulunur. Bu tür haberlerin tekrar tekrar gösterilmesi, sıradan sayılabilecek bu tür olayların abartılması, toplumsal psikolojinin olumsuz etkilenmesine yol açan bir habercilik anlayışına işaret ediyor. Bu tür haberlerden kendi beklentisine uygun hikâyeler çıkarma ve dedikodusunu yapmak suretiyle yönetimlere rahatlama imkânı sağlayabilen bu tür haberler ile habercilik anlayışının ürettiği gerginlik ve stres ise toplumsal ilişkilere olumsuz yansıyor. İlk bakışta bireysel ya da lokal maliyet ve külfet gibi gözüken bu gerginlikler toplamda çok önemli toplumsal maddi ve manevi faturanın ödenmek zorunda kalınmasına yol açabiliyor. Bu tür haberlerle gerginleşen insanlar yolda yürürken, karşıdan karşıya geçerken, herhangi bir işi ile ilgili sırada beklerken ya da trafik ışığı kırmızıdan yeşile geçer geçmez kornaya basarak, başkalarına en azından saygı göstermek yerine azarlayarak gerginliklerini sergilemeye devam ediyor. İş öyle noktaya varabiliyor ki, sakin zamanda düşünüldüğünde saçma ötesi gelebilecek durumlar ortaya çıkabiliyor. Sadece otomobil park etme ya da trafikte yol vermeme gibi sebepler birilerinin maktul birilerinin de katil olması ile sonuçlanabiliyor. Son dönemde bir hayli dış göç alan ülkemizde göçmenlere ilişkin benzer haber formatı ile gerginliğin boyutlarının nerelere varabileceği hususu daha anlaşılır olabiliyor.

Aynı habercilik anlayışı ile ideolojik ya da politik açıdan kitleler konsolide edilebiliyor. “Kimse bizi inandığımız değerlerden alıkoyamaz diyen lider A, inandığımız yolda kararlılıkla yürüyeceğiz” şeklinde haberleştirilen bir konuşma metni, “Lider A, değerlerin planlanan işlerle ilgili rehberliğinin önemli olduğunu söyledi” şeklinde haberleştirildiğinde, birinci haberin ikincisine oranla fazlasıyla böyle bir amaçla yapıldığı rahatlıkla söylenebilir. İkinci haberde daha rasyonel ve haberin aktarılma amacı ön planda iken, haberin birinci ifadedeki gibi sunulmasının arka planında haberin kitlesi olarak toplumda belli bir ideoloji ya da politik yaklaşıma yönelik konsolide edilmesi kaygısı söz konusudur. Üçüncü sayfa haberlerinin toplumun fay hatları olarak görüldüğü alt kimliklerle ilişkilendirilerek sunulması, bir yandan gerginliği artırırken öte yandan ise politik ya da ideolojik anlamda bir kilitlenmeye de hizmet edebilir. “Hak ettiği ücreti alamayınca sinirlerine hâkim olamayan genç, bir aracı yumrukladı” haberi, “Suriyeli göçmen aldığı ücreti beğenmeyince önüne çıkan araçlara zarar verdi” şeklinde verildiğinde bir yandan toplumsal gerginliği artırırken bir yandan da ideolojik olarak göçmen karşıtlığı politikasına katkı sunmaktadır.

Gerginliğini kendi içinde yaşayan insan, kendisini ait hissettiği, bazen de taraftarlık düzeyine erişen mensubiyetleri bağlamında politik ya da ideolojik kenetlenmeyi aynı haber üzerinden sağlayabiliyor. Daha doğrusu böylesi bir habercilik anlayışı ile insan gerilirken çok fazla irdeleme çabası göstermesine fırsat verilmeden konsolide edilebiliyor.

Bu konuda üzerinde durmak istediğim ikinci boyut, “aynı habercilik anlayışı ile gerginleştirilen birey politik popülizm ya da hamaset dilinin hâkim olduğu bir haber diliyle nasıl rahatlayabiliyor?” sorusu olacak.

“Lider B sorulan bir soru üzerine, ‘X sınavı, soruların önceden bazı adaylara sızdırıldığı ortaya çıkınca iptal edildi’ açıklamasını yaptı” haberi, olayın failleri ya da varsa onların mensubiyetlerine ilişkin anlamlı bir tepkiye ve gerilime sebep olacaktır şüphesiz. “X sınavının sorularının sızdırılmasına ilişkin Lider B, ‘şu ana kadar kimsenin hakkını yemedik, yedirmedik ve yedirmeyeceğiz, çünkü biz her vatandaşımızın hakkını gözetmeye hakkaniyetimizin gereği olarak inanıyoruz’ açıklamasında bulundu” şeklindeki haber biçimi ise hamaset yüklü bir hikâyenin satın alınmasını kolaylaştırır.

Bu örnekte birinci haber dilinin haberi izleyen insanda oluşturduğu gerginlik, en azından bazı, hatta belki de çoğunluğunda hamaset ya da popülizm içeren haber diline teslim olmasının da önünü açabiliyor. Diğer bir deyişle, bir haber dili ile gerginleştirilen insanın gerginliği hamaset dil ile kurgulanmış haber sayesinde istenilen doğrultuda ve oluşturulmak istenen algıya göre şekillendirilebilme kıvamına getiriliyor.

Gerginlik ile hamaset dilinin birbirini desteklediği habercilik, bazen uluslararası ilişkilerin iç politika gündemi yapılması ile bazen ekonomik gündemin kültürel değerler bağlamında rasyonellikten uzak açıklanması ile bazen de ekonomik ya da sosyal aktörlerin kriz sebebi görülürken aynı zamanda ekonomik ve kültürel aktörlerin ekonomik büyüme ve kalkınma açısından hamaset yüklü bir habere dönüştürülebilmesi ile sonuçlanabiliyor. “A ülkesi, X ürünleri ithalatında ülkemiz menşeli ürünlere kota uygulamasına başladı” haberi, en azından ilgili âleminde kaygı ve strese yol açabilirken, “X ürünleri ithalatında ek vergi uygulamasına geçen A ülkesi yönetimine seslenen Lider C, ‘geçmiş dönemlerde de hep bizim önümüzde engel olanlar şimdi nerede!’ dedi” şeklindeki haber ise popülist duyguları besleyecektir.

Bir yanda gerginliği yükseltilmiş birey, öte yanda hamaset dilinin kurguladığı haber ile politik ya da ideolojik anlamda popülist söylem tarafından kolaylıkla teslim alınabiliyor. Diğer bir ifade ile gerginlik ve stresi artırılmış insan, popülist söylemin cazibesini barındıran haber dili sayesinde hamasetten beslenmeye başlıyor.

Haber ya da habercilik sonucu gerginleşen bireyin kişisel performansına olumsuz etkisi yanında toplumsal katkısının azalması önemli bir problem olarak karşımıza çıkıyor. Yani gerginleştiren haberin hem bireye hem de topluma maliyeti var. Ve bu maliyetleri hesap etmek çok zor, hatta mümkün değil. Yönetimler, ister ülke isterse şirket yönetimi düzeyinde olsun, bundan rahatsız değil gibi. Çünkü şirketler marka hikâyelerini satabilmek için örneğin, “meteoroloji raporlarına göre araçlarınızı dolu yağışının oluşturacağı hasar riskine karşı sigorta ettirin” şeklindeki gerginliği besler ve kendi marka hikâyelerinin satın alınmasını sağlamaya çalışırken, ülke yönetimleri de gerginlik katsayısı artmış ve stres yüklü bireylerin hamaset dilinin yaygın olduğu haberlerle politik ve/veya ideolojik konsolidasyon sağlama çabasını önemsiyor.

Tüm bunların yönetim gücü ile medya ilişkisi bağlamında gerçekleştiğini de biliyoruz. Başka bir deyişle medya, ekonomik güç olarak şirketlerin, siyasi güç olarak iktidarın yönlendirmesi ile hareket etmek suretiyle, gerginleştiren haberciliğin hamaset dili ya da popülist yaklaşımla yönetilen veya tüketici olan insanı tüm bu haberlerin alıcısı haline getirebiliyor.

Siyaset bilimi, iletişim, işletmecilik, kamu yönetimi, ilahiyat, psikoloji ve sosyoloji başta olmak üzere bütün sosyal bilim alanlarının en az bir yönü ile ilgi alanına giren haber, habercilik, toplumsal gerginlik, konsolidasyon, ideolojik ya da politik popülizm konularının çok yönlü çalışılması bu bağlamda önemli görülmekte. Taraftarlık bağına bağlı olarak sosyal bilimciler de bu yazıda bahsettiğimiz gerginlik, konsolide olma eğilimi ve popülist söyleme teslimiyet bakımından toplumun diğer bireylerinden çok farklı ve korunmuş bir alanda yer almıyorlar. Bu sebeple sosyal bilimlerin farklı disiplinlerinin çoklu disiplin çalışmalarına ihtiyaç var. Ancak bu şekilde, habercilik de nispeten gücün yanında yer almayı değil, haber verme sorumluluğu olan topluma yönelik bir bakış açısına sahip olmasını güçlendirir.

İnsanlık tarihindeki örnekler ve farklı dönemlerden günümüze gelişmelere baktığımızda ise bunun hiç te kolay olmadığını ifade etmek gerekir. Bu noktada kolaylaştırıcı unsur haberin tüketicisinin bilinçli ve duyarlı olmasıdır. Yani, haber tüketicisinin medya okur-yazarlığının ve tabii sosyal medya okur-yazarlığının gelişmesi ile birlikte, gerginleştiren haberle çoğu kez konsolide olan ve popülizme yenik düşen birey, yerini eleştirel bakabilen, kendisine sunulan her hikâyeyi satın almayan, dedikodu yapmak yerine gerçekliğe odaklanabilen bireye bırakabilir.

Ömer Akpınar –

Her şey Paris’in güzellik elmasını Athena veya Hera’ya değil de Afrodit’e vermesiyle başladı. Bebeklikte bir ayı tarafından emzirilen ve çoban olarak yaşayan Paris, Afrodit’in dünyanın en güzel kadını Helen’in aşkını vadetmesine kanmıştı. Paris Sparta Kralı Menelaos’un karısı Helen’i kaçırdı ve Sparta ile Troya (bugünkü Çanakkale) arasında geçen Homeros’un anlattığı meşhur Truva Savaşının başlamasına sebep oldu.

Menelaos, abisi olan Miken Kralı Agamemnon’a gitti. Ondan yardım istedi. Bunun üzerine Agamemnon Troya üzerine yürümeye karar verdi ve ordusunu topladı. Ancak gemilerini denizde sürükleyecek rüzgâr bir türlü çıkmıyordu. Kâhinlere başvuran Agamemnon kızı Prenses İfigeneya’nın kurban edilmesi gerektiğini öğrendi. Dahası Odesa da aynı fikirdeydi. Çünkü Agamemnon bir av sırasında tanrıça Artemis’in (Diana) kutsal bir geyiğini öldürmüştü ve Artemis buna çok gücenmişti. Karşılığında güzeller güzeli İfigeneya’nın kanı akmalıydı.

Agamemnon İfigeneya’yı Afrodit’in oğlu Aşil’le evlendirme bahanesiyle evden çıkardı ve bir ormana götürdü. O esnada bir geyik geldi. Geyik Artemis’in hediyesiydi ve Artemis kurban edilmesi için geyiği Agamemnon’a vererek İfigeneya’nın canını kurtardı. İfigeneya’yı Kırım’ın Karadeniz sahili Tauri bölgesine götürdü. O günden bu güne İfigeneya Karadeniz’in hırçın dalgalarını kullanarak Artemis’e insan kurban eder. Dinyeper nehrinin Karadeniz’e aktığı yerin arkasında ise Aşil’in huzur içinde yaşadığı büyük bir ada vardır. Aşil’in adasının hemen batısında Odesa yirmi yılını verdiği sürgününü yaşamaktadır. Troya Savaşında bedel ödemiş Aşil bugünkü Donbas bölgesinde cennette, kurban olmaktan kurtulmuş ancak sürekli insanları kurban eden İfigeneya Kırım’da hapiste ve nihayetinde tüm bu hikâyenin en önemli kahramanlarından biri olan Odesa ise sürgünde bin bir türlü çile içindedir.

Antik Yunan’ın gerçeküstü dünyasında, Olimpos dağından başka bir gerçeküstü coğrafya daha vardı. O coğrafya bugünkü Ukrayna’dır. Çünkü Kırım’ın hemen kıyısındaki dağlar, Don, Dinyeper ve Dinyester ırmaklarının denize döküldüğü yerlerdeki geniş havzaların büyüleyici halleri Antik Yunan için akıl almazdı. Bu dağ ve ırmakların arkasında apayrı, ancak tanrılar ve ölümsüzlerin yaşayabildiği bir coğrafya olmalıydı. Böylece hikâyenin sonunda Odessa, Aşil ve İfigeneya Ukrayna’da buluştular. Onların Ukrayna’da buluşmalarına sebep olan kişi ise ayıların emzirdiği Paris’ti (ayı Rusların mitolojik hayvanıdır. Türklerin Bozkurtu gibi). Odesa Odesa’da, Aşil Donbas’ta ve İfigeneya Kırım’da. Odesa Dinyester, Aşil Dinyeper ve İfigeneya Don ırmaklarını anlatır oldu.

Bugün bu coğrafya, yani Ukrayna, hâlâ anlaşılması zor bir yerdir. Ukrayna her zaman şu üç şeyi aynı anda bünyesinde barındırır: Aşil’in cenneti, güzeller güzeli İfigeneya’nın infazları ve Odesa’nın sürgün hâli. Rusya’nın yüz bini aşkın askerle Ukrayna sınırına dayandığı haberleri ve uydu görüntüleri basına sızdığından beri tüm dünya bu bölgeye dikkat kesildi.[1] Hâlbuki insanlık ilk metinlerde dahi bu bölgeye dikkat kesilmişti. 2021’in son günlerinde Ukrayna’nın dünyanın en kritik coğrafyası olduğu nihayet anlaşıldı. Homeros sustu, şimdi seçilmiş krallar konuşuyor.

Rusya’nın Ukrayna’yı İşgali Mümkün mü?

Bu sorunun cevabı evettir. Rusya’nın Ukrayna’yı işgal etmesi mümkündür. Ancak bunu yapabilir mi, tartışmak gerekir. Çünkü Rusya emperyal duygularını temel amaç olarak görmüyor. Konjonktürel yaklaşıyor. Ancak Rus dış politikası matruşka politikasıdır.

Matruşka iç içe geçmiş ahşap bebekler içerir. Rus dış politikası da matruşka gibi iç içe geçmiş stratejik planlar içerir. Konjonktürel bir siyasi veya askerî manevra pekâlâ Çar döneminde kalma, yüzyılları aşkın bir stratejinin kapısını açabilir. Bu durumda Rusya o stratejiyi uygulamaktan çekinmez.

2014 yılındaki olaylar Rusya’ya Kırım’ı hediye etti. Esasında Kırım Rusya için çok hayatidir. Kerç Boğazı ve Avaz Denizi tamamen Rusya’nın kontrolündedir. Olaylar hemen Donbas’a sıçradı. Rusya daha derinlerde olan diğer stratejiyi gördü: Ruslara yakın halkları bünyesine katmak. Bu katış klasik manada toprak işgali içermez. Buna gerek de yoktur. Donbas’ta yeni iki devlet inşa edip bu devletlerin koruyuculuğunu yapmak yetti. Donbas’ta olan budur. Luhanks ve Donetks Halk Cumhuriyetleri yaklaşık 4 milyon nüfus ve 16 bin kilometrekare topraklarıyla Rusya coğrafyasıdır (Kırım 26 bin kilometrekare toprak ve 2 milyon nüfus). Bu cumhuriyetler bankacılık, eğitim, diplomatik vs. hiçbir işlemleri Batı tarafından tanınmadığı için tüm işlemlerini Rusya’nın resmî kurumları üzerinden yapmaktadırlar. Bu model yeni bir model değildir. Abhazya, Transdinyester, Güney Osetya gibi yerlerde Rusya açısından başarılı biçimde uygulanmıştır.

Russia Today (RT News) yazarı Scott Ritter[2] Rusya’nın Ukrayna’yı işgali ABD’nin ve NATO’nun hayali olduğunu söylüyor. Putin’in kırmızıçizgisi olan Ukrayna’nın NATO merkezi olması veya NATO ile Ukrayna üzerinden komşu olma durumu kontrollü krizin sebebidir diyor. Dr. Ivan Timofeev[3] ise Rusya’nın Ukrayna’yı işgali dedikoduları sözde Rus hedefleriyle şekillendirilmektedir iddiasında bulunuyor. Batı Rusya’nın Minsk sürecini baltalamak, NATO’yu sınırlarından uzak tutmak, bölgeyi yeniden dizayn etmek amacında olduğunu iddia ediyor. Rusya’nın askerî müdahalede bulunduğu yerlerde farklı durumlar yarattığını, Gürcistan, Kırım ve Suriye örnekleriyle hatırlatıyor. Fakat Ukrayna işgalinin ekonomik, stratejik ve yükselen Ukrayna milliyetçiliği sebebiyle Rusya için gerekli olmadığını iddia ediyor.

Rus basınında yazılan makaleler ekseriyetle Rusya’nın Ukrayna’yı işgali ihtimalini hayal ürünü olduğunu anlatan bilgilerle doludur. Ancak herkes biliyor ki bu ihtimal hiç gerçek dışı değil. Yukarıdaki haritada turkuaz renkteki yerler düzlük steptir. Donbas ise turkuaz rengin doğu ucudur. Alt kısımda yer alan Kırım zaten Rusya kontrolündedir. Dolayısıyla Timofeev’in Kiev merkezli (Kiev ormanlık alan olan yeşil bölgededir) işgal planı, gerçek işgal hareketini gözlerden kaçırıyor. Eğer Rusya müdahale ederse askerî hareket güzergâhı yukarı doğuya doğru değil, sağa yani batıya doğru olacaktır. Birinci senaryo Timofeev teorisi olsun. Biz ise ikinci senaryoyu düşünüyoruz. Daha sınırlı askerî hareketle daha büyük kazanımlar elde etmek Rusya’nın başka senaryolarının olduğunu bizlere hatırlatması gerekir.

Rusya’nın önemli stratejik hedeflerinden biri de akarsuları kontrol etmektir. Olası askerî harekette bu ihtimali gözden uzak tutmamak gerekir. Donbas bölgesinde Don nehrinin bir kolu olan Donets nehri gibi pek çok nehir vardır. Donbas su bakımından zengin bir bölgedir. Ancak Kırım, içme suyu dâhil büyük su sorunu yaşamaktadır.

Kaynakça: http://euromaidanpress.com/

Yukarıda soldaki resimde Kırım’ın Dinyeper nehrinden çekilen su kanalı verilmiştir. Harita incelendiğinde Kırım’da Rusya’nın Dinyeper nehrine hâkim olmadığı görülür. Armiansk ile Tavriysk arası Ukrayna kontrolündedir ve Ukrayna Kırım’a su vermeyi kesmiştir. Yeşil bölgeler sulama ile tarım yapılan yerlerdir. Hem içme hem de tarımda kullanmak için Kırım Dinyeper nehrine muhtaçtır. Moskova’nın batısından doğup Belarus’u geçtikten sonra Ukrayna’yı ikiye ayıran Dinyeper nehrinden (sağdaki resim) Rusya hiçbir surette faydalanamamaktadır. Dolayısıyla bir askerî operasyonun veya savaşın öncelikli hedefi Dinyeper nehrini tamamen veya kısmen kontrol etmek olacaktır.

Ticaret Bakanlığı verilerine göre[4] Rusya topraklarının (17 milyon kilometrekare) %13’ünde tarım yapılmaktadır. Ancak bunun %2’si, yani tüm toprakların 44 bin kilometrekaresinde sulu tarım yapılmaktadır. Yani Rusya’da 44 milyon dekar sulak arazi vardır. Kuzey kuşakta olan Rusya için bu çok az bir alandır. 150 milyona yakın nüfus için yeterli değildir. Örneğin bu sayı Türkiye’de 85 milyon dekardır. Akdeniz iklimine daha yakın, verimli Dinyeper havzası Rusya için gıda kaynağı açısından da önemlidir. Şüphesiz herhangi bir ekonomik birim Rusya için önemlidir ancak burada dikkat çekilmek istenilen şey Dinyeper ırmağının başlı başına bir hedef olduğudur. Düz bozkır ve steplerin dünyasında coğrafyaya ve zihinlere ırmaklar şekil vermektedir.

Dinyeper Stratejisinin Olası Etkileri

Eğer Rusya ister başkent Kiev’i hedefe kayan birinci senaryoyu ister Donbas hattında Dinyeper ve Kırım güvenlikli ikinci senaryoyu uygulamak için askerî operasyon yapsın, bölgede çok önemli siyasi olayları başlatmış olacaktır.

Kaynak: commons.wikimedia.org

Yukarıdaki harita incelendiğinde Moldova ile Ukrayna arasında koyu yeşil bir bölge görülecektir. Bu bölge Transdinyester’dir ve bu bölge 14 üncü Rus Ordusuna bağlı birliklerce korunmaktadır. Sağda en uçtaki pembe bölge olan Donbas’ın Luhanks bölgesi ile Transdinyester arasına düz bir çizgi çizilebilir. Dr. Timofeev’in iddia ettiği gibi Dinyeper’in doğusu boyuna Belarus’a kadarki coğrafyayı içine alan değil Transdinyester, Bug nehri ve Dinyeper nehri ile Don nehrini bir birbirine bağlayacak olan başka bir Güney Ukrayna ortaya çıkabilir. Bu durumda Moldova’nın güneyinde kalan ve büyük oranda etnik olarak Ukraynalı olmayan halklar da bu yeni devlete katılacaklarından, bugünkü Ukrayna’nın Karadeniz’le bağı tamamen koparılabilir. Yani Tuna’dan Don nehrine kadar uzanan yeni bir Güney Ukrayna yaratılabilir. Başka bir ifade ile Romanya bir sabah Rusya’ya komşu olarak uyanabilir.

Bu senaryonun Dinyeper kıyılarında kalması halinde bile çok büyük sonuçları olur. Herhangi bir askerî hareket etnik hareketleri su yüzüne çıkaracaktır. Moldova’da Transdinyester, Bulgarlar ve Gagavuzlar; Romanya’da Macarlar; Sırbistan’da Rumenler ve Arnavutlar vs. Doğu Avrupa ve Balkanlar’da yeni bir iç savaşlar silsilesini başlatabilir. NATO’nun ve AB’nin müdahil olacağı bu tür senaryolarda hiçbir devlet kayıtsız kalamayacaktır.

Sonuç

Ukrayna-Rusya krizi, üzerinde çok ciddi bir şekilde düşünülmesi gereken bir krizdir. Üst okumalardan ziyade daha yerel ve aktörlerin zihin yapılarını anlama çabasına girmek gerekir. Akademide teorik çerçeve yakalama çabasındayken bazen sahadaki gerçeklikten kopulduğu oluyor. Yukarıda teorik çerçeveden ziyade çatışmanın birkaç sebep ve senaryoları tartışılmıştır.

“Afganistan’dan Ukrayna’ya Bakmak” (https://www.sosyalbilimlervakfi.org/tr/2021/10/afganistandan-ukraynaya-bakmak/) yazımızda Rusya’nın gözünü korkutan bir gücün olmadığı ve küresel sisteme yeni devlet yapılarını dayatabileceği iddia edilmişti. Burada Rusya’nın potansiyel davranış şekli açıklanmaya çalışıldı. Bu senaryolar ihtimal dışı değildir. Her ne kadar Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov kendi topraklarında egemen ülke olarak istediği yerde askerî manevra yapabileceklerini söylese de Ukrayna’ya birkaç yüz kilometre ötede yüz binden fazla askerî birlik yığmanın bundan öte bir anlamı olmalı.

Tarihin kayıtlara geçmiş ilk savaşında bile kendine yer bulmuş Ukrayna bugün de dünyanın gündeminde. Aşil’in cenneti, Odesa’nın sürgün ve acılı hayatı, İfigeneya’nın kurban ettiği insanlar. Sebep ise bir ayının sütü ile büyümüş Paris. Bu coğrafyanın kaderi hiç değişmeyecek gibi. Doğanın tanrılar eliyle şekillendiği dönemden, hikmetin varlığına varılan döneme; hikmet döneminden seküler döneme. Bugün seküler dünyada devlet başkanları insanların kaderlerini ellerinde tutuyorlar. Devlet başkanlarını ise vatandaş kimlikli insanlar kaderimi çiz diye seçiyorlar. Her biri kendi halkları tarafından itina ile seçilmiş bu devlet başkanları strateji, millî gurur, millî menfaat vs. adına Tanrılar adına işlenen cinayetlerden kat be kat daha fazla cinayet işliyorlar. Ukrayna’daki satrançta, olan yine halklara olacak. Belki de burada çağımızın en önemli filozoflarından rahmetli Sezai Karakoç’u anmak gerekir. Onun dediği gibi:

Ey yeşil sarıklı ulu hocalar bunu bana öğretmediniz

…………………..

Hükümdarın hükümdar olmak için halka yalvardığı

Ama yine de eşsiz zulümler işlediği vakitlere erdim

Bunu bana öğretmediniz

(Sezai Karakoç, Hızırla Kırk Saat, 2)


[1] https://www.nbcnews.com/news/world/russian-troops-mass-ukraines-border-west-worries-isnt-last-time-rcna7203, (05.11.2021).

[2] https://www.rt.com/op-ed/542214-russia-invade-ukraine-nato/

[3] https://russiancouncil.ru/en/analytics-and-comments/analytics/war-between-russia-and-ukraine-a-basic-scenario/

[4] https://ticaret.gov.tr/

Ensar Küçükaltan –

Tigray’dan gelen isyancılar güneye, Addis Ababa’ya doğru ilerlemeye devam ederken, Etiyopya’nın genişleyen iç savaşının sınırları aşıp komşu ülkeleri de içine almasından korkuluyor.

ABD Dışişleri Bakanı Anthony Blinken, Afrika’ya yapacağı ilk ziyaretten önce, bir barış anlaşmasına varılmadığı taktirde Etiyopya’nın “patlama” riski altında olduğu ve bunun hem Etiyopya halkı hem de komşu ülkelerin halkları için feci sonuçları olacağı konusunda uyarıda bulunmuştu. Nijerya’nın Abuja kentinde CNN’e konuşan Blinken, “Çatışmanın durması ve konuşmanın başlaması zorunludur” dedi ve insani yardımın sağlanması için uzun vadeli ateşkes çağrısını yineledi. Aynı konuşmada, Abiy Ahmed’i ülkenin lideri olarak tarafları bir araya getirme ve sorunu çözme sorumluluğunu alması gereken kişi olarak gösterdi (Busari & Picheta, 2021).

Tigray’ın yerel bir sorun olarak kalmayacağını daha önceki yazılarda ifade etmiştik. Nitekim Ugandalı General Muhoozi Kainerugaba’nın Tigray kuvvetlerine verdiği destekten sonra Kenya Başkanı Uhuru Kenyatta’nın Abiy Ahmed’e yaptığı ziyaret ve ikilinin samimi görüşmesi bölgeye verilen bir mesaj niteliği taşıyordu. Bunlar olurken insani krizin de artarak devam ettiğini eklemek gerekir. Milyonlarca kişi Tigray, Amhara ve Afar eyaletlerindeki çatışmalar nedeniyle ülke içinde yerinden edildi. Bölge liderleri, Tigray Halk Kurtuluş Cephesi (TPLF, Tigray People’s Liberation Front) ve müttefiki Oromo Liberation’ın uluslararası sınırları aşması ihtimalinden rahatsızlık duyuyorlar. Bir yıldır süren çatışmaların daha büyük ölçekte kanlı savaşları tetiklemesi ihtimali kaygıları artırıyor.

Analist Moges Zewdu, TPLF’in başkenti alması durumunda, etnik milliyetçiliklerin körüklendiği ve tüm ülkeyi içine alan bir “savaş lortluğu” sistemine gidileceğini iddia ediyor. Zewdu, “TPLF’nin başkenti ele geçirmede ve hükûmeti devirmede başarılı olduğunu varsayarsak, Somali gibi, farklı savaş ağalarının farklı bölgeleri yönettiği ve ayrılıkçı cumhuriyetlerin ortaya çıktığı bir durum öngörüyorum” diye ekliyor (Harter, 2021).

ABD’nin Afrika Boynuzu özel elçisi Jeffrey Feltman da Nisan ayında Foreign Policy dergisine verdiği röportajda aynı konuya değinerek, “Etiyopya’daki gerilimler Tigray’i aşan yaygın bir iç çatışmayla sonuçlanırsa, Suriye onun yanında çocuk oyuncağı gibi kalacak” demişti (Gramer, 2021). Feltman’ın bu sözleri söylediği andan itibaren isyancılar Amhara eyaletinin derinliklerine indiler ve Başbakan Abiy Ahmed’i devirmek niyetinde olan diğer sekiz etnik temelli militan grupla ittifak kurduklarını duyurdular. Federal güçler ve müttefik milislerin sert direnişiyle karşılaşmalarına rağmen, son haftalarda Dessie, Kemise ve Komblocha kasabalarını ele geçirdikten sonra Addis Ababa’ya yaklaşık 290 km uzaklıktaki Ataye’nin kontrolünü de ele geçirdiklerini iddia ettiler.

Çatışmanın bu şekilde genişlemesi bölge için sıkıntılı bir süreci beraberinde getiriyor. Tigray’lı mültecilerin akını altında olan Sudan’ın zaten karmaşık olan siyasi süreci daha büyük çıkmazlara sürüklenirken, Mogadişu sokaklarında Etiyopya’nın sonunun ne olacağı üzerine tartışmalar yapılıyor.

Mısır, Etiyopya’nın barajını defalarca havaya uçurmakla tehdit etmişti. Hiçbir zaman Tigray karşıtı veya Tigray yanlısı duygulara açıkça destek vermemiş olsa da devlet yanlısı medya ve askeriye yanlısı sosyal medya hesapları incelendiğinde, TPLF ilerlemelerinin desteklendiği görülüyor. Örneğin devlet yanlısı medya figürü Nashaat El Deehy, Etiyopya’da Başbakan Abiy Ahmed ve hükümetine karşı protestoları Arap Baharına atıfta bulunarak “Habeş [Habeş] Baharı” olarak nitelendirdi (Sorour, 2021). Cibuti ise gergin şekilde karışıklığı izlemeye devam ediyor. İsyancılar, limanı Addis Ababa’ya bağlayan yolu defalarca kesmeye çalıştılar.

Meselenin önemli taraflarından biri de kuşkusuz Eritre. Daha önce Etiyopya ile yaşanan sorunlar tamamen rafa kaldırılırken iki ülke uluslararası alanda da ortak bir söylemin parçası haline geldiler. Etiyopya ile Eritre arasındaki diplomatik ilişkilerin yeniden kurulmasından kısa bir süre sonra aynı tarafta mücadele verir duruma gelmesi önemli. Tigray savaşının nasıl sonuçlanacağını tahmin etmek hâlâ zor ancak Eritre’nin çatışmayı sona erdirme çabalarının merkezinde yer alması kesin gözüküyor. Diğer yandan pek çok meseledeki etkisizliği ile eleştirilen Afrika Birliği, elçisi Olusegun Obasanjo vasıtasıyla ateşkes müzakerelerini başlatmak için Addis Ababa ve Mekelle arasında iletişime devam ediyor. Obasanjo BM Güvenlik Konseyine barış için küçük bir fırsat penceresi olduğunu söyledi ancak hem TPLF hem de federal hükümet müzakereleri alenen dışlamaya devam ediyor (Lederer, 2021).

Son haftalarda, Etiyopya’ya Birleşik Arap Emirlikleri ve başka ülkelerden muhtemelen silah taşıyan kargo uçaklarının geldiğine dair raporların yanı sıra, hükümetin Ağustos ayında Türkiye ile askeri ve mali bir işbirliği anlaşması imzaladıktan sonra Türk dronlarını kullandığına dair spekülasyonlar da vardı (Harter, 2021).

İki tarafın da barış masasına oturmadan önce elde edilebilecek tüm avantajları kazanma stratejisi güttüğünü söylemek mümkün. Daha önceki örneklerde hatırlayacağımız gibi, çatışma ortamlarının bitişi genellikle tarafların tüm kozlarını ortaya koymasından ve eğer silahlı çatışma varsa, gidilecek son noktaya kadar ilerlenmesinden sonra olmaktadır. Bu ilerleme daha kanlı bir hale dönme riskini taşıyor. Pek çok ülkenin, vatandaşlarına bölgeden ayrılma çağrısı yapması da işlerin daha fazla karışacağını gösteren bir diğer etken. Ayrıca tüm bunların yanında Tigray’deki savaş, IŞİD gibi örgütlerin bölgedeki varlığını güvence altına alması için açık bir kapı sağlayabilir ve onlara Sudan’a ve ardından Mısır’a yayılma fırsatı verebilir.

Kaynaklar

Busari, S., & Picheta, R. (2021, Kasım 19). Blinken warns war-torn Ethiopia is on ‘path to destruction,’ calls on Abiy to step up to end conflict. CNN: https://edition.cnn.com/2021/11/19/africa/antony-blinken-interview-ethiopia-nigeria-abuja-intl/index.html adresinden alındı

Gramer, R. (2021, Nisan 26). U.S. Africa Envoy: Ethiopia Crisis Could Make Syria Look Like ‘Child’s Play’. Foreign Policy: https://foreignpolicy.com/2021/04/26/u-s-africa-envoy-ethiopia-crisis-tigray-jeffrey-feltman-biden-diplomacy-horn-of-africa/ adresinden alındı

Harter, F. (2021, Kasım18 18). Ethiopia – Tigray: Fears grow of ‘descent into warlordism’ if TPLF takes Addis. The Africa Report: https://www.theafricareport.com/148072/ethiopia-tigray-fears-grow-of-descent-into-warlordism-if-tplf-takes-addis/ adresinden alındı

Lederer, E. M. (2021, Kasım 9). AU envoy sees short `window of opportunity’ on Ethiopia war. AP News: https://apnews.com/article/africa-united-nations-ethiopia-addis-ababa-african-union-604d1857116a12ff30e3c8778171bc39 adresinden alındı

Sorour, A. (2021, Kasım 5). Ethiopia – Tigray: What does Egypt stand to gain or lose from the one-year war? The Africa Report: https://www.theafricareport.com/143814/ethiopia-tigray-what-does-egypt-stand-to-gain-or-lose-from-the-one-year-war/ adresinden alındı