Mustafa Acar –

İktidar çevrelerince son aylarda Türkiye’nin yeni bir anayasaya ihtiyacı olduğu vurgulanmaya başlandı ve bu doğrultuda yeni bir anayasa hazırlama çalışmaları yapıldığı duyuruldu. Böylece Cumhuriyet tarihi boyunca defalarca yaşadığımız anayasa tartışmaları bir kez daha kamuoyu gündemine gelmiş oldu.

Anayasalar devletlerin kimliği, teşkilatlanması, öncelikleri ve temel siyasi tercihlerini belirleyen en temel metinlerdir. “Bana arkadaşını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim” özdeyişine bir nazire yaparak denebilir ki, “bana anayasanı göster, senin nasıl bir devlet olduğunu söyleyeyim.”

Cumhuriyet tarihi boyunca Türkiye’nin inişli-çıkışlı, darbelerle ve darbelere tepkilerle iç-içe geçmiş sorunlu bir anayasa tecrübesi olmuştur. Amerika Birleşik Devletleri 1776’da İngiltere’den bağımsızlığını kazandığında yapmış olduğu anayasa ile yaklaşık 250 yıldır idare edilirken, Türkiye Cumhuriyeti 100 yıllık ömrüne dört anayasa ve sayısız değişiklikler sığdırmayı başarmıştır. Bunun ima ettiği sonuç istikrarsızlık, devlette devamlılığın sağlanamaması, kurumların kökleşememesi, demokrasinin kesintiye uğraması, öngörülebilirliğin olmaması ve iktisadi gelişme bağlamında ülkenin potansiyelinin çok altında kalınmasıdır.

Türkiye’nin Darbe Anayasalarıyla İmtihanı

Bu çerçevede denebilir ki Türkiye 20. yüzyılı ne yazık ki büyük ölçüde kendi kendisiyle kavga ederek geçirmiştir. 1923-1950 arasında yaşanan Tek Parti Döneminde milletin rızası ve sosyolojik dokusu umursanmadan girişilen tepeden inmeci modernleştirme gayretlerine tanık olunmuştur. Bu döneme damgasını vuran gelişmeler çok partili demokrasiye izin verilmemesi, muhalefetin susturulması ve özgürlüklerin bastırılmasıdır. 1950’li yıllarda başlayan açılımlar da uzun ömürlü olamamış, çok partili demokrasiye geçişle birlikte gündeme gelen devletin milletle barışma çabaları 27 Mayıs 1960 darbesiyle başlayan darbeler, muhtıralar, post-modern darbeler ve darbe girişimleriyle akamete uğramıştır. Bugüne kadar yapılmış dört anayasadan ilki (1921) savaş koşullarının olağanüstü ortamında, ikincisi (1924) bağımsızlığın kazanılarak yeni bir devletin kurulduğu bir ortamda, üçüncüsü (1961) ve dördüncüsü (1982) ise askerî darbelerin ardından ve darbecilerin çerçevesini çizdikleri koşullarda yapılmıştır.

Eldeki mevcut 1982 Anayasası 12 Eylül 1980 askerî darbesinin akabinde, darbecilerin demir yumrukla ülkeyi yönettiği askerî yönetim koşulları altında yapılmıştır. 1982 Anayasasına damgasını vuran özellik, özgürlüklerin istisna, yasakların norm olmasıdır. Belirli bir özgürlük bir madde ile tanımlanmakta, ama bu özgürlüğün hangi koşullar altında askıya alınacağı adeta dokuz maddede izah edilmektedir. Darbeci zihniyetin ürünü olan, özü itibarıyla yasakçı bir anayasanın bir ülkenin dünyanın büyük devletleri arasına katılmasını sağlayacak atılımlara izin vermeyeceği açıktır. Nitekim 1982 Anayasası bu ülkenin sosyolojik, iktisadi ve kültürel bedenine dar gelmiş, izleyen yıllarda –en kapsamlısı 2017 yılında yapılanı olmak üzere- ondokuz kez değişikliğe konu olmuştur.

1983 sonlarında yapılan genel seçimlerle askerî yönetim sona ermiş, milletin önündeki en sivil ve en demokrat alternatif olan Anavatan Partisinin iktidara gelmesinin ardından 1980’li yıllarda rahmetli Özal’ın gayretleriyle Türkiye kabuk değiştirmeye, asırlık sorunlarıyla yüzleşmeye, devletin millet iradesine daha saygılı olduğu, devlet tekellerinin kırıldığı, dünyaya açılan, daha demokratik ve piyasa ekonomisine dayalı bir düzen kurulmaya gayret edilmiştir. Ancak 1990’lı yıllarda, Özal’ın şaibeli ölümünün ardından gidişat tersine dönmüş, 1990’lı yılların ikinci yarısına 28 Şubat süreci adı verilen ve post-modern darbe olarak tanımlanan baskılar ve hukuksuzluklar süreci damgasını vurmuştur. Söz konusu dönem derin devletin öne çıktığı, tek parti dönemi özlemlerinin dışa vurulduğu, faili meçhul cinayetlerin sıradan vaka (vaka-ı adiye) haline geldiği, özgürlüklerin askıya alındığı, Kemalist rejimin dayatmalarına itiraz eden dindar-muhafazakâr toplum kesimlerinin itilip kakıldığı, sürekli iç ve dış düşman yaratıldığı, sermayenin renklere ayrılıp bir kısmının ötekileştirildiği, hukuksuz rant dağıtımıyla sermayenin el değiştirdiği, öngörülebilirliğin kaybolduğu, bütün bunların bileşik sonucu olarak da makro-ekonomik göstergelerin son derece kötüleştiği yıllar olmuştur. 2001 yılında cumhuriyet tarihinin en ağır ekonomik krizine düşülmesi bu dönemin sonunu getirmiştir.

2002 sonlarında yapılan genel seçimlerle Türkiye’de Erdoğan liderliğinde AK Parti iktidarları dönemi başlamıştır. Dolayısıyla Türkiye’nin son yirmi yılına AK Parti iktidarları damgasını vurmuştur. İlk iki döneminde (2002-2007, 2007-2011) söz konusu iktidarlar değişimci, demokrat ve özgürlükçü bir profil çizmiştir. AB üyelik süreci önemsenmiş, ev ödevleri kapsamında ciddi ekonomik, siyasi ve hukuki reformlar yapılmış, gerek komşularla gerekse dünya ile barışık, dışa açılmacı, serbest ticaretçi ve barışçı politikalar benimsenmiştir. Yakalanan istikrar ve mali disiplin sayesinde riskler azalmış, öngörülebilirlik artmış, AB ile tam üyelik müzakerelerinin başlamasının da kazandırdığı ivmeyle Türkiye’nin makro göstergeleri hızla iyileşmiştir. Enflasyon tek haneli rakamlara gerilemiş, faizler düşmüş, büyüme hızı artmış, doğrudan yabancı sermaye yatırımları patlamış, neredeyse 1 TL=1 USD düzeyi yakalanmış, ihracat, GSYH ve kişi başına gelir de katlanarak artmıştır.

2013’ten Beri Patinaj Yapan Türkiye

Ne yazık ki bu hızlı büyüme, kalkınma ve refah döneminin de sürdürülebilirliği sağlanamamıştır. 2010’lu yılların başından, özellikle 2012’den itibaren içsel ve dışsal birçok faktörün etkisiyle Türkiye bir duraklama devrine girmiştir. Siyasi ve ekonomik çalkantılar tırmanmış, komşularla ve dış dünya ile ilişkiler giderek bozulmuş, öngörülebilirlik azalmış, istikrar kaybolmuş, gerilimler ve riskler artmıştır. Bu gelişmelerin doğal sonucu olarak da 2013 yılından itibaren makro göstergeler belirgin şekilde kötüleşmiştir. Bir ara 12.500 dolar seviyesini görmüş olan kişi başına gelir bugün 8.000 dolara gerilemiş, enflasyon yeniden çift haneli rakamlara (ÜFE bazında %30’lara) yükselmiş, büyüme hızı düşmüş, faizler yükselmiş, Türk parası yabancı paralar karşısında rekor seviyelerde değer kaybetmiş, yabancı sermaye girişleri azalmıştır.

Nasıl olup da 2000’li yılların parlayan yıldızı Türkiye’den 2020’li yılların sendeleyen ve yerinde sayan Türkiye’sine gelindiğinin analizi başlı başına başka bir çalışmanın konusu olabilir. Ancak bu gelişmeleri sadece Türkiye’nin yükselişini hazmedemeyen “dış mihrakların oyunları” ile açıklamanın mümkün olmadığı, içerde yönetim felsefesinin değişmesinin, gerilimin tırmandırılmasının, dış dünya ile ilişkilerin gerilmesinin, uluslararası güç dengelerini hesaba katmadan ülkenin gücüyle orantısız risk alma iştahının son yıllarda işlerin kötü gitmesinde son derece önemli bir rolü olduğu vurgulanmalıdır. Darbeler ve muhtıralar tarihimizin en kara sayfalarından biri olan 15 Temmuz 2016 hain darbe girişimi ve ardından yaşanan savrulmalar, travmalar ve hukuksuzlukların da bu kötüye gidişte ciddi bir rolü olduğu söylenebilir.

15 Temmuz darbe girişiminin yarattığı savrulmanın da ivme kazandırmasıyla devleti yeniden yapılandırma arayışları, siyasi sistemin “Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemi” adı verilen ve özü itibarıyle denge ve denetleme sistemi olmayan bir başkanlık sistemine dönüştürülmesiyle sonuçlanmıştır. Çok başlı koalisyon hükümetlerine son vermesi, istikrar sağlaması ve karar alma sürecini hızlandırması gibi amaçlarla yapılan bu sistem değişikliği henüz yeni sayılabilir. Dolayısıyla yeni sistem hakkında köklü bir eleştirel değerlendirme için henüz erken olduğu düşünülebilir. Ancak şu ana kadar yaşanan tecrübe yeni sistemin özellikle kuvvetler ayrılığı, devlet kurumlarının işleyişi, yürütme gücünün sınırlandırılmasına yönelik denge ve fren mekanizmalarında çok ciddi boşluklar taşıdığı ve keyfiliklere açık kapı bıraktığı anlaşılmaktadır. “Yağmurdan kaçarken doluya yakalanmak” deyiminin ima ettiği türden sorunlara gark olmamak, Parlamenter Hükûmet Sisteminin sorunlarını çözelim derken daha büyük başka sorunlarla karşı karşıya kalmamak için devlet teşkilatlanmasının gözden geçirilmesinde yarar var gibi görünmektedir. Başka bir deyişle, Türkiye’nin anayasa ihtiyacı devam etmektedir.

Özgürlükçü, Kısa, Öz Anayasa; Şeffaf, Hesap Verebilir ve Sınırlı Devlet

“İnsanı yaşat ki, devlet yaşasın” fehvasınca, yapılacak anayasa sivil, özgürlükçü, çoğulcu, katılımcı, bireyi merkeze alan, hukukun üstünlüğüne dayalı bir anayasa olmalıdır. Anayasanın ruhuna özgürlükler damga vurmalı, kanun önünde eşitlik (torpilli vatandaşın olmaması) ve fırsat eşitliği (kamu hizmetlerinden herkesin yararlanabilmesi) esas olmalıdır. Özgürlükler norm, kısıtlamalar istisna olmalıdır. Temel bireysel hak ve özgürlükler muğlak, esnek, içeriği süslü laflarla doldurulabilecek gerekçelerle askıya alınamamalıdır.

Kapsamı ve detaylara ne kadar girip girmemesi bağlamında şunu söylemek mümkündür: Anayasa kısa ve öz olmalı, ayrıntılara girmemelidir. Devlet-toplum ilişkileri, temel hak ve özgürlükler, kuvvetler ayrılığı vb. konularda olması gereken temel ilkeler, öncelikler ve kurumları ortaya koymakla yetinmelidir. Bilindiği üzere anayasalar kolay değiştirilemeyen hukuk metinleridir. O nedenle ayrıntılar yasalara ve yönetmeliklere bırakmalıdır.

Bir diğer tartışmalı mesele anayasada “değişmez, değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez” maddelerin yer alıp almaması meselesidir. Her iki yönde de kuşkusuz çeşitli gerekçeler ileri sürülebilir. Bir açıdan bakıldığında, denebilir ki anayasada değiştirilemez maddelere yer vermek gelecek kuşakların aklından şüphe etmek, onlara güvenmemektir; onların “kendi kaderini tayin hakkına” saygısızlıktır. Dünya sürekli değişmektedir. Buna bağlı olarak ihtiyaçlar, öncelikler, alternatifler ve zorunluluklar da değişmektedir. Bu anlamda her kuşak nasıl bir siyasi iklimde ne tür kurumlar ile yönetilmek istediğine gerektiğinde kendisi karar verebilmelidir. Bir başka açıdan bakıldığında ise anayasada günün birinde birilerinin keyfine göre askıya alamayacağı, temel hak ve özgürlükleri garanti eden değişmez bazı hükümlerin olması gerektiği savunulabilir. Bu satırların yazarına göre anayasada yegâne değişmez maddeler insan olarak doğuştan getirdiğimiz, “hayat, hürriyet ve mülkiyet” gibi vazgeçilemez ve devredilemez temel hak ve özgürlüklerimizi garanti altına alan maddeler olmalıdır. Parlamento veya herhangi bir devlet organının hiçbir koşulda düşünce ve ifade özgürlüğünü sınırlandıramayacağı; devletin resmi bir dini, mezhebi veya ideolojisinin olamayacağı; çeşitli etnik, dinî, ideolojik ve siyasi görüşler ya da gruplar karşısında devletin mutlak tarafsızlığı bunlar arasında olabilir.

Yine yapılacak anayasa vatandaşlığı etnik köken, soy-sop ve ırka göre tanımlamayan; ülke sınırları içinde yaşayan her vatandaşı eşit haklara sahip birinci sınıf vatandaş olarak gören bir anayasa olmalıdır.

Yaklaşık yüz yıllık Cumhuriyet dönemi tecrübesinin önemini yeterince gösterdiği üzere, anayasa gerçek anlamda laik bir devlet öngörmelidir. Gerek içerde gerekse dış dünyada yaşanan deneyim devletin resmî bir dini, mezhebi veya ideolojisi olduğu zaman devleti ele geçirme kavgasının kızışacağına, bir şekilde iktidarı ele geçirenlerin de kendileri gibi olmayanlara hayatı zindan edeceğine işaret etmektedir. Bu çerçevede devlet bütün dinler, diller, ırklar, mezhepler, siyasi görüşler ve ideolojiler karşısında eşit mesafede durmalıdır. Hiç kimse dünya görüşü veya hayat tarzından dolayı devletten torpil görmediği gibi, yine hiç kimse de bu sebeplerle devletten üvey evlat muamelesi görmemelidir.

Klasik liberal geleneğin öncülerinin ısrarla vurguladıkları üzere, devletin üç temel fonksiyonu vardır: Dış güvenlik, iç güvenlik ve adalet. Belki iktisadi hayatın canlandırılması ve toplumsal refaha büyük katkısı olan altyapı yatırımları ile eğitim ve sağlık hizmetleri de devletin vazifeleri arasına ilave edilebilir. Bunların dışında kalan işleri devlet piyasaya, yani hane halklarına, yatırımcılara, girişimcilere ve üreticilere bırakmalıdır. Zira devlet iyi bir işletmeci değildir; devletin iktisadi hayata çok fazla müdahil olması haksız rekabet yaratmakta, kaynak dağılımında etkinliği bozmakta, hantallık ve verimsizlik yaratmaktadır. Bu nedenle anayasada öngörülecek devlet şeffaf, hesap verebilir ve sınırlı devlet olmalıdır. Kamu yöneticileri ve politikacıların son tahlilde “başkasının parasını başkası için harcayan” insanlar konumunda oldukları, bundan dolayı yaptıkları harcamalarda fiyat ve kaliteye dikkat etme motivasyonlarının zayıf olduğu unutulmamalıdır.

Anayasa vatandaşı terbiye etmeye, ona yaşam tarzı ve doğrular dayatmaya kalkışan bir devlet anlayışına kesinlikle meydan vermemelidir. Bütün dinler ve hukuk sistemleri tarafından genel kabul gören adalet, dürüstlük, cömertlik, yasalara ve kurallara uyma, sevgi, dayanışma, yardımlaşma, paylaşma vb. gibi ortak değerler dışında, belirli bir dinin, mezhebin veya ideolojinin kendine has değerlerinin ve ritüellerinin öğretilmesi ve benimsetilmesi sivil topluma, vakıflara, derneklere, özel okullara bırakılmalıdır.

Son olarak şunu vurgulayalım ki, Türkiye’de siyasi gerilimlerin hiç bitmemesinin, her genel seçimin bir “yeniden milli mücadele” yahut “yeni bir kurtuluş savaşı”na dönüşmesinin, ölümüne siyasi kavgalar yaşanmasının, kısaca her toplumsal kesimin “devleti ele geçirmeye” yeminli olmasının temel nedeni devletin aşırı güçlü, şeffaf olmayan, hesap vermeye yanaşmayan, kolları her yana uzanabilen, kısaca sınırsız devlet olmasıdır. Türkiye’de devleti ele geçirmek isteyen herkes esas itibariyle iki şeyden emin olmak için bunu yapmaktadır: Devletin tokadını yememek ve kolay yoldan zengin olmak. Bu çerçevede iç siyasi gerilimleri düşürmenin ve ölümüne siyasi kavgaların önüne geçmenin yolu devlet eliyle rant dağıtmanın ve kolay yoldan zengin yaratmanın yollarını kapatmak, ayrıca devleti resmî ideoloji veya din anlayışı üzerinden vatandaş terbiye etmeye kalkışan bir aygıt olmaktan çıkarmaktır.

Kısa, öz, özgürlükçü bir anayasayı şeffaf, hesap verebilir ve sınırlı devlet ile buluşturmak Türkiye’nin önünü açacak, refah seviyesini yükseltecek ve bu ülkeyi daha yaşanabilir bir memleket yapacaktır.


Metin Toprak –

Faiz, enflasyon ve döviz kuru üçlüsünü Türkiye yıllardır tartışmaya devam ediyor. Bu tartışmada, farklı iktisat politikalarının uygulandığı dönemler bakımından da anlamlı bir ayrışma göze çarpmıyor. Türkiye, Devlet Planlama Teşkilatının (DPT) kuruluşuyla planlı olarak uyguladığı ithal ikameci politikayı da kanaatimce en düşük performansla uygulayan ülkeler arasında. Bunu plancılara sorarsanız, siyasilerin yanlış müdahalelerini, siyasilere sorarsanız da başka cevaplar alırsınız veya zaten soracak siyasi bulamazsınız; çünkü bu müdahaleler kayıt dışı yapılmıştır. Yani sorumlusu faili meçhuldür veya sistemdir. Sistem sorununun ise tam olarak neye karşılık geldiğini veya niye suçlama için tercih edildiğinin psikanaliz bir çözümleme gerektirdiğini düşünüyorum.

Ticari ve finansal serbestleşme ekonomi politikasını etkiledi mi?

1980’lerin başında dış ticaretin serbestleşmesi, ardından 1990’ların başında finans sektörünün serbestleşmesi yaşandı. Bu iki serbestleştirme hem Türkiye’de hem de dünyada aynı dönemlere karşılık geliyor. Türkiye’deki birçok sol kanat iktisatçısı, finansal serbestleşmeye kuşkulu yaklaştı ve ekonominin buna henüz hazır olmadığını ileri sürdü. Aynı cenah iktisatçıları 24 Ocak 1980 kararlarına olduğu gibi daha sonra AB ile Gümrük Birliğine de karşı çıkıyordu. Bu karşı olma tutumu, Türkiye solunda nedense bir karakter özelliği ve “eleştirel bakış açısı”nın dışa vurumu gibi duruyor. O dönem için Türkiye sağına atıfta bulunmuyorum; çünkü bu alanda kalem oynatacak, tecrübesini konuşturacak sağ kanat iktisatçıları nitelik ve nicelik olarak göz ardı edilebilecek düzeydeydi.

Finansal serbestleşme sonrasında dünya finans piyasaları ve dolayısıyla bütün mal ve hizmet piyasaları büyük ölçüde entegre hale geldi ve 7/24 işleyen bir dünya tek piyasasına dönüştü. Dolayısıyla, bir ülkedeki olumlu veya olumsuz bir göstergenin veya haberin cesametiyle orantılı olarak anında fiyatlanması olanaklı hale geldi. Tek fiyat kanunu işgücü piyasasında sınırlı bir oranda, diğer ticareti yapılabilen mal ve hizmetler için ise tam tekmil işler hale geldi. Tam bilgi varsayımı günümüzde önemli ölçüde gerçekleşmiştir dersek, herhalde abartı yapıyor olmayız.

Finans piyasalarındaki krizler, doğası gereği önemli ölçüde düzeltici bir işlev de görmektedir. Nitekim 1992 Avrupa döviz kuru krizi, 1994 Latin Amerika Krizi, 1994 Türkiye Krizi, 1997 Asya Krizi, 1998 Rusya Krizi, 2001 Türkiye Krizi ve ardından 2008 Küresel Büyük Resesyon ve ardı sıra gelen artçı krizler piyasalardaki eksik ve aşırı değerlemeleri büyük ölçüde gidermiştir.

Küresel finans piyasaları genel olarak ekonomi politikasını özel olarak da para politikasını hem etkilemiş, hem de etkisizleştirmiştir. Ekonomi biliminde yeni teknolojiler ve küreselleşme dalgası ile birlikte meydana gelen entegrasyonlar, ulusal ekonomi politikalarında devrim niteliğinde değişimleri de beraberinde getirmiştir. Bu dönüşüm ve değişimi hakkıyla idrak edemeyen veya eski alışkanlıklarını devam ettiren ülkeler, yel değirmenine karşı savaşmakla ülkelerinin enerjisini boş yere tüketmeye devam etmekte ve uluslararası arenadaki göreli konumlarını geriletmektedirler.

Türkiye para politikasında başarılı mı?

1999 ve 2001 yıllarında IMF ile yapılan anlaşmalar, Türkiye’nin AK Parti iktidarında uyguladığı ve bugün başarı öyküsü olarak lanse edilen performansında önemli bir yere sahiptir. AB üyelik görüşmeleri, Kıbrıs konusundaki proaktif tutum, sıfır sorunlu dış politika yaklaşımı, Türk İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı Başkanlığı (TİKA), Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığı (YTB), Yunus Emre Enstitüsü gibi yeni nesil kurumlarla dışa açılımlar, yurtdışına yatırım ve ticaret seferberliği, demokratikleşme, özgürlükler, etnik ve dinî alanlardaki gerilimleri gidermeye dönük açılımlar vb. yükselen yıldız olarak Türkiye’yi uluslararası platformlarda fark ettiriyordu.

Türkiye’nin sistematik olarak bütün alanlarda gösterdiği örnek performansı ve girişimleri, para politikası uygulamasında karşılık bulamamıştır. Enflasyon konusunda, Türkiye ilan ettiği hedeflerle gerçekleşmeleri birbirine birkaç yıllık istisna hariç denk gelmeyen bir performansa sahiptir. Yani Türkiye’nin para politikası veya enflasyon politikası, ilan edilen hedefleri referans alırsak, pek başarılı olamamıştır. Buna karşılık dış borçlanma, devlet borç oranı, özel sektörün yurtdışından kaynak temini, finansal çeşitlenme, hazine dengesi vb. göstergelerde Türkiye başarılı ülkeler arasında sayıldı. Nitekim 2008 ve sonrasındaki krizlerde Türk ekonomisi düşük kamu borçları ve özel sektör dinamizmi sayesinde badireleri nispeten ucuz atlatmıştır. IMF ile ortaklaşa yürütülen istikrar programının etkisini zikretmek, en azından bir kadirşinaslıktır. Ancak tekrar vurgulamak gerekirse, para politikası performansı hedeflenene göre büyük bir başarısızlıktır. 2002-2020 döneminde gerçekleşen enflasyon hedeflenen enflasyonun 1,76 katı olmuş, hedeften ortalama %76 daha yüksek gerçekleşmiştir. 2002-2005 ve 2009-2010 dönemlerindeki 7 yılda gerçekleşen enflasyon, hedeflen enflasyona yakın bir düzeyde (6 yıl ortalaması: %89,3) ve daha düşük gerçekleşmiş; 2002-2020 dönemindeki diğer yıllarda ise iki katından fazla (13 yıl ortalaması: %215,4) gerçekleşmiştir (Grafik 1). Enflasyon hedeflemesinin pratikte muhtemelen bir kaygı oluşturma ve uyarıda bulunma işlevi gördüğü açıktır; ancak, bunun ötesinde nasıl bir yarar sağladığı açık değildir.

İktisat politikasının tek aracı para politikası mı?

İktisat eğitiminde son yirmi yılda, tek iktisat politikasının para politikası olduğu yönünde sessiz ve yaygın bir kabul yükselmektedir. Makro iktisadın babası Paul Samuelson’ın ünlü ders kitabının son baskılarında dahi iktisat politikası olarak neredeyse sadece para politikası öne çıkmaktadır. Bu eğilimde küresel finans piyasasının gelişmesi, para politikası dışındaki politikaların ödünleme yoluyla telafi edilerek etkisizleşmesi, ekonomik aktörlerin kararlarına ve aktiflerine doğrudan müdahalenin sevimsizliği ve gerçekten de en etkili politikanın para politikası olması başlıca rolü oynamaktadır. Para politikasının başarısında ise kamuyu aydınlatma ve şeffaflık, politikanın altlığını oluşturan ekonomik rasyonalite ve küresel finans piyasalarının bir parçası olduğunun bilincinde olarak politika tasarımı kritik önemdedir.

Küresel finans piyasaları 7/24 açık olduğu için, bu piyasalara entegre olmuş ulusal ekonomilerdeki kayda değer bir veri ve haber çok kısa sürede fiyatlanmaktadır. Aşağıda sırasıyla iki kuruluşun derlediği kredi temerrüt takası (CDS) verisi yer almaktadır. Aşağıdaki grafik önümüzdeki 5 yıl içinde hangi ülkelerin temerrüde düşmesinin muhtemel olduğunu göstermektedir. Buna göre Arjantin, Lübnan ve Venezuela’da bu ihtimal çok yüksektir. Türkiye ise Tunus, Pakistan, Ukrayna, Mısır ve Nijerya’dan hemen sonra gelmektedir (Grafik 2).

Grafik 2. Borç ödeme aczine düşmesi muhtemel ülkeler

Kaynak: https://www.cfr.org/cfr-sovereign-risk-tracker

Grafik 3, ülkelerin kredi temerrüt takasından ötürü fiyatlanan finansman maliyetlerini göstermektedir. Buna göre, Türkiye, CDS’i ilan edilen ülkeler arasında en yüksek maliyete sahiptir. 5 yıllık CDS oranı 400,7’dir.  CDS oranı en düşük ülkeler Danimarka, İsveç ve Hollanda iken; en yüksek ülkeler Türkiye’yi takiben Brezilya, Rusya ve Meksika’dır.

İki veri seti arasında metodoloji ve kapsanan ülkeler bakımından farklılık bulunduğu için, veriler tam örtüşmemektedir. Ancak, Türkiye’nin göreli konumu her iki veri kaynağı bakımından da dezavantajlı bir durumu göstermektedir.

Grafik 3. Kredi Temerrüt Takası

Kaynak: http://www.worldgovernmentbonds.com/sovereign-cds/

Merkez Bankasının genişletici para politikası neden etkili olamıyor?

Kısa bir girizgâh: Türkiye doğal kaynak zengini bir ülke olmadığı gibi, rekabetçilik ve yenilikçilik bakımından da Japonya, Almanya ve Çin gibi önde gelen bir ekonomi değildir. Bu nedenle, firmalar önemli ölçüde dış kaynağa dayalı olarak faaliyet göstermektedir. Dolayısıyla, faize dayalı finansman, ekonominin işleyişinde anahtar bir rol oynamaktadır. Türk finans sisteminde bankacılık, bağlı şirketleriyle birlikte, %90 dolayında bir paya sahiptir. Hisse senedine dayalı finansman toplam içinde ihmal edilebilir bir oranda olduğu için burada değerlendirmeye alınmayacaktır.

Grafik 4’te, Merkez Bankasının fonlama düzeyi ile fon maliyetini gösteren faiz oranlarının birlikte hareket ettiği görülmektedir. Piyasaya para sürülmesi durumunda faiz oranlarının gevşemesi, piyasanın nakit ve finans ihtiyacının karşılanması ve ekonomik aktivitenin toparlanması beklenir. Grafik, bir buçuk yıla yaklaşan bir dönemde fonlama ile fonlama maliyetinin (faiz) aynı yönlü olduğunu göstermektedir. İktisat teorisi bakımından yeni klasiklerin rasyonel beklenti hipotezinin burada geçerli olduğu söylenebilir; ancak, konuyu daha pratik bir açıklama ve çözümlemeye getirmek için, teorik tartışmayı dışarıda bırakıyorum. Burada dikkat çeken nokta olarak, faizleri düşürmesi beklenen genişletici politikanın faizleri düşürmek bir yana artırdığı verisiyle karşılaşmamızdır. 2018 yılından bu yana Kredi Garanti Fonu (KGF) yoluyla piyasaya sürülen paranın üretim ve ticaret üzerinde yoğun bir etkisinin olması beklenirken, bu beklenti büyük oranda gerçekleşmedi ve bu mecra dâhil genişletici politika nedeniyle piyasaya sürülen paranın enflasyona tebdili ortaya çıkmış oldu.

Genişletici politikada firmaların niyetlenmemiş davranışları

Hükümetin genişletici para politikası sayesinde ilave fon temin eden büyük şirketler, bu fonları dört şekilde değerlendirmektedir. Bu değerlendirmelerin biri hariç, diğerleri, politika amacına hizmet etmek bir yana, politikayı etkisizleştirici yönde işlev görmektedir. Ulusal ölçekteki büyük firmaların her birinin yüzlerce firma ile borç-alacak ilişkisi bulunmaktadır. Bu borç-alacak zinciri içindeki firmaların genişletici ekonomi politikasından yararlanabilmeleri için, zincir içinde akışın kesintiye uğramaması gerekir. Ancak, bu kesintisizliği garanti etmenin bir yolu da mevcut sistemde mevcut değildir veya kronizm nedeniyle fiilen mümkün değildir. Nitekim aşağıda Grafik 5’te görüldüğü gibi, firmalar kriz ortamlarında kendilerine sağlanan finansman kolaylığını, yükümlülüklerini yerine getirmek üzere kullanma (1 nolu seçenek) yerine, alternatif kullanım ve yatırım alanlarına yönelerek bunu, ulusal politikayı etkisizleştirme pahasına, şirketleri için fırsata çevirmeyi tercih etmektedirler. Genişletici politikanın çok küçük bir gecikme sonrasında fiyatlara yansımasını bu şekilde okumak mümkündür.

Grafik 5. Niyetlenmemiş sonuçlar: Genişletici para politikası ve fiili sonuçları

Dijital dönüşüm, bir çözüm imkânı sağlıyor mu?

Ekonomi politikası konusunda araştırmacı ve uygulamacılardan oluşan bir ekip olarak bu konu üzerinde son üç yıldan bu yana çalışıyoruz. Borç-alacak zinciri içindeki firmalar, kurumlar, yerel yönetimler, STK’lar ve diğer ekonomik aktörlerin dijital ortama aktarılmış borç ve alacaklarının Türkiye şartlarında ofsetlenerek kısmen temizlenebileceğini ve para talebinin düşeceğini öngörüyoruz. Yüzlerce firmanın birbiriyle binlerce alacak ve borç ilişkisini dikkate alarak bir merkezî takas sistemi yoluyla temizlemenin ekonomiye büyük bir rahatlama sağlayacağını öngörüyoruz. Merkez Bankası verilerinden, EFT ve havale tutarının günlük olarak 500 milyar TL civarında olduğunu tahmin ediyorum. Bunun ulusal ve yabancı para talebi üzerindeki baskısı düşünüldüğünde, para talebindeki bir düşüşün faizler ve döviz kuru üzerindeki etkisi daha iyi anlaşılır.

Böyle bir merkezi temizleme sistemini en başta savunması gerekenler ticaret ve sanayi odaları ile Ticaret Bakanlığıdır. Firmalar başta olmak üzere, Hazine ve Maliye Bakanlığı ile Merkez Bankası bu sistemin en büyük yararlanıcıları olacaktır. Bu sisteme en fazla karşı çıkması muhtemel aktörler ise mevcut finansman kolaylıklarını amacı dışında kendi menfaatleri için istimal ve istismar edenler olacaktır.

Dijitalleşmenin giderek kaçınılmaz bir fenomene dönüştüğü günümüzde, Türkiye’nin hızlı bir şekilde dağıtık yapı ve sistemlerini network ilişkisi içinde entegre etmesi büyük bir aciliyet göstermektedir. Kurumlar bazında dağınık olarak kurulan dijitalleşme birimlerinin büyük fotoğrafın neresine karşılık geldikleri, hangi işlevleri hangi ortak kaynakla kullanacakları ilk olarak masa başı iyi bir tasarımı gerektiriyor. Aksi halde, son zamanların popüler konusu olan “128 milyar Dolara ne oldu?” gibi konjonktürel ve sadra şifa bir cevabı da olmayan bir vakaya takılıp kalırız.

Görgün Özcan –

İnsanın yeryüzündeki varoluşu, hemcinsleriyle ve diğer tüm varlıklarla olan ilişkilerinin hikâyesidir. İnsanlık tarihi beşeri ihtiyaçların zorlamasıyla veya hırsların tahrikiyle ortaya çıkan müspet veya menfi karşılaşmaların, çatışmaların veya uzlaşmaların bütünüdür. Varoluşumuz bizi birbirimize bağımlı ve muhtaç kılmıştır. Bu bağımlılığın sonucu olarak birlikte yaşamanın hem zihinsel hem de fiziksel zeminini aramakla başlar dünya serüvenimiz.

İnsanoğlunun devrim olarak nitelenen keşiflerini ateşin bulunması, toprağın ekilmesi, tekerleğin keşfi, yazının kullanılması vb. olarak sıralayabiliriz. Bu ve benzeri buluşlar ne kadar önemli olsa da, insanın en büyük eseri ve mütekâmil keşfi şehir kurmayı başarmasıdır. Gordon Childe şehir kurma eylemini Sümer’den hareketle devrim olarak niteler. İnsanlığın diğer buluşlarına devrim nitelemesi yakıştırılsa bile şehir için bu sıfatı kullanmak doğru değil. Bir alt üst oluşa ve yıkıma işaret eden devrim, var oluşa, hayata ve inşaya dayalı şehrin yanına sıfat olarak yakışmıyor. Şehir insana öğretilen ve tekâmül ederek ileri aşamalarına geçilen bir faaliyet. Şehir müspet bir eylemin sonucu. İnsan birlikte yaşama ihtiyacının zorlamasıyla mağara(sın)dan çıkmış, kendini bulma yolculuğu içinde varoluşsal biçimde şehir kurmaya girişmiştir. Bu yüzden kendi evinden önce “Tanrı”nın evini inşa etmiş ve kutsal mekânı merkeze alan şehri kurmuştur.

İnsanın anlam arayışı sırasında zihnen ve bedenen çıkıp kurtulması gereken mağara, Eflatun’un kullandığı elverişli bir metafor. İnsan mağarasından çıkarak özgürleşir. Özgürleşen insan sınırsız iyiliklerin, erdemin ve ahlakın yaşanacağı yer olarak bir şehir kurmaya girişir. Kurduğu şehirde ortak yaşamın ideal sınırlarını belirlemek için düşünceye yönelir, hikmet ve felsefenin kapılarını aralar. Aristo da hocası gibi insan için şehir hayatını önceler. İnsanın şehir kurması ve şehirde yaşaması yaratılışına uygun, içkin ve doğal olan durumdur.  En iyi devletin şehir devleti olacağını söyler. Farabi bu iki filozofun İslam dünyasındaki takipçisi olarak “el-Medinetü’l-Fazıla” kavramını kullanır. “Erdemli Şehir”. Farabi için de şehir hayrın en iyisinin, ahlakın kemalinin elde edileceği yerdir. Şehir, ahlakın, ortak iyinin ve yüksek kemalin elde edilebileceği mekân olduğu kadar; günahın, kötülüğün ve sapkınlığın merkezi de olabilir. Farabi şehir tasnifini bu zıtlığı da dikkate alarak çeşitlendirir.

Filozofların kurulması ve yönetilmesi konusunda fikir yürüttükleri şehir, siyasal anlamda devlete karşılık gelir. Şehir ve devlet felsefe ve siyaset düşüncesi penceresinden özdeş kavramlardır. Bu noktada kim yönetmeli sorusu düşüncenin ana ilgisi haline gelir. Soruya verilen cevap:  En ahlaklımız, en mükemmelimiz, en bilgilimiz, en tecrübelimiz yönetmeye en ehil olanımızdır. Bu niteliklere sahip olan ise filozofun kendisi. İnsanlar arasında yönetme erdemi açısından eşitlik söz konusu olamaz. Ya altın karakterli filozof bir kral bizi yönetecek, ya tecrübesi tartışılmaz pratik akıl sahibi bir zümre, ya da kendisine sudur eden vahiy ve akılla hareket eden filozof-peygamber. Diğer herkes şehirde kendi yerinin farkında olacak. Gerçek erdemin mevcut hale razı olmaktan geçtiğini kabul edecek. Yönetme konusundaki fikirleri ne kadar rahatsız edici olursa olsun, filozofların şehirle ahlak arasında bağlantı kurması önemli sayılmalı, ancak şehrin bizatihi kendisinin devleti önceleyen bir olgu olduğu da göz önünde bulundurulmalıdır.

Yukarıda insanın Tanrı evini kendi evine öncelediğinden ve öncelikli olarak kutsal mekânın inşasına giriştiğinden söz ettik. Bunun nasıl olduğu konusundaki izahatın ampirik delilleri olsa bile, meseleye inanç ve ön kabulle yani imanla yaklaşmanın da bir gereklilik olduğunu belirtmeliyiz. Dinî geleneklerin yaklaşımları felsefenin ve kadim insanlık hikmetinin şehir hakkındaki eksiklerini tamamlayıcı mahiyettedir. Şehir konusunun önde gelen yazarlarından Mumford şehir ve din arasındaki etkileşimi şöyle anlatır: Köyün mütevazı temelleri toprağın içine kök salmıştı; fakat şehir köyün değerlerini tersine çevirdi ve temelleri cennete yerleştirerek köylünün evrenini ters yüz etti. Bütün gözler artık göğe çevrilmişti. Ezeli, ebedi ve sonsuz olana, her şeyi bilen ve her şeye gücü yetene iman, binlerce yıl boyunca insani varoluşun imkânlarını yüceltmede başarılı oldu.

Mumford’un vurgu yaptığı bu iman, insana beşerî gücün sınırlarını zorlayacak azim ve gayreti verir. Yaptığı tapınağa tonlarca ağırlıktaki taş blokları kilometrelerce uzaktan taşıyan insan topluluğunun Göbeklitepe’deki faaliyetini halen anlamaya çalışıyoruz. Bugünden geriye, 12.000 yıl önceye gidiyoruz. Daha toprağı işlemeye, ekip biçmeye, pişirip dağıtmaya, artırıp biriktirmeye başlamamıştık. Ama öyle anlaşılıyor ki faniliğimiz ve acizliğimiz ebedî olana duyduğumuz merak ve iştiyakı daha da artırdı. Yeni bir inşa işine giriştik. İnsanlık var oldukça baki kalacak bir yapı yapmak, ezelî ve ebedî olanın şanına yakışacak bir ev inşa etmek istedik. Şehir kurmaya da buradan başladık.

İnsan yeryüzüne kemal yolcuğunu tamamlamak için en uygun kıvamda gönderildi. Bu sebeple “ahsen-i takvim” sıfatı kullanıldı. Hz. Âdem bir peygamber olarak ilk evi inşa eden insan. Aynı zamanda “âdem” yeryüzünde yaratılmış en şerefli tür, müstahlef adına hareket eden halife varlık, insan… İşte bu varlık türünün ilk eylemi evi inşa etmek: “Gerçek şu ki, insanlar için yapılmış olan ilk ev, âlemlere bir hidayet ve bir bereket kaynağı olan Mekke’deki evdir.” (Âli İmran 3/96) Evi inşa etmek, evle birlikte hilafetin gereğini de yerine getirmek demek. Ardından gelen amaç ise esma ile müsemma arasındaki ilişkiyi tamamlamak ve ahlakın kemalini elde etmek için bir şehir kurmak.  

İnsan hilafet vazifesi gereğince ilk olarak kulluğunu ifade edeceği mekânı inşa etti. İbadet kulluğun ifadesinin sembolü fiillerden ibaret değil sadece. Kulluk var oluşla ilgili bir eylem, bilme ve tanıma çabasının tezahürü. Kulluk perspektifiyle tekrar şehre döndüğümüzde kadim topraklarda yer alan bozulmuş bir şehirden, yeni bir şehir kurmakla görevlendirilen başka bir önderin, peygamber olarak Hz. İbrahim’in çıktığını görüyoruz. Hemşehrilerinin şehrinden kaçan İbrahim’e (as) verilen görev aynı: Çölün ortasında, mutlak saflık ve temizliğin içinde yeni bir şehir kurmak. İbrahim emre itaat eder, oğluyla birlikte teslimiyet içinde evin temellerini bulur ve yükseltir: “İbrahim, “Rabbim! Burayı güvenli bir şehir yap, halkından Allah’a ve âhiret gününe inananları da çeşitli ürünlerle rızıklandır” diye dua etmişti. Allah buyurdu ki: İnkâr edene de az bir süre dünya nimetleri veririm, ama sonunda onu cehennemin azabına sürerim. O ne kötü bir sondur!  İbrahim İsmail’le birlikte o evin temellerini yükseltiyordu: “Ey rabbimiz! Bizden bunu kabul buyur; şüphesiz sen işitensin, bilensin.” (Bakara 2/126-127) 

İbrahim’in (as) duası karşılık bulmuş, çölün ortasında ziraata elverişsiz bir yerde kurulan kutsal şehir Mekke, bereket ve cömertlikle anılan bir şehir olmuştur. Bu cömert şehre yüzyıllar sonra, aynı misyonun takipçisi yeni bir önder, Hz. Muhammed (sav) peygamber olarak gönderildi. Mesajına yaratan Rabbimizin adıyla işe girişelim; bu şehir, köle/hür, zengin/fakir, asil/avam fark etmez hepimizin ortak evidir; yönetmek sadece altın tabiatlılara, “Ebu’l-Hakem” lakaplılara has bir meziyet değildir diyerek başladı. Bu çağrının ne anlama geldiği anlaşıldığında ise, bir avuç insanla doğduğu şehri terk etmek ve Yesrib’e hicret etmek zorunda bırakıldı.

Hz. Muhammed (sav) üzerine yüklenen misyonun farkında olarak mücadelesine yeni bir mekânda devam etti. Yesrib’in yeni adı “Medine” yani şehir oldu. Hicretle başlayan bu yeni şehir kurma hamlesi, İslam inanç sisteminin her yönüyle miladı oldu. Evin ve şehrin inşasıyla birlikte insanın da inşasına başlandı. Yeni şehirde gerçekleştirilen ilk faaliyet yine değişmedi. İbadet için bir bina yapıldı. Bu yapıda ibadethane ile ev, okul, misafirhane iç içe geçmişti. Mezralar ibadet için yapılan evin ekseninde birleşti. Şehir yeni bir odak noktası elde ederek asli kimliğine kavuştu. 

Sonra gelenler için örnek alacakları bir model ortaya kondu Medine’de. Tüm insanlığa bir şehrin nasıl kurulacağı öğretildi. Müslümanlar bu örnekten hareketle Basra, Kufe, Fustat, Bağdat gibi yeni şehirlerini kurdular. Kuruluşundan itibaren 30 yıl içinde Kufe’nin nüfusu 100.000’in Basra’nın nüfusu ise 200.000’in üzerine çıktı. Nil’in doğu sahilinde 640 yılında Amr ibnu’l-As tarafından kurulan Fustat, sonradan Kahire şehrinin çekirdeğini teşkil etti.  762’de Abbasi Halifesi El-Mansur tarafından yeni başkent olmak üzere kurulan Bağdat ise 40 yıl içinde 2 milyon nüfusa erişti. Yeni kurulan bu şehirlerle birlikte İspanya ve Kuzey Afrika’dan Hint Okyanusuna kadar uzanan bölgede Kordoba, Sevilla, Tuleytula, Fez, Kayravan, İstanbul, Şam, Belh, Buhara, Semerkand gibi pek çok şehir İslam hakimiyetine girdi. Medine’de ortaya konulan şehir modeline göre yeniden örgütlendi.

İslam şehrine farklı coğrafyalarda ve tarihsel kesitlerde verilecek başka pek çok örnek bulunabilir. Ancak bu modelin son ve en gelişmiş örneği Osmanlı şehirlerinde görünür. Bu görüşü destekleyen Turgut Cansever, İslam şehrini insanlık tarihinin çok müstesna bir ürünü olarak niteler ve Osmanlı şehirlerini mekânsal planda bu sistemin en parlak örnekleri olarak gösterir. Cansever’e göre Osmanlı şehri iki temel özelliğiyle ön plana çıkar. Şehirde hâkim irade görünür değildir ve Osmanlı şehri kendiliğinden oluşmuş bir güzelliği yansıtır. Siyasal otorite yeni kurulan şehre planlama yoluyla müdahale etmemiş, şehir kurmak bir üst ilke olarak dünyayı güzelleştirme idealinin parçası olarak düşünülmüştür.

Nizam-ı âlem ilkesinin simgeleşmiş hali olan Osmanlı şehri, sadece mekânsal bir tekâmülün sonucu olarak öne çıkmaz. Aynı zamanda ortalama insanın hayatına huzur ve güven getirmeyi de kendisine hedef olarak koyar. Fatih Sultan Mehmet’e atfedilen; “Hüner bir şehir bünyad etmektir, Reayâ kalbin âbad etmektir” dizeleri bu hedefin ifadesidir. Burada şehir kurma eylemi ile “dâire-i adalet” ilkesinin ana fikrini oluşturan halkın huzuru ortak bir ideal olarak dikkat çeker.

Şehirde refahın artması ve huzurun sağlanması bir başka erdemin, cömertliğin ön plana çıkmasını sağlamıştır. Osmanlı şehirlerinde her sosyal katmanda ve farklı fonksiyonlarda karşımıza çıkan vakıflar cömertlik ahlakının tezahürleridir. Cömertliğin en yüksek derecesi ihtiyaç sahibi olsun veya olmasın bütün insanlara yardımda bulunmayı gerektirir ve kerem olarak adlandırılır. Nitekim vakfiyelerde bu özelliğe vurgu için “âyende ve revendeye” hizmetten bahsedilir. Yani gelir seviyesi veya sosyal statüsü ne olursa olsun gelen geçen herkese ikramda bulunulması emredilir. Cömertlik ve kerem ahlakının somutlaşmış hali olan vakıflar, Osmanlı şehir hayatının sosyal, ekonomik ve fiziki planda ayrılmaz parçası olarak her köşede karşımıza çıkar.

Osmanlı şehirlerinin kuruluşundan itibaren fiziki yapısında asıl belirleyici yenilik, vakıflar aracılığıyla külliye-imaret siteleri tesis ederek şehirleri geliştirmektir. Çok işlevli merkezler olan imaret siteleri, şehirlere kamu hizmetlerinin gelmesini ve ticari hayatı geliştirecek pazarların kurulmasını sağlamıştır. Bu tesisler cami, medrese, hastane, misafirhane, aşevi, su yolları, çeşme ve sebiller, yol ve köprüler ile bunların bakımları için gelir getiren han, hamam, çarşı, değirmen vb. yapılardan oluşurdu. Bazen bir şehrin yeni baştan kuruluşunda bazen de var olan bir şehrin topyekûn dönüşümünde vakıflar tarafından inşa edilen bu imaret siteleri pay sahibi oluyordu.

Osmanlı şehrinde, şehir merkezindeki çarşıların mülkiyeti vakıflara tahsis edilerek merkezde oluşacak spekülatif kazancın ve rantın da önüne geçilmiş, buradan doğan artı değer hayrata özgülenerek şehrin sağlık, eğitim, sosyal yardımlaşma vb. ihtiyaçları temin edilmiştir.  Böylece şehrin şerefiyesi hizmet olarak şehirliye aktarılmıştır. Bu sistemle şehirde rantiye ekonomisinin yarattığı ekonomik, sosyal ve politik yozlaşmanın sınırlı kalması sağlanmıştır.

Modern dönemde insanlık olarak her zamankinden daha fazla şehirlerde ve metropollerde yaşıyoruz. Günümüzde Dünya nüfusunun %55’i, Avrupa ve Türkiye nüfusunun ise yaklaşık %75’i şehirlerde meskûn. Ancak bu nüfus kesafetine rağmen gerçekten şehirli olup olamadığımız konusunda istifhamlarımız var. Mekânı değerli kılanlar mekânda yaşayanlar, orada mekîn olanlardır (şerefü’l-mekân bi’l-mekîn). Şehirleri değerli kılmak için ortak yaşamın kurallarını belirleyen, ortak kabullere yaslanan şehir ilmihallerimizi yazabilmeliyiz. Bu çerçevede şehirli olabilmek ve şehir ahalisi olarak birlikte yaşayabilmek için, yukarıda özetlediğimiz tarihsel değerleri yeniden hatırlamakta ve imkân ölçüsünde canlandırmakta fayda var. Kanaatimizce yeni ve yeniden şehirler kurabilmek ancak bu hattıhareket üzerinde olmakla mümkün olabilir.

Ünal Çamdalı –

A Millî Futbol Takımı, Avrupa Futbol Şampiyonasında grubundaki tüm maçları kaybetti. Oynadığı üç maçta sekiz gol yedi, ancak bir gol atabildi. İtalya’ya 3-0, Galler’e 2-0 ve son maçında da İsviçre’ye 3-1 yenilip grup sonuncusu olarak şampiyonaya veda etti. Hâlbuki turnuvaya çok büyük umutlarla ve hayallerle gitmişti. Pek çok kişi Millî Takımın final oynayacağına bile inanmıştı. Fakat sonuç hiç beklendiği gibi olmadı, tam bir hayal kırıklığı yaşandı.

Daha önce yazmış olduğum bir yazıda (A Milli Futbol Takımı ve Türk Futbolu’nun Genel Yapısı, Kayseri Haber, 19.06.2021) ifade ettiğim üzere, 83 milyonluk Türkiye’nin, İtalya gibi ekol oluşturmuş bir takım karşısında yenilmesi, (3-0’lık skor çok olsa da) hadi olabilir diyelim. Ancak yaklaşık 3 milyonluk Galler ile 8 milyonluk İsviçre karşısında, hem de Bakü’de aldığı yenilgiler, oldukça acıdır. Ortaya konulan oyun ise futbol bakımından düşündürücüdür. Konuya ülkelerin nüfus sayısı açısından bakıldığında niceliğin hâkimiyetinin futbolda geçerli olmadığı, nicelik kadar niteliğin de önemli olduğu görülmektedir. Tüm bunlara karşın niteliğe bakarken niceliği de göz ardı etmemek gerekir.

Türk Millî Takımı şampiyonada maalesef varlık gösteremedi; daha doğrusu mücadele edemedi. Daha çok savunma yapan bir oyun sergiledi. Özellikle İtalya karşısında çok çekingendi. Oyuncularımız sahaya çıkarken sanki maçı zihninde kaybetmiş, mağlubiyeti de kabul etmiş bir psikoloji içerisindeydi. Birinci yarıyı 0-0 tamamlamış olması, sanıyorum büyük başarı şeklinde algılandı. Bu durum sadece futbolcular için geçerli değil gibiydi. Maçın devre arasında, bir Türk TV kanalında, yorumcuların İtalya’yı yere göğe sığdıramayarak 0-0’lık skoru, Millî Takım açısından büyük bir zafer olarak sunmaları da manidardı. Kendi kendime iyi ki bizim futbolcularımız bunları duymuyor demiştim. Ancak ikinci yarıda, onlar da bunları duymuşçasına daha pasif bir oyun ortaya koyarak İtalya’nın 3 gol atmasına engel olamadı.

Takımımız benzer oyun sistemini Galler ve İsviçre maçlarında da gösterdi. Atak yapmaktan ziyade savunma yaptı ve top çevirdi. Rakibe hücum ederken tekrar savunmaya çekildi. Maç izlerken zaman zaman kalemizin yerini şaşırdım(!). Hele Galler maçında son dakikaların bizim kalede geçmesi, ikinci golü göz göre göre getirdi. Son maçta ise Millî Takım İsviçre karşısında başta iyi oynamasına rağmen ilk golden sonra tüm iddiasını ve ümidini kaybetmiş, bir ruh haline büründü. Adeta dağıldı ve akıbet de kaçınılmaz oldu. Attığımız tek gol, şampiyonada elde ettiğimiz en büyük başarı ve avuntu kaynağımız oldu.

Futbol oyununun geçmişinin milattan önceki yıllara dayandığı belirtilmektedir. Türklerin de çok eski devirlerde futbola benzeyen tepük adı verilen oyun oynadığı, bilimsel çalışmalarda dile getirilmektedir. Ancak modern futbol kurallarının 19. yüzyılın ortalarında, İngiltere’de ortaya çıktığı bilinmektedir. Kuralların belirlenmesinde, kültürün de mutlaka etkisi vardır. Dolayısıyla örneğin Brezilya ve Arjantin gibi başarılı Güney Amerika Kıtasının ülkelerini saymazsak günümüzde futbolu daha çok Avrupa oyunu olarak kabul etmek, pek de yanlış olmayacaktır. Zira eski bir İngiliz futbolcusuna göre futbol “bir topun 90 dakika boyunca 22 kişi tarafından kovalandığı fakat sonunda hep Almanların kazandığı bir oyundur”. Ayrıca İngiltere, İtalya, Fransa, Almanya, İspanya vb. takımların oyun tekniği ve başarıları, önermeyi desteklemektedir. Türkiye, Macaristan, Finlandiya, Kuzey Makedonya gibi ülkeler Avrupa’da olmalarına karşın futbol tekniği açısından onlardan farklı oyun sergilemektedir. Dolayısıyla Türk ve akraba kavimlerin bu oyuna olan ilgi ve yetenekleri, Avrupalılara benzememektedir. Bize ve bize benzeyen milletlere mahsus olarak futbolda yeni bir teknik mi geliştirmek gerekir? Bunu uzmanlar değerlendirmelidir.

Son zamanlarda futbol ülkemizde çok rağbet gören bir spor dalı olmuştur. Eskiden dinî hassasiyetler yüzünden bu oyuna soğuk bakılırdı. Anne ve özellikle de babalar çocuklarının futbol oynamasına asla müsaade etmezdi. Futbol adeta onlardan kaçamak oynanırdı. Şimdi ise koşullar çok değişti. Ebeveynler çocuklarının futbol oynaması ve profesyonel olması için çok yoğun çaba sarf etmektedir. Zira günümüzde futbolcuların kazançları hatırı sayılır seviyelerdedir. Kaldı ki ülkemizde en fazla yatırım, sanırım futbola yapılmaktadır. Son yıllarda yapılan sahalar ve teknik altyapılar, bu alanda yapılan ciddi yatırımlar olarak göze çarpmaktadır. Ancak tüm bunlara rağmen Türk futbolu istenen seviyeye bir türlü çıkamamaktadır. Ortada ciddi sıkıntıların ve sorunların olduğu düşünülmektedir. Türk futbolunun kaotik bir yapısı ve entropi düzeyinin de yüksek olduğu bellidir. Konuyla ilgili basında pek çok haber ve yorumlar da yapılmaktadır. Eski bir futbol teknik adamının ifadesiyle Türk futbolu entropi hastalığına yakalanmıştır. Sorunlar ve hastalıklarla ilgili genel bir değerlendirmeyi, yukarıda belirttiğim yazımda ortaya koymaya çalışmıştım.

Takım oyunlarında başarı nasıl ki bir kişiye indirgenemez ve salt onunla açıklanamaz ise başarısızlık da benzer şekilde bir kişiye indirgenemez ve açıklanamaz. Fazla başarılı olamayan oyuncuları sahada tutmasındaki ısrarlı tavrı, doğru oyuncu değişimi yapmaması gibi eleştiriler alsa da tüm sorumluluğu sadece Şenol Hoca’ya yüklemek, adil olmayacaktır. Hatta haksızlık olacaktır. Şampiyona, hangi hataların yapıldığını göstermesi açısından değerlendirilebilir. Millî ve diğer ulusal takımların lehine çevrilebilir. Fakat genel olarak hatalar da şu şekilde sıralanabilir: Daha tecrübeli futbolculara yer verilmeyerek tamamen genç oyunculardan oluşmuş bir takım kurmak sanki yanlıştı. Takımda, genç oyunculara liderlik ve ağabeylik yapacak eski oyunculardan Galatasaraylı Hacı’ya, Fenerbahçeli Emre Belözoğlu’na veya Konya Sporlu Ali Çamdalı’na benzer en az bir oyuncunun olması, galiba gerekiyordu. Zira genç oyuncuları, oyun esnasında koordine ve isteklendirecek (motive edecek) bir isim sahada yoktu. İsteksiz oynadıkları gözlendi. Takımda isteklendirme (motivasyon) problemi vardı. Oyun taktiğinden ve stratejisinden uzaktılar. Dağınık bir yapı da sergilediler.

Bununla birlikte başarılı Avrupa takımlarında olup da bizde olmayan nedir? Bilimsel eksiklik mi, teknik altyapı yetersizliği mi, kendimize has tarzımızın ve stratejimizin olmaması mı gibi soruların yanıtları da objektif ve tarafsız hem de bilimsel şekilde belirlenmelidir. Bunlar belirlenirse faydalı dersler elbette çıkartılacaktır.

Günümüz dünyasında uluslararası müsabakalar ülkelerin ekonomik, teknik ve bilimsel altyapılarının düzeyinin gösterimi açısından da önemlidir. Aynı zamanda bunlar dünyaya bir mesaj niteliği de taşımaktadır. Soğuk savaş döneminde, özellikle ABD ile Sovyetler Birliği’nin ezeli rekabeti, sadece ekonomik ve askerî alanda değil spor alanında da kendini hissettirirdi. Dolayısıyla konuya salt oyun açısından bakmak doğru değildir. Ayrıca sporun ciddi ekonomisi de söz konusudur. Bugün pek çok ülkenin spordan elde ettiği gelir çok yüksek seviyelerdedir. Bizde ise kulüplerin borçları hep gündemdedir.

Taşıma suyla değirmen dönmeyeceği gibi dışardan gelen sporcuların başarılarına dayanan Türk sporu da ilerleyemez. Çoğunluğunu yabancı futbolcuların oluşturduğu futbol takımlarının ulusal liglerde maç kazanmaktan öteye gidemeyeceği bellidir. Kaldı ki yabancı oyuncuların pek çoğunun yaş ortalamalarının da yüksek olduğu ve diğer ülkelerdeki başarılı takımlarda yer bulamayanlardan oluştuğu belirtilmektedir. Hatta birkaç yıl önce basında yayınlanan bir habere göre Avrupa ülkelerinin futbol liglerinde oynayan oyuncuların yaş ortalamasının en yüksek olduğu ülke Türkiye olarak tespit edilmiştir. Aynı haberde, takımlarda altyapıdan yetişerek gelen oyuncuların en az sayıda olduğu ülke yine Türkiye olarak verilmiştir.

Millî takım kadrosunun önemli bir kısmını, yurt dışındaki kulüplerde oynayan gurbetçi çocuklar oluşturmaktadır. Ülkemiz futbolu yabancı oyuncular olmasa ulusal takımlar, gurbetçi çocuklar olmasa da millî takım oluşturulamayacak şeklindeki bir yapıya dönüşmüştür. Gelinen noktanın bilimsel olarak sorgulanması ve analizinin yapılması, Türk futbolunun geleceği açısından önem ifade etmektedir. Konu yalnız futbolu değil diğer spor dallarını da ilgilendirmektedir.

Şenol Hoca’nın da basın toplantısında ifade ettiği gibi başarısızlıklardan daha çok dersler çıkartılabilir. Umuyorum! Elde edilen sonucun değerlendirilmesi yeterince yapılır ve konuyla ilgili önlemler mutlaka alınır. Aksi takdirde ülke ve millet olarak daha çok benzer sıkıntılar yaşamamız, entropi yasası gereği muhtemeldir. Kaldı ki tüm bunlar sadece ülkemizin spor ile ilgili geleceğini değil gençliğinin geleceğini de ilgilendirmektedir.

Not: Şampiyonada ölüm grubu olarak tanımlanan F Grubu’ndan çıkamamasına karşın gösterdiği üstün başarımdan (performanstan) dolayı Macaristan Millî Takımını yürekten kutluyorum.

İbrahim Karataş –

Basra Körfezinin fiziki ve nüfus olarak en küçük ülkelerinden biri olan Katar, dış politikada bölgenin en etkili ülkelerinden biridir. Osmanlı’dan sonra İngilizlerin kontrolüne geçen Emirlik, 1971’de Bahreyn’le birlikte şimdiki Birleşik Arap Emirliklerini (BAE) oluşturan yedi emirliğe katılmayarak bağımsızlığını ilan etti. İkinci Dünya Savaşı sırasında insanların açlıktan öldüğü ülke, 1990’ların başına kadar ekonomik zorluklarla mücadele etmeye devam etti. Katar bu yüzden komşu Arap ülkelerin maddi destekleriyle ayakta kalmaya çalıştı. Ancak bu küçük ülke 1990’larda doğalgaz yataklarının bulunmasıyla birlikte hızla zenginleşmeye başlayarak toparlanmaya ve bölgede etkili olmaya başladı.

Aslında Katar’ı son 30 yılda mevcut uluslararası konumuna getiren olay 1995’te yapılan kansız bir darbeydi. Katar bağımsızlığından beri Suudi Arabistan’ın adımlarını takip eden, güvenliğini bu ülkeye emanet etmiş ve kendine münhasır bir dış politikası olmayan bir ülkeydi. Ancak Kuveyt’in Saddam Hüseyin rejimince işgali ve körfezde tek orta büyüklükte devlet olan Suudi Arabistan’ın ‘koruyucu abilik’ görevini yerine getir/e/memesi diğer ülkeleri endişelendirmişti. O dönemin Katar Savunma Bakanı Hamad Bin Halife Es-Sani, babası Emir Halife Bin Hamad Es-Sani’nin Suudilerin sözünden çıkmamasından razı değildi. Bu nedenle 1995’te babası yurtdışında tatildeyken yönetime el koydu. Babası, Suudi Arabistan ve BAE’nin yardımıyla karşı darbe yaptı ama başarılı olamadı.

Yeni Emir Hamad Es-Sani bir yandan ülkesine bağımsız yeni bir yol çizerken diğer yandan da babasının darbesine destek veren Suudi Arabistan, BAE, Bahreyn ve Mısır’dan intikam almak için uğraştı. İç ve dış politikada bir dizi reformlara başladı. Reformların en önemli özelliği, ülke nüfusça ve askerî bağlamda küçük olduğu için hedeflerin yumuşak güç ile gerçekleştirilmeye çalışılmasıdır. Emir Hamad işe Ortadoğu’da bilgi ve medya sansürü için hemen her ülkede bulunan EnformasyonBakanlığını (Ministry of Information) lağvetmekle başlar. Aslında mezkûr bakanlığın ortadan kalkması Katar’da çok bir şeyi değiştirmez. Çünkü halk zaten zengin olduğu için muhalefet edilecek fazla konu yoktur. Ayrıca ülkede doğru dürüst bir muhalefet de yoktur. Ancak sansürsüzlük politikası en çok hasımlık besleyen komşu ülkeleri hırpalayacaktır. Çünkü Emir Hamad iktidara geldikten bir yıl sonra El Cezire televizyon kanalını kurar. Yeni televizyonun asli görevi Arap rejimlerin halkın görmesini istemediği haberleri vermesi olur. El Cezire haberciliği bölgede büyük dikkat çeker ve otoriter rejimleri rahatsız eder. Ancak tepkilere rağmen Emir Hamad’ın kendisine darbe yapanlara karşı geri adım atmaya niyeti yoktur. Kanal zamanla yayın süresini ve ağını genişleterek daha çok insana ulaşmaya başlar. Sonuç olarak birkaç yıl içinde en çok izlenen kanal haline gelir.

Doha merkezli kanal, bölgesel olaylardaki yayın çizgisiyle de dikkat çeker. Örneğin 2001’deki İkinci İntifada’da yaptığı Filistin yanlısı yayınlar Arap dünyasının teveccühünü kazanır. Amerika’nın Afganistan ve Irak’ı işgalindeyse bombalanan şehirlerden yaptığı yayınlarla Batı medyasının bilgi üzerindeki tekelini kırar. El Cezire muhabirleri ayrıca Usame Bin Ladin ve Saddam Hüseyin’le röportajlar yaparak işgallere alternatif bir boyuttan bakar. Ancak bunun bedeli El Cezire muhabirlerinin ABD bombardımanıyla öldürülmesi olur.

El Cezire günümüz itibariyle on küsur kanalla yayın hayatına devam etmekte olup BBC ve CNN gibi Batı menşeli televizyonlardan sonra en çok izlenen TV networku olarak bilinmektedir. Katar hükümetinin fonladığı mezkûr medya grubu an itibariyle ülkenin en önemli yumuşak güç enstrümanıdır. Bölgede benzer bir medya gücü olmadığı gibi dünyada da muadili pek azdır.

El Cezire’nin başarısı diğer ülkelere de örnek olmuş ve birçok yabancı kanal Arapça yayınlara da başlamıştır. Ayrıca Suudi Arabistan El Cezire yayınlarıyla baş edebilmek için El Arabiye televizyonunu kurarken, El Cezire’den ilham alan Venezuela TeleSur’u ve ABD El Hurra’yı kurmuştur. İsrail de benzer bir kanal kurmayı planlamış fakat sonradan vazgeçmiştir.

Bölgede medya kontrolünü eline alan Emir Hamad, El Cezire’nin etki gücünü de arkasına alarak bölgesel sorunlara müdahil olmaya başlamıştır. Yanına kuzeni olan dönemin Başbakanı ve Dışişleri Bakanı Hamad Bin Casim Es-Sani’yi de alan Emir Hamad, dış politikada güvenilir bir aracı ülke imajı olmaya çalışmış ve Arap Baharına kadar da başarılı olmuştur. Sudan, Lübnan, Afganistan, Yemen ve Somali gibi birçok ülkede çatışan tarafları Doha’da toplayan Katarlılar, görüşmenin başarılı olması için ilgili ülkelere maddi yardımlarda da bulunmuşlardır. Söz konusu taktik işe yaramış ve Doha birçok çatışan tarafın buluştuğu ve müzakerelerde bulunduğu bir başkent olmuştur. Böylelikle Doha’yı Ortadoğu’nun Cenevre’si yapma gayesi de kısmen gerçekleşmiş olur. Diğer yandan, oluşan güven ortamı Katar’a yatırım kapılarının açılmasına vesile olmuş ve birçok Katarlı firma aracılık edilen ülkelerde tavizler sayesinde yatırım yapmıştır. Dolayısıyla siyasi kazancın yanı sıra ekonomik kazanç da elde edilmiştir.

Ne var ki 2010 yılının sonunda başlayan Arap Baharı, Katar’ın dış politikasında radikal değişikliklere neden olmuştur. Daha önceleri güvenilir aracı rolünü benimseyen ve bu sayede prestiji artan Katar, birden müdahaleci bir ülke konumuna gelmiştir. Katar bu amaçla Müslüman Kardeşler grubunun bölgedeki networkundan istifade etmiştir. Ayrıca halk isyanlarında El Cezire televizyonunu aktif olarak kullanmakla kalmamış, aynı zamanda Libya, Mısır ve Yemen gibi ülkelerde televizyon istasyonları kurarak rejimlerin devrilmesi için uğraşmıştır. Katar yönetimine göre halk devlet yönetimine katılırsa bölgenin sorunları biterdi. Ancak otoriter rejimler öyle düşünmüyordu. Bilhassa Suudi Arabistan ve BAE halk devrimlerinin başarılı olmaması için elinden geleni yapmış ve bazı ülkelerde diktatöryal rejimlerin ayakta kalmasını sağlamışlardır. Arap Baharının sonunda bir tek Tunus’ta demokrasiye geçilmiştir. Dolayısıyla Katar’ın hayal ettiği demokratik halk devrimleri başarılı olamamıştır. Dahası, Katar, devrimlerin olduğu ülkelerde belli grupların yanı sıra diktatörlere destek veren diğer ülkeler tarafından düşman olarak görülmüştür. Suudi Arabistan, BAE, Bahreyn ve Mısır bu yüzden 2014 yılında, yani Emir Hamad görevi oğlu Emir Tamim’e devrettikten bir yıl sonra, büyükelçilerini Doha’dan çekmişlerdir.

Anlaşmazlıklar devam etmiş ve söz konusu dört ülke 2017’de ABD Başkanı Donald Trump’ın da yeşil ışık yakmasıyla Katar’ı üç buçuk yıl süren bir blokaja almışlardır. Öyle ki ülkeye gıda girişine bile engel olunmuştur. Ancak blokajın verdiği zarar Türkiye ve İran’ın destekleriyle azaltılmıştır. Katar, blokaj döneminde de politikalarını değiştirmemiş ve mezkur ülkelere taviz vermemiştir. Söz konusu ülkelerin blokajın kaldırılması için öne sürdüğü şartları arasında El Cezire’nin kapatılması, Türk askerî üssünün kapatılması, İran’la ilişkilerin bitirilmesi, teröre (Hamas ve Müslüman Kardeşler kastediliyor) destek verilmemesi gibi kabul edilemez şartlar olduğu görülebilir. İlgili maddeler iyi incelendiğinde ne kadar çelişkili olduğu da görülebilir. Örneğin BAE’nin de İran ile olan ilişkileri gayet ileri düzeydedir. Müslüman Kardeşlerin terörist olduğu iddiası sadece blokajcı ülkelerin iddiasıdır. Hamas’ın blokajcı ülkelerle bir sorunu yoktur. Türk üssünden rahatsız olan dört ülke Amerikan üssüne ses çıkarmamıştır.

Arap Baharındaki müdahaleci tavrı yüzünden komşularıyla savaşın eşiğine gelen Katar’ın, imajı zedelenmiş olsa da, tekrar eskisi gibi aracı ülke rolüne dönmeye çalıştığına dair emareler bulunmaktadır. Ancak eski prestijini kazanması için biraz daha zamana ihtiyaç duyduğu muhakkaktır. Fakat dünya kamuoyu nezdinde imajını yükseltmesi, bölgedeki imajına göre daha kolay olacaktır. Çünkü Katar şu sıralar FIFA 2022 Dünya Kupasına ev sahipliği yapmaya hazırlanıyor. Doğrusu böyle bir organizasyonu düzenlemek küçük bir ülke için çok büyük başarıdır. Bir kere Katar futbolla anılan bir ülke değil. Bölgenin de futbolda gözle görülür bir başarısı yok ve futbola olan ilgi diğer kıtalar kadar değil. Daha da ilginci, müsabakalar sıcak iklim nedeniyle yaz yerine kış mevsiminde yapılacak. Katarlılar bir nevi imkânsızı başararak üç milyar insanın dikkatini bir ay boyunca çekecek ve kendi tabirleriyle insanların haritada ülkelerini bulmalarını sağlayacaklar. Bölgenin kötü imajıyla anılmak istemeyen ülkenin başarılı olup olmayacağını zaman gösterecektir. Ancak bazı uzmanlara göre Katar, organizasyonu düzenleme hakkını kazanarak zaten istediğini elde etmiş oldu.

Bahsi geçen tüm başarıların nedeninin ekonomik güç olduğu şüphe götürmez bir gerçektir. Katar 300 bin gerçek nüfusa ve yıllık 200 milyar dolarlık bir GSMH’ye sahip. Doğalgaz kaynaklarının bir gün tükeneceğini bilen ülke yönetimi, ekonomik gelirlerini çeşitlendirerek yeraltı kaynakları olmadan da ayakta kalmayı planlamaktadır. Bu konuda da epey bir mesafe alındığı söylenebilir. Örneğin Shell, Siemens, Volkswagen ve Mercedes gibi dev global firmalarda hatırı sayılır miktarda Katar hissesi bulunmaktadır. Türkiye’de bile BMC, Digiturk ve Beymen gibi bazı önemli markalarda Katar hissesi bulunmaktadır. Ayrıca dünyanın en büyük şehirlerinde en pahalı bazı gayrimenkuller Katarlılara aittir. Öte yandan, ülke kendi markalarını da büyütme politikası izlemekte olup El Cezire, BeIn Sports, Ooredoo, QNB ve Qatar Airways gibi global markalar oluşturmuştur. Söz konusu şirketlerden elde edilen gelirler bir yana, yurtdışına yapılan yatırımlar yeni dostlar da kazandırmaktadır. Belki de bu sayededir ki blokaj döneminde dünya ülkelerinin çoğu Katar’ın yanında durmuşlardır.

Söz konusu dostluklar ve desteğin yumuşak güç sayesinde olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Katar’ın yumuşak gücü ustaca kullanması ve başarılı olması, bu gücün ihmal edilmemesi gerektiği gerçeğini ortaya çıkarmaktadır. Katar yumuşak güç sayesinde (1) Amerika gibi batı ülkelerinde imajının zedelenmesine engel olmuş, (2) blokaj gibi ağır bir yaptırımdan az zarar görmüş, (3) yaptığı yardımlar ve yatırımlar sayesinde yeni dost ve müttefikler edinmiş ve (4) FIFA Dünya Kupası gibi organizasyonlara ev sahipliği yaparak imajını müspet yönde yükseltmiştir.

Katar’ın başarısı aynı zamanda realist teoride çokça geçen küçük ve savunmasız bir ülkenin kolayca yem olacağı tezini de sorgulatmaktadır. Yine aynı bağlamda gücün sadece askerî güç olmayacağını da göstermektedir. Çünkü eğer ki tek mesele askerî güç olsaydı bugün Katar işgal edilmiş olacak ve muhtemelen BAE’nin bir emirliği olacaktı. Ancak yumuşak gücü sayesinde diğer aktörlerin gücünden de istifade etmiş ve kendisini korumayı başarabilmiştir.

Dahası, zayıf bir ülke gibi davranmak yerine orta büyüklükte bir devlet gibi davranmaya başlamış ve bilhassa bölgesinde söz sahibi bir ülke olmuştur. Biz de Katar’ı küçük bir ülkeden çok orta büyüklükte bir devlet olarak görmekteyiz ve diğer ülkelerin Katar’ı dış politika bağlamında model olarak kullanması gerektiğini önermekteyiz. Ancak makalemiz Katar’da Emir Hamad, eşi Muza Bint Nasır ve oğlu ve aynı zamanda mevcut Emir Tamin Bin Hamad’ın kişisel katkılarını da göz ardı etmemektedir.

Sonuç olarak, eğer bir ülkede imkânlar ve bu imkânları iyi kullanacak yöneticiler varsa o ülkenin başarılı olmaması için hiçbir neden kalmamaktadır. Katar öyle bir örnek ki, birçok uluslararası ilişkiler teorisi bu ülkenin başarısını kendi argümanlarıyla izah etmekte zorluk çekmiştir. Bilhassa kendisi gibi küçük birkaç ülke ile birlikte (İsrail ve BAE gibi) küçük ülkelerle ilgili yapılan tartışmalara yeni bir boyut kazandırarak mevcut literatürü sarsmış ve sorgulatmıştır.