Ömer Torlak –

“Komşu komşunun külüne muhtaç” deyişi, insanın kişisel olduğu gibi aile olarak da muhtaçlık duygusu ve gerçekliğini ortaya koyan veciz ifadelerden biridir. Gün gelir çok basit ve sıradan bir ihtiyacımızı en yakınımızda olan komşumuzdan istemek durumunda kalırız. Bu durum aynı zamanda dayanışma ve paylaşmanın değerini de ortaya koyar. Keder ve sevinçlerin paylaşımında da insan benzer bir muhtaçlığı yaşar. Yine insan, şahsı, ailesi ya da yöneticisi olduğu birim ya da kurumla ilgili karar verirken de zihnî muhtaçlık hisseder. Karar konusuna bağlı olarak ya uzmanlığına ya da tecrübesine güvendiği kişilere danışır. Danışılan kişinin uzmanlık ve tecrübesinin yeterli olmaması durumunda normal şartlarda beklenen, haddini bilmektir. Yani böyle bir durumda danışılan kişinin danışana doğru bildiğini açıkça söylemesi, bilmediği bir konuda da açık yüreklilikle bilgisi olmadığı ya da tecrübesi bulunmadığını belirtmesi, doğal olan davranıştır. Varsa bilgi ve tecrübesine güvenilebilecek kişileri referans vermesi de hem danışmanın bir sorumluluğu hem de danışan kişiye yine bir katkıdır. Referans verilen kişiye danışıp danışmama ise danışanın takdirindedir.

Danışan kişinin ikinci bir takdir alanı ise kendisi ile paylaşılan düşünce, görüş ve fikirleri kararına yansıtıp yansıtmamaktır.

Yönetim sorumluluğunda olan kişiler de zamanlarını etkin kullanmak ve yönetim sorumlulukları genişledikçe daha doğru ve isabetli kararlar alabilmek adına daha fazla sayıda danışmanlık ihtiyacı duyar ve bunun gereği olarak danışman sayılarını artırırlar.

Yönetici ile danışman ilişkisi iki yönlüdür. Bu iki yönlü ilişkinin gerçekleşme biçimi büyük ölçüde yöneticinin tercih ve yönlendirmesi ile ortaya çıkar. Şayet bir yönetici danışmanlarına sadece kendilerine bir şey sorduğu ya da danıştığında görüş bekliyorsa ilişki biçimi bu şekilde oluşur ve sürer. Bazı yöneticiler ise danışmanlarına kendi uzmanlık alanlarına ilişkin ihtiyaç duydukları herhangi bir zamanda fikir, görüş, öneri ve eleştirilerine açık olduklarını deklare eder.

Sadece sorulduğunda görüş ve öneri sunan danışmanların sorumluluklarının nerede başlayıp nerede bittiği sorusu tartışılabilir. Kendisinden görüş ve/veya rapor istenmediği sürece eyleme geçmeyen danışmanın konuya ilişkin sonuçlarda sorumlu olmadığı söylenebilir mi? Tüm sorumluluk karar alan yöneticinin midir? Yöneticinin tercihinin böyle şekillendiği varsayımı ile bu sorulara gönül rahatlığı ile “evet” cevabı verilebilir. Fakat danışmanın hem vicdanına hem de kamuya karşı sorumlulukları dikkate alındığında, bu ve benzeri sorulara böylesi bir rahatlıkla cevap verilemeyeceği de açıktır. Danışmanın, yönetici ile ilişki biçiminden bağımsız olarak uzmanlık alanlarına ilişkin bilgisini güncelleme, kendisinin hoşuna gitmese ya da kişisel değer yargılarına ters gözükse de doğru olan görüşü sunma ise temel sorumlulukları arasındadır. Yönetici ise danışmanın görüşüne uysun ya da uymasın verdiği her kararın sorumluluğunu üstlenir. Tam da bu sebeple, danışman yöneticinin yükünü hafifletmek ve kendi sorumluluğunu tam ve eksiksiz yerine getirebilmek için bireysel değerlendirmelerini bir kenara bırakabilmelidir.

Danışmanın yöneticiye karşı ve dolaylı olarak da karardan etkilenecekler başta olmak üzere tüm kamuya karşı sorumluluğunu yerine getirmesi beklenirken, pratikte suskun kalmak, yöneticinin hoşuna gitmeyecek bir görüş ve değerlendirme yerine onu kızdırmayacak ve onun arzu ettiğini düşündüğü bir görüşü sunmak, hatta bir adım daha ötesine geçerek kendi sorumluluğunda olmayan konularda bile yöneticinin gözüne girebilmek amacıyla ayağı yere basmayan görüşler sunmak gibi dalkavukluğa varan hallere büründüğü görülebilmektedir. Bu tür örneklerin arttığı dönemlerde yönetimin performansı zayıfladığı gibi, kaynakların etkinsiz kullanımı ile usulsüzlükler de artar. Alınan kararlar ile yapılan düzenlemelerin ortaya çıkardığı olumsuz sonuçları bertaraf etmek için kararları revize edecek yeni kararların alınması, yeni düzenlemeler yapılması gerekir. Böylesi karar ve uygulamalar ise haklı olarak gecikmelere, kaynak israfına ve performans azalmasına yol açar. Bu noktada yöneticinin önceki kararlarında direnmesi ise kaynak israfını artırmaktan başka bir işe yaramaz. Şirket yönetimlerinde bu tür örneklerin sayısının nispeten az olacağı söylenebilir. Zira şirket sahipleri ya da yönetim kurulları, etkinlik ve verimlilik ilkelerini esas alarak hızlı müdahalede bulunur ve öncelikle yöneticiyi uyarır, gerekirse de değiştirir. Kamu yönetiminde ise politikacıların bu tür karar sonuçlarının test edildiği yer seçim sandığı, bürokratların ise iktidardaki yöneticilerle olan ilişkileridir.

Bürokratların iktidardaki politikacılarla olan ilişkileri de aslında bir tür danışmanlık ilişkisidir. Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi ile karar alıcı konumundaki politik yöneticilerin bürokratlarla olan ilişki biçiminin yukarıda ifade edilmeye çalışılan birinci türde oluştuğu ve geliştiği gözlenmektedir. Kendilerine herhangi bir hususun danışılıp danışılmadığını çok fazla bilemediğimiz, kendilerinin de çok fazla görüş vermek istemediklerini tahmin edebildiğimiz ve muhtemelen sorulduğunda karar vericiyi memnun etmeye ya da onun duymak istediğini söylemeye aday bir danışmanlık ilişki biçiminin varlığından söz edilebilir.

Yeni dönemin karar verici ve danışmanlık ilişkisi bakımından ikinci bir handikap alanı ise, bir yanda bakanlıklarda var olan kurumsal birikimden bakanların ne derece yararlanabildiği, diğer taraftan ise Cumhurbaşkanlığı politika kurullarının ne tür danışmanlık görüşleri ortaya koyabildiği ve bu iki kurumsal görüş ve değerlendirmeler arasında ortaya çıkan ya da çıkabilecek çatışma alanları bağlamında sürecin nasıl işlediği, yöneticinin kararlarında bu hususları dikkate alıp almadığıdır. Benzer bir çatışma alanı ise sayısının bilinmeyecek kadar çok olduğu bilinen Cumhurbaşkanı başdanışmanları ve danışmanları ile politika kurulları ve bakanlıklar arasındaki ilişkide de ortaya çıkabilecektir. Yeni sistemin en üst yönetici olarak Cumhurbaşkanına bir insanın biyolojik ve insani olarak kaldıramayacağı kadar fazla konuda karar verme yükü yüklemiş olması dikkate alındığında, danışmanlık ilişkisinin karar verici açısından da ne denli önemli olduğu daha kolay anlaşılabilir. Hal böyleyken, gerek rutin süreçlerde ve özellikle kriz olarak tanımlanabilecek sıra dışı dönem ve süreçlerde bakanlık bürokrasileri ile politika kurullarının danışmanlık ilişkilerinin yine yukarıda ifade etmeye çalıştığımız birinci tür ile sınırlı kaldığı anlaşılmaktadır. Yani, karar verici olarak Cumhurbaşkanı sormadığı sürece sessiz kalan bir danışmanlık ilişkisinden söz edilebilir. Doğrudan danışman sıfatı taşıyanların danışmanlık ilişki biçimleri konusunda ise zaman zaman kendilerinin sosyal medya mesajlarından hareketle “bekle gör” bakış açısına sahip oldukları söylenebilir.

Kendisine danışılmadığı halde danışman sıfatını taşıyan kişinin kendi vicdanına ve kamuya karşı sorumluluğunun kendisini danışman olarak atayan yöneticiye karşı sorumluluğun önüne geçip geçmemesi gerektiği konusu ise ayrıca tartışmaya değer. Belirli bir uzmanlığı olan ve sahip olduğu bilgi ve tecrübe ile kendisi, yakın çevresi ve topluma katkı sağlayabilecek birinin danışman olarak atıl kalması hem kendisine hem de topluma ilave yük olur. Mevcut parçaları ile çalışan bir makineye o makineden beklenen fonksiyonlarına göre başkaca bir fonksiyon katmayacak ilave olarak takılan bir parça, nasıl ki hem o makineye bir yük hem de kaynakların verimsiz kullanımı ise, kendisine danışılmayan ve/veya danışman olarak rol almayan ve sorumluluk üstlenmeyen danışman da sisteme ve topluma yük oluşturur. Bu durumdaki bir danışmanın vicdani sorumluluğu konusu ise başka bir bahistir.

Danışmanlık ilişkisinin konuşulması gereken bir diğer boyutu ise, danışmanlık konularında aktif rol alan, görüş belirten, hatta inisiyatif alarak uzman olduğu alanlarda rapor yazıp karar vericiye ulaştıran, sözlü olarak da fikrini yöneticiye ifade eden danışmanın, kendi görüş, öneri ve eleştirilerinin neredeyse hiç dikkate alınmaması durumundaki tavrı hususudur. Düşünün ki, bu bağlamda neredeyse hiçbir görüş, öneri ve eleştirisi dikkate alınmamış bir danışmansınız. Önünüzde iki yol olacaktır: Ya artık böylesi bir danışmanlık ilişkisini sürdürmenin hem kendinize saygınızdan hem de işe yarar bir yapma adına danışmanlığı bırakmak ya da artık sessiz kalıp üç maymunu oynarcasına danışmanlık sıfatınızı devam ettirmek. Son dönemlerde ikinci tür örnek sayısının fazlaca olduğu sanırım politik arenada ve bürokraside daha fazla gözlemlenmekte. Bu durumda danışman sıfatını taşıyan kişinin, “bazı imkânlardan faydalanmak mı, yoksa vicdanen kendimi rahat hissetmek mi?” soru ya da ikilemini ne derece yaşadığına bakmak gerekir kanaatindeyim. Sonuçlardan hareketle ve yine kamuoyuna yansıdığı kadarıyla, çok sayıda danışmanın böyle bir ikilemde birinci tercihte olduğunu söylemek yanlış olmasa gerektir.

Yeni kamu yönetimi sisteminde yukarıda ifade etmeye çalıştığımız üzere, önemli ölçüde danışmanlık rolüne indirgenen bürokratların sessiz kalmayı tercih edip rollerini oynamaya devam etmeleri kamuoyu vicdanında yargılansa da bürokrasi dışında kendilerine bir alan görememeleri sebebiyle nispeten masum karşılanabilmektedir. Buna karşılık doğrudan danışman sıfatı ile pozisyon alanların böylesi pasif bir ilişkiyi sürdürebiliyor olması ise hem kişisel hem de toplumsal vicdanda meşrulaştırılması kolay olmasa gerektir. Hatta bir adım daha atarak, danışmanlık sorumluluğu yerine körü körüne yöneticiye desteği önemseme şeklindeki danışmanlık türü ise, danışmanlık literatüründe yeni bir biçim olarak yaygınlaşmaktadır.

Yönetici danışman ilişki biçiminin olması gerekenden bir hayli uzaklaşıp bu noktaya gelinmiş olmasıyla birlikte, artık danışmanlık yapmayan danışmanların rolleri de sorgulanmaktan çıkmıştır. Yöneticinin sadece taltif anlamındaki danışman ataması ise danışmanlık müessesesinden beklentinin mahiyetini ortaya koymak bakımından önemli ipucu vermektedir.

Kamu yönetiminde hemen her dönemde “kızağa alma” şeklindeki tenzil görevlendirmeler yanında “ödüllendirme” adına tensipler de söz konusu olmaktadır. Fakat danışmanlık pozisyonunun özellikle ödüllendirme adına kullanılmasının bizatihi kendisi, danışmanlık rolüne ve bu rolün sorumluluklarını hakkıyla yerine getirmeye çalışanların hukukuna saygısızlık olarak görülmelidir. Öte yandan söz konusu danışmanlığı gerçekten yapabilecek olanların uzmanlık bilgileri ve tecrübeleri de bu tür tercihlerde yok sayılmış olur. Sonuç olarak topluma yansıyan boyutuyla yöneticinin kararlarındaki isabet yüzdesi azalır, kaynak israfı oluşur ve kamuoyu vicdanı hasar görür.

Danışmanlık desteği alınmayacak ya da uzmanlık görüşüne itibar edilmeyecek ise danışman atanması hususu, hiç şüphesiz danışmanı tayin eden yöneticinin kamuya karşı önemli sorumlulukları arasındadır. Her danışmanın az ya da çok mali külfetinin kamuya yüklenmesi yanında, danışmanlık görüşüne itibar edilmemesinden kaynaklanacak zararın sorumluluğu da yöneticinin sırtında olacaktır. Öte yandan kendisine danışılmadığı halde danışmanlık rolünü oynamaya devam eden ve bir adım daha ötesine geçerek danışmanlığı yöneticinin görüşlerine ne pahasına olursa olsun desteklemeye indirgeyen danışmanların sorumsuzluk içindeki sorumluluklarını hesap etmek ise neredeyse imkânsızdır. Kendi vicdanları ve akranları nezdindeki itibarları bağlamındaki değerlendirmeler dışında kamuoyu ya da toplum adına yapacak çok fazla bir şey yok gibidir. Belki de böylesi bir kabullenme ve danışmanlığın sağlamış olduğu imkânlardır ki, danışman olarak atanmaya hevesli azımsanamayacak bir kitle oluşumuna sebep olmaktadır.

Danışılmayan danışmanların söz konusu olduğu ya da kabarık sayı teşkil ettiği ortamlarda danışmanlığı hakkıyla yerine getirmek isteyenlere pek alan kalmaz. Yöneticiler açısından bakıldığında ise bu tür durumlarda danışmanlık sorumluluğunu yerine getirmek isteyenler, danışman olarak seçilmez.

Son dönemlerdeki karar süreçleri, projelendirme, uygulama ve performans sonuçlarına bir de yönetici danışman ilişkilerine ilişkin bu yazıda bahsedilen çerçevede bakılması yararlı olacaktır.

Metin Toprak –

Bu yazıda, Türkiye yükseköğrenim sistemine giriş prosedürüne yönelik bir değerlendirme yapacağım. Ülkemizde merkezî sınavlar hem ilk ve orta öğrenimde hem de yükseköğrenimde önemli bir işlev görüyor. Eğitim kurumlarına ve kamu kurumlarına yerleşmede kullanılan merkezî sınavlar, adalet, eşitlik ve hakkaniyetin sağladığı kabulü nedeniyle, toplum nezdinde neredeyse bir dokunulmazlık zırhına bürünmüş durumdadır. Bunda, merkezî sınavların olmadığı durumun getirmesi muhtemel yüksek maliyetlerin belirleyici olduğu söylenebilir. Ne var ki merkezî sınavların bu kullanışlılığı, başka yöntemlerin kullanımına engel teşkil etmemelidir. Meseleyi üniversite yerleştirme konusu üzerinden ele almak istiyorum.

Sahte üniversite, sahte eğitim, sahte diploma: Bir Sistemin Niyetlenmemiş Sonucu!

Son on yılda farklı zaman dilimlerinde üç yıl kadar bir Balkan ülkesinde öğretim üyeliği yaptım. O esnada Türk yükseköğretimiyle ilgili görevlerimden dolayı sıklıkla Avrupa’daki toplantılara katılmam gerekiyordu. Dolayısıyla, Avrupa’nın yükseköğrenim ve araştırma alanındaki reform gündemini ve programını yakından takip etme imkânı oluyordu. Bir Avrupa toplantısında konu “sahte üniversite, sahte eğitim ve sahte diplomalar”dı. Konuyu, yanlış hatırlamıyorsam, Çekya’dan karı-koca iki hocaya inceletmişlerdi. Sunum bitip ara verilince iki Balkan ülkesinin temsilcileri yanıma geldiler, kendilerini tanıtıp çok üzgün olduklarını belirttiler. Ben de tanıtım kısmına sevindiğimi ifade ettim, ama üzüntülerini anlayamamıştım. Sırayla ikisi de kendi ülkelerinde ağırlıklı olarak Türklere yönelik üniversiteler olduğunu, yüzlerce Türk öğrencinin buralara getirildiğini, oradaki eğitime yakinen şahit olduklarını ve beni uyarma gereği duyduklarını belirttiler. Benim zaten farklı kanallardan bildiğim, onların da yakinen aktardıklarına göre, Türk öğrencilerin İngilizceleri olmadığı gibi, o ülkenin dilini de bilmiyorlardı ve eğitim, ağırlıklı olarak yerel hocalar tarafından yerel dilde veriliyor ve genelde sınıf ortamında tercümanın ders esnasında Türkçe çevirisiyle ders işleniyordu. Tercümanlar da eğitim alanıyla ilgili eğitimi olmayan, daha çok turizm işiyle uğraşan kişiler oluyordu. Bu ders işleme şekli hukuk eğitiminde de geçerliydi. Kendilerine “bu üniversiteler sahte mi, devletin lisans vermesiyle kurulmadı mı” diye sorunca, bu konuda bir kanunsuzluk olmadığını, hepsinin resmî ruhsatlı olduğunu, ancak ülkelerinin gelişmekte olduğu için döviz ve gelir getirici faaliyetlere sıcak bakıldığını; ayrıca üniversite sahiplerinin ağırlıklı olarak siyasi figürleri de işlerine ortak ederek veya bulaştırarak siyasi koruma sağladıklarını belirttiler.

Türk öğrencilerin doğru dürüst bir eğitim almadan, hatta bir yabancı dil bile öğrenmeden Türkiye’ye dönmelerinin Türkiye’nin sorunu olduğunu, bu nedenle konunun kendi ülkeleri bakımından bir risk oluşturmadığını ekleyerek, zaten ülkelerindeki siyasi ve ekonomik sistemin de tam olarak oturmadığını ve bu tür boşlukların normal olduğunu vurguladılar.

Kaldı ki yukarıdaki durum sadece Romanya ve Bulgaristan gibi AB üyeleri olan geniş Balkanlar coğrafyasında değil, Rusya, Gürcistan, Azerbaycan ve Kazakistan vb. diğer eski sosyalist ülkeler bakımından da farklı derecelerde geçerli.

Türkiye’de üniversite yerleştirme sisteminin karşılamadığı talep fazlası

Yurtdışındayken hemen her yıl birçok defa Türk öğrencilerin eğitim-danışmanlık firmalarınca getirilerek mağdur edildiğine, vaatlerin tutulmadığına şahit oldum. Eğitim-danışmanlık firmaları Türkiye’de ticari olarak faaliyet gösteriyor, YÖK mevzuatının izin verdiğinin ötesinde mübalağalı vaatlerde bulunuyor ve temsilciliğini aldıkları üniversiteler kadar anlaşmaları olmayan üniversitelere dahi öğrenci ön kaydı yapıyorlar. Bu şirketlere ilişkin olarak YÖK, BİMER ve CİMER’e çok sayıda şikâyet yapılmış olduğu tahmin edilebilir. Eğitim-danışmanlık şirketleri, kayıt yaptırdıkları üniversitelerin YÖK tarafından tanındığını ileri sürerek öğrencileri ve velilerini ikna etmektedir. Tanıma ve denklik ayrı kavramlar ve süreçler olduğu için, hedef kitlenin bunun ayırdında olması da güç oluyor haliyle.

Türkiye’nin de tarafı olduğu Avrupa Bölgesinde Yükseköğretimle İlgili Belgelerin Tanınmasına İlişkin Sözleşme olan Lizbon Tanıma Sözleşmesi gereği, Avrupa Yükseköğrenim Alanında resmî olarak kurulmuş üniversitelerin tamamı Türkiye tarafından da (mecburen) tanınıyor. Ancak, İngiltere, Almanya, Amerika gibi ülkelerden gelen mezunların denklik işlemleri faraza üç ay sürerken, eski sosyalist bloktan veya eğitim kalitesi, öğrenci kabul süreçleri ve ölçme-değerlendirmesinin ciddiyetinden emin olunmayan üniversiteler ve ülkelerden gelenlerin denkliği bir yılı aşabilmekte ve ayrıca seviye tespit sınavları yoluyla kendilerini ispat etmeleri beklenmektedir. Dolayısıyla söz konusu üniversiteler için “YÖK tanıması var” denilmek suretiyle sanki otomatik denklik verilecekmiş gibi takdim edilerek, öğrenciler ve aileleri ayartılmaktadır/yanıltılmaktadır. Haliyle, hayatlarında bir veya iki kez üniversite giriş sorunuyla karşılaşan ailelerden ve o yaş grubundaki ergen öğrenci adaylarından yeterli bir farkındalık beklemek çok da gerçekçi olmuyor.

“Kendi isteğiyle yurtdışında eğitim görmek isteyenler” konusu, Türkiye’de MEB, YÖK ve ÖSYM’yi birinci elden ilgilendiren, yani sistemin ürettiği bir çıktıdır. ÖSYM sınavı esasen bir sıralama ve eleme sınavı olmakla beraber, önemli ölçüde yerine göre bir seviye tespit sınavıdır da. ÖSYM sınavlarının hakkaniyete uygun olduğu konusunda, pedagojik tartışmalar bir tarafa, yaygın bir kaygı bulunmamaktadır. Türkiye’de üniversite giriş sınavında istediği puanı alamayan veya sınava girmeyenler, son yirmi yılda yoğun şekilde çeşitli alternatiflere başvurmaktadır. Puanı olmayan veya yetmeyen lise mezunları, yurtdışındaki üniversitelere kayıt yaptırıp orada eğitim alarak mezun olmakta veya Türkiye’ye yatay geçiş yaparak eğitimlerini öyle tamamlamaktadır.

Yurtdışı okullardan diploma ile gelenlere seviye tespit sınavı yapılmaya başlandığında, alınan sonuçlar yurtdışındaki eğitimlere yönelik kuşkuları pekiştirmiş oldu. YÖK, yurtdışı kanalıyla Türk işgücü piyasasına niteliksiz insan gücünün girişini asgariye indirmek üzere, yurtdışında eğitim almayı düşünenlerin niteliksiz ve yetersiz eğitim veren okullara gidişlerini sınırlandırmak üzere birçok düzenleme yaptı ve bunların çoğu Danıştay tarafından çeşitli gerekçelerle iptal edildi. Nihayet 2015-2016 eğitim yılından geçerli olmak üzere getirilen kurallar bugün için de yürürlüktedir.

2020 yılı Mayıs ayında YÖK Başkanı Covid-19 salgını nedeniyle birinci sınıf ve son sınıfların da yatay geçiş yapabileceklerini duyurunca, yüzlerce kişi kısa sürede yurtdışındaki üniversitelere online kayıt yaptırdı ve bu yılın Ağustos ayında da yatay geçiş başvurusunda bulundu. Özellikle Türkiye’deki vakıf üniversitelerinin öğrenci gelirinden dolayı bu gelişmeden memnun olduklarını tahmin etmek güç değil. Kamuoyunda çeşitli eleştirilere ve şikâyet başvurularına konu olan bu durumu düzeltmek için alınan önlemler ayrı bir karmaşaya yol açtı ve birçok üniversite soruşturma geçirdi. Yatay geçişle Türk üniversitelerine kaydı yapılan birçok öğrencinin kaydı silindi ve yargıya taşınan birçok dosya oldu. Üniversitelerde geçmişe yönelik sil baştan inceleme ve soruşturmalar yapılmaya başlandı.

Gerçek bir soruna dönüşen “yurtdışındaki Türk öğrenciler” konusunu asgariye indirmenin yolu vardır aslında. Başta devlet üniversiteleri olmak üzere birçok üniversitede fizik, kimya, biyoloji, matematik, sosyoloji, siyaset bilimi, iktisat, mühendislikler gibi bölümlere ya talep olmadığı için ya da yeterli  puan alınmadığı için kontenjanları dolmuyor. Tıp, diş hekimliği, mühendislik, hukuk, eğitim vb. alanlarda eğitim almak için öğrencinin ilgili puan türünün ait olduğu alanlarda belirli bir düzeyin üstünde olması aranıyor; çünkü aksi halde, öğrenci o programda verilen eğitimi almada büyük güçlük yaşamakta ve ortamdaki işleyişi olumsuz etkilemektedir. Yani, lise mezuniyet ortalaması bırakın 50’yi, 80 ve üstü olan binlerce öğrenci üniversite giriş sınavından asgari puanı alamadığı için herhangi bir lisans programı için tercihte dahi bulunamamakta veya yeterli puanı alamadığı için belirli lisans programlarına yerleşememektedir. Buradaki sorunun ağırlıklı olarak Milli Eğitimle ilgili olduğu açıktır. Şimdilik bunu bir kenara bırakalım.

Yeterli puanı alamayan lise mezununun önünde beş seçenek vardır. (1) Daha üst düzeyde eğitim alma talebinden vazgeçmek, (2) Bir yıl daha hazırlanarak şansını bir daha denemek, (3) Puanı varsa puanının yettiği ama kendisinin istemediği bir programda öğrenim görmek, (4) Yurtdışına giderek YÖK’ün sıralama şartlarına uyan bir üniversiteye kaydolup ya eğitimi orada tamamlamak veya takip eden yıllarda Türkiye’ye yatay geçiş yapmak ve (5) Yurtdışındaki herhangi bir üniversiteye kaydolup orada eğitimi tamamlamak ve Türkiye’ye dönüşte seviye tespit sınavı ve diğer ölçme-değerlendirme süreçlerine girmek.

Lise mezunu, YÖK’ün belirlediği bazı şirketlerin sıralamasına göre dünyadaki ilk 400’lük dilime (2021 kararı) giren üniversitelere kayıt yaptırınca, programların ilk ve son sınıfları hariç (tıp programında ikinci sınıfa da yatay geçiş yapılmıyor) diğer sınıflarına yatay geçiş yapabiliyor. Yeterli başarıyı gösteremeyen aday bakımından alternatifler düşünüldüğünde, ekonomik durumu uygun olan adayın yatay geçiş yapmak üzere yurtdışı seçeneğini tercihi rasyonel görünüyor. Bu yolla her yıl binlerce öğrenci yurtdışına gitmektedir. Bu suretle aracılar ve üniversite yönetimine ödenen komisyonlar, eğitim ücreti ve daha sonra Türkiye’ye yatay geçişte tekrar aracılara ödenen komisyonlar dikkate alındığında, büyük bir ekonominin de döndüğü tahmin edilebilir. Yetersiz lise eğitimini telafi etmede fonksiyonel olan dershane sistemi gibi, yurtdışı eğitim seçeneği de üniversite giriş sisteminin çözümsüz bıraktığı bir alandaki talebi arızalı da olsa kendince karşılamakta, ancak Türkiye’den ciddi boyutta döviz transferine de neden olmaktadır.

Üniversite giriş sınavı sayısının artırılması, çeşitlenmesi, şartlı öğrenci kabulü ve bilimsel hazırlık

Türkiye’deki üniversitelerin önemli bir kısmındaki birçok program, işgücü piyasasında yeterli karşılığı olmadığından, tercih edilmeme nedeniyle kontenjanlarını dolduramamaktadır. Benzer şekilde, belirli bir puan veya sıralama şartı arayan programlarda da kontenjanlar dolmamaktadır. Kontenjanları dolmayan, hatta çok az adayın tercih ettiği veya bir kişinin dahi tercih etmediği programlar da mevcuttur. Bu durumda, YÖK-ÖSYM yönetimindeki sistemde, hocalar, sınıflar, laboratuvarlar vb. insan kaynağı, fiziki mekân ve altyapı yatırımları öğrenci olmadığı için atıl duruma düşmektedir. Benim önerim, üniversitelere şartlı öğrenci kabulü izni verilmesi ve bilimsel hazırlık eğitimi için düzenleme yapılmasıdır. Batı Avrupa’da şartlı kabule benzer uygulamalar vardır. Örneğin, bir programın birinci sınıfına 300 öğrenci kaydoluyor, bunun ancak üçte ikisi ikinci sınıfa geçebiliyor, geriye kalanı diğer programlara geçiyor veya okulu bırakıyor, üçüncü sınıfa ise ikinci sınıftakilerin üçte ikisi geçebiliyor ve sistem böyle işliyor. Kendi içinde tutarlı bir sistematiği olsa da bu sistemi öneriyor değilim.

Bir örnek üzerinden düşüncemi somutlaştırayım. Diyelim ki, A üniversitesi mühendislik ve mimarlık programlarında 100’er kişilik, tıp, diş hekimliği ve eczacılık programlarında 20’şer kişilik, hukuk programında ise 50 kişilik şartlı öğrenci alacağını duyurdu. Bu durumda, yeterli puanı olmayan veya sınava girmeyen adaylar A üniversitesine başvuracak ve ilgili üniversitenin veya merkezî otoritenin belirlediği kriterlere göre kabul edilecektir. Şartlı kabul edilen öğrenciler, hangi programı veya fakülteyi okumak istiyorlarsa ona özgü bir hazırlık eğitimine tabi tutulacakları gibi, ÖSYM formatındaki sınava hazırlanma şeklinde bir eğitime de tabi tutulabilirler; ki bu ayırımın ilkesel bazda kolay çözülebileceğini düşünüyorum. Mesela, şartlı öğrencilerin tabi tutulacağı bilimsel hazırlık eğitimi en çok iki akademik yıl sürebilir. Öğrenciler, her bir dönem sonunda, ÖSYM’nin lisans verdiği kuruluşların (üniversite, şirket, dernek vs.) yaptığı sınavlara girip öğrenim görmek istedikleri program için seviye tespiti yaptırabilecekleri gibi, ÖSYM’nin yaptığı sınava da girebilirler. Böylece, dershane sistemine veya yurtdışına gitme yoluyla üniversite sistemine girişte yeni bir alternatif pencere açılmış olacaktır. Şartlı öğrenciye, eğitim aldığı üniversitedeki bir programı tercih etmesi halinde, özendirici olarak ilave bir puan da verilebilir. Eğer öğrenci aldığı eğitim sonucunda daha yüksek puanlı başka bir üniversitenin programını tutturabiliyorsa, bunda da bir mahzur yoktur. Yine, bir üniversitedeki programlar arasında yatay ve dikey geçişlerin çok daha esnek hale getirilmesi için de yeni mekanizmalar tasarlanması uygun olacaktır.

Şartlı öğrenci kabulü ve bilimsel hazırlık önerisinin, getirdiği çözüm olanakları ile karşılaştırıldığında, sistemi bozucu etkisinin çok sınırlı olacağını düşünüyorum. Önemli olan, belirli seviyede öğrenci kabulü gerektiren programlar için, mümkün olduğu kadar öğrenci sayısını artırmaktır; ta ki yetersiz puandan dolayı boş kontenjan kalmasın veya asgariye insin. Şartlı öğrenci kabulü yoluyla, hem lise eğitiminden kaynaklanan eksiklik hem de lise mezuniyet alanı ile üniversite bölüm tercihinin farklılaşması durumunda, açığı kapatacak bir yöntem ve kapasite oluşturulacaktır. Bilimsel hazırlığın sisteme getirilmesi özellikle vakıf üniversiteleri için kritik önemdedir. Vakıf üniversitelerinde tam burslu öğrenci ile ücretli öğrenci arasındaki puan farkı çoğu zaman çarpıcı boyuttadır. Hâlihazırda vakıf üniversitelerinde aynı sınıftaki öğrencilerin bilgi düzeyleri arasındaki farkı giderici bir kurumsal politikaları söz konusu değildir. Farklı puanlara sahip öğrencilerin bu farkı azaltma veya düşük puanlı öğrencilerin seviyesini yükseltme yönünde kurumsal düzeyde sistemik herhangi bir çaba bulunmadığı için, uyum sorunu büyük ölçüde öğrencilere ve dersi veren hocalara bırakılmış durumdadır. Gözlemlerime ve görüşmelerime göre, öğrenciler arasındaki puan farkının da gösterdiği düzey farklılığı, sınıfın genelini olumsuz etkileme potansiyeline sahiptir. Bilimsel hazırlık uygulamasının bu soruna da önemli ölçüde çözüm olabileceğini öngörüyorum.

Yine, YÖK’ün belirlediği en düşük puanlarla küçük illerdeki üniversitelerin mühendislik programlarına giren öğrenciler ile metropollerdeki devlet üniversitelerinde aynı programlara giren öğrencilerin muhatap oldukları müfredat ve yükünün aynı şekilde tanımlanmış olması ayrı bir potansiyel sorunu göstermektedir. Mesela, ODTÜ ve İTÜ makine mühendisliği eğitim süresi, müfredatları ve yüklerinin aynı veya benzer olması, uygulamada bir çelişki ile sonuçlanmayabilir. Ancak yeni kurulmuş küçük bir ildeki asgari öğretim üyesi sayısına sahip makine mühendisliği bölümü öğrencilerinin seviyeleri itibariyle muhatap olacakları eğitim süresi, müfredat ve yükünün ODTÜ ve İTÜ ile aynı veya benzer olması makul görünmemektedir. İstismarlara ve keyfiliklere izin vermeyecek şekilde bilimsel hazırlık uygulamasının sistemi iyileştirici olacağını düşünüyorum.

Bilimsel hazırlık yoluyla, FKB-M programları kadrosundaki hocalar aktif olarak çalışacak ve sistemin eksiğini tamamlayacaktır. Üniversitelerin atıl yapıları kullanılacak ve üniversite girişi için harcanacak kaynak, üniversite sistemine yönelecektir. Boş sınıflar, boşta kalan hocalar ve dışarıda bekleyen öğrenciler sorununun bu yolla önemli ölçüde çözüme kavuşacağını öngörüyorum.

ÖSYM’nin bir lisanslama ve akreditasyon kurumuna dönüşmesi

Mevcut üniversite yerleştirme sisteminin Türkiye gibi büyük bir eğitim sektörü olan bir ülke için çok başarılı çalıştığı kanaatindeyim. Ancak, böyle devasa merkezî yapıların dezavantajları ve rijitlikleri de devasa sorunlara yol açabilmektedir. Örneğin, Anadolu’da ÖSYM sınavı yapılan bir ilçeye giden kamyon devrilse ve soru kutuları etrafa saçılsa, doğal olarak bütün Türkiye’de sınav iptal olur. ÖSYM üniversite sınavı günlerinde Türkiye tam bir teyakkuz halindedir. Mülki amirler, jandarma ve emniyet gibi kolluk kuvvetleri, Milli Eğitim Bakanlığı, üniversiteler ve gerektiğinde diğer kamu kurumları mensupları topyekûn bir seferberlik içindedir. Böyle devasa bir organizasyonu en az hata ile gerçekleştirmek zor ve stresli bir süreçtir. Bu büyük organizasyon yükü de, sınavın yılda bir kez yapılmasında müessir olmaktadır. Acaba bugünün koşullarında ve imkânlarında gerek var mı bu tekli modele ve bu kadar kasmaya?

Bugün üniversitelerde ve Milli Eğitim Bakanlığı yönetim ve denetimindeki okullarda elektronik sınav hizmeti verecek özelliklere sahip çok sayıda sınıf ve laboratuvar mevcuttur. Yetki verildiği takdirde, Üniversite giriş sınavlarını yapmaya aday olacak çok sayıda üniversite, dernek veya şirketin çıkacağını düşünüyorum. Nitekim, yurtdışı öğrenci kabulünde hâlihazırda birçok Türk üniversitesi hem kendisi için hem de diğer üniversiteler için geçerli olacak sınavlar yapmaktadır. ÖSYM’nin belirleyeceği sınav merkezi, konu kapsamı, soru ve ölçme-değerlendirme standartlarını kabul ederek sınav yapacağını taahhüt eden talipler çıkacaktır. Kaldı ki, yükseköğrenim otoritesinin bu konuda inisiyatif alarak yönlendirme ile kapasite oluşturması da mümkündür ve yerine göre gereklidir.

ÖSYM, YÖK ile eşgüdüm içinde, sektörel düzenleyici otorite olarak lisanslama ve denetim yaparak eğitim sektöründe yeni bir anlayışa geçebilir. Bir örnekle, çok-kurumlu sınav olasılığını açıklamaya çalışayım. Türkiye’de dört farklı üniversitenin, iki mesleki STK’nın ve iki şirketin üniversite giriş sınavı yapmak için ÖSYM’den yetki aldığını varsayalım. Yetkilendirilmiş bu kuruluşların hangi branşlarda, hangi bölgelerde, yılda kaç kere sınav yapabileceklerinin ÖSYM ve YÖK tarafından kararlaştırıldığını ve ilk başta pilot uygulama yapılacağını kabul edelim. Mesela, Samsun Ondokuz Mayıs Üniversitesi yılda 3 kez, İstanbul Üniversitesi yılda 2 kez, ABC meslek STK’sı yılda 5 kez, XYZ şirketi yılda 2 kez üniversite giriş sınavı yapmakla yetkilendirilsin. ÖSYM, farklı bir tasarımla da bu sınav yetkilisi kurumları, sınavları ve bölgeleri düzenleyebilir. ÖSYM, ulusal düzeyde sınav yapmaya devam etmek istiyorsa, o da sınav yapsın. Kapsam, soru, ölçme-değerlendirme, karşılaştırılabilirlik, seviye uyumu vb. konularda zaten ÖSYM standartları söz konusu olduğu için, mevcut sisteme kıyasla hakkaniyet ve adalette görece daha büyük bir sorun çıkacağını düşünmüyorum. Bir adayın bir yılda aldığı puanlardan hangisiyle, ne zaman yerleştirmeye başvuracağı, üniversite yerleştirme işleminin yılda kaç kez hangi kurum tarafından yapılacağı gibi detayların yönetilebileceğini düşünüyorum. Sınav merkezlerinin yönetim ve denetimi ÖSYM murakabesinde olacağı için, sınav güvenliğinin de yönetilebileceğini varsayıyorum.

Yurtdışına giden Türk öğrencilerden başladık, geldiğimiz nokta ÖSYM üniversite yerleştirme sisteminin genişletilmesi ve çeşitlenmesi oldu!

E-sınav merkezleri, otomatik soru üretimi ve kişiye özgülenmiş sınav

Üniversite giriş sınavlarında çıkacak soruların ait olduğu konular kapsam, içerik ve yöntem olarak MEB Talim ve Terbiye Kurulu Başkanlığının kabul ettiği çerçeve ile sınırlıdır. Ancak uygulamada, ÖSYM sorularının bu sınırın dışına taştığı yönünde birçok defa eleştiri ve şikâyetler söz konusu olmaktadır. Otomatik soru üretimi, çeyrek asırdan bu yana gelişmiş ülkelerde çalışılan bir konudur. Türkiye’de otomatik soru üretimi, zaman zaman araştırma projelerine konu edilerek gündeme gelmektedir. Üniversite giriş sınavı için otomatik soru üretimi projesinin başlaması durumunda, MEB ders materyallerinin kapsam, içerik ve pedagojik olarak önemli ölçüde dönüşerek standartlaşacağını ve okul kitaplarıyla sınırlı çalışan öğrenciler bakımından çok daha adaletli olacağını düşünüyorum.

Dijitalleşmenin üniversite giriş sınavları, ders materyalleri ve topyekûn eğitim sisteminin dönüşümü için büyük fırsatlar sunduğu kanaatindeyim. ÖSYM, YÖK ve MEB için üniversite giriş sınavları başta olmak üzere insan kaynaklarının geliştirilmesi alanında işbirliği ve eşgüdüm için önemli bir alanın açılmış olduğu görüşündeyim.

Bugünkü üniversite sistemindeki boş kontenjanlar ve atıl beşerî ve fizikî kaynaklar nedeniyle iki taraflı olumsuzluğa yol açan bir sistemik sorundan bahsediyoruz: Bir yandan atıl kaynağa yol açan asgari puan sistemi, diğer yandan karşılanmayan talebe yol açan bir sistem. Daha önce dediğim gibi, lise mezunlarının düzeyi tartışmasını bir tarafa bırakıyorum. Bugünkü esnek olmayan ve yüksek maliyetler de doğuran tekli sistemi gereksiz yere tekli olarak sürdürmenin rasyonel bir gerekçesi yok bence.

Uluslararası geçerliği olan sınavlar için Türkiye bölgedeki en uygun ülke

Türkiye’nin ulusal düzeyde üniversite giriş sistemi ve uluslararası alanda ise birçok dilde lise mezuniyeti seviye tespiti türünde geliştireceği sınavlar yoluyla uluslararası referanslar ve markalar çıkarma potansiyeli vardır. Bu konuda gerektiğinde uluslararası sınav, akreditasyon ve kurumsal değerlendirme konsorsiyumlarının kurulması yayılımı ve kabulü hızlandırabilir. Bu konu başka bir yazıyı hak ediyor. Yine, Türkiye’nin yurtdışında üniversite açma deneyimi ve Maarif Vakfı ayrı bir yazının konusu. Bu nedenle, bağlamla ilişkili olmasına rağmen, bu iki konuya bu yazıda değinmedim.

Ömer Demir –

Ülkemizde en çok reform yorgunluğu olan alan hangisi diye sorarsanız alacağınız ilk cevap muhtemelen eğitim olur. Birçok reform denemelerinin yapıldığı, birikmiş birçok sorunun çözüldüğü, her konuda önemli mesafelerin alındığı ama şikâyetlerin bir türlü durulmadığı bir alan eğitim. Hatta reform kelimesinin etki ve önemini büyük ölçüde kaybettiği, artık cazip olmak bir yana tepki çekmeye başladığı, yeni göreve gelenlerin öncekilerin yaptıklarını görmezden geldiği, bozduğu hatta zaman zaman tersini yaptığı algısının oluştuğu alanlardan biri haline geldiği bile söylenebilir.

Son yirmi yıl içinde farklı farklı alanlarda yetenekleri olan bakanlar getirildi işin başına. En son olarak da akademik birikimi fevkalade (eğitim alanında profesör), bürokratik deneyimi oldukça iyi (Talim Terbiye Kurulu Başkanlığı yapmış), özel sektör uygulaması olan (özel orta öğretim kurumu ve vakıf üniversitesi kurmuş) ve camia ile iletişim sorunu yaşamayan bir Bakana teslim edildi büyük bir huzuru kalp ile ama şikâyetlerin sonu hâlâ bir türlü gelmedi, gelecek gibi de görünmüyor.1

Hangi vasıflarda yeni bir bakanın olması halinde eğitimde beklenen “kurtuluşun” sağlanacağı konusunda üzerinde uzlaşılabilen yeni bir profil de yok maalesef. Çünkü kanaatimizce sorun, sadece işin başına işi bilen bir bakan atama ile çözümlenebilecek gibi değil. İşin çok farklı yönleri var dikkate alınması gereken. Bu yazıda bu yönlerden birine işaret edeceğiz.

Tuzu Kuru veya Islak Olmak

Bu yazıya da bir YÖK anısıyla devam edelim: Yıl 2009. Yükseköğretim sistemimizde bazı yeni yasal düzenlemelerin yapılması gerekiyordu. Hükümet tarafından önerilen yasal değişikliklerin TBMM gündemine gelmesi, Millî Eğitim Bakanlığı yoluyla gerçekleşir. Dolayısıyla önce YÖK’ün Millî Eğitim Bakanını yapılacak düzenlemelerin gerekliliğine ikna etmesi lazım. Mecliste yasal düzenlemeyi hükümet adına o savunacağından, içeriğine de gerekçelerine de ana hatları ile hâkim olması ve düzenlemeleri savunulur bulması gerekiyor.

Böyle bir toplantı için YÖK Başkanının başkanlığında bir heyet ile Milli Eğitim Bakanımızın makamındayız. Bakanımız da kurmaylarıyla hazır, bizi dinleyecek. Taslağı önceden gönderdiğimiz için üzerinde çalışılmış, gerekli notlar Sayın Bakana iletilmiş bilgisi var bizde. Bu toplantıda son rötuşları yapacağız. Toplantıda, ihtiyaç duyulan bu yeni yasal düzenlemelerin gerekçelerini YÖK adına ben açıklayacağım. Ondan fazla farklı alanda düzenleme önerimiz var, bir kısmı değişiklik bir kısmı da tümüyle yeni hüküm niteliğinde.

Bakanımız, bizim önereceğimiz maddeler çok farklı alanlarda düzenlemeler içeren bir “torba kanuna” ekleneceği için madde sayısının az olmasını, bu yüzden en acil ihtiyaçların çözümüne odaklanılmasını istiyor. Hepimizin bildiği gibi her bir maddenin alt komisyon ve esas komisyonlarda görüşülmesinin rutin bir zaman tüketimi var. Hükümet adına, iktidar ve muhalefet grupları adına ve milletvekilleri tarafından şahısları adına belirli sürelerle söz alınıyor, o madde ile ilgili olmasa da o süreler konuşma olarak kullanıldığı için madde sayısı arttığında, Mecliste gerekli olan süre de arttığı için mümkün olduğunca az madde önermemiz isteniyor. Biz de önerilerimizi, çok sayıda alt bendi olan ama madde sayısı az olacak şekilde sunuyorduk. Yani bizler de taslak hazırlarken zaman ekonomisini gözetiyorduk.

Toplantıya, gerekçesi ve izahatının en kolay olduğunu düşündüğüm maddeden başlayacaktım. Meslek liselerinden üniversiteye geçişte sınavın yeniden uygulamaya konulmasıydı düşündüğüm ilk ısınma maddesi. Meslek Yüksekokulu (MYO) müdürlerinin ve YÖK’te oluşturulan bu amaçlı komisyonun ortak önerisiydi bu. Hatta Komisyon Başkanının bu konuyla ilgili açıklamaları basında da yer bulmuştu. Konu kısaca şuydu: Sınavsız geçiş nedeniyle bir soru dahi doğru cevaplamadan meslek liselerinden çok düşük motivasyonlu öğrenciler üniversitelerin meslek yüksekokullarına geldikleri için, eğitim kalitesini iyileştirmede bir türlü mesafe alınamıyordu. Mezun oldukları meslek lisesi esas alınarak çoğunlukla en yakın MYO’ya yerleştirildikleri için, liseden belirli bir arkadaş grubu olarak aynı sınıfa yerleşiyor, sınıflarda çeteleşmeler oluşuyor, yeterli eğitim motivasyonu olmadığı için de derslere yönlendirmede ciddi sorunlar yaşanıyordu. Bize ulaşan tespitler bu yöndeydi ve aksini söyleyen hiç kimse yoktu. Yani üniversitelere sınavsız geçişin kaldırılması, neredeyse tartışmasız üzerinde uzlaşılan bir sorundu ve bir an önce gerçekleştirilmeliydi. Bu yüzden benim gözümde de gerekçesi en kolay açıklanabilecek yasa maddesi, 10 maddelik paketin sınavsız geçişin kaldırılmasını öngören maddesiydi. O sebeple çay faslından sonra Sayın Bakanımız “gündeme geçelim” dediğinde bu maddeyle başlayayım diye düşünmüştüm.

“İlk maddemiz, sınavsız geçiş, Sayın Bakanım” dedim. “Beklenen sonucu vermediği gibi …” diye söze girdiğimde Sayın Bakanımız “Ömer bey, o maddeyi geçiniz, o katiyen olmaz” dedi, kesin bir dille. Moda tabirle “ben şok”. Önce Sayın Bakanın şaka yaptığını sandım. Gülümseyerek “Sayın Bakanım ben yine de açıklayayım” dedim. “Hiç zahmet etmeyin, o maddeyi ben iyi biliyorum, doğrudan ikinci maddeye geçiverin” dedi Sayın Bakan kararlı bir sesle. Sadece ben değil tüm YÖK heyeti hiç bu tür bir tepki beklemediğimiz için şaşkınca Sayın Bakanın yüzüne bakıyoruz. “Siz” dedi Sayın Bakan “YÖK olarak kendi yetkiniz dâhilinde Meslek Yüksekokullarının sorunlarını nasıl çözebiliyorsanız çözün ama bana Mecliste savunmak üzere sınavsız geçişi kaldırmayı öneren bir yasa teklifi ile gelmeyin.” Biz “bunda ne var savunulamayacak” tavrıyla Bakanın açıklamasının devamını bekliyoruz. “Önümüzde seçimler var,” dedi Sayın Bakan “ben sokak sokak, ev ev dolaşıp ‘sizin çocuklarınız daha iyi yetişsin diye onlara üniversiteye girişte daha önce olmayan sınav barajı koydum’ diyerek kaç kişinin gönlünü ve tabii ki oyunu alabilirim? Bu teklifi bana getirirken bunu hiç düşündünüz mü? YÖK olarak sizin vatandaşın ayağına gitmek gibi bir durumunuz olmadığı için tuzunuz kuru” diye devam etti Sayın Bakan. Biraz da bu teklifi getirmemizi kınar bir tonla “Tabii, siz oy için kapı kapı dolaşmıyorsunuz. Bilimsel gerekçeleriniz makul ama meydanlarda oyu ben topluyorum. ‘Sınavsız girişleri sınavlıya çevirdim’ diyerek mi oy toplayacağım” diye sitemine devam etti. Derin bir sessizlik oldu. Hiçbir şey diyemedik. Kem küm bile edemedik. Sitemkâr bu gerekçeyi dinleyince tuzu kuru olmak bile yumuşak bir niteleme gibi gelmişti bana.

Evet, bizim üniversiteye giren öğrencinin bu amaçla birkaç soru cevaplamasının hem lise başarısına hem de meslek yüksekokulu öğrenciliğine katkı sağlayacağı konusunda hiç şüphemiz yoktu. Sayın Bakan da buna ters bir şey söylememişti. Biz bu yasal değişikliğin doğru olduğundan emindik ama işin sınava girecek öğrenciler ve onların velileri tarafından oy davranışı biçiminde nasıl değerlendirileceği tarafını hiç düşünmemiştik. Biz temel olarak ne oy getirir veya götürür hesabının yapıldığı yerden bakmıyorduk.

O toplantıda Sayın Bakanın dediği gibi sınavsız geçiş maddesini hiç müzakere etmedik ve diğer maddeleri ve gerekçelerini açıklayarak paketimizi hazırlayıp Bakanlığa ilettik. Sınavsız geçişe son veren bu düzenleme ise ancak yedi yıl sonra 2016 yılı Aralık ayında dönemin olağanüstü koşullarında hayata geçirilebildi.

Kıssadan hisse: Doğru olanı yapmak herkesin idealidir ama bunun için karar vericiler için uygun zamanı da bulmak gerekir ki, bu bazı alanlarda çoğunlukla imkânsız denecek kadar zordur. İşte bu zor alanlardan biri de eğitimdir. O yüzden iyi bir eğitim programı içeriği hazırlayıp, onu hayata geçirecek iyi öğreticiler yetiştirip, gerekli idari organizasyon ve mali altyapıyı oluşturup etkili bir eğitim reformu yapma konusunda bütün toplum kesimlerinin hemfikir olmasına rağmen, uygulamaya geldiğinde beklentilerin gerçekleşmediğini görüyoruz. Bunun sonucu olarak adeta bir “reform yorgunluğu” havasının oluşmasının sebepleri üzerinde, hemen bir suçlu bulup faturayı ona yıkmadan sakin sakin düşünmemiz gerekiyor.

Niçin toplumun büyük ekseriyetinin üzerinde uzlaşmış olduğu görünen bu reform talepleri bir türlü istenilen etkinlikte hayata geçirilemiyor? Çok yönden ve boyuttan ele alınması gereken bir soru. Bu boyutlardan biri, eğitime dair herkesin bir fikrinin olması ve sorunların herkese çok açık ve seçik görünmesidir. Sorun ve çözüm önerileri çok basit görülünce, çözümler de pek tatmin edici olmuyor. Ne mi demek istiyorum?

Herkesin Kafasında Kolay Bir Çözümün Olması, Sorunların Çözümü İçin Büyük Engel

Eğitimin her şeyin başı olması anlamında kaldıraç gücünün çok yüksek olması, sorunlarının derinliğinin ve çözümünün zorluğunun da ana sebebi aynı zamanda. Zira “her şey”i etkileyecek bir çözüm, kaçınılmaz olarak “her şey”den de etkilendiğinden, az şeyi etkileyenler kadar kolay vücuda getirilemiyor. Sorunların tespitinin ve çözüm önerilerinin “herkese” çok kolay görünmesi işin asıl zor yönü ve kalıcı çözüm üretmeyi engelliyor.

Eğitimin nasıl olması gerektiği konusunda neredeyse herkesin bir fikri vardır. İlk bakışta bir konuda sorunu çözmek için “herkes”in bir fikrinin olması iyi bir şeymiş gibi gelebilir ama bu durum eğitim alanında reform yapılmasında büyük bir dezavantaj haline geliyor.

Eğitim, tüm bireylere dokunan bir toplumsal faaliyet alanı. Hem herkesin bir çeşit deneyimi var hem de beklentisi. Deneyim daha çok geçmişte yaşananlara dayanır, beklenti ise şimdi ve gelecekte olması istenenlere işaret eder. Her evde genç ya da yaşlı ya bir öğrenen var, ya da öğreten. Ailede birincil bir yakın yoksa torun var, kuzen var, en azından tanıdık veya arkadaş var. Bir şekilde bir gözlem yapma imkânı ve deneyim aktarımı söz konusu. Bu işin bilgi ve deneyim tarafı. Bir de işin beklenti tarafı var.

Herkesin gözü doğrudan veya dolaylı biçimde eğitimin üzerinde. Bireylerin geleceğini büyük oranda eğitim şekillendiriyor. Eğitim her toplumun gençleri için hayata hazırlanırken karşılaşılacak fırsatların üzerinde bulunduğu anayol. Tabii ki, anayol olması herkes için aynı fırsatları sunduğu anlamına gelmez. Bazı gençler için bu yol bir otoban, bazıları içinse tozlu tali bir köy yolu mesabesinde. Ama sonunda fırsatların kenarlarında toplandığı en anayol da bu.

Eğitim ebeveynler için çocuklarının geleceğini şekillendiren en önemli fırsat penceresi. Bu yüzden eğitim bir ebeveynin çocukları için katlanabileceği en rasyonel ve kolay gerekçelendirilebilecek fedakârlık alanı. Çocuklarına iyi bir eğitim imkânı sağlamak, onları mümkün olduğunca köy yolundan otobana doğru yaklaştırmak en önemli öncelik onlar için.

Devlet için eğitim, topluma çeki düzen verebilmenin en temel aracı. Modern ulus devletin sert yüzü güvenlik güçleri ise, yumuşak yüzü de eğitimdir. Temel eğitim bireyler açısından bakıldığında vazgeçilemez bir temel hak, devlet açısından ise bireyi uyumlu bir vatandaşa dönüştürmek için en uygun ve düşük maliyetli bir araç. Onun için her ülkede süresi değişse de bir zorunlu temel eğitim var. Çünkü eğitim süreçlerinin dışında kalan, toplumda değerli olan birçok şeyin de dışında kalır, doğal olarak.

Eğitime ulaşamama yoluyla dışlanmanın oluştuğu durumlarda bireylerin hakları, topluma uyumsuzluk ve ayrışma gündeme geldiğinde de sorumlulukları öne çıkmaya başlar. Yeterli eğitim alamadığı için bazı haklardan mahrum olma birey yönünden, topluma uyum sağlayamama da toplum yönünden büyük sorun olarak görülür. Dolayısıyla her iki durumda da eğitim şart!

Öte yandan isteyen herkese istediği eğitim verildiğinde, istenen şeyden farklı bir durum ortaya çıktığı için beklentiler bir türlü gerçekleşemiyor. Çünkü eğitim, sonuçta onu alabilen ile alamayanı farklılaştırıcı bir işleve sahip. En önemli sorunlardan biri, herkes eğitim alınca farklılaşma herkeste meydana geliyor ama tam da bu nedenle eğitim, istenme gerekçesi olan farklılaştırıcı işlevini kaybediyor. Bu da herkese eğitim verilmesinin bireysel beklentilerle uyuşmayan toplumsal sonuçlar vermesine yol açıyor.

Başka bir deyişle “çocuklarımız iyi eğitim alsın” diyen, aslında bütün çocukların iyi eğitim almasının sonucunda ortaya çıkacak duruma hazır değil, onu beklemiyor. O bu temenniyi dile getirirken aslında kendi çocuğunu diğerlerinden farklılaştıracak eğitimi kastediyor. Herkese aynı imkân verilince, bireysel olarak beklenen değişim beklendiği şekilde sağlanamadığı için de reformlar bireysel beklentileri hiçbir zaman karşılayamaz hale geliyor. Bu, eğitim sorununun en zor fark edilen kısmıdır.

Eğitim sistemindeki diğer temel sorun alanlarını şu şekilde gruplandırabiliriz.

İlk sorun alanı ulusal eğitim sisteminin, çıkarları farklı hatta zaman zaman birbirine zıt olan çok paydaşlı bir yapıya sahip olmasıdır. Bu nedenle soyut çözümlerde görünen uzlaşının, aslında somut öneriler söz konusu olduğunda gerçekleşmediği görülüyor. Eğitimde kademeler çok ve her bir kademedeki paydaşların (öğrenci, veli, özel okul sahibi, siyasetçi vb.) sorun tespiti ve çözüm önerileri en soyut ve genel düzeyde aynı (iyi bir eğitim) ama ayrıntıda (nasıl gerçekleştirilecek?) ciddi farklılaşma ve karşıtlıklar içeriyor. Aslında genelde soyut sorun ve çözüm önerilerinde uzlaşı sağlanıyor görünse de somut önerilere gelince birinin iyi dediğine diğeri kötü demeye başlıyor. Genel söylemde elde edilen uzlaşma, tek tek uygulama alanlarına geldiğinde uzlaşmazlığa dönüşüyor.

Öğrenci Hızlı ve Düşük Maliyetli Olanı Sever

Eğitimin en önemli paydaşı hatta varoluş gerekçesi öğrencidir. O yüzden, meşhur deyişteki gibi, öğrenciler olmasa okulları yönetmek çok kolaydır. Eğitim toplum için çok önemli olmakla birlikte öğrenci, eğitim kademeleri ilerledikçe genelde diploma sonrası sahip olacağı statüyü düşünür. Özellikle üniversite aşamasında, bugününü mümkün olduğu ölçüde diplomanın gereklerine feda etmek istemez. Gelecekteki en büyük faydaya, bugün olabilecek en az gayretle ulaşmak ister. Bunun için gerekirse ailesiyle kötü olur, kopya çekmeyi göze alır, hatta sınıfta kalır veya okulu uzatır.

Okulu isteyerek uzatmak, bugün elde edeceği faydanın daha fazla olduğunu düşündüğündendir. Yoksa kısa sürede verilen diplomanın yerini başka bir şey kolay kolay tutamaz.

Öğrenci için illa da öğrenmek gerekiyorsa en az zaman ve gayret harcayarak öğrenmek esastır. Dolayısıyla gayret ve çabayı azaltacak ve eğitime ayırdığı zamanı kısaltacak her türlü reform öğrenciden yüksek puan alır. Kendisini sıkacak, bunaltacak uygulamaları hiç istemez. Bu yüzden öğreticiler ve yöneticiler karşı çıksa da öğrenci af kanunlarını, devam mecburiyeti olmamasını, mazeret veya bütünleme sınavı gibi sınavları veya yaz okulu uygulamalarını çok sever. Hepsi diplomaya ulaşmanın maliyetlerini öğrenci açısından düşürücü uygulamalardır.

Bunu bilen organizasyon sahipleri (okul müdürleri, rektörler, mütevelli heyeti başkanları, bakanlar vb.) de öğrenme ortamlarını cazip kılmaya, okuldan atılanlara belirli aralıklarla aflar getirip gönüllerini almaya çalışırlar. Kaynakların büyük kısmı öğrencilerin mutlu ve mesut vakit geçireceği yan hizmetlere kaymaya başlar. Zira öğrencilerin çoğu üniversite tercihini yaparken alacağı diplomanın değeri ilk planda olmak üzere sunulan “sosyal ortam”larına da bakarlar. Üniversitelerin web sayfalarında yeşil kampüsler, çok renkli hayatları olan öğrenci grupları, sosyal faaliyet veya spor müsabakalarında alınan dereceler ve kampüste yaşama imkânı bulan kuş, kedi, köpek başta olmak üzere evcil hatta yabani hayvanlar daha görünür biçimde ve geniş olarak yer alır. Üniversitenin eğitim kalitesinin bunlarla ilişkisi tali olmasına rağmen bunlar öğrencilere daha cazip gelir. Dolayısıyla “sıkı eğitim” öğrenciyi sıkar ve mümkünse her türlü reform girişiminde oyunu diğer yönde kullanmayı tercih eder.

Ebeveynler de çocuklarını, kendi sosyal statülerine uygun ya da daha üst statü sahibi yapacak eğitim kurumlarına kayıt yaptırmaya, oralardan dereceler almalarını sağlamaya çalışırlar. “Çocukları hep kolejlerde okuttuk” ebeveyn için sorumluklarını bihakkın yerine getirme konusunda önemli bir gayret gösterdiğinin ifadesidir.

Bu farklı paydaşların hepsinin ortak saygın sloganı “iyi bir eğitim”dir. Bu iyi eğitimi sağlayacak düzenlemelere paydaşların bakışındaki farklılıklar, üzerinde uzlaşılan bir eğitim reformu paketini uygulamayı zorlaştırır. Eğitim sisteminin yöneticileri fayda-maliyet dengesinden fazla sapılmamasını ve her hal-ü kârda sorun çıkmamasını; öğreticiler kendilerine ilave çıkarmayan düzenlemelerin yapılmasını ve kalite artacaksa bunun için öğrencinin daha çok gayret göstermesini gerektirecek şekilde görev bölümü yapılmasını; öğrenciler üzerlerindeki yükünün olabildiğince hafifletilmesini; ebeveynler de çocuğun okul ortamından memnun olup okulu uzatmadan işe yarar bir diploma ile bitirmelerini isterler. Bu istekleri optimal biçimde buluşturmayı başarabilen reformlar başarıya ulaşabilir ancak.

İkinci sorun alanı, eklemlenmiş alt alanlar arasındaki karmaşık ilişkidir. Her biri birbiriyle ilişkili ama birbirinden farklı birçok alt sorun alanı (kademeler arası geçiş, sınavlar, öğretmen yetiştirme vb.) var. Herkesin kolayca çözülebilir sandığı sorunların çözülememesinin nedenlerinden biri, görünüşte veya esasta üzerinde uzlaşma sağlansa da bir alt alanda çözüm olanın, başka bir alt alanda sorun yaratabiliyor olmasıdır. Bu alt alanlardan birine odaklanıldığında bazen üretilen ana çözümler öteki alanlarda sorunların büyümesine yol açıyor. Bu yüzden bir alanda yapılan iyileştirme, diğer alanlara rağmen yapıldığında, kısa süre sonra geri püskürtülüyor, durum eskisinden daha kötüye gidiyor. Dolayısıyla düzenlemelerin nihai ve net etkileri, işin başında bir türlü hesaplanamıyor ve o yüzden sürekli gel-gitler yaşanıyor. Bu tartışmayı başka bir müstakil yazının konusu yapacağız.

Üçüncü ve en zor sorun alanlarından biri de ölçek sorunudur. Eğitim camiası çalışanlarının, çeşitlilik ve sayısal büyüklük itibariyle bir yönde ve hedeflenen kısa sürelerde dönüştürülmesi oldukça zordur. Bu da birçok iyileştirmenin ancak görünürde yapılmasına imkân sağlıyor. Kalıcı iyileşmeler yıllara yayıldığı için ya yeterince fark edilemiyor ya da tam sonuç alınmadan başka adım atıldığından neyin neye yol açtığının tespiti zorlaşıyor.

Toplumsal açıdan olsun istediğiniz bazı şeyler kolayca olur, bazıları oluyormuş gibi olur, bazıları da olma ihtimali olsa da gerçekleşmek için yeterli zamanı bulamaz. Eğitimde altyapı iyileştirmeleri ilkine, öğretim kadrolarının yeni bir yapıya kavuşturulması ikincisine, tümden bir eğitim reformunun sonuçlarını almak da üçüncüsüne örnek olarak verilebilir.

Eğitim, bir toplumun varlığını sürdürme aracıdır. Bir yandan mevcut yetenek, bilgi ve deneyimi kullanma ve geleceğe aktarma, diğer yandan da onu değiştirme imkânı sunar. Yumurta-tavuk sarmalı eğitimin bu döngüsel yönünü çok güzel ifade eder. Toplumun dönüşümü eğitim ile olur ve eğitime dönüştürücü niteliğini toplum kazandırır. Yani eğitim kendiliğinden yenilikler getiren bir araç değildir. Modern ulus devletler bazı eğitimleri değişimi sağlamak, bazılarını da yönlendirmek, durdurmak veya dondurmak için verirler.

Eğitimin nasıl olması gerektiği konusunda yeni parlak fikir, yöntem ve araçların bu konuda karar vermeye yetkili kişilerin aklına gelmesi yeterli olmaz. O fikirlerin kabul ve destek görmesi, toplumdaki egemen kültürün bu fikirlerle ne oranda uyuştuğuna bağlıdır. Yani hukuken ve fiilen karar verme yetkisine sahip olmak ilk ve en önemli şart olmakla birlikte diğer koşulları dikkate almadan verilen kararlar, amaca ulaşmak için yeterli olmaz.

Öte yandan eğitimin bir eğitim bir de öğretim yönü var. Eğitim yönü tutum, beceri ve deneyim aktarımı; öğretim yönü de bilişsel beceri aktarımına daha çok vurgu yapar. Bu yüzden de zaman zaman meramı anlatmak için eğitimin mi yoksa öğretimin mi daha uygun bir kavram olduğu tartışmaları yapılır. Eğitim veya öğretimden hangisinin öne çıkarılacağı eğitim kademelerine göre farklılaşır. Okul öncesi, ilköğretim, ortaöğretim ve üniversite eğitiminde ağırlıklar değişir. Okul öncesinde tutum ve değer kazandırma ön plandadır. Burada bilgi aktarımı çok geri planda kalır. Çocuğun konuşma, uygun davranış biçimlerini benimseme, diyalog kurma ve arkadaşları ile ortak işler yapabilme becerilerinin geliştirilmesine çalışılır.

İlköğretimde tutumun yanına bilgi de eklenmeye başlar. Bu dönem okuma-anlama-yazma, kendini yeterli ve düzgün biçimde ifade etme, kısaca sahip olduğu sözel ve sayısal becerilerini keşfetme evresidir. Eskiden bu aşamalarda da zekâ durumu öne çıkarılırdı. Çoklu zekâ icat edileli artık her çocuk zeki olduğu için, marifet onun hangi zekâsının daha belirgin olduğunu keşfetmekte. Her bir kademenin öncelikleri farklıdır ve bazen kademeler arası geçiş yöntemleri bu öncelikleri deforme edici özellikler taşır. Ne kadar entelektüel görünümlü ve afili olursa olsun her tür bilişsel yenilenme bireye mutlaka bir maliyet getirir. Sonuçta sağlayacağı yarar ile maliyet karşılaştırmasında ağır basan tarafa yönelir karar vericiler. Reform tasarımcılarının bunu görmezden gelerek söylemlerin cazibesine kapılmamaları, sadece parasal maliyetleri değil, pedagojik, psikolojik, sosyal, politik olanların da dâhil olduğu gerçek maliyetleri ana hatları ile tahmin edip, bu maliyetlerin kimler tarafından ve nasıl karşılanacağını iyi hesaplamaları, hesaplanmayan maliyetler yüzünden yapılamayacak işleri reform diye sunmamaları ve en önemlisi işin farkına vardığında da aslında yapılamayacağını anladıkları şeyleri yapıyor gözükerek izleyenleri yanıltmamaları lazım. Bu da işin, sürecin dışında olanlar tarafından kolay kolay fark edilemeyecek en önemli etik yönü. Olacak duaların gereğini yapmak için sıkı sıkı çalışalım ama olmayacak dualara âmin diyerek kendimizi ve başkalarını kandırıp sorunları daha da büyütmeyelim


  1. Bu yazı 19.06 2021 tarihinde yazılmıştı. 6.08.2021 tarihinde Milli Eğitim Bakanı Prof. Dr. Ziya Selçuk istifa edince yerine yardımcısı Prof. Dr. Mahmut Özer atandı. O da iki dönem rektörlük, kısa süre ÖSYM başkanlığı ve 2.5 yıl MEB bakan yardımcılığı yapmış,  eğitim konusunda bir çok kitap ve makalesi olan, teori ve uygulama konusunda donanımlı biri. 

Ömer Demir-

Eğitim, hem kademeleri hem de unsurları bakımından birçok alt alana sahip. Altyapı, öğrenci profili, öğreticilerin yetiştirilmesi, müfredat ve ders içerikleri, başarıyı ölçme ve sonraki kademelere geçiş için yapılan sınavlar arasında uygun bir denge kurulamadığında bu alanlardan birinde yapılan iyileştirmeler de ya beklenen faydayı sağlamıyor ya da negatife dönüyor.

Sınıfları eğitim için uygun altyapı ile donatıp yeterli sayıya çıkarmak, eğitimde kapasite artışı sağlamak için gerekli işlerin çok önemli bir evresi. Bu alanda ülkemizde muazzam ilerlemeler kaydedildi. Her kademede (anaokulundan üniversiteye kadar) yeni eğitim mekânlarının kurulması, mevcutların yenilenmesinde ve sonuç olarak eğitime erişimde büyük gelişmeler oldu. En başarılı olunan alanların başında bu fiziksel altyapının iyileştirilmesi ve kapasite artışı geliyor.

Fiziksel altyapı konusundaki bu başarının sebebi, sadece müteahhitlerimizin yetenekli olması değil, o alanda ne yapılabileceği konusunda yaygın uzlaşma sağlanabiliyor olmasıdır. Bina özelliklerini verdiğinizde ve bütçeyi temin edince veya bağış yolunu açınca maddi altyapı açığı hızla kapatılabiliyor. Bütün mahallelerimizde yeni okul binaları, tüm illerimizde uzaktan bir yıldız gibi pırıl pırıl parlayan üniversite kampüsleri inşa edildi. Neyin yapılacağı belli ise ve gerekli kaynak da temin edilebilirse, fiziksel altyapıyı tamamlamak görece kolay bir haline geliyor.

Ama eğitimin her alanında yol almak bu kadar kolay değil. Diğer alanlarda aynı seviyede mesafe alınamayınca bu iyileştirmeler bazen adeta olumsuz bir durum olarak görülmeye başlanıyor. “Yeni okul yapmayla, iyi eğitim olmaz” denilerek bu alana ayrılan kaynakların iyi kullanılmadığı izlenimi yaratılıyor. Sadece yeni okul yaparak iyi eğitim olmadığı gibi yeterli sayıda okul yapmadan da iyi eğitim olmaz. Bu dengeyi sağlamak kıt kaynakların etkili kullanılmasına bağlı.

Öğretmen Yetiştirelim Talebi, Öğretim Üyesi Yetiştirmeye Dönüşüyor

Öğretmen yetiştirme konusu, ülkemizde eğitimin sancılı alanlarından biri. Eğitim alanında altyapıda elde edilen başarının benzerinin, çok büyük hamleler ve ilerlemeler yapılmasına rağmen, örneğin, öğretmen ve öğretim üyesi yetiştirme bağlamında da gerçekleştirilebildiği söylenemez. Eğitim-öğretim çağındaki nüfusa her düzeyde yeterli eğitim verebilmek için her şeyden önce öğretici havuzu yeterli olmalı.

İlk ve orta öğretimde optimal sınıf büyüklüklerine erişecek altyapı yanında yeterince ilave öğretmen de yetiştirmek gerekir. Eğitimin felsefesinde bir değişiklik olacaksa, bu durumda mevcut ve yeni yetiştireceğiniz öğretmen profilinizi de değiştirmeniz gerekiyor. Bunun için öğretmen yetiştiren fakültelerde hem kapasite artışı gerçekleştirmek hem de yetiştirilecek öğretici profilinde farklılaşma sağlamak için birçok alanda yenilikler yapmak gerekli.

Farklı bir profilde öğretmen yetiştirme işi için üniversite hocalarının anlayışının, dolayısıyla da ders içeriklerinin ve öğretme metotlarının değiştirilmesi gerekiyor. Öğrenci merkezli, yirmi birinci yüzyıl becerilerini geliştirecek öğretmenler yetiştirmeye görünürde hiçbir üniversite hocasının itirazı yok ama yetişme tarzları, öğrenim ve öğretim deneyimleri ve meslekteki konumları itibariyle çok azı bunu yapmak için gerekli motivasyona, bunların da çok daha azı bu işin nasıl yapılacağı yönünde bir tecrübeye sahip. Dolayısıyla ilk ve ortaöğretimde nitelikli öğretmen açığını kapamak istediğinizde, karşınıza ilk olarak, öğretmen yetiştiren fakültelerin hocalarının amaca uygun biçimde kendilerini yenilemeleri, adeta kendilerini yeniden formatlamaları geliyor. Bunun sağlanmasına girişildiğinde ise işin başında varlığından haberdar olunmayan, dev bir sorun ortaya çıkıyor.

Öğreticiyi Eğitmek En Zoru

Öğretim ile kişisel değişimi en zor öğreticiler kabul eder. Hele üniversite düzeyindeki öğreticilerde bunu yapmak için belki de öğretici neslin tümüyle yenilenmesini beklemeniz gerekir. Bunun anlamı ilkokulda şimdikinden farklı, yeni becerilerle donatılmış öğretmen açığını kapatmak için işe en başından, yani öğretmen yetiştiren şimdiki üniversite hocalarını kısmen de olsa değiştirmekle başlamanız gerekiyor.

Eğitimin yeniliklere konu olabilecek başlıca üç boyutu var: Öğretici, öğretim ortamı ve öğrenen. Her birinde karar verici konumda olanların saikleri birbirinden farklıdır. Öğreticiler bu işi bir meslek olarak yaparlar. Harcadıkları emek ve buna karşılık kazanacakları prestij, gelir ve kendilerine kalacak boş vakit dengesini gözetirler. Gençlerin iyi yetişmesi ülküsünün, ülkü olmaktan çıkıp hayata geçmesi için öğreticilerin motivasyonlarının da bu yönde değişmesi gerekir. Harcadıkları zaman ve elde edecekleri prestij ve parasal kazancın muhasebesini yapıp ekside olduklarını düşündüklerinde, sürekli kendilerini yenilemeye iten reformlardan mutlu olmaz, açık veya örtük biçimde değişime karşı direnç gösterirler.

Bu yüzden bir yeniliğin salt öğrenci lehine olması, öğreticiler tarafından görünürde alkış alsa da, hayata geçirilmesi, onların da aynı yönde güçlü saiklere sahip olmalarına bağlıdır. Burada atlanmaması gereken bir diğer nokta, öğreticilerin yekpare bir kesim oluşturmadıkları ve hepsinin temel saiklerinin aynı olmadığıdır. Örneğin mesleğe yeni başlayan ile emekliliğine az kalmış kişilerin değişimi benimseme isteklilikleri ya da ona mesafeli durma veya direnme eşikleri farklı farklıdır. “Gerekirse veririm emeklilik dilekçemi” hâletiruhiyesindeki bir öğretici ile daha yeni kura sevinci yaşayanınkini aynı kefeye koymamak lazım. Bu iki farklı profili aynı anda memnun edecek köklü bir reform tasarlamak da çok kolay değil.

Bu nedenle, dünyada, beşerî sermaye birikimi uzun zamana yayılan eğitim ve adalet başta olmak üzere birçok alanda köklü reform programlarında belirli yaşın üstündekilerin emekliye sevk edilmesi, işi kolaylaştırmak için ilk akla gelen çözümlerden biridir. Onları da dâhil ederek köklü bir reform yaparken karşılaşılan direnci kırmanın maliyeti, onları tasfiye etmeninkinden daha yüksek olur çoğu zaman. Çünkü dönüştürülmesi zor olan “eski kafalı” ekipler reforma yardımcı olmadıkları gibi, yaş, konum ve deneyimlerini gerekçe gösterip sürekli reformların gereksizliğini ileri sürerek, onlarsız olabilecek değişim hızını da kesmeye çalışır, gizli gizli kehanetlerinin kendisini gerçekleştirmesi için de var güçleriyle “çalışırlar”. Hiçbir şey yapmayarak yapılan bu yoğun çalışma çoğu zaman sonuç verir ve kendini gerçekleştiren kehanete hatırı sayılır katkıda bulunulur. “Ben dememiş miydim, olmaz bu diye, gördünüz mü? Keh keh keh!..” reformun en keyifli anıdır onlar için.

Bu profil farklılığına, ülkemizde bir de keskin ideolojik duruşların farklılığını eklediğinizde, değişime karşı birbirinin enerjisini tüketecek yeterli çeşitliliği olan bir direnç kompozisyonu ortaya çıkmış olur. Burada reforma karşı direncin kasıtlı olduğu hatta kötü niyet (doğrunun ne olduğunu bildiği halde tersini savunma) taşıdığını ileri süremeyiz. Bu açıkça hata, hatta insanları gereksiz ötekileştirmeye sebep olan yanlış teşhis olur. Burada sadece kişilerin yer aldıkları süreçlerin işleyiş mantığına işaret etmeye çalışıyoruz. Yoksa birçok toplumsal ve ulusal değer (vatan sevgisi, ülke yararına olanı savunma, başkalarının hukukunu gözetme, çalışkanlık, dürüstlük vb.) bağlamında eğitimde reform yanlıları ile karşıtları arasında bireysel düzeyde ciddi bir ayrım yapılamaz. Yani “iyi” insanlar reform yanlısı “kötü”ler değil veya tam tersi yöndeki yorumlar, durumu doğru resmetmez.

Yeni bir şeyler öğrenmek insanlara tatmin verebilir ama bunu mesleğin bir gereği olarak yapanların çoğunlukla değişimdense istikrarlı ve kolay değişmeyen çalışma ortamlarını tercih ettikleri görülür. Bu yüzden öğreticilerin yüklenecekleri ilave yüklere hangi ödüller karşılığında katlanacaklarını hesaba katmadan büyük ekseriyetin bunu salt yeni şeyler öğrenme ve öğretme arzusu ile gönüllü olarak yapacaklarını ummak pek gerçekçi bir beklenti değildir. Bu beklentiyi varsayıma çeviren reform hareketlerinin sessizce akamete uğraması yüksek ihtimaldir. Çünkü kendi öğrenciliğinde öğrendiklerini öğrencilerine öğretmekle yetinen öğretici kitlesi, eğitim ordusunun büyük ekseriyetini oluşturur. En kıymetli hocalar, zamanında onlara ders veren hocalardır.

Eğiticiler, daima önde oldukları hissiyle, değişimin hep başkalarında olması gerektiğini düşünmeye eğilimlidirler. Sürekli bilgi düzeyi ve statü olarak kendilerinden daha düşük olduğunu düşündükleri bir kesim (öğrenci) eğitim almak amacıyla karşılarına çıktığı için, çoğu zaman dillendirilen söylemlerin tersine, öğreticilerin yeni şeyler öğrenme isteği düşüktür. Zira yeni şeyler öğrenme sadece bir bilme tatmini sağlamaz, yeni yapmak demektir onlar için. İnsanlar gerekli ilave teşvikler olmadan kendiliğinden yeni işler peşinde pek koşmak istemezler. Yeni bir ders veren öğretici, kısa sürede onu kendi rutini içine katmak ister. Sürekli yenilik iyi de, bir yere kadar!

Bunun tipik örneği olarak bir ilkokul öğretmenini düşünün. Zaman geçtiği için öğretim yöntemi bakımından yetersiz olma, öğrencilerinin gerisinde kalma, onlara yetememe kaygısı neredeyse sıfıra yakındır. Binlerce öğrenciye hiç yoktan birçok şey öğreten bir yaşam tecrübesi, ona yetersizlik değil, aksine aşırı güven pompalar. Tıkandığı yerler olursa da, bu tıkanıklığı şimdiki çocukların tuhaflığına veya velilerin sorumluluk algılarına gönderme yaparak aşmak çok daha etkili bir yöntemdir.

Aynı şeyi üniversite profesörü için de söyleyebilirsiniz. Birçok kişinin doktora, doçentlik jürilerinde bulunmuş, sürekli gençlerin yetişme çabalarını gözlemiş, birçok acemiliklerini görmezden gelmiş, onlara kol kanat germiş ama hep arkadan gelenlere yeterlik onayı veren bir konumda olmuştur. Yetersiz birileri varsa kendisinden ziyade ötekilerdedir. Önüne gelen bir konuyu tam olarak bilmese bile yıllar içinde biriktirdiği anıları, gündemi kontrol altına almaya çoktan yeter. Üstelik onun şu kısa ömrü içinde gök kubbe altında ne kadar yeni şey söylenmiş olabilir ki! Nitekim yapılan bir araştırma, bir Amerikan üniversitesindeki öğretim üyelerinin yüzde 94’ünün, aynı üniversitedeki akranlarının ortalamasının üzerinde niteliklere sahip olduklarını düşündüklerini ortaya koymuştur. Bölüm toplantılarında gördüğüm manzaraya göre bizim bölümde bu oran muhtemelen yüzde yüzdür! Kısaca öğreticilerin eğitim ihtiyacı olduğuna ikna edilme ve ardından eğitilmeleri işin en zor aşamasıdır.

Bu nedenle her kademedeki eğitim ve öğretim için yeni bir eğitim metodunu ülkenin gündemine getirdiğinizde, öğreticilerin kendilerini yenilemek ve bu yönteme geçmek için ne kadar istekli olacaklarını hesaplamadan yaptığınız düzenlemeler, amaçlanan sonuçlara ulaşmak için yeterli olmayacaktır. Burada akla gelen ilk yöntem öğreticileri hizmet içi eğitime almaktır. Yakınında öğretmen olanlar, çok rahat biçimde hizmet içi eğitimlerin öğretmenler tarafından nasıl kolayca angaryaya dönüştüğünü gözlemişlerdir. Öğretim üyeleri arasında hizmet içi eğitime isteklilik bir yana bu, içten içe kınanan bir faaliyettir. Yasak savma kabilinden yerine getirilir.

Bu yüzden işleri gereği sürekli kendini yenileyenler dışındaki öğreticiler bu hizmet içi eğitimleri çoğunlukla bir fırsat değil, “kendilerini eğitilmeye muhtaç” gösteren karar mercilerine karşı bir direnme alanı olarak görürler. Tepkilerini de iki aşırı uçta veriler. İlk tepki her şeyi kabul ediyormuş gibi davranıp, uslu öğrenci rolüyle eğitimleri geçirmek mümkünse sorunsuz biçimde her şeyi kabullenmiş görünerek geçiştirmektir. İkincisi de “zaten bildiğimiz şeyler” deyip içeriklere itiraz etmeden aslında yeni bir şeyin olmadığını söyleyerek aktarılmak istenenleri hafife almaktır. Her iki tepki de konfor sağlayan statükoyu korumaya dönüktür ve kolay kolay boşa çıkarılamayan bir direnme yoludur. Bir yetişkin eğitimi sürecinde sürekli onaylayanlar muhtemelen en az öğrenenlerdir. Çünkü sürekli onaylamak sorgulanmaya ve ne öğrendiğine dair hesap vermeye ihtiyaç duyurmadığı için öğrenme düzeyi konusunda fazla fikir vermez.

Mesleğin farklı evrelerinde olanlar için yeni olana geçişe verilen tepki farklılaşır. Örneğin yeni bir öğretim yöntem ve tekniğinin 20 yıldan beri öğretmenlik yapan birisinin alışkanlıklarını, bilgi birikimini yenilemesi, öğrendiklerinden büyük heyecan duyması için makul bir sebep yoksa bunu yapmasını beklemek gerçekçi değildir. Öğreticiyi değiştirmeden de beklenen başarıyı yakalamak mümkün olamaz.

Bu sarmal sorunların, hiyerarşik yapılanmanın gücüne güvenerek merkezde karar vermekle aşılabileceğini düşünmek, ülkemizde reform girişimlerinde başarıya ulaşılamamasının en önemli sebeplerinden biridir. “Göç yolda dizilir” doğru bir gözlemdir ama bilişsel değişim göçten biraz farklı dinamiklerle çalışır. Yürüyormuş gibi yapılarak yol alınamaz ama değişiyormuş gibi yapılarak hiyerarşinin üst kesimlerine o yönde sinyal göndermek mümkündür. Teftiş zamanı ortalığı toplarsanız her şey her zaman düzenliymiş intibaı oluşur. Özellikle serbest görüş belirtmenin cezalandırıldığı otoriter yapılarda yapıyormuş gibi görünme kabiliyetinin, değişimi boşa çıkarma gücünü kat kat artırdığını da dikkate almak lazım.

Öğretmenler için geçerli olan bu durumların çoğu farklı bir bağlamda üniversite öğretim elemanları için de geçerlidir. Birçok çalışma ve kendini yenileme bireysel yükselme odaklı saiklere bağlıdır. Bilim yapmanın hızı, sadece biliş yeteneğinin yavaşlaması nedeniyle değil, tırmanılacak akademik basamakların tükenmesiyle de ilişkilidir. Profesörlük sonrasında bilimden daha çok, bölüm başkanlığı, dekan, rektör yardımcılığı, rektör vb. aşamalarında ilerlemek isteyen, bu alanda kısmeti kapalıysa ilerleyenlerin yetersizliklerini konu edinen dedikodularla meşgul olan bir akademisyenin alanında yeni şeyler okuması, kendini yenilemesi beklentisi çok iyimser bir beklentidir. Ayrıca geldiği konum itibariyle kendini yenileme beklentisi, ona bir ilkokul öğretmeninden çok daha fazla örtük bir yetersizlik suçlaması gibi gelir ve hemen gardını alır. Bu yüzden yıllardır verdiği dersleri bırakıp onu yeni dersler vermeye zorladığınızda, aynı içeriği, ismi farklı derslere taşıma ihtimali yüksektir.

Bir Bologna uzmanı arkadaşım anlatmıştı: Fakültesinde Bologna sürecinin yükseköğretimde sağlayacağı avantajları anlattığı konuşmasının sonunda fakültenin duayen hocalarından birinin kendisini hararetle alkışladığını, hatta tebrik etmek için sahneye çıktığını, sunumu çok beğendiğini ifade eden kısa bir konuşma yaptığını ama bu arada kulağına eğilerek, sadece kendisinin duyacağı bir sesle “Bunlar güzel şeyler ama ben emekli olduktan sonra yapın” dediğini anlatmıştı. Bu durum eğitimin her düzeyindeki öğreticiler için az çok benzerdir. Çünkü herkesi yenilenmeye çağıran öncüler genellikle kendilerinin yenilenme ihtiyacının az olduğunu düşünürler.

Mesleki Bilgi mi Pedagoji mi?

Öğretmen yetiştirmede pedagojiyi merkeze koyup sadece eğitim fakültelerinin öğretmen yetiştirmesini hedeflediğinizde mesleki bilgi olarak daha donanımlı yetişen fen edebiyat fakültelerinin temel bilim (fizik, kimya, biyoloji, matematik, edebiyat vb.) mezunlarına öğretmenlik kapısını kapamanız gerekiyor. Bunu yaparsanız sisteminiz üniversite adaylarına şu mesajı veriyor: Fen edebiyat fakültelerine öğretmen olmak isteyenler değil bilim yapmak isteyenler gelsin. Yasal zorunluluk nedeniyle belirli bir süre her üniversitede kurulan ve zaman içinde iyi yetişmiş kadrolardan oluşan birer fen edebiyat fakültesi var. Öğretmen kapasite artışı yapacağınız zaman bunlardan yararlanmayıp, bunların sadece bilim insanı yetiştirmelerini beklemek hiç de gerçekçi değil. Bu durumda öğretmenden fazla bilim insanı istihdam edecek bir ulusal istihdam kapasitenizin olması gerekecek. Bunun olmadığını hem adaylar hem de diğer paydaşlar çok iyi biliyor.

Fen edebiyat fakültelerine öğretmenlik yolunu kapadığınızda, buralardaki bölümlerin puanları dibe vuruyor, neredeyse o alanda bir soru bile çözmeyen kişi temel bilimleri kazanıyor ve siz bunu bilim insanı olarak yetiştirmek istiyorsunuz. Üstelik bu arada uzun yıllar içinde yetişmiş, güncelliğe karşı en dayanaklı bölümler olan temel bilimlerin öğretim kadrosu da boşa çıkıyor.

Öte yandan nitelikli öğretmen açığınız var. Bir öğretim üyesinin yetişmesi en erken 10 yıl gerektiriyor. Bütün üniversitelerde zorunlu fakülte olarak kurulan fen edebiyat fakültesi mezunlarına pedagojik formasyon vererek öğretmen adayı havuzunu artırdığınızda da ellerinde pankartlı gruplar Milli Eğitim Bakanlığı önünde atanamadıkları için eylem yapmaya başlıyor.

Eldeki kaynakları firesiz biçimde birinden diğerine kolayca kaydırabildiğiniz alanlara pek benzemiyor eğitim alanı. Bu durumun, reform girişimlerinde çok önemli bir direnç noktası oluşturduğunun farkında olmalıyız.

Amaca uygun yeni öğretici profili bir yana, eğitim fakültelerinde kapasite artışı oluşturduğunuzda gelen ilave öğrenci kompozisyonunda önemli kayıplar ortaya çıkmaya başlıyor. Kontenjanları artırdığınız için öncekine göre daha düşük puanlı öğrencileri öğretmen adayı olarak eğitime almak durumunda kalıyorsunuz. Hem yüksek puanlı hem de daha çok öğrenci alma amacı birbiriyle uyuşmuyor.

Öte yandan öğretmen adayı mezun sayısı artınca “en iyilerini” seçmek için adaylara ayrıştırıcı nesnel sınavlar yapmanız gerekiyor. Mezun adaylar arasından öğretmenlerinizi nesnel olsun ve şaibe bulaşmasın diye merkezî sınavla seçiyorsunuz. Merkezî sınavla seçmek nesnelliği sağlıyor ama adayın eğitim sürecinde öne çıkardığınızı söylediğiniz iletişim becerileri, mesleğe karşı duygusal durum uygunluğu ve kademelere göre önemi değişmekle birlikte öğrencilere aktarmak üzere sahip olduğu temel değerlere dair test sınavından bir fikir edinmeniz mümkün değil. Bunu bilen adaylar da, rasyonel birer birey olarak, test sınavında başarılı olacak şekilde kendilerini yetiştiriyor, üniversite öğrenimi sırasında da tümüyle Öğretmenlik Alan Bilgi Testi (ÖABT) konularına yöneliyor (hatta bazı fakülteler mezunlarının avantajlı hale gelmeleri için ÖABT sınavına dönük özel kurslar düzenliyorlar), ulusal otoritelerin söylem düzeyinde önem verdiğini söylediği yirmi birinci yüzyıl becerilerini geliştirmeye pek fazla yatırım yapmıyorlar. Yani, yaptığınız nesnel sınav, aradığınızı söylediğiniz beceriler bakımından adayları sıralama özelliği taşımıyor. Üniversitedeki derslerin öğrenciler gözündeki değeri ve fakültelerin bu konudaki refleksleri söylemlere göre değil fiili sonuç doğuran bu test sınavlarına göre oluşuyor. Benzer durum LGS için de YKS için de TUS için de geçerli. Esas problem tüm gücü çoktan seçmeli sınavlara yüklemek. Çoktan seçmeli sınavı birinci aşamada kullanılıp ikinci aşamada performansa dayalı sınavlar yapılmalı.

Bu sorunu gidermek için öğretmen atamalarında nihai karar aşamasında test sınavından en başarılı üç kişiyi bire indiren bir mülakat koyunca da “torpil”in önü açılıyor. Mülakata çağırdığınız üç kişiden ikisini elemek için kurduğunuz jüri, kişilerin yüzüne değil önceden cebine koyduğu listelere bakarak mülakat notu vermeye başlayınca da, mülakat üç kişiden en ehil olanı seçme işlevini yerine getirmediği gibi “torpili olan kazanıyor” imajının daha da yayılmasına yol açıyor. Mülakata alınan aday çok olduğu için kişilere birkaç dakikayı geçmeyecek kadar çok az vakit ayrılıyor. Gerçekçi olalım, ilk üçe girip mülakatta çok basit bir iki soruya verdiği cevaba göre seçilmeyen hangi aday kusuru kendinde bulur ki. Ama aynı aday test sınavında bir soru kaçırdığı için alanında atanmaya yeterli puanı alamazsa, sorumluluğu üstlenerek sakince bir sonraki sınava hazırlanabiliyor. Teoride, mülakat adayların yirmi birinci yüzyıl becerilerine sahip olma düzeyini ortaya koymada daha iyi bir araç ama pratik bambaşka sonuçlar veriyor. Nitekim bu farkın görmezden gelinmesi, sadece atamalardaki meşruiyet krizinin büyümesine hizmet eder hale geliyor.

Genelde sorunları çözeceği beklenen mevzuat düzenlemeleri, işin en kolay ve az zaman alan kısmı. Bu öğretmen döngüsünün (uygun üniversite hocası sayısını artırma, uyun öğrencileri öğretmen adayı olarak üniversiteye alma ve yetiştirme, mezunlardan uygun öğretmen adayı seçme yöntemine göre eleme yapma ve nihayet uygun öğretmen sayısını artırma) tamamlanması uzun zaman, yoğun bir emek ve sabır gerektiriyor.