Ömer Demir –

Konuya YÖK Başkan Vekili olarak görev yaptığım dönemlere ait iki anekdotla başlayacağım. İlki hukuk fakültelerinin öğrenci almasına dönük bir karar ile ilgili. Bir hocanın YÖK’ün icraatlarıyla ilgili çok önemli bir konuyu benimle görüşmek istediğini söyledi sekreter. “Neymiş çok önemli şey” dediysem de “Size söylemek istiyormuş, bize söylemek istemedi” dedi. “Randevu almak için de iyi bir taktik” diye geçirdim içimden, ama konuyu da merak ettiğim için ertesi güne randevu verdim. Konunun bir şekilde öğretim elemanı kadrolarıyla ilgili olduğunu düşünüyordum. Zira bireysel olarak öğretim üyeleri genelde bu konu çerçevesinde randevu talep ederlerdi YÖK’ten.

Daha önce tanışmadığımız bir hoca, elinde ateş tuğlasından daha kalın bir kitapla geldi randevuya. “Buyrun” dedim “Çok merak ettim bana söylemek istediğiniz bu önemli şeyi.”

“Hocam yaptığınızın farkında mısınız bilmem ama hukuk fakültesi hocalarını birinci ve ikinci sınıf diye ikiye böldünüz” dedi hemen, biraz da kızgın bir tonla. Önüme koyduğu kitabın üzerinde İş ve Sosyal Güvenlik Hukuku yazıyordu. Kitabı şöyle bir çevirdim, ne dediğini kitaba bakarak anlayamayacaktım. “Ne yapmışız ki” dedim. “Yeni bir karar aldınız ya hukuk öğretimiyle ilgili” diye girdi söze, kendinden gayet emin ve biraz da hesap sorar bir tarzda.

O günlerde alınan anayasa hukuku, medeni hukuk, ceza hukuku, ticaret hukuku gibi en az beş anabilim dalında birer hocayı kadrolu olarak temin etmeyen yeni kurulmuş hukuk fakültelerine öğrenci alma izni verilmeyeceğini içeren bir karardı kastettiği. Hukukçu olan diğer başkan vekili hocamızın YÖK Genel Kuruluna getirdiği, tereddütsüz oy birliği ile geçen ve gayet isabetli olduğuna herkesin kani olduğu bir karardı bu. Amaç, hukuk öğretiminde ilk sınıftan itibaren en az beş anabilim dalında birer kadrolu öğretim üyesi temin edilmesini ön şart koşmaktı. Birinci sınıftaki derslerin hocaları hazır, diğerlerini de öğrenciler ilerledikçe temin ederim diyerek YÖK’ün kapısını aşındıramayacaktı rektörler. Böylece ilk kez hukuk eğitiminde asgari bir hoca sayısı standardı da getirilmiş; yeterli hoca kadrosu olmadan eğitime izin verildiği eleştirileri tarihe karışmış; hangi bölümlere öğrenci alma izni verileceği de gayet şeffaflaştırılmış; kadro ve altyapı bakımından aynı durumda olan bazı üniversitelere hukuk öğrencisi alınmasına izin verilirken diğerlerine verilmediği dedikodularına da son verilmiş olacaktı. En azından amaç buydu.

Konuğum YÖK’ü, bu gerekçelerle çıkarılan bir düzenleme için eleştiriyor olamazdı. Ben hızla bunları düşünürken devam etti hoca: “Aldığınız kararlarda bazı anabilim dallarının hocalarının teminini şart koşmuşsunuz”. “Doğru” dedim, “Hiç olmazsa beş anabilim dalının hocalarını kadrolu olarak temin etmiş olsun, diğerlerini de süreç içinde temin eder diye düşündük.”

“Sahi, öyle mi düşündünüz” dedi hoca gülerek. “Başka ne düşünebiliriz ki” dedim, ben de biraz hayret ve kızgınlık karışımı bir sesle. “Başka ne amacımız olabilir ki” diyerek ekledim, kızgınlığımı açıkça hissettirerek. “Siz” dedi “hocam, siz bu kararınızla bizleri ikinci sınıf, saydığınız anabilim dallarının hocalarını da birinci sınıf hoca konumuna getirdiniz. Şimdi bize arkadaşlar şakavari ‘YÖK sizin anabilim dalınızı zorunlu eğitimden saymadı ki, yani olmasanız da olur demek istiyor’ demeye başladılar. Hocaların birbirine bakışı, yönetimin hocalara bakışı hemen değişti. Kararınızda saydığınız beş anabilim dalının hocaları karaborsaya bindi, devlet veya vakıf üniversitelerinde tüm yeni fakülte dekanları onların peşine düştü, sadece onları temin etmeye çalışıyor. Biz adeta hoca değilmişiz muamelesi görmeye başladık. Vakıf üniversiteleri bize gelir misiniz diye teklif bile etmeden, onlara iki kat maaş öneriyorlar. ‘Zaten sizi alsak da asgari şarttan sayılmayacağı için pek bir anlamı yok, ders vermek için sizi çağırırız’ diyorlar” dedi. Çok şaşırdım, adeta şok oldum. Cevap verebileceğim bir eleştiri ile karşılaşacağımı ve “yine” bir yanlış anlaşılmayı gidereceğimi zannetmiştim, oysa. Ama bu açıklama karşısında bir şey diyemedim. (Hocamızın adını hatırlamıyorum, bu yazıyı okuyorsa, bu vesile ile bir selam verirse sevinirim.)

Biz ne amaçla düzenleme yaptık, sonuçta neler oldu! Tam sosyal bilimlerde sık konuşulan, derslerde sık sık anlattığımız bir kararın hem “istenen” hem de “istenmeyen”, “amaçlanmayan sonuçlara” yol açışına örnek bir durum bu.

Hocanın bizi suçlayıcı girizgahı nedeniyle hafif kızgınlaşmaya başlayan üslubum birden mahcubiyete dönüştü. Gereğini yapacağımızı söyleyerek konuğumu uğurladım. Biz düzenlemeyi yaparken aslında asgari hoca sayısının teminine odaklanmıştık ama bunu yaparken bir yandan da hukuk fakültesinde en temel olarak görülen derslere de işaret edelim istemiştik. Amacımız öğretim üyelerini birinci ve ikinci grup biçiminde ayırıma tabi tutmak değildi, elbette. Olamazdı da. Durumu bir sonraki Genel Kurul gündemine getirdik ve kararı hiçbir anabilim dalı adı zikretmeden “farklı anabilim dallarından olmak üzere en az 5 öğretim üyesi” şeklinde değiştirerek sorunu çözmüş olduk.

İkinci anekdot da öğretim üyesi değişimi konusundaki bir düzenleme ile ilgili. Ülkemizde merkez üniversitelerde kadro fazlası var, taşrada da öğretim üyesi sıkıntısı çok eskiden beri önemli bir sorun. Bugünlerde YÖK Anadolu projesi var, bu sorunu çözmek için önerilen. Bu sorunun çözümü için birçok yöntem denendi daha önce. Yükselmek isteyenler gönüllü olarak Anadolu’ya gitsin diye Ankara ve İstanbul’daki üniversitelere profesör kadrosu verilmedi. Bu merkez illerde profesör kadrolarına atanabilmek için yeni kurulan üniversitelerde belirli bir süre çalışma şartı getirildi. Hatta bu durumdakilere ilanlarda öncelik verileceği hususu kanun metinlerine de yazıldı, ama sorun bir türlü kökünden çözülemedi. Açılan yeni üniversiteler, birçok olumlu işlev görme yanında bu sorunun da büyümesine yol açtı.

Bu sorunu çözmek için o zamana kadar denenmeyen yeni bir yöntem aklımıza geldi. Bir de onu deneyelim istedik. Önerimiz, öğretim üyesi hareketliliği sağlayan, sadece ödüle dayalı bir program yapmaktı. Formül kısaca şöyleydi: Bir üniversite hocasının birikiminden sadece onun üniversitesinin öğrencileri değil, başkalarının da istifade etmesini sağlayacaktık (Bu gerekçe bugünlerde de çok tanıdık gelebilir. Şimdiki uygulamaya hocaların yanına üniversite markası da eklendi). Hem öğrenciler yeni bir hoca ile tanışma imkânı bulacak, hem de hocalar farklı üniversitelerde çalışma tecrübesi elde edeceklerdi. Çok yönlü yarar beklediğimiz bir uygulamaydı. Yöntem kısaca şöyleydi: Hiçbir öğretim üyesi kadro veya başka nedenle merkez dışındaki üniversitelere gitmeye zorlanmayacaktı. Ancak öğretim üyelerini, gönüllü olarak bir yıllığına başka illere giderlerse neredeyse aylık iki maaştan fazla ücret alacak biçimde cazip ders ücreti yoluyla onları destekleyecektik. Hareketliliğin getirdiği ilave maliyetleri karşıladığımız gibi, bunun öğretim üyesi için bir yeni tecrübe edinimi olarak görüleceğini düşünmüştük. Uygulama, üniversitelerimiz arasında öğretim üyesi hareketliliği kültürünün oluşmasına öncülük edecekti. Öğretim üyesi bu proje kapsamında bir yıl YÖK oluru ile başka bir üniversiteye giderse, üniversiteler arası hoca değişimi işini ateşlemiş olacaktık. Bunun başka işbirliklerini de getireceğini düşünüyorduk. Programın adına da Farabi dedik.

Detayları en ince ayrıntısına kadar çalıştık. Yönetmelik hazırladık, bu için ek kaynak bulduk, Bütçe Kanununa gereken yasal destek maddesini eklettik. Artık sonuç bekliyoruz. İlk görevlendirme talepleri geldi, sayılar fena değil, “olacak bu ” diye umutlandık. İlk dönem geçti, beklediğimizin tersine her taraftan şikâyetler gelmeye başladı. Şikâyetler kısaca şöyleydi:

1. Bu Program, zaten ailevi nedenlerle veya kişisel isteklerle 40/b (2547 sayılı Kanunun bir üniversiteden diğerine bir yıldan az olmayan görevlendirme maddesi) kapsamında görevlendirilme talebinde olanları, bu sefer daha yüksek ücretle görevlendirmeye başladı. Sonuçta toplamda önceki yıl başka üniversitelerde görevlendirilenler veya zaten 40/b ile görevlendirme talebinde bulunanlar, aynı dersleri veren diğer öğretim üyelerinin çok üstünde ders ücreti almaya başladı. Yani teşvikler zaten mevcut düzenlemede başka üniversiteye gidenlere verildi, ilave görevlendirme talebi çok azdı. Sonuçta hiç kimse 40/b’ye göre görevlendirme talebinde bulunmamaya başladı. İkame etkisi oluştu.

2. Görevlendirilen yerde aynı kadroda aynı dönem aynı sayıda ders veren iki hocadan, oranın kadrosunda olanlar aleyhine ve rahatsızlık verecek derecede aylık gelir farklılaşması ortaya çıktı. Yani, öğretim elemanı temininde zorluk çeken bir üniversitede kadroya atanmak, merkezde bir kadroya atanıp Farabi kapsamında değişim programı ile başka üniversitelere gitmek yanında, aylık gelir bakımından açık ara dezavantajlı olmaya başladı. “Kadrolu geldiysek suç mu işledik” serzenişleri yükselmeye, üniversitelerin rektörleri de bu durumun çalışma barışını bozduğunu yüksek sesle dillendirmeye başladı. Adeta böyle olacaksa hiç olmasın deniyordu.

3. Bölümünde sevilen veya beğenilen değil de kendisine ders verilmeyen, “aman bir yerlere gitse de kurtulsak” imajına yakın hocalar bu yolla başka üniversitelere gitme imkânı buldu. Kadrosunun olduğu yerde “aman öğrenci ile fazla muhatap olmasın” kaygısıyla zorunlu ders verilmeyenler veya seçmeli derslerine öğrencilerin rağbet etmediği hocalar, daha yüksek ücretle öğretim elemanı temininde zorluk çeken üniversitelere gönderilme imkânı elde ettiler. Hâlbuki bu proje bizi her bölümün en gözde hocalarının bu imkânı kullanması hâlinde heyecanlandıracaktı. Tam tersi oldu, iktisatçıların ters seçim dedikleri durum gerçekleşmişti.

4. Bir yıllığına başka bir üniversiteye gitmeye niyeti olan bizim hedef kitlemiz içindeki hocalar da, kendilerinin olmadığı yılda bölümdeki ders ve diğer akademik faaliyetlere dair kartlar yeniden dağıtıldıktan sonra geri geldiklerinde eski ortamlarını bulamayacakları endişesiyle bu uygulamaya sıcak baktıklarını söyleseler de denemeye kalkmadılar.

Bir yılın sonunda amaçların gerçekleşmediğini, amaca uygun ilave görevlendirme talebinin olmadığını, gidilen yerlerde çalışma barışının bozulduğunu görünce adım adım uygulamayı geri çektik. Bu amaçla görevlendirilenlerin vereceği haftalık ders saatleri sınırlandırılarak 40/b ile görevlendirilmeye göre avantajları ortadan kaldırıldı. Sonra da Bütçe Kanununa ödeme maddesi eklenmeyerek mevzuatı değişmese de ödeme yapılmadığı için uygulama son buldu.

Ne umduk, ne bulduk! Yaptığımız düzenleme, başta bizim hiç amaçlamadığımız olumsuz sonuçlar üretmişti. Şimdi birileri geriye doğru bakarak “zaten böyle olacağı belliydi” diyebilir. Çünkü her zaman geçmişin seyrini, şimdi geriye doğru tahmin etmek!, geçmişteykenkine göre çok daha kolay. Hepimizin geçmişte içinde yaşadığımız sürecin bizi götüreceği istikameti şimdi gördüğümüz netlikte göremediğimiz çok sayıda deneyimlerimiz vardır. “Ben nerden bilebilirdim böyle olacağını” diye hayıflanırız. Yoksa kim kesin yanlışa götüreceğini gördüğü ya da bildiği işleri yapmaya devam eder ki!

Yöneticilerin kararlarının beklenmeyen sonuçlarına nasıl yaklaşılacağına dair yerleşik toplumsal kültür, hem yöneticilerde aranan özellikleri, hem de isabetsiz kararların olumsuz sonuçlarından etkilenme boyutunu farklılaştır. Arasındaki güç mesafesinin çok büyük olduğu kültürlerde bireyler, “yanılmaz” liderler peşinde koşar ve o yanılmaz varsayılan liderlerin hatalı kararları sonucunda da çok daha ağır bedeller öderler. Niçin mi? Bu yazıda konunun tecrübe tasavvur dengesi; kararların birincil, ikincil, üçüncül ve diğer etkilerinin öngörülmesi zor sonuçları ve karar vericilere atfedilen özellikler olmak üzere üç boyutuna kısaca bakacağız.

Tecrübe ve Tasavvur Dengesi

Her insan kendisine, amaçladığına ulaştıracak araçlar seçmeye çalışır. Ama araçlar amacın kontrolünde olmaz her zaman. İnsanlık tarihindeki birçok gelişme, amaçlanmayan sonuç şeklinde ortaya çıkar. Askerî amaçlı birçok buluş zamanla günlük hayatı kolaylaştıran teknolojilere dönüşür. Günlük hayatı kolaylaştıran birçok teknoloji kültürel olarak beklenmeyen veya istenmeyen sonuçlar doğurur. Çünkü hayatta bilinenler ve bilinmeyenler belli oranlarda iç içe bulunur. Amaçlanmamış olmak sadece olumsuz sonuçlar vermez. Amaçlanmayan sonuçlar olumlu da olabilir, olumsuz da. Ama sadece olumsuz sonuçlar birer sorun olarak görüldüğü için amaçlanmayan olumlu sonuçlar pek gündemimizde yer almaz. Hatta onları sanki baştan beri amaçladığımızı bile düşünmeyi tercih ederiz.

Amaçlanmayan sonuçlar, özünde geleceğin bugünden tam olarak bilinemezliği, neyin neyle ilişkisi olduğu konusundaki geçmiş tecrübenin her zaman tekrar etmemesi ile yakından ilgilidir. Ama insan için bilinebilme gibi bilinemezlik de mutlak değildir. Geçmişte olup bitenler arasındaki ilişkileri temsil eden tecrübe ile bugün ve geleceği kurgulama gücünü ifade eden tasavvurun birlikteliği bilinmezlik marjını kısmen daraltabilir fakat tümüyle yok edemez. Bu yüzden tecrübe yanında şimdiye kadar hiç olmamış olanı tasavvur etmeye de sürekli ihtiyaç vardır.

Karar vericilerin, tecrübe ve tasavvur konularından her zaman ve her durumda biri lehine tutum almaları gerekmez. Her konuda olduğu gibi burada da denge kurabilmek önemlidir. Her konuda karar alırken, karar alıcıların, karşılarındaki durumların yeniliği, farklılığı veya biricikliği kadar, tecrübe havuzunda birikmiş tekrar edebilen bir özellik taşıyabileceklerini de dikkate almalarına imkân verecek bir karar verme ikliminin varlığı, sonuçları çok yakından etkiler.

Tecrübenin yeterince değerlendirilmediği yerlerde tarih daha çok tekerrür eder. Ancak deneyim, bazen insanın ufkunu açan, uzakları daha net görmesini sağlayan bir dürbün, bazen de geçmişte ortaya çıkmayan başka ihtimallerin gerçekleşme imkânını yok eden at gözlüğü biçiminde, tam bir ayak bağına dönüşebilir. Bu yüzden tecrübe ile tasavvur dengesinin kurulabilmesi sadece bireysel bilgi ve tecrübe değil, bilgi ve tecrübeyi etkili biçimde kullanmayı mümkün kılacak bir kültürel iklimin olup olmadığı meselesidir. Buna yazının sonunda tekrar değineceğiz.

Her Kararın Birincil, İkincil, Üçüncül ve Diğer Etkileri

Karar aldığımız dünya, tecrübelerimizin çerçevesini çizdiği belirlilikler kadar, sonuçlarını asla öngöremeyeceğimiz büyük belirsizlikler de içerirler. Belirsizliklere karşı takınılan bireysel veya toplumsal tutum, topluluk başarısını belirleyen önemli faktörlerden biridir. Toplumlararası performans farkını ortaya çıkaran en önemli faktör, değişim ve süreklilik dengesinde her ikisinin de avantajlı yönlerini toplamayı mümkün kılan, çoğunlukla da kurucuların biyolojik ömürlerini aşan sürelerde etkili biçimde çalışabilen karar verme süreçleri kurmayı başarabilme yetenekleridir. İnsan ömrü ile sınırlı toplumsal kurumlar, toplumların da ömrünü kısaltır.

Gözlediğimiz veya muhakeme yoluyla çıkarsadığımız sebep sonuç ilişkileri, ilk anda göründüğünden çok daha girift olabilir. Birçok durumda düzenlemelerin birincil olumlu etkileri ile onları güçlendiren veya yok eden ikincil veya üçüncül etkilerinin tümünü önceden öngörmek, çok istesek de, mümkün olamayabilir. O yüzden hayata geçirilmek için ortaya çıkan her yeni öneri, mutlaka ona inanmayı ve güvenmeyi ama aynı zamanda bilinmeyen sonuçlara yol açma ihtimali nedeniyle de riskler barındırdığını akıldan çıkarmamayı gerektirir. Bu da bizi kararlılık yanında yanılabilirliği tolere edebilen bir kültürel iklimin uzun ömürlü toplumsal kurumlar kurmaya daha elverişli olduğu sonucuna götürür.

Güç Mesafesi ve Yanılabilir Yöneticilere Razı Olma Kültürü

Yetenekler bireyler arasında farklı farklı dağılım gösterir. Herkes her konuda iyi olmaz. Özellikle seçkinler arasında yaygın olan “bir iyi, diğer iyiyi getirir” hem doğru hem de yanıltıcı bir ilkedir. Zeki olmak da iyidir dürüst olma da. Cömert olmak da iyidir çalışkan olmak da. Ama bir kişi zeki ise aynı zamanda dürüst, cömert ve çalışkan olur diye düşünmek apaçık yanılgıdır. Bunun konumuzla ilgisi, karar vericilerin sahip olması gereken özelliklerin hepsinin tek bir kişide toplandığını düşünmenin de benzer bir yanılgı içermesidir. Bilgisi çok olanın ihtirası da çok olabilir, deneyimi fazla olanın yenilik sezgisi kapalı olabilir, basireti çok olanın kıskançlığı da çok olabilir vb. Bütün olumlu vasıfların belirli kişilerde toplandığı varsayılan kültürlerde güç mesafesi büyür ve toplum yanılmaz liderler peşinde koşmaya başlar. Aslında, her şeyi bilen ve hiç yanılmaz lider peşinde koşmak insan doğasına uygun ama karmaşık sorunları olan büyük ölçekli toplumlar için maalesef geçersiz bir yönetim biçimidir. Çare yanılmaz olanı bulmak değil, yanılabilir olana razı olmak ve yanılma durumunda ortaya çıkabilecek olumsuz sonuçları minimize edecek mekanizmalara sahip olmaktır. İşte, akil adamlar, kamuoyu ve medya denetimi, hukuki ve idari itiraz mercileri, temyiz mahkemeleri gibi kararların düzeltilmesini sağlayan mekanizmaların varlık gerekçesi, ne kadar deneyimli, eğitimli ve becerikli olursa olsun her karar vericinin yanılabilir olduğunun kabul edilmesidir.

Bu yüzden karar vericilerin “Biz bir şeyi önerdiysek her şeyi düşündük ve hesap ettik, sonuç mutlaka dediğimiz gibi olacak” kesinliğinde tavır almak yerine, kulakları aykırı sesleri hemen duyacak şekilde daima açık tutmaları; işlerin beklendiği gibi gidip gitmediğini sürekli gözlemlemeleri ve fark eder etmez, yanlıştan hemen vazgeçerek, “ ‘Şimdi bize, siz bunu nasıl düşünemediniz’ denir,” baskısı ile yanlışta ısrar etmemeleri gerekir.

Başta da söylendiği gibi hem deneyimi ıskalamamak hem de deneyimi geleceğin önüne bir engel olarak koymamak karar vericiler için çok zor bir denge. Bunu sağlayacak altın bir formül de bildiğim kadarıyla yok gibi. Beklenmeyen sonuçlar her zaman olacaktır. Onların olası faturasına katlanmamak için kendini geçmişin tecrübesine mahkûm etmek de çözüm değil. Bu yüzden yeniliklerin olumlu sonuçlarının herkese dağıtılması gibi kararların beklenmeyen sonuçlarının da sadece karar vericilere yüklenmemesini sağlayan bir karar verme iklimi oluşturmak, bireyler arasındaki toplumda güç mesafesini daraltan bir yönetim modeli geliştirmek en güvenli yol gibi görünüyor. Bunun için de karar vericilerin “yanılabilir” olmalarının kabulü gerekir. Yanılmayacak karar vericiler bulup onların verdiği hiçbir kararı sorgulamamaya dayanan hiyerarşi baskın bir kültür, yanılmaları önlemeye değil, yanılgıların faturasının artmasına katkı sağlar. Karar vericilerin yanılmalarına kısmı tolerans tanınmayan ortamlarda, hata olduğu kabullenilmeyen hataların sayısı artar. Sonuçta “başımıza icat çıkarma” denen bir iklimde, karar verici pozisyonlar ağırlıklı olarak risk almayan kişilere terkedilir. Bu da karar vericileri, geçmişin “güvenli” yollarına dikkat kesilerek sadece dikiz aynasına bakarak yol almaya çalışan birer şoföre çevirir. İlk beklenmeyen virajda uçuruma düşerler.

Özellikle geniş kesimlere hükmetme gücünü kullananların, kararlarının sonuçlarının ortaya çıkmasını beklerken hata yapma ihtimallerinin olduğunu akıldan çıkarmamaları, hatta bu konuda oldukça mütevazı olmaları, yanlış kararların faturalarının daha da büyümemesini sağlamak için en temel gerekliliklerden biridir. En büyük hata “bizden kolay kolay hata sudur etmez” düşüncesidir.

Taht ve Zindan Dışındaki Seçenekleri Çoğaltmak

Yöneticiler ve karar vericileri olabilecekler havuzu içinden en uygun olanı yapmaya motive etmek için beklenen kadar beklenmeyen sonuçların nasıl yönetileceğine dair değerlendirme mekanizmalarının iyi tanımlanması çok önemlidir. Karar vericileri için “taht” ve “zindan” dışında makul ve mümkün pozisyonu olmayan toplumlar, deneme yanılmadan yeterince yararlanamamaya ve ancak olabilecekler içinden geçmişte olabilenlerle sınırlı sonuçlara razı olmaya mahkûm olurlar. Bunun için yönetim ve karar vermeyi, “kazanan hepsini alır” türü bir ilişkiye dönüştürmeden “kazanan daha çok pay alır” biçiminde ama ilgili herkesin katkısına açmak, işin ilk aşaması olarak görülebilir. Demokrasinin bu alanda keşfedilen en uygun rejim olması bu yüzdendir. Kaybeden sadece iktidarı kaybeder, sahip olduğu her şeyi değil. Bu da iktidar değişimini toplum için daha düşük maliyetli hale getirir.

Uygun sonuç almak için tecrübeyi değerlendirmek, eşya ve ilişkiler üzerinde iyi düşünmek, her tür sebep sonuç ilişkisini olabildiğince iyi değerlendirmek yanında, buna eşlik edecek çok önemli bir etik boyutu da atlamamak gerekir. Bu da karar verme konumunda olanların, iyi düşünmeye çalışırken iyi düşünmenin, çok çalışırken çalışmanın, ahlaklı olurken ahlaklılığın, kısaca değer ve erdem özelliği atfedilen tutum ve davranışların sadece kendi özellikleri (kendilerine özgü) olmadığını, bunların başkalarında da olduğunu/olabileceğini göz ardı etmemeleridir. En iyi siz iseniz, en olumlu özellikler sizdeyse biz-onlar ayırımı hızla keskinleşir, “başkalarına değer vermeye gerek yok” moduna gelmek çok kısa sürer.

Bir toplumda taht ile zindan arasındaki duraklar ne kadar çok olursa, gerilim ve çatışma o kadar az, işbirliği ve dayanışma o kadar çok, beklenen ve beklenmeyen sonuçları göğüslemek o kadar kolay olur. Bilmem yanılıyor muyum?

Ömer Torlak –

Sosyal bilim öğretiminde yeni bir mimari ihtiyacı konusuna işletmecilik ve iktisat öğretimi üzerinden biraz daha somutlaştırarak ve örneklendirerek devam etmeye niyetlendik. Bir önceki yazımızda sosyal bilim öğretim mimarisine olan ihtiyaçtan söz ederken;

“Dar bakış açısıyla sınırlanmış bir öğretim sürecinden geçen sosyal bilimlerin her alanındaki öğrencinin bu kısır döngüden çıkabilmesi çok zor ya da tesadüflere bağlı kalmaktadır”

şeklinde bir cümle kurmuştum. Bu yazıda ise bunu biraz daha açabilmek amacıyla, benim de öğretim süreci ve süzgecinden geçtiğim işletmecilik alanını odağa alarak bir değerlendirme yapmaya çalışacağım. Yakın ve birbirini besleyen alanlar olması bakımından iktisat öğretimine de yeri geldikçe değinmekten kaçınmayacağım. İktisatçı dostları üzmek gibi bir niyetimin olmadığı ifadesi ve işletmecilikle ilgili yazacaklarımın daha iyi anlaşılabileceği düşüncesiyle elbette.

İktisat öğretiminde piyasa sistemi içinde arz-talep dengesine işaret edilir ve fiyat oluşumunun esaslarına vurgu yapılır. Yine rekabetçi piyasa şartlarının oluşumu ile rekabeti engelleyen hususlardan söz edilir. Makro açıdan da iktisadi büyüme ve refahın artırılmasına ilişkin iktisadi politikalar öğretilmeye çalışılır. İşletmeler ekonominin önemli aktörleridir. İşletmecilik öğretiminde de iktisadın bu öğretileri bağlamında kârlılık, yatırım ve pazarların çeşitlendirilmesi, büyüme, yeni istihdam alanlarına vurgu yapıldığı gibi, işletmenin tüm paydaşlarını gözeten karar ve uygulamaların önemine değinilir. Bu bağlamda, müşteriler, çalışanlar, tedarikçiler, işletmenin yakın ve uzak çevredeki grup ve toplum ile kamu kurum ve kuruluşlarının hak ve hukuklarına karşı sorumluluklarına da vurgu yapılır elbette. Bütün bu vurgulara rağmen, piyasalardaki rekabet karşıtı eylemlerin bitmediği, büyümeden ve artan refahtan ortaya çıkan sonucun adaletsizlik ve eşitsizlikleri azaltmadığı, tam tersine artırdığı ve işletmelerin birbirleri aleyhine her fırsatı değerlendirmeye çalışan uygulamalardan vaz geçmediğini işitiyor, yaşıyor ve tanık olmaya devam ediyoruz. Özünde insanın hırsına yenik düşmesi olarak görebileceğimiz bu hususa ilişkin olarak iktisat ile işletmecilik öğretim mimarisinin hiç mi suçu yok? sorusu sorulmayı hak etmiyor mu?

Ekonomik kriz dönemlerinde insanlığımızı biraz daha fazla hatırladığımızı söylersek yanlış ifade etmiş olmayız sanırım. Artan işsizlik, düşen talep ve çeki düzen arayışları biraz daha görünür oluyor. Bulunduğumuz yüzyılın başlarında yaşanan finans sektörü ve ABD kaynaklı krizde dönemin Papası bile mealen, “yeter artık, ekonomiye de bir ahlak lazım” diye bir şeyler söylemişti diye hatırlıyorum. Gelir kaybının azalışı ilk etapta zaten geliri az olan kesimleri daha fazla vuruyor ve satın alma güçleri azalıyor. Hatta işsiz kaldıkları için hayatlarını sürdürmekte zorluk yaşamaya başlıyorlar. İş modellerinde son yıllarda yaşanan baş döndürücü hızdaki değişime karşı sahip oldukları beceri ve yetkinlikleri de geliştiremedikleri için daha da eşitsiz hale geliyorlar. Paydaşlarına karşı ekonomik, sosyal ve ahlaki sorumluluklarından söz edilen işletmeler de krizden daha kısa sürede çıkabilmek ve rekabette avantaj yakalayabilmek adına eşitsizliği artanlar yerine beceri ve yetkinliği güçlü olanları tercih etme yanında gelişen teknoloji kullanımı sayesinde de daha az sayıda istihdam ile görme yeteneğine yatırım yapıyor.

İfade ettiğimiz bu hususların işletmecilik dünyasında çok makul ve doğal karşılanması gerektiğine ilişkin bakış açısının yerleştiğinin farkındayım. Bu durumda “peki o halde problem ne, işletmeler ayakta kalmasın mı, rakiplerine karşı üstünlük sağlamak için bunları yapmalarından daha doğal ne olabilir?” gibi soruların aklınıza gelmesi normal. Ben de bu ve benzeri soruları da dikkate almak suretiyle tam da bu noktada şu soru ile müdahale etmek isterim: “İktisat ve işletmecilik refahın artması ve adil bölüşümüne de katkı sağlamayacak idiyse şayet, artan yoğunlukta müfredatlarına dâhil ettikleri, ahlakı, sosyal sorumluluk benzeri ders, konu ve kavramlara ne gerek vardı?”

Tam da bu noktada, işletmecilik öğretiminde yeni bir mimarinin anlam ve önemi ortaya çıkar. Yeni mimari ihtiyacının, ABD merkezli gelişen yüz yılı aşkın işletmecilik öğretimini alan insanların kurmuş, yönetmiş ve çalışmış oldukları şirketlerin karar ve uygulama sonuçlarına bakılarak ne denli şiddetli olduğu rahatlıkla ifade edilebilir diye düşünüyorum. Daha sistematik çalışma, verimlilik kazandırma ve dolayısıyla maliyet tasarrufu, kaynak kullanımında etkinlik adına geliştirilen işletmecilik öğretim mimarisinin sonuç itibariyle elde edilen kazanımların çok büyük bir kısmının zaten zengin olan sermaye sahiplerinin zenginliğini artırdığı gözlenmiştir. Öte yandan çalışanların çok büyük bir kesiminin artan eşitsizlikten paylarına çok daha fazla eşitsizlik düştüğü, iklim değişikliğinin beklenen olumsuz sonuçlarının hem yaşayan hem de gelecek kuşakların refahını azaltma yanında ortaya çıkan maliyetleri yüklenmek durumunda kaldığı bir dünyada yaşamak durumunda isek, o halde işletmecilik öğretiminin iddiasının aksine sonuç doğurduğunu söylemekle yetinmek durumunda mıyız? Ya da sosyal sorumluluk kampanyalarına verdikleri destekler ile işletmeler itibari değerlerini koruyabildikleri ve yenilikleri ortaya çıkaran ar-ge yatırımlarına sağladıkları destekler ölçüsünde yine de işletmecilik öğretiminin başarılı olduğunu söyleyebilecek miyiz?

Burada elbette bir şeylerin ters gittiği açık. Fakat hâkim paradigma sebebiyle ve pazarda elde edilen gücün etkisinde işletmecilik öğretim alanına farklı bir müdahalenin rekabetçi dezavantaj oluşturacağı, yatırımları ve istihdamı olumsuz etkileyebileceği gibi sebeplerle karşı çıkışlar olacağı da ortada. Bireyin bir sosyal bilim alanı olarak yıllardan beri süregelen haliyle işletme ya da iktisat öğretiminden geçtiğinde adeta beşeri alanın yok sayılması gibi bir sonuca dönüşmesi ve sadece yaptığı ve aldığı sorumluluklarda başarılı olması beklentisi, onun “insan” olmaklığını da sorgulanır hale getiriyorsa, böylesi bir iktisat ya da işletmecilik öğretim mimarisinin başarısından söz edilebilir mi? İşletmenin ve sınırlı sayıda insanın kârını artırması, yatırımlarını çoğaltması ve zenginliğini artırması ve artan kısmın bir miktarı ile istihdam oluşturması, vergi yoluyla katkı sağlaması ve hatta sosyal sorumluluk adı altında destek olması, çevreyi, insan sağlığını ve geleceğe ait kaynakları hor kullanmasını mazur gösterebilir mi? Elbette, hiçbir işletme sahip ve yöneticisi bu söylenilenleri yapmadığını iddia edecek ve rekabet etme adına ya da piyasa şartlarının bir gereği olarak işletmeciliğin gereğini yaptığını söyleyecektir. İşte tam bu noktada aşırı uzmanlaşmış işletme ya da iktisat öğretiminin insan-insan, insan-grup ve insan-toplum ilişkileri bağlamında bağlamından kopuk ele almış olmasının sonuçlarını yaşadığımızı rahatlıkla ifade edebilirim.

İşletmeciliğin temel alanlarında uzmanlaşan akademisyenlerin kendi uzmanlık alanlarına ilişkin gerek ders müfredatları gerekse ders aktarımlarında çoğu kez işletmeyi bile bütün olarak görememe ya da ihmal etmekten kaynaklanan bir eğilim içinde olduklarını rahatlıkla ifade edebiliriz. Tabii ki istisnaların olduğunu bilerek ve onların hakkını da teslim etmemiz gerekir. Örnek vermek gerekirse, finansman konuları anlatılır ve aktarılırken, haklı olarak finans kaynaklarının doğru ve yerinde kullanılmadığı taktirde işletmenin zorluk yaşayacağı ve hatta varlığını yitireceği önemle vurgulanırken, aslında finansman kararlarının işletmenin asli amacına hizmet etmesi bakımından değerlendirilmesi gerektiği çoğu kez göz ardı edilerek ortaya konulur. Böylesi bir yaklaşım içeren müfredat ile yetişen işletmecilerin işletmenin tamamına asli amaçları çerçevesinde bir bütün olarak bakamadıklarını görüyor ve sonuçlarını da bütün bir toplum olarak yaşıyoruz. Tabii ki sorumluluğuna verilmiş finansman konularında duyarlı hareket etmeye çalışan finansman yöneticileri işletmenin aslında daha fazla satış yapabileceği ilave müşteri hizmetlerinin kısıtlanmasına yol açıp açmadığı, ürünün faydasını artıracak ilave katkılarla daha fazla tercih edilebileceği önerisine maliyet artışı gerekçesiyle karşı çıkması doğal bir yaklaşım gibi kabul görmektedir. Benzer biçimde çalışanların motivasyonlarını artıracağı ve dolayısıyla verimliliği yükseltecek ücret ayarlama tekliflerine finansman yöneticilerinin, örneğin kârlılığı azaltacağı ve rekabet dezavantajı oluşturacağı gerekçeleri ile şiddetle karşı çıkabileceğini görmek, günümüz dünyasının hemen herkes tarafından kanıksanan normallerinden sayılmaktadır. Diğer taraftan, pazarlama ya da insan kaynakları konularına ilişkin karar alıcıların da bu kez örneğin üretim ve finansman konularını da işin içine katacak bütünlükle olguya yaklaşamama eğilimlerinin yüksek olabileceği konusu da gözden kaçırılmamalıdır. Diğer bir ifadeyle, insan kaynakları ya da pazarlama yöneticilerinin de her talep ve isteklerinin de işletmeye bütüncül bir bakış açısıyla yaklaşamama ve dar uzmanlık alanıyla yaklaşması sebebiyle, benzer sonuçlar ortaya koyabileceğinin farkındayız. Dolayısıyla işletme öğretimini kendi içinde tek başına ele aldığımızda dahi yeni bir öğretim mimarisine olan ihtiyaç açıkça ortaya çıkmaktadır.

Yukarıda örneklendirmeye çalıştığımız bir işletmecilik öğretim mimarisi sonucunda rekabete yaklaşım, müşterilere bakış, çalışanlar ve diğer paydaşlarla iletişim konularında insanı odağa alamayan, kendi uzmanlık alanına sıkışmış oldukça sığ ve dar kalıplarla sıkışmış mezunları dünyasına kazandırdığımızın ne kadar farkındayız acaba? Sadece işletmecilik konuları ile sıkışmış ve sosyal bilimlerin diğer alanlarından işletmecilik öğretimi alan gençlere işletmenin ekonomik olmakla birlikte sosyal, kültürel, politik, stratejik ve ekolojik etkileşimlerini bütün olarak gösteremeyen bir öğretim mimarisinden başkaca sonuç beklenmesi de doğru bir beklenti değildir.

Yazının başlangıcında örneklendirmeye çalıştığımız sonuçları değiştirebilmek için sosyal bilim ve özelde de işletmecilik öğretim mimarisinde ifade etmeye çalıştığımız bütüncül bakış açısını samimiyetle gündemimize almak durumundayız.

İşletmecilik öğretimi için örneklendirmeye çalıştığımız hususları rahatlıkla iktisat ve diğer sosyal bilim alanlarındaki öğretimi için de ifade edebiliriz. Büyüme konuları öğretilirken para politikası, faiz, fiyatlar seviyesi, arzın artırılması, ihracat artışı, ithalatı kısıtlayıcı politikalar, vergi politika ve uygulamaları gibi çok sayıda iktisat öğretim konularının birbirleri ile çelişebilen, rakip firmalara, tedarikçilere, müşterilere ve topluma olumsuz etkilerde bulunabilen konular olabileceği gözden kaçırıldığında mikro ya da makro iktisada yoğunlaşmış çok sayıdaki akademisyenin aşırı uzmanlaşma ile körlük yaşayabileceği ve bunu da öğrencilere aksettirebileceği rahatlıkla ifade edilebilir. Benzer şekilde psikoloji öğretiminde sosyolojinin, iktisadın ve işletmecilik alanlarının yok sayılması, ilahiyat öğretiminde klasik kaynakların sadece uzmanlık alanı ile sınırlı aktarılması yanında örneğin iktisadın güncel konularından habersiz olma eğilimleri gibi çok sayıdaki örnek, sosyal bilimlerin tamamına ilişkin yeni bir öğretim mimarisi ihtiyacını açıkça göstermektedir.

Yeniden işletmecilik alanına dönecek olursak, bu yazıda kısa ve basit örneklerle ifade etmeye çalıştığım şey aslında, işletmecilik öğretim mimarisini yeniden tasarlayamaz isek, her geçen gün daha eşitsiz bir dünyada yaşamaya devam edeceğiz. Ve bunun sonucunda çok az sayıdaki işletme pazardan ve ekonomik büyümeden hak etmedikleri ölçüde yüksek pay almaya devam edecek. Dolayısıyla haksız rekabet ve rekabeti engelleyen uygulamalar artacak, yoksulluk ve açlık sınırı altında kalan ve yeni modellerine uyum sağlayamayan işsiz sayısı çoğalacak, ekolojik denge bozulmaya devam edecek, iklim değişiklikleri sebebiyle gelecek kuşaklara daha zor yaşanabilir bir yeryüzü mirası bırakacağız. Özetle mevcut öğretim sisteminde uzmanlaştırma adına bireyi uzmanlaştığı alanın, başka her şeye körleşmiş bir savunucusu olmaya yönlendireceğiz.

Benzer şeyler sosyal bilimlerin tüm alanlarında karşımıza çıkacak. İnsan psikolojisini dikkate almayan, ahlaki ve kültürel değer yargılarını önemsemeyen ve belki de yok sayan hukuk kararları ile karşılaşacak, iktisadi gelişmeyi anlayamadığı için itikadi değerleri aktarmakta zorlanan ilahiyat mezunları vermeye devam edecek, sosyolojik okumayı beceremeyen edebiyatçılar ve tarihçiler yetiştirecek, ideolojik bakış açılarını siyaset bilimi ve kamu yönetimine taşımayı işinin sorumluluğu olarak görebilen siyaset bilimi ve uluslararası ilişkiler mezun sayısını artıracağız.

Sosyal bilim öğretiminde yeni bir mimari ihtiyacının farkına varmak ve adım atmak öncelikle akademisyenlerin işi olmalı. Yani terzi olarak söküğümüz olduğunun farkında olmalıyız. Tam da bu noktada soru şu: “Söküğümüz olduğunun ve bunun da üzerimizde sakil durduğunun farkında mıyız ya da ne kadar farkındayız?”

Bireysel sorumluluklarımız bağlamında kendi derslerimizde ve araştırmalarımızda bunun gereğine bir nebze de olsa katkı yapma gayreti ile yol alabiliriz diye düşünüyorum.

Gülsen Kaya Osmanbaşoğlu –

2021 Şubat başında Myanmar’da yapılan askerî darbe ile yönetime el koyanlar, darbeyi takip eden süreçte sivillere şiddet uygulamaya devam ediyor. 2 Şubat’tan bu yana ortaya çıkan çatışmaların yatışmadığı ve 500 civarında sivilin hayatını kaybettiğinin tahmin edildiği kanlı sürece dikkat çekmek amacıyla ele alınan bu yazıda, Myanmar’ın siyasi yapısı ve tarihi üzerine kısaca bilgi verdikten sonra, son dönemde Myanmar’da ortaya çıkan insani krizlere değinilerek, darbe ve darbe sonrası süreç tahlil edilmeye çalışılacaktır.

Myanmar’a Genel Bakış

Bir Güneydoğu Asya ülkesi olan Myanmar, kuzeydoğuda Çin, doğuda Laos, güneydoğuda Tayland ve kuzeybatıda Bangladeş ve Hindistan ile komşudur. Güneyde Andaman Denizi ve güneybatıda Bengal Körfezine kıyısı olan Myanmar,  678.500 kilometrekare yüzölçümü ve 2017 yılı verilerine göre yaklaşık 54 milyon civarında nüfusu ile Güneydoğu Asya bölgesinin en büyük ülkelerinden biridir. Resmî verilere göre ülke nüfusunun yaklaşık yüzde 4’ü, Müslüman önderlere göre ise yüzde 10’undan fazlası, büyük çoğunluğu Hanefi mezhebine mensup Müslümanlardan oluşmaktadır. Müslümanların yaklaşık yüzde 40’ının Arakan (Rakhine) bölgesinde, kalanı ise başkent çevresi başta olmak üzere diğer bölgelerde yaşamaktadır.

Burma olarak tanınan ve ülkede yaşayanların yüzde 60 kadarını Budist Burmanların oluşturduğu ülkenin ismi, 1989 yılında askerî rejim tarafından koloniyal geçmişin izlerini silmek ve etnik vurguyu azaltmak gibi gerekçelerle Myanmar Birliği olarak değiştirilmiştir. Ülkede ondan fazla farklı dil grubu, yüzotuzdan fazla etnik yapı bulunmakta ve bu grupların önemli bir bölümü kendi içlerinde mücadele etmektedir. Bu isim değişikliği, Amerika Birleşik Devletleri ve İngiltere tarafından, askerî rejime ve onun uygulamalarına karşı olunduğu gerekçesiyle ilk başlarda onaylanmasa da, uluslararası kurumlar Myanmar kullanımını benimsemiştir. Askerî rejimlerin gölgesinde siyasetin yapıldığı ülkenin ismi sık sık değişiklik göstererek Sosyalist Myanmar Birliği, Myanmar Birliği ve son olarak da Myanmar Birliği Cumhuriyeti adlarını almıştır. Türkiye’nin sivil toplum kuruluşları üzerinden dönem dönem dikkat çektiği ve insani krizlerin yaşandığı Arakan’ın ismi de zaman içinde Rakhine adını almıştır. Aslında isimlerdeki bu süreğen olmama durumu, ülkede hüküm süren siyasi istikrarsızlığın da ipuçlarını vermektedir.

Yedi eyaletin bulunduğu ülkede ayrıca 6 adet otonom kabul edilebilecek yönetim yapısı bulunmaktadır. Bangladeş sınırında bulunan ve Müslüman olan Rohingyalılar ise devletsiz kabul edilmekte ve zorunlu göç ile sınır dışı edilmektedir. Zira askerî yönetimin dayattığı vatandaşlık yasası üç farklı ve birbiriyle eşit olmayan vatandaşlık türü ortaya koyarak Rohingyalıları dezavantajlı duruma düşürmekte ve Rohingyalılar devletçe tanınan 135 etnik yapının arasında sayılmamaktadır. Bu eşitsizliğe karşı çıkan Rohingya halkı devlet sistematik şiddetine maruz kalmaktadır. Birleşmiş Milletlerin insani kriz olarak tanımladığı bu durum, 700.000 civarında Rohingyalının sınır dışı edilerek yurtsuz bırakılmasına, açlığa, sefalete terk edilmelerine neden olmuştur ve bu durum henüz tadil edilmemiştir.

Çin, Rusya, Tayland, Fransa, ABD, Malezya ve İngiltere gibi çok çeşitli ülkelerin üzerinde pazarlıklar yaptığı, fakat ülkenin ekonomik gelişimine gözle görülür biçimde etkisinin hissedilmediği zengin ham petrol ve doğalgaz kaynakları bulunan bir ülkedir Myanmar. Bu zengin yeraltı kaynaklarının yaşam standartlarının iyileştirilmesine etkisi ise çok sınırlıdır. Güneydoğu Asya’nın en fakir ülkelerinden biri olan ülkede, kişi başına düşen nominal gayri safi yurtiçi hasıla Dünya Bankasının 2019 verilerine göre yıllık 1.500 doların altındadır. Bunun yanında ticaretin şeffaflığı ile ilgili önemli kuşkular bulunan ülke ekonomisinde kaçakçılığın yaygın bir ekonomik faaliyet olduğu aktarılmaktadır. 2011 yılına kadar kendi içinde millî ekonomi uygulamaya çalışan ülkede, yabancı malların yasadışı şekilde ithal edilmesinin yanında, afyon ve diğer uyuşturucu maddelerin Çin, Tayland gibi yakın ülkelere illegal ticaretinin yapıldığı bilinmektedir. Yolsuzluk Algısı Endeksine göre bazı yıllarda (örn. 2010) dünyada en alt seviyede yer alan Myanmar, 2019 yılına gelindiğinde bu husuta 137. sırada yer almakta ve yine kötü konumunu sürdürmektedir. Nüfusun yalnızca yüzde 30 kadarının internet kullanıcısı olduğu ülke, insani gelişmişlik sıralamasında 2020 yılı verilerine göre 147. sırada yer almaktadır. Demokrasi Endeksinde 2020 yılı verilerine göre 135. sırada bulunan ülkenin, geçirdiği bu darbe ile 2021 yılında bu sıralamasının daha da aşağılara düşmesi beklenmektedir. Sonuç itibarıyla Güneydoğu Asya’nın en derbeder ülkesi kabul edilebilecek Myanmar, kötü giden ekonomisini, kalkınma seviyesini ve yolsuzluk gibi arâzi özelliklerini düzeltmek yerine, yeni ve yıkıcı bir darbe ile kendi toplumuna acımamayı sürdürmektedir.

Myanmar’da Askerin Önlenemeyen Siyasi Gücü

Askerin bir ülkedeki siyasi gücünü anlamak için genellikle kurumsal yapının ve siyasal kültürün yanında, o ülkenin siyasi tarihine de bakmak gerekmektedir. Bu veçhe ile incelendiğinde Myanmar’ın İngiliz kolonilerinden biri olduğunu ve bu koloniyal süreçte Burmanların sosyal sınıf olarak en altlarda yer aldığını hatırlamakta yarar vardır. İngiltere’den sonra bir süre de Japonya tarafından egemenlik altına alınan ülke, bağımsızlığını İkinci Dünya Savaşını takip eden yıllarda kazanmıştır. Bu minvalde, Çin ile Japonya’nın Pasifik cephesinde savaştıklarını hatırlarsak, askerin Çin yanlısı sayılabilecek tavrının o günlere dayandığını söylemek yanlış olmaz. 1948 yılında bağımsızlığını ilan eden Burma’nın o tarihteki en güçlü yerel kurumunun ordu olması ve bağımsızlığı takip eden süreçte ülkenin kurumsal yapısının oluşturulmasının ve modernleşme sürecinin yine asker eli ile gerçekleştirilmesi, orduya, var olan ayrıcalıklı konumunu daha fazla güçlendirme imkânı tanımıştır. Bu süreçte, askerin siyasete etkisi daha çok dolaylı olarak görülmekte, fakat ülke ekonomisinde askerî harcamaların belirgin bir payı bulunmaktaydı. 1958-60 arasında “Caretaker Government” adı altında sözümona rejimi iç ve dış düşmanlardan korumanın yanında sosyalist bir ekonomik sistem kurma görevini de üstüne alan ordu, artık yönetimin sadece etkin bir ortağı değil aynı zamanda balıkçılıktan bankacılığa kadar ülkedeki birçok ekonomik faaliyetin de başat aktörü olmaya başlamıştır. Siyasi gücü paylaşmakla yetinmeyen ordu, 1962 yılında asker güdümlü sivil hükümete yapılan darbe ile yönetime bütünüyle el koymuştur.

Darbenin gerekçesi olarak gösterilen farklı etnik grupların otonomi talepleri ve yönetimdeki U Nu’nun Budizmi devletin resmî dini yapmaya yeltenmesi olarak gösterilse de, meselenin iç yüzü biraz da askerin gücünü daha fazla konsolide etmek istemesi ile ilintiliydi. Darbe sürecinde oluşturulan Devrimci Konsey ülkeyi 1974 yılına kadar yönetti ve sonrasında yerini, sosyalist tek parti sistemine geçiş sağlayarak korudu. Bu süreçte de asker perde arkasından siyaseti dizayn etmeyi sürdürdü.

Ülkedeki baskıcı ortama ek olarak ekonomik darboğaz da ciddi bir seviyeye çıkarak develüasyon yapıldı. Ülke, 1987 yılında Birleşmiş Milletler tarafından en az gelişmiş ülkeler arasında tanımlanacak kadar fakirleşince, üniversiteler başta olmak üzere çeşitli kesimlerde toplumsal mobilizasyon başladı ve sosyalist tek parti rejiminin lideri Ne Win, 1988 yılında protestolar karşısında istifa etti. Görevden ayrılmayı takip eden süreç, daha demokratik bir yapıyı getirmek bir yana dursun, protestocuları şiddet uygulayarak püskürten askerî rejimin yeniden doğrudan yönetime geçmesiyle sonuçlandı. Bu kısa süreli bir el koyma değildi ve 20 yıl kadar sürdü. Arada yapılan seçimlerin sonuçları, askerî yönetimin beğenisine uygun olmadığı için yok sayıldı. Örneğin 1990 yılında yapılan seçimlerde Demokrasi Yanlısı Ulusal Ligin (National League for Democracy) başarısı asker tarafından kabul edilmedi. Partinin önde gelen isimlerinden Nobel ödüllü Aung San Suu Kyi ve birçok siyasetçi düşünce suçundan hapse atıldı. Muhalefet mensubu kişiler ve insan hakları savunucuları askerî rejimce tespit edilerek sürgüne gönderildi.

Bu katı tutumun ülkeyi uluslararası arenada zor durumda bırakmasının yanında, sosyalizmin dünya genelinde çözülmesi, Myanmar’da da gecikmeli olarak kısmi serbest bırakmaları beraberinde getirdi ve 1990’ların ortalarına gelindiğinde, ev hapsinde tutulan Aung San Suu Kyi ve birçok muhalif serbest bırakıldı. Bu gevşeme ortamı 2000’lerin ortalarında yine terk edildi. 2003 yılında Tabayin Katliamında Demokratik Lig yanlısı 70’in üstünde kişi, devlet tarafından gönderildiği sonradan anlaşılan kolluk kuvvetleri tarafından öldürüldü. 2005 yılında Suu Kyi tekrar tutuklandı. Kısacası askerî yönetim kendi gücüne yöneltilen ciddi muhalefet dalgalarını her fırsatta baskılamayı tercih etti.

Azınlıkların ve muhalefetin baskılanması karşısında uluslararası örgütler ve Batı ülkeleri Myanmar’ı eleştirmeyi sürdürürken, Çin, Rusya, Kuzey Kore gibi ülkeler Myanmar’ın yanında yer almayı tercih etti. Ülkede, dış politika da dâhil olmak üzere birçok kararın, askerin kendi emniyetini sağlamak ve gücünü sürdürmek için aldığını düşünmek mümkündür. Benzer şekilde 2005 yılında, ASEAN’ın o yılki başkanlığını reddeden ülke, aynı dönemde uzun yıllardır Yangon olan başkentin, protestocu kalabalıktan daha uzakta kabul edilen Nepido (Nay Pyi Taw) şehrine taşınmıştır. Başlangıçta hayalet şehir olarak kabul edilen Nepido, zaman içinde askerî yönetimin üssü haline gelmiş ve şehir, askerî yönetimin ihtiyaçları baz alınarak dizayn edilmiştir.

Myanmar’da askerin sürdürdüğü keyfî yönetim, ekonomik krizle birleşince, bilhassa akaryakıt fiyatlarındaki fahiş artış ile birlikte 2007 yılı Ağustos ayında başlayarak 2008’e uzanan zaman diliminde, Safran Devrimi adı verilen büyük protestolar gerçekleştirildi. Budist rahiplerin de eşlik ettiği bu protestoların sessiz devrim şeklinde olması düşünüldü, fakat askerin toplum kesimlerine şiddet uygulamaktan çekinmediği görüldü. Bu süreçte Uluslararası Af Örgütü gibi çeşitli uluslararası kuruluşlar Myanmar’daki devlet şiddetine dikkat çekti.

2010’lu yıllara yaklaşıldığında, bu şekilde bir yönetimi ilelebet sürdüremeyeceğinin farkına varan askerî yönetim, piyasa ekonomisine ve disipline edilmiş bir demokrasiye geçme kararı alsa da bu durumun radikal bir dönüşüm olduğunu düşünmek yanlış olacaktır. Bu süreçte yeni bir ulusal uzlaşma arayışına girilerek Batı ülkeleriyle temasa geçilmeye başlanmış, fakat baskıcı yönetimin unsurları faal olduğu için gerçek bir demokratik katılım ve oydaşma iklimi sağlanamamıştır. Örnek vermek gerekirse 2008 yılında yapılan anayasa referandumuna yüzde 98 katılım sağlanmış ve yüzde 94 civarında evet oyu ile anayasa kabul edilmiştir. Ne var ki referandum sürecinin şeffaflıktan ve adaletten yoksun olduğu bilinmektedir. Başkası adına oy kullanmanın, işaretlenmiş pusulaların seçmene verilmesinin ve oy verme zamanı bittikten sonra hükümet yetkililerinin vatandaşların evlerine giderek oy kullandırtması gibi demokratik bir seçim süreciyle bağdaşmayan uygulamaların yaygın biçimde kullanıldığı gözlenmiştir. Demokratik bir rejime geçilmesi için yedi aşamalı bir planın da belirlendiği bu anayasanın kabul ediliş biçimindeki demokratik yoksunluk, ilerleyen sürece de yansımıştır.

Demokrasi Yanlısı Ulusal Lig, serbest ve adil seçimlerin yapılmıyor olması nedeniyle 2010 seçimlerine katılmamış ve seçimleri asker destekli Dayanışma ve Kalkınma Birliği Partisi (USDP) şaibeli biçimde kazanmıştır. 2003 yılında Tabayin Katliamını takip eden yıllarda buna benzer birçok hususta hem içerde hem de dışarda zor durumda kalan askerî rejim için yedi aşamalı planın aslında bir zaman kazanma ve tepkileri kısmen de olsa yatıştırma stratejisi olduğu düşünülebilir.

Kısmî sendikal hakların tanınması, basın üzerindeki sansürün bir nebze azaltılması gibi birtakım bütüncül olmaktan uzak değişikliklerin yanında, Çin ile geçmişte kurulmuş olan ekonomik ve siyasi işbirliğinin sekteye uğramasıyla birlikte Avrupa Birliğinin de Myanmar’a uyguladığı askerî olmayan yaptırım kararlarını askıya alması ve Avrupa Komisyonunun ülkeye ekonomik yardımda bulunması bu süreç için not edilmesi gereken diğer önemli detaylardır.

Aung San Suu Kyi ve 2020 Seçim Zaferi

Demokrasi Yanlısı Ulusal Ligin uzun yıllardır liderliğini yapmış olan ve 1991 yılında Nobel Ödülü almış olan Aung San Suu Kyi, çeşitli dönemlerde tutuklanmış, ev hapsinde ve cezaevinde tutulmuş bir siyasetçi ve insan hakları savunucusudur. Önemli ve karizmatik bir kadın lider olan Aung San Suu Kyi, demokratikleşme adımlarının atıldığı dönemlerde asker destekli iktidar ile Batı ülkeleri arasında arabuluculuk rolü üstlenmiştir. İki çocuğunun ve vefat eden eşinin İngiliz vatandaşı olmaları nedeniyle, daha çok Çin taraftarı olan ve ulusalcı kabul edilebilecek askerî rejim tarafından koloniyal geçmişe döndürme suçlaması yöneltilen bir siyasetçidir.

Genel anlamda demokrasi yanlısı bir çizgisi bulunan siyasetçi, 2015 yılında yapılan seçimleri kazandıktan sonra, insanlık kıyımının yaşandığı Rohingyalılar başta olmak üzere, Myanmar’da Müslümanlara yönelik etnik temizlik ve eşitlikçi olmayan vatandaşlık önerilerine karşı herhangi bir mücadele vermediği için de yer yer eleştirilmiştir. Bilhassa, 2017 yılında soykırımın şiddetini artırdığı Rohingya bölgesi başta olmak üzere, Müslümanlara uygulanan şiddet, zulüm, cinsel istismar, evlerin ve kutsal mekânların yakılması gibi insan haklarına bütünüyle aykırı girişimler Suu Kyi döneminde gerçekleşmiştir. Müslümanlara eşit vatandaşlık hakkı tanımayarak burada bulunan kişilerin Myanmar’a yerleşmelerinin 1800’lü yıllara dayandığını ispatlamalarını isteyen mevzuatın yanında, çeşitli Budist kasabalardaki kolluk gruplar mobilize edilerek bu bölgede yaşayan Müslümanların Myanmar topraklarını terk etmesi hedeflenmiştir. Budist toplumsal tabanına popülist bir sinyal olarak algılanabilecek bu tavır, Suu Kyi’nin siyasi gücünü sürdürmesini sağlarken daha fazla Müslümanın türlü eziyetlere maruz kalmasına, Aylan bebeklerin botlarla kimi zaman Endonezya, Malezya gibi ülkelere ulaşamadan yaşamlarını yitirmelerine neden olmuştur. Kendilerine eşit vatandaşlık vermeyen ülkelerini terk etmek zorunda kalan yüz binlerce kişi, hâlihazırda kendisi de ekonomik darboğazda olan Bangladeş’e sığımıştır. Suu Kyi’nin tüm bu nedenlerle, Nobel ödülü aldığı ve askerî rejimce cezalandırıldığı dönemlerle kıyaslandığında, uluslararası kamuoyu açısından eski itibarının azaldığına işaret etmek yanlış olmaz. Öte yandan, Suu Kyi’nin kariyerinin ilk yıllarının aksine, son dönemde Çin ile olan sıcak temasını ve bu ülke ile ekonomik alanda işbirliği eğilimini de not etmek gereklidir.

2020 yılının Kasım ayında yapılan seçimlerde, Rohingya başta olmak üzere, Şan ve Koçin gibi kimi bölgelerde yer yer oy kullanımı gerçekleşmedi. Rohingyalıların ve diğer bazı etnik gruplara mensup kişilerin adaylığı kabul edilmedi. Kısacası, Suu Kyi’nin kazandığı seçim, ülke topraklarında yaşayan azınlıkları kapsayacak şekilde tasarlanmadı. Askerin ülke siyasetindeki ağırlığının bir yansıması olarak, anayasada tanımlanan şekliyle üç kilit bakanlığın (İçişleri, Savunma ve Sınır İşleri) askerî yönetime bırakıldığı ve parlamentodaki sandalyelerin yüzde 25’inin askere rezerve edildiği bu siyasal yapıda, oyların yüzde 60’ından fazlasını alan Suu Kyi’nin grubu Demokrasi Yanlısı Ulusal Ligi hedef alan darbe 1 Şubat’ta gerçekleşti. Suu Kyi gözaltına alınarak taraftarlarının bilmediği bir yerde alıkondu.

Darbeye bahane olan durumun ise Suu Kyi’nin partisinin seçim sürecinde pandemi kısıtlamalarına riayet etmemesi, devletin gizli bilgilerini basına sızdırması ve seçime hile karıştırması olarak tanımlandı. Ne var ki, Tayland merkezli seçim izleme örgütü ANFREL’in raporuna göre, seçim günü açısından oy verme ve oy sayımının şeffaf gerçekleştiği düşünülebilir. Oy verme merkezlerinin, ilgili prosedürleri büyük ölçüde titizlikle takip ettiği tespit edilmiştir. Öte yandan karantina merkezleri ve hastanelerde gerçekleşen oy verme işlemlerinin, gizlilik açısından uluslararası demokratik standartların altında olduğu belirtilmiştir. Kampanya süreci düşünüldüğünde ise basının yeterince özgür olmaması, çoğunlukla internet üzerinden yürütülen seçim kampanyalarına halkın önemli bir bölümünün doğrudan erişim sağlayamaması ve bu erişim engeli nedeniyle yaygın bir dezenformasyon ve çarpıtma ile karşı karşıya kalındığı belirtilmiştir. Yine bu raporda ele alındığı üzere, Müslümanların ayrımcılık içeren vatandaşlık tanımları nedeniyle seçime katılımları en fazla engellenen grup olduğu belirtilmiştir. Bunun yanında Bago’da Müslümanların yanında Hinduların da seçmen kayıtlarında sıkıntı yaşadığı gözlenmiştir.

İnsan Hakları İzleme Örgütü de benzer şekilde azınlıkların temsilini ve kimi köy ve kasabalarda seçimlerin yapılmasının iptal edilmesinin şeffaflıktan uzak olduğunu belirtmiştir. Seçimleri izleyen Carter Center da 2 milyon kadar azınlığın seçim sürecine dâhil edilmemesinin ortaya çıkardığı demokratik temsil sorununa değinmiş, fakat seçim günü izlenen prosedürleri oylama ve sayım açısından genel olarak olumlu değerlendirmiştir. Ne var ki, darbeci yapının meselesi, Müslümanların ya da diğer azınlıkların temsili değil, aksine 91 partinin yarıştığı seçimlerde ordu destekli USDP’nin seçimlerde istenen başarıyı elde edememiş olmasıdır. Zira USDP, seçim sürecinde, Demokrasi Yanlısı Ulusal Ligi, Myanmar’ı Müslüman bir ülkeye dönüştürecek olmakla suçlarken aynı zamanda Facebook gibi sosyal medya platformlarında Müslümanlara yönelik nefret söylemi kullanmıştır. Darbe sonrasında, Rohingya başta olmak üzere Myanmar’da yaşayan azınlıklara zulmetmesi ile tanınan ve uluslararası örgütlerce defalarca kınanmış olan Genelkurmay Başkanı Min Aung Hlaing yönetimin başına geçmiştir.

Darbe Sonrası Protestolar

1 Şubat’ta yapılan darbenin ardından dinmeyen protestolar, darbecilere şimdiye kadar alışık olduklarından daha fazla tepki gösterilmesi ile Mart ayında da gerilemedi. Eski başkent Yangon’da başlayan darbe karşıtı gösteriler, kısa sürede ülke çapına yayıldı. Protestoculara karşı, BM Raportörünün ifadesiyle, “askerin zalimlik ve barbarlık hususunda hiçbir limitinin olmadığını gösterdiği” (BBC, 30 Mart 2021) protestolarda, 30 kadarı çocuk olmak üzere 500’ün üzerinde direnişçinin darbe yönetimince öldürüldüğü ve askerî yönetimin sert tedbirler almaktan çekinmediği ifade edilmektedir. Uluslararası örgütler askerî yönetimin tavrını ve darbeyi kınarken, Birleşmiş Milletlerin resmî kınama yapması Rusya ve Çin’in vetosu ile engellendi. Ülkede siyasal gerilimin düşmediği bugünlerde, aralarında ABD, Kanada, Birleşik Krallık, Japonya, Avustralya, Yeni Zellanda, Almanya, Hollanda, Danimarka, İtalya, Yunanistan ve Güney Kore’nin bulunduğu 12 ülke darbecileri kınayan bir açıklama yayınladı. Darbe yönetimine çeşitli yaptırımların uygulanacağı bildirildi. Özellikle protestocu gençler, çeşitli Batı ülkelerinin temsilciliklerine “Liderimizi, geleceğimizi, umudumuzu koruyun” yazılı pankartlarla destek taleplerinde bulundu. Tayland, sınır komşusu olduğu Myanmar’da yaşanan darbeye yönelik, muhtemelen kendi sınırına yönelen insan akışının daha fazla artmasını engellemek adına, net bir dil kullanmaktan kaçınırken, darbeci yönetimin Dışişleri Bakanını misafir ederek, Endonezya gibi ülkelerle birlikte darbe sonrası sürecin teskin edilmesi için ne yapılabileceğini konuştu. Singapur, açık bir dille darbeyi eleştirirken, Filipinler ve Vietnam gibi ülkeler de Tayland’ın stratejisini benimsedi. Öte yandan gözaltında tutulan Suu Tyi ile son zamanlarda iyi ilişkisi olan Çin de, ülke ile olan ekonomik ilişkilerinin sürdürülmesini gözeterek, net bir dille darbeyi kınamaktan kaçındı. Çin’in yanında, Rus temsilcisi Silahlı Kuvvetler Gününde darbe yönetimi ile temasa geçti ve darbecilerle pozitif ilişki geliştirme yolunu tercih etti. Bölgede Çin’e karşı bir güç ve kontrol mücadelesine giren Hindistan, başlangıçta demokrasiye dönülmesi yönünde çağrı yapsa da Silahlı Kuvvetler Günü kutlamalarına ateşesini göndererek Laos, Vietnam, Pakistan ve Bangladeş gibi darbeci yönetim ile temasta kalmayı tercih etti. Diğer bir ifadeyle, Myanmar’daki darbe sonrası durum, dış güçlerin yeni bir mücadele sahası olarak belirmektedir.

Protestolarda toplumun önemli bir bölümünün yer aldığını söylemek mümkündür. Bilhassa gençler sosyal medya üzerinden yaptıkları paylaşımlarla, darbe sonrası yaşanan kıyımı dünya kamuoyu ile paylaşmaktadır. Ancak sosyal medya erişimi darbeci yönetim tarafından yer yer askıya alınmaktadır. Ayrıca protestolara katılan ya da gerilim nedeniyle evlerine dönmeyi tercih eden birçok işçi, sanayi üretiminde yer almamaya başladı. Bu durum, ülkenin zaten iyi durumda olmayan ekonomisinin daha kötü performans sergilemesini beraberinde getirdi. Diğer yandan, darbe yanlısı aşırı milliyetçi bir grubun da sokaklarda darbe yönetimini destekleyen eylemler yaptığı gözlenmektedir.

Sonuç

Sonuç olarak, darbe sonrasında tüm ülke çapında örgütlenen halk, belki de şimdiye kadar olmadığı biçimde birbirine kenetlenerek darbecileri protesto etmektedir. Etnik ve dinî ayrılıkların şimdiye kadar ülkede hep ayrıştırıcı bir unsur olarak çatışma ortamı oluşturduğu düşünüldüğünde, darbecilere karşı bir araya gelerek ortak tavır koyan farklı toplum kesimlerinin bu krizden daha fazla bütünleşerek ve birbirini anlayarak çıkması ve azınlıkların haklarına saygı duyulan daha demokratik bir çerçevenin daha büyük kesimlerince benimsenmesi, yalnızca iyimser değil aynı zamanda olası bir beklenti olarak karşımızda durmaktadır. Bu yıkıcı askerî darbenin, normal şartlarda da mükemmel olmaktan uzak olan Myanmar’daki demokratik işleyişi geriye götüren ve kan döken zorba uygulamaları, bu uygulamalardan benzer biçimde olumsuz etkilenen geniş toplulukların birbirlerine yönelik empati duygusunu geliştirme potansiyeli taşımaktadır. İkinci ve çok kötümser bir ihtimal ise, kısa sürede yatışması zor görünen kararlı kalabalıkların, askerî yönetim ile çatışmaya devam etmesi ile olayların büyük bir iç savaşa dönüşmesidir. Bu konuda Birleşmiş Milletler 1 Nisan tarihinde iç savaş tehlikesi konusunda dünya kamuoyunu uyarmış ve itidal çağrısında bulunarak, muhalif grupların iletişim kurması gerektiğini belirtmiştir. Dünyanın pandemi ile mücade ettiği şu günlerde, test yapma ve sağlık hizmeti sağlama kapasitesi de çok düşük olan bu Güneydoğu Asya ülkesi için söz konusu kötücül senaryo, sonun başlangıcı olabilir. Bu durum, aynı zamanda Myanmar’da güç yarışına girecek ülkeler arasındaki gerilimin artmasını da beraberinde getirebilir.

Kaynaklar:

https://www.aljazeera.com/news/2020/11/13/aung-san-suu-kyis-party-confirmed-winner-in-myanmar-election

https://anfrel.org/wp-content/uploads/2020/11/ANFREL-Interim-Report_IEOM-to-the-2020-Myanmar-General-Elections.pdf

https://asia.nikkei.com/Spotlight/Myanmar-Coup/Five-red-flags-signaling-Myanmar-coup-s-economic-damage

https://www.bbc.co.uk/sounds/play/w172xv2k95q7kr4

https://www.cartercenter.org/news/pr/2020/myanmar-111020.html

https://data.worldbank.org/indicator/NY.GDP.PCAP.CD?locations=MM&most_recent_value_desc=false

https://digitallibrary.un.org/record/129620

http://hdr.undp.org/en/countries/profiles/MMR

http://hdr.undp.org/en/countries/profiles/MMR

Huang, R. L. (2013). Re-thinking Myanmar’s political regime: Military rule in Myanmar and implications for current reforms. Contemporary Politics, 19(3), 247-261.

Mahmood, S. S., Wroe, E., Fuller, A., & Leaning, J. (2017). The Rohingya people of Myanmar: health, human rights, and identityThe Lancet389(10081), 1841-1850.

https://www.transparency.org/en/cpi/2020/index/nzl

Steinberg, D. (2013). Burma/Myanmar: What Everyone Needs to Know®. Oxford University Press.

Tantikanangkul, W., & Pritchard, A. (Eds.). (2016). Politics of Autonomy and Sustainability in Myanmar: Change for New Hope … New Life? (Vol. 1). Springer.

https://web.archive.org/web/20090217100821/http://www.amnestyusa.org/all-countries/myanmar-burma/page.do?id=1011205

Ömer Toprak –

Bu yazının hikâyesi, Türkiye’de dindarlık ile eğitim arasındaki ilişkiyi irdeleyen akademik bir çalışmada karşılaşılan ilginç ve dünyadaki genel eğilimlerden farklı bir durumun daha yakından incelenmesine dayanıyor. Dünyada ve Türkiye’de dindarlık ile cinsiyet arasındaki ilişkiyi irdeleyen birçok çalışma hangi din ve hangi kültür ele alınırsa alınsın, eğitimi ve sosyo-ekonomik durumu ne olursa olsun kadınların erkeklerden daha dindar olduğu sonucuna varıyor. Eğitim düzeyi ile dindarlık arasındaki ilişkinin ise biraz daha karmaşık olmasına ve zaman içinde farklı sonuçlar bulunmasına rağmen genel olarak negatif yönlü olduğu birçok çalışma ile ortaya konmuş, sözü edilen akademik çalışmada da bunu teyit etmiştir.

Peki, eğer Türkiye’deki durum aşağıda Şekil-1’de gösterildiği gibi bulunmuşsa bu bize ne düşündürmelidir?

Şekil-1. Eğitim düzeyleri ve cinsiyet bazında dindarlık (2013)

Şekil-1, eğitim düzeyleri bazında erkek-kadın dindarlığını ortaya koyan bir grafik. 2013 yılı verilerine dayanan grafikte dikkat çeken ve genel eğilimlere aykırı olan durum ise liseden sonra kadın dindarlığının erkek dindarlık düzeyinin altına düşmesi. Sadece bu resme bakarak, eğitim düzeyi boyunca azalan dindarlık modelinin, dindarlık-eğitim ikilisindeki negatif ilişkiyi iddia eden önceki literatüre uymakla kalmayıp, aynı zamanda yükseköğrenimin dindarlığı azaltmada kadınlar için daha etkili olduğu sonucuna varılabilir.

Özellikle din veya dindarlık gibi hassas konularla uğraşırken, bireyin yükseköğretime devam etme kararlarını etkileyen çevredeki sosyal veya politik ortamdan kaynaklanan herhangi bir baskı türünü hesaba katmadan tek bir kesit örneklem çalışmasını temel almanın yanıltıcı sonuçlar ortaya çıkarabileceği açıktır.

Peki, bu durum neden ortaya çıkmış olabilir ve acaba 2013 sonrası yıllarda da durum aynı mıdır sorusu son olarak 2017 yılına dayalı veri ile Şekil-2’deki sonucu üretmişse o zaman ne diyebiliriz?

Şekil-2. Eğitim düzeyleri ve cinsiyet bazında dindarlık (2017)

Şekil-2 bize 4 yıllık üniversite ve üstü hariç diğer eğitim düzeylerinde ilişkinin kadın dindarlığını daha yüksek bulgulayan genel literatüre uyduğunu göstermektedir. 2013-2017 yılları arasında ne olmuştur ki durum değişmiştir sorusu bu yazının cevabını aradığı temel sorudur. Daha özellikli olarak, bunun geleneksel nedenlerden mi yoksa dindar kadınların tarihsel olarak yükseköğretime mesafeli olmasına neden olan önceki engellerden mi kaynaklandığını veriye dayalı olarak ortaya koyabilir miyiz? Diğer olası nedenler bir kenara bırakılırsa, buradaki ana odak, başörtüsü yasağının kalkmasının bu ana değişimin temel nedenlerinden biri olduğu veriye dayalı olarak gösterilebilir mi?

Verinin Söyledikleri

Bu çalışmada kullanılan veriler, merkezî sınavların yapılmasından sorumlu olan Ölçme, Seçme ve Yerleştirme Merkezi (ÖSYM) ve Yükseköğretim Kurulunun (YÖK) yıllık olarak yayınladığı üniversiteye giriş ve mezuniyet istatistiklerine dayanmaktadır. Sınanacak argüman, eğer yasağın kaldırılmasının kadınların yüksek öğrenimi üzerinde bir etkisi yoksa, yüksek öğrenimdeki cinsiyete dayalı eğilimlerin ve kalıpların yasak öncesi ve sonrası dönemler karşılaştırıldığında benzer olmasıdır. Benzerlik olmaması halinde diğer alternatif açıklamalar yanında yasağın yükseköğrenimdeki cinsiyet dengesinde dindarlar aleyhine belirgin bir etkisi olduğu söylenebilir.

ÖSYM tarafından sağlanan veriler 2000 yılı ve sonrasına aittir, YÖK verileri ise ancak 2013 yılından itibaren yayınlanmaya başlamıştır. Eğilim ve örüntülerdeki cinsiyete dayalı farklılıklar yasak öncesi ve sonrası farklılık gösteriyor mu sorusuna grafik analizi ile cevap bulunmaya çalışılacaktır. Yaş ve cinsiyet bazındaki örüntülerde yasak öncesi döneme kıyasla belirgin bir farklılığın ortaya çıkması yasağın etkisi konusunda bir gösterge niteliği taşıyacaktır. Şekil-3 yıllar itibarıyla üniversite sınavlarına başvuran adayların cinsiyet bazında dağılımını göstermektedir. Görüldüğü gibi 2000-2018 yılları arasında bu örüntüde cinsiyetler açısından bir değişiklik gözlenmemektedir.

Şekil-3. Yıllar itibarıyla cinsiyet bazında üniversite sınavlarına başvuranlar

Şekil-4 te ise üniversiteye yerleşmeye hak kazananlar açısından durum incelenmektedir. 2010 yılı öncesinde erkek öğrenciler daha fazlayken 2010 yılından itibaren kadınlar daha yüksek sayıda üniversiteye yerleşmektedir.

Şekil-4. Yıllar itibarıyla cinsiyet bazında üniversiteye yerleşmeye hak kazananlar

Şekil-5 ve Şekil-6 Üniversiteye yerleşen adayların sırasıyla sadece önlisans ve sadece lisans programlarına yerleşenlerini mercek altına almaktadır. 2012 yılında her iki örüntüde de kadınlar lehine çok önemli bir değişiklik yaşanmış, önlisans için 2013 yılında devam etmiş ve 2014 yılında örüntü eski durumuna dönmüştür. Lisans programları için değişim 2018’e kadar devam etmiştir. Bu ani değişimin sebeplerini bulmak için yaş grubu bazında mezuniyet istatistikleri incelenmiştir. Acaba bu kitle yasağın kalkmasıyla aftan yararlanan veya yasak sırasında okuma umudu olmayıp yasağın kalkmasıyla yükseköğretime yönelenler olabilir mi? Yaş bazında analiz bu konuda bir ipucu verebilir mi?

Şekil-5. Yıllar itibarıyla cinsiyet bazında önlisans programlarına yerleşmeye hak kazananlar

Şekil-6. Yıllar itibarıyla cinsiyet bazında açık öğretim programlarına yerleşmeye hak kazananlar

Mezun verileri 2013 yılından itibaren yayınlanmaktadır. Üniversiteye giriş grafiklerinde 2011 yılı değişimin başladığı yıl olduğundan ve önlisans için en az 2, lisans için en az 4 yıl gerektiğinden mezun istatistiklerinin 2013 yılından başlaması analiz için bir sorun yaratmayacaktır. Çünkü 2011 yılında girişte meydana gelen bir değişim mezun bilgisine en erken 2013 yılında yansıyacaktır.

Şekil 7’de 2013’ten başlayarak 3 yaş grubu, yani <= 25, 26-35 ve 36-45 dâhil olmak üzere 2 yıllık yüksekokul mezunlarını göstermektedir. Bu sınırların seçilme nedeni, üniversiteye girişteki bu farklılaşmanın yeni öğrenciler kaynaklı mı yoksa daha ileri yaştakiler mi olduklarını belirlemektir. İleri yaştakiler ise muhtemelen yasaktan muzdarip olanları, aftan dönenleri ve daha önce okuma mücadelesi vermekten kaçınmışları kapsadıkları söylenebilir. Önlisans programlardaki yoğunlaşma ise artık bu ileri yaştakilerin çoluk-çocuğa karışmaları ihtimali üzerinde tartışılabilir.

Normalde eğitim sistemindeki herhangi bir öğrenci için liseden mezuniyet okul yıllarında herhangi bir nedenle ara verilmezse on sekiz yaşında gerçekleşir. Her şey yolunda giderse, yani öğrenci ilk başvuruda sınavı geçerse, daha sonra ara vermeden yüksek öğretimden mezun olur, mezuniyet yaşı iki yıllık bir yüksekokul, 4 yıllık üniversite, 5 yıllık bir üniversite olmasına bağlıdır. Ara verilmezse, yükseköğretimin tamamlanması her tür yükseköğretim kurumu için 24-25 yaşında olması beklenir veya varsayılır (OECD 2017 25 olarak kabul eder). Bu alternatif programları kapsamak için, 25 yaşındaki eğitim sırasında çeşitli girişimler veya olası molalar da dâhil olmak üzere başlangıç noktası olarak kabul edildi. Şekil 7 ve 8 yaş grubu ve cinsiyet bazında yıllar itibarıyla mezun sayılarını göstermektedir.

Şekil-7. Yaş grubu ve cinsiyet bazında yıllar itibarıyla önlisans mezunları

Şekil-8. Yaş grubu ve cinsiyet bazında yıllar itibarıyla Lisans mezunları

Önlisans mezunları için alt yaş gruplarında kadınlar lehine değişimin 2015 yılından itibaren yansıdığı görülmektedir. Üst yaş grubunda ise bu değişim 2016 yılında yetişme, sonraki yıllarda erkek sayısını geçme şeklinde kendini göstermiştir.

Sonuç

Amacımız, uzun süre devam eden başörtüsü yasağının kadınların yükseköğrenimine ve yüksek eğitimli kadın katmanındaki dindarlık gibi diğer değişkenlerin düzeyine bir etkisi olup olmadığını incelemekti. Bu araştırmanın üstesinden gelmek için, yüksek öğretime giriş ve mezuniyet istatistiklerinin eğilimleri ve kalıpları yasak öncesi-sonrası çerçevesinde incelendi ve 2010 yılı yasağın kalktığı yıl olarak alındı. Eğer yasağın yükseköğrenim istatistikleri üzerinde bir etkisi olmasaydı, öncesi ve sonrası dönemlerin cinsiyete dayalı karşılaştırmasında önemli bir değişiklik beklenemezdi. Bu analizde veriler, özellikle kadınların yükseköğretime devam etmesi için yasağın kaldırılmasının ardından önemli değişikliklerin varlığını ortaya koymaktadır. Yasak sonrası dönemlere bakıldığında bulgular bize özellikle yasaklar döneminde hükümet politikalarının yarattığı olumsuz dışsallıklarla karşılaşan kadınlar için çok farklı bir model sunmaktadır.

Üniversiteye giriş ve mezuniyet istatistiklerinin grafiksel analizi, yasağın, dindar başörtülü kadınların yükseköğretime devamını olumsuz biçimde etkilediğini ve sonunda dindar kadınların yüksek eğitimli kadınlar arasında yetersiz temsil edilmesine neden olarak bu grubun ortalama dindarlığını düşürdüğünü ortaya koymaktadır. Yasağın kalkması ve her ilde üniversite imkânlarının artmasıyla sadece yeni başörtülü öğrenciler yükseköğretime başlamakla kalmamış, aynı zamanda geçmiş dönemin mağdurları ve ümidi kırık yükseköğretim talipleri yeniden yükseköğretime dönmüş gibi görünüyor.