Bekir Berat Özipek

Göç, sığınmacılık ve farklı bir ülkede yeni bir hayata başlamak, herkes için, iyi yönetilmediği taktirde kayıp kuşak riskini de beraberinde getiren sarsıcı bir süreç. Türkiye’de yaşayan Suriyeli aileler ve onların çocukları için de böyle bir risk var.

Bu süreçte “kayıp hayatlar” veya “kayıp bireyler” sorunu hali hazırda yaşanıyor. Kötü bir göç tecrübesi yaşayan, sağlığını kaybeden, eğitim alamayan ve sonuçta hayata tutunamayan çok sayıda insan var. Bununla birlikte, meseleye yeterli bir çaba ve ihtimam göstererek yaklaşılması durumunda, bir “kayıp nesil” sorununun yaşanmaması mümkün.

“Onlar gidici dil öğretmeyelim” mantığı…

Öncelikle gerek bazı çevrelerde ve gerekse de bazı dar görüşlü bürokratlarda mevcut olan, “onlara dil öğretmeyelim, rahat ettirmeyelim ki kendilerini buraya ait hissetmesinler de gitsinler” şeklindeki yaklaşımın yanlışlığını tespit ederek başlamak gerek. Zira bu argümanla yüzleşmeden önerilerde bulunmak, doğru perspektif ve yaklaşımın gücünü azaltır.

Bu yaklaşımın temel hatası, Suriyeli sığınmacıların Türkiye’deki mevcudiyetlerinin bugün de yarın da objektif hayat şartlarına bağlı olacağını görememesidir. Suriye güvenli bir ülke haline gelmedikçe ve Batı kapıları kapalı oldukça, dil öğrenmeleri kolaylaştırılsın veya kolaylaştırılmasın, hatta buradaki ayrımcı çevreler ne kadar taciz ederse etsin, Türkiye’de kalmak onlar açısından yine de tercihe şayan olacaktır.

Öte yandan, onlara hayatı zorlaştıran her engelleme entegrasyona zarar verecek ve bu anlamda aslında ülkedeki herkesin, Suriye kökenlilerin ve geniş toplumun hayat kalitesini olumsuz etkileyecektir. Doğru olan, Suriyeli sığınmacıların burada oldukları sürece insan onuruna yaraşır biçimde yaşamaları için çaba sarf edilmesi, kalacak olanların da gidecek olanların da huzurlu olmalarının sağlanmasıdır. Türkçe öğrenen, Türkiye’de kendisini başka insanlar kadar değerli hisseden Suriyeliler için de yarın objektif hayat şartları gitmeyi daha tercihe şayan kıldığında Türkçe biliyor olmaları onlara engel olmayacaktır.

Konuyla ilgili bir programda dile getirilen ve Suriyelilere yönelik iyi, adil ve kuşatıcı yaklaşımın önemini en özlü biçimde anlatan ifade şuydu: “Kalırlarsa bu ülkenin iyi vatandaşları olurlar, giderlerse de Türkiye’nin yurtdışındaki iyi temsilcileri.” Konuyla ilgili en sağlıklı tespit ve yaklaşım bundan başkası değil.

Suriyelilerin ne kadarının kalıp vatandaş olacağı veya ne kadarının ülkeden ayrılacağı bir dizi faktörün bileşkesi olarak şekillenecek. Ancak çoğu ister kalacak olsunlar ister gidecek, her iki durumda da izlenmesi gereken sağlıklı bir politika aynı olacaktır. “Kayıp nesil” riskini ortadan kaldırmak için izlenmesi gereken politika da öyle.

Bu çerçevede kayıp nesil olmaması için somut olarak neler yapılmalı? Şimdi buna daha yakından bakabiliriz.1

Süreklilik duygusu korunmalı

Kayıp nesil sorununun yaşanmaması için öncelikle bir hafıza kaybına izin verilmemeli, Suriye’den gelenlerin kendi hayatlarına dair süreklilik duygusunu korumaları sağlanmalı. Gelenlerin kaynak ülke (Suriye) ile irtibatları devam ettirilmeli. Kaynak ülke ile iletişim ve bağlantının devam etmesi, aslında Suriyelilerin bir gün geri dönmesini isteyen çevrelerin de savunması gereken bir politikadır. Başka bir ifadeyle, hak temelli bakanların kayıp nesil sorununun yaşanmaması ve insanların mağdur olmaması adına savundukları bu çözüm, Suriyeli sığınmacıların varlığından hoşnut olmayan çevrelerin de onların kaynak ülke ile bağlantılarını sıfırlayıp kendilerini sadece buraya ait hissetmelerini güçleştireceği için uygun bulacağı bir politikayı ifade ediyor.

Anadil ve kültür muhafaza edilmeli

İkinci olarak, gelenlerin kendi dillerinde eğitim ve kamu hizmeti alabilmelerinin önünün açılmalı. Kendi dilinde eğitim alacağı resmi ve özel eğitim kurumları, işyerleri, kafeler, dini veya seküler mekanlar, spor ve sanat merkezleri, önünden geçerken ülkesindeyken sevdiği, mutlu ve düzenli hayatla özdeşleştirdiği, şimdi özlediği kahvenin veya baharatın/yemeğin kokusunu alabileceği dükkan veya lokantalar, kısacası onun kendisini evinde hissedebileceği bir sosyo-kültürel ve psikolojik aura veya atmosferin varlığı, onu hayata ve geniş topluma daha fazla bağlayacaktır. Bunu sağlamanın entegrasyonu güçleştireceği sakıncası ilk anda akla gelebilir. Ama tam tersine, bunu sağlamak, burayı daha hızlı ve daha sağlıklı biçimde benimsemenin yanı sıra, sağlıklı bir entegrasyonu da kolaylaştıracaktır. Huzur ve refah, insanların kendileri gibi olabildikleri, kendi dillerini, kültürlerini rahatça yaşayabildikleri yerde olur.

Bu çerçevede özellikle çocukların okullaşmasının önündeki engellerle etkili bir biçimde mücadele edilmeli (Hali hazırda bu konuda epeyce çalışma ve billurlaşmış fikirler var ve hayata aktarılmayı bekliyor).

Suriyeli çocukların okullaşma oranı %64 civarında. Ancak bu oran, kayıt yaptırdıktan sonra okula devam etmeyen öğrencileri kapsamıyor. Öte yandan okullaşma oranları, üst sınıflara doğru düşme eğilimi arz ediyor ve ilkokulda %88’lere ulaşan bu oran, liseye gelindiğinde %32’ye düşüyor. 2

Bu bağlamdaki sorunlardan biri ve en güncel ve acil çözüm bekleyeni de anneleri babaları Türkiye’ye ilk geldiğinde farklı şehirlerde kaydedilmiş olduğu için okula kaydı alınmayan çocukların hızla kaydedilmesi. Özellikle de bir sığınmacı için işin kolay bulunmadığı bir ortamda binlerce çocuğun ebeveyninden “işinizden ayrılıp gidip ilk kaydedildiğiniz ilde çocuğunuzu okula kaydettirin” demek, aslında “çocuğunuzu okula kaydettirmeyin” demekten başkası değil. Okul dışı kalan çocuklarla kayıp nesil ilişkisini veya okula gidemeyen çocukları ne tür risklerin beklediğini ya da onların okul dışında nasıl yetişeceğini öngörmek kimse bakımından güç olmamalı.

Önyargı, aşağılama ve ayrımcılıkla mücadele edilmeli

Üçüncü olarak, sığınmacılarla ilgili etnik, dini, mezhebi, ırksal, kültürel veya cinsel önyargılar, onlara yönelik olumsuz yaklaşım ve pratiklerle, onlara yönelen suçların kaynakları hakkında araştırmalar yapılmalı, bu sorunla en uygun mücadele yöntemleri tespit edilmeli ve bu olumsuzluğun kaynakları kurutulmalı. Bunun için beşeri varoluşun tüm alanlarında, özellikle dini, siyasi, sosyal, eğitimsel, sanatsal ve kültürel alanlarda çok boyutlu bir çaba sergilenmeli, ülkede kamusal ikna konusunda yardımcı olabilecek kanaat önderleri, dini liderler, sanatçılar, siyasi parti yöneticileri gibi kişilerin desteği sağlanarak ayrımcılıkla mücadele edilmeli.

Özellikle okul ortamları, özen gösterilmezse “yaralı bilinç” üreten ve çocuklar açısından ilk hasar görülen yerleri ifade ediyor. Bu bakımdan bazı öğretmenlerin kullandıkları yaklaşım, sergiledikleri doğrudan ve dolaylı ayrımcılık sorunuyla yaygın ve etkili biçimde mücadele edilmeli.

İhlalcilere karşı yalnız olmadıkları hissettirilmeli

Dördüncü olarak sığınmacıların hak ihlalleri konusunda duyarlı olunmalı, onlara yönelik kötü muamele, ayrımcılık, şiddet ve diğer ihlallerin hızlı ve etkin bir takip ve tazmini sağlanmalı. Özellikle dil sorunu, hak arama yöntemleri ve mekanizmaları konusunda bilgisizlik ve tecrübesizlik nedeniyle yaşanan ihlaller göz önünde bulundurulmalı ve sığınmacıların haksızlığa uğradıklarını düşündüklerinde baş vurabilecekleri resmi ve sivil iletişim merkezleri ile bir tür ombudsman gibi görev yapacak birimler ve hak arama mekanizmaları oluşturulmalı.

Uzun yıllar boyunca üretilen nefretin şiddete dönüşmeye başladığına ilişkin belirtiler kapsamındaki yaralama ve öldürme olayları mercek altına alınmalı, olayların etkili soruşturmasını, takibini ve adil biçimde cezalandırılması süreçlerinden herhangi birinde görevini yapmayan veya yanlış yapan kamu görevlilerinin hukuki sorumluluğu sağlanmalı. Son zamanlarda özellikle karakollardaki muamele ve polisin tutumu ciddi bir şikayet konusunu oluşturuyor.

Rol modeller ve başarı öyküleri kamuya duyurulmalı

Beşinci olarak, Suriye’den gelip okulda başarılı olan, hayatın çeşitli alanlarında yetkinliğini kanıtlayan insanların haberleri, özellikle Suriyeli gençlere ulaştırılmalı. Kadın ve erkek rol modellerin tanınması sağlanmalı. “Hikayesi olan, bu toplumun geleceğinde sanattan spora, eğitimden kültüre etkili olacak insanları ortaya çıkarmamız gerek” demişti Turgay Aldemir, “toplumlar liderleriyle vardır, akil adamlarıyla vardır, eğitimli insanlarıyla vardır. Ya yurtdışına götürüldü veya itibarsızlaştırıldı veya suikastlarla, toplu saldırılarla yok edildi. O zaman bizim yeniden bu topluma hikayesi olan insanlar kazandırmamız lazım.”

Özellikle Suriyelilerle ilgili olumsuz haberlerin yaygınlığı göz önüne alınacak olursa, sahici bir fotoğraf elde etmek bakımından da buna, yani haberleştirilmeyen pozitif olguların da fotoğrafa dahil edilmesine ihtiyaç var. 

Son söz: Boşa harcayacak zaman yok

Bu listeye daha birçok madde eklenebilir hiç kuşkusuz. Çocuklar için kapsayıcı eğitim ortamının tesis edilmesinden, geniş toplumun dayanışma için sergilediği muhteşem performansın duyurulmasına, etkili dayanışma hikayelerinin sergilenmesine kadar başka konulara da yer verilebilir. Ama bu beş maddenin tamamıyla ilgili olarak atılması gereken adımlar, “kayıp nesil” yaşanmaması bakımından önemli görünüyor.

Bu ölçüde büyük bir göç alan hiçbir ülkenin veya iktidarın ilk aşamada hazırlıksız olmakla veya göçü yeterince iyi yönetememekle suçlanması makul olmaz. Türkiye’nin de bu açıdan acımasızca eleştirilmemesi gerek. Ancak geçen yıllar içinde kayıp kuşak riskinin azaltılması yönünde yeterli çalışmaların yapılmaması veya yukarıdaki beş maddedeki eksiklikler dolayısıyla eleştirilmesi doğru olur. Çünkü çocuklar büyüyor ve onların nasıl büyüdüğü, hem onların ve ailelerinin hem de yaşadıkları ülkenin geleceğini etkileyecek.


  1. Bu kısım, daha önce “Suriyeli Mülteciler: Kayıp Nesil Soruşturması” başlıklı raporda (UHİM, Yayına Hazırlayanlar H. Türkan – M. E. Altındiş, İstanbul, 2016) yer alan kısa cevaplarımın genişletilmesiyle hazırlandı.

  2. Tablo ve oranlar için bkz. T.C. Milli Eğitim Bakanlığı Hayat Boyu Öğrenme Genel Müdürlüğü Göç ve Acil Durum Eğitim Daire Başkanlığı, Ocak 2020 İnternet Bülteni, (Erişim 25 Kasım 2020).

Alim Yılmaz –

Giriş

Covid-19 veya coronavirus olarak adlandırılan küresel salgının varlığı (pandemi) 11 Mart 2020’de Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) tarafından ilan edilerek kabul edilmiştir. 1 Sonrasında ortaya çıkan ve pandeminin tehdidi altında yaşanan tartışmaların içeriğinde tıbbi çözüm çabalarını gölgede bırakan düşünsel, ideolojik, sosyal, siyasal ve nihayetinde ahlaki tartışmalar dikkate değer argümanlar ortaya koymaktadır. Hadisenin yarattığı yeni insani durum, bireysel düzeyde olduğu kadar sosyal, siyasal ve iktisadi sorunların da derinleşmesine neden olmuştur. Bu minvalde çözüme dair değerlendirmeler de gündeme gelmeye devam etmektedir.

Farklı boyutlara sahip olan pandemi tehdidi, doğal olarak farklı disiplinler ve bakış açıları tarafından değerlendirilmeyi zorunlu kılmaktadır. Bu bağlamda, bu kısa makalenin konusunu etik değerlendirmeler kadar siyasal mülahazalar da teşkil edecektir. Zira insanın değer yargıları ve buna göre oluşan eylemleri pandemi sürecinin anlaşılması, yorumlanması ve ortaya çıkan anlayışın tatbiki bakımından mühim etkiler ortaya koymaktadır.

İnsanı temel değer ve varlık hiyerarşisinin saygın, özerk ve sorumlu varlığı olarak algılayan yaklaşımla buna muarız görüşler arasında özsel farklılıklar bulunmaktadır. Nihayetinde önerilecek çözüm yoları ve başvurulacak tedbirler insana dair bu tür etik kavrayışların sonucunda vücut bulmaktadır. Örneğin ihtimam/zarar, kutsallık/aşağılama, saygı/ihmal gibi insanın değerine dair karşıt değerlendirme setlerinden belli bir tarafı tercih eden siyasal, dinî, ideolojik ya da geleneksel değerlendirmeler, kendi bağlamlarında yapılması ve yapılmaması gerekenleri listeleyerek somut uygulama önerilerinde bulunmaktadırlar. Bu bağlamda siyasal otoritenin sert yaptırımları talep edildiği gibi, bireysel tercihlerin önemini vurgulayan ve sorumluluğun bu çerçevede hatırlatılmasının daha doğru ve anlamlı olduğunu düşünen perspektifler de mevcuttur.

Dünyanın birçok yerinde olduğu gibi Türkiye’de de bu bağlamda ortaya çıkan ayrışma veya farklı bakışlar, keskin fikrî çatışmaları su yüzüne çıkarmaktadır. Nitekim benimsenen değer yargılarına göre önerilen eylem ve çözüm önerileri, siyasal otorite tarafından pragmatik, ideolojik ya da sosyal gerekçelerle belli formda yorumlanmakta ve karşılık bulmaktadır. Demokratik hassasiyetin gereği olduğu kadar iktisadi nedenlerin zorladığı çözüm yolları, mevcut sağlık sorununun bilimsel çözümlerini görmezden geldiğine dair iddiaları da dile getirmektedir. Pandemi gibi büyük tehdidin bulaşıcı özelliğinden dolayı izolasyon, sosyal veya fiziksel mesafe gibi tabirler sıradan dil kullanımı kapsamından çıkarak daha çok etik ve politik bağlamlar oluşturmaya başlamıştır.

Pandemi sürecinin yarattığı sorunlar etik-politik düzeyde nasıl değerlendirilebilir?

Etik ve politik kodlar, dilin gramerinde yer alan kurallar gibi hayatın temelinde yer alır. Farklı boyutlarıyla etkileşim içinde olan insan davranışlarını yönlendirir, düzenler ve sonuçlandırır. Siyasal değerleri, eğilimleri ya da kararları etiğin kapsamını oluşturan ahlaktan ayırt etmek zor olduğu kadar anlamsızdır. Nitekim etiği politiğin kapsamı, çerçevesi olarak değerlendirmek yerinde bir tutum olacaktır. Zira politik, sosyal ya da iktisadi ve hukuki ya da sağlık ve diğer hizmetlerle ilgili her eylem ve karar, etik çerçevede yer alır ve bu bakımdan doğru ya da yanlış, iyi veya kötü, adil veya hakkaniyetsiz olarak nitelendirilebilir.

İnsan hayatının biyolojik değeri, doğal seyri ve buna bağlı olarak ortaya çıkan sorunların ortadan kaldırılması gibi hususlar kaçınılmaz olarak etik ve politik değerlendirmeler gerektirmektedir. Bireyden başlayarak toplumsala gönderme yapan her mülahazanın içeriğinde, insan davranışının farklı veçheleri değerlendirme konusu olmaktadır. Bu yönüyle bireysel ve sivil hayatın vazgeçilmez düzenleyici ve mana teşkil edici değer yargılarını içeren ahlakı, rasyonel ve belli hukuki kodların meşruiyetine dayanan siyasal ve kamusal karar alma süreçlerinden ayırmak imkânsızdır. Mamafih, bireysel talepler, görüşler ve tercihler sosyal yapı içinde ahlaki olmak bakımından kendi meşruiyetini oluşturur. Mezkûr meşruiyet zemininde yükselen siyasal yapı, ontolojik zemini olan ahlak ve ahlakiliği dikkate almadan varlığını sürdüremeyeceği gibi, sosyal çatışmaların kapısını da aralayabilir.

Tüm bu noktalardan hareketle oluşan ve insan eylemini esas alan ahlaki ve politik değerlendirmeler, genel yapısını eğilimlerin doğal mecrası kapsamında geniş zeminde oluşturmaktadır. Bu husus sağlık ve sağlıkla ilgili sorunların çözümü noktasında da geçerlidir. Tarihte vuku bulan salgınlar “pandemi” nosyonu nazarından dikkate alındığında, zorunlu olarak genel etik değerlendirmelerin ve siyasal karar ve müdahalelerin dâhilinde yer almaya başlar. Tam da burada gündeme gelen husus, son bir yıllık süreçte küresel düzeyde yaşanan ve sosyal, psikolojik, iktisadi, ahlaki, politik ve benzeri tüm boyutları meşgul eden pandeminin sadece tıbbi bir mesele olmadığı, sosyal ve siyasal değerlendirmeleri gerektirdiği, ortaya koyduğu sonuçlar bakımından kabul görmüştür. O halde yaşanmakta olan pandemi sürecinin sosyal boyutunu farklı açılardan değerlendirmek önem arz etmektedir.

Zikredilen amaca matuf olmak üzere, pandeminin (covid-19) etik ve politik boyutu, etik gramer ve siyasal kodlar açısından değerlendirilme gayretini anlamlı kılmaktadır. Bireyin hayatında yer alan, sosyal ilişkilerin niteliğini oluşturan ahlaki değer yargıları, sosyal ve psikolojik ihtiyaçların giderilmesine yönelik davranışların tezahürü olduğu kadar, ahlaki sorumluluğun yerine getirilmesi olarak da değer kazanır. Bireyin kendisine karşı olan sorumluluğunun gereği olarak başkasına, ötekine kayıtlı kalması, etik bilincin tezahürüdür. Aksi durum yine farklı bir tercih olarak ortaya çıkacaktır. Bu durumda mutlak, objektif etik doğruların içeriğinin ne olduğu tartışması, belli bir soruna işaret etmek bakımından anlamlı olacaktır. Ancak kültürel kodlar, tarihsel olarak ortaya çıkan sosyal yapılar, dinî inançlar ve en nihayetinde geleneğin yarattığı ve verili kodlar olarak maruz kalınan toplumsallık üzerinde uzlaşılan bir tür nesnelliğin ortaya çıkmasını sağlamaktadır.

Özgürlük ve Sorumluluk

Bireyin kendi kararları çerçevesinde hayatına yön vermesi, tercihlerini dilediği gibi oluşturması sorumluk dâhilinde anlamlı ve arzu edilen husustur. Eylemler ya da eylemsizlikler pozitif ve negatif sorumluluğun içeriğini oluşturur. Mevcut durumda yararı gözeterek belli davranışların sonucunda ‘iyi’ olanı ortaya koymak pozitif sorumluk bilincin gereği olarak düşünülebilir. Ancak her durumda eylem ve davranış gerekli ve arzu edilir sonuçları doğurmayabilir. Bu durumda negatif sorumluluk çerçevesinde eylemsiz kalmak temel tercih olacaktır. Negatif sorumluluk özsel olarak zarar vermeme durumuna işaret eder. Buna mukabil ‘sadece zarar vermeme’ kendi başına ahlaki davranışın yeterli koşulunu sağlamayabilir. Zira pozitif sorumluluk, gerekli durumlarda müdahaleyi, eylemde bulunmayı gerektirir. Yardım etmemekle etmek arasında yer alan negatif ve pozitif sorumluluk, ahlaki sorumluluğun iki ayrı boyutunu teşkil eder. Zor durumda olan, örneğin salgının yarattığı işsizlik sonucunda işsiz kalmış bireye maddi destekte bulunmak pozitif sorumluluk bilincinin ifadesidir.

Bu bağlamda cevaplandırılması gereken soru şudur: Eylemsiz kalmak ahlaksızlık mıdır? Negatif sorumluluk sadece zarar vermemeyi içeriyorsa, yardım etmemek zararı engellemediği için ahlaki davranışın dışında değerlendirilebilir mi?

Negatif sorumluluk, eylemsizlik bağlamında zarar ilkesinin dışavurumu olarak negatif özgürlük kapsamında anlam kazanır. Engelle karşılaşmamak, cebrî tutum ve engellerden ari olmak manasını haiz negatif özgürlük, failin pasif tutumunu da içermekle beraber belli bir zorunluluğa işaret etmediği gibi “eylemsizliğin” kendisini bizatihi “ahlaki”, “iyi” ya da “adil” sıfatlarıyla tasnifine yol açmaz. Zira ahlaken doğru veya iyi eylemin ne olduğuna veya olacağına dair mülahazalar, bireysel tercihin yarattığı ve dâhilinde yer aldığı değerler bağlamında yorumlanmak durumundadır. Öte yandan bireyselliğin atomik varoluşunu aşan pandemi gibi bulaşıcı hastalıklar somutunda yapılacak moral ve politik tercihler ve bu bağlamda alınacak kararların yaratacağı uygulamaların yansız ve müdahalesiz perspektiften hüsnü kabul bulması da gerçeği yansıtmaz.

Bu durumda sorumluluk iddiası, moral bir kod olarak siyasal karar alıcıların elinde tahakküm aracı olarak varlık bulması mümkün olduğu gibi, pratik hâlin meşru müdafaası olarak da kitleler tarafından kabul edilebilir. Bu durumda sorumluğa yapılan her gönderme, beraberinde cebrî tutumları temellendirmeye yönelik argümanın iç mantığına dönüşme ve bu şekilde dışa doğru aktarılan kısıtlayıcı, baskıcı ve müdahaleci niyetin eylemle sonuçlanmasını sağlayabilir. Sorun şu ki toplumsal hayatı bireye bir elbise olarak giydirmeye yönelik çabaların politik tercih ve uygulama zemininde değer kazanması, ahlaki kodların yaratacağı otoriterleşme eğiliminin meşru ama yıkıcı temelini oluşturabilir. Beklemek, bir edim olarak bireysel tercihin tezahürü olduğunda, metafizik mana atfıyla yorumlanabilir. Ancak beklemek sonucu ortaya çıktığında, gerekçe covidden korunmak veya covidi yaymamak olabilir, kaçınılmaz olarak siyasalın hareket alanını tartışmaya açacaktır.

Etik Kodlar

Pandemi sürecinde yaşanan sağlık tehdidinin bertaraf edilmesine yönelik tıbbi öneri ve tartışmalar, sosyal ve ahlaki değerlendirmelerin ve siyasal söylemin içeriğini oluşturmaktadır. Sosyal mesafe, izolasyon, saygı, dayanışma, hayat hakkı, adalet gibi değer içeren kelime setleri, covid sonrası yeni ahlakın kodları olarak siyasal taleplerin meşru zeminini de tahkime hizmet etmektedir. Negatif sorumluk talebi olarak ortaya çıkan mezkûr değer diyagramı zamanla “maddi destek” talebi olarak pozitif sorumluluğun hatırlatıcı ögesi olarak da değerlendirilmeye başlanmış ve hükümetlerin sosyal ve iktisadi dayanışma siyasasının bir vizyonu haline gelmiştir. Özellikle Türkiye, bu konuda belli hassasiyetleri harekete geçirerek geleneksel değerlerin yaşanmakta olan soruna çözüm aracı olarak değerlendirilmesi konusunda özgün bir tarz geliştirmektedir. Bu bağlamda fakir, ihtiyaç sahibi ve sosyal olarak dezavantajlı kesimin sorunlarının çözümüne yönelik dayanışma arzusunu tetikleyen ve anılan ahlaki kodları yeni siyasalın grameri olarak kullanma çabası belirginleşmektedir.

İzolasyon talebi insan etkileşimini sınırlamaya yöneliktir. İnsan davranışını sınırlamaya yönelik ahlaki, politik ve nihayetinde hukuksal çağrı, kamu sağlığını muhafaza etme hedefine matuf bir dizi zorlayıcı eylemi de içermektedir. Burada eylem ve eylemin sınırlandırılmasına yönelik zorlamaya da işaret edilmektedir. Daha açık bir ifadeyle karantina uygulaması, izolasyon ve talep edilen “sosyal mesafe” kodifikasyonu, değer önerisi ve icbarın ifadesi olarak, etik manasını haiz hukuki ve politik dayatma olarak da yorumlanabilir. Sosyal faydanın oluşmasına yönelik olarak arzu edilen mezkûr hal, bireysel otonomiye müdahale olarak ortaya çıkmaktadır. Ancak bu zorlamanın ya da ahlaki talebin rasyonalitesi, gerekçesi ve meşruiyeti daima tartışmalı olacaktır. Aksi durumda sorumluğun reddi ya da ihmali suçlamasının kamu otoritesine olduğu kadar bireyin iradi eylemine yönlendirilmesi de en azından muhtemel olumsuz sonuçlar bakımından anlamlı olacaktır.2

Bu ikilem nasıl aşılabilir? Bir yandan bireysel hakların meşru kullanımı ahlaki temellendirmeye dayanırken, öteki yandan toplumun iyiliğini koruma sorumluluğu yaşanan çelişkiyi açık kılmaktadır. Bu yönüyle sorun daha çok siyasal niteliğe bürünmektedir. Toplumun sağlığını korumanın beraberinde zorlayıcı sınırlamaların gerektirdiğini iddia eden anlayış, bireyin sağlığının korunmasının bu şekilde mümkün olduğunu vurgulamaktadır. Bunun yanında belli yaşın üstünde olan insanlar, etnik gruplar veya engelli insanlara yönelik sınırlayıcı uygulamaların da ahlaki doğruluk zeminine dayanması gerektiği söylenebilir.

Sosyal mesafenin gönüllü olarak kabul edilmesi, izolasyon psikolojisinin aşılabilmesi, dayanışma gibi başka ahlaki kavramların değerlendirilmesini gerektirmektedir. Nitekim aile gibi sosyolojik birlikteliklerin bireye sağladığı sosyal olanaklar çerçevesinde ortaya çıkan dayanışma olgusu, aile dışında hayatlarını sürdüren bireylerin toplumla olan ilişkisinde anlamlı bir kategori olabilir. Bununla birlikte dayanışma arzu ve talebinin de kendi içinde zorlayıcı mantık taşıdığı ve elenmesi gereken negatif bir tutum olduğu da açıktır. Bu durumda dayanışmanın zorunlu olması ahlaki temellendirmeyi ortadan kaldırma tehdidini barındırmaktadır. Zira sorumluğun negatif olarak algılanması bireyi eylemsiz bırakacak, buna karşılık zarar verme potansiyelini de ortadan kaldıracaktır. Bu noktada müracaat edilecek kavramın, ahlaki sorumluluk kavramının, felsefi olduğu kadar, tarihsel, dinî ve geleneksel referansları da mevcuttur. Şüphesiz ahlaki sorumluluk bilinci doğru ve yanlış davranış ölçüsünün geleneksel ifadesi olarak da değer kazanacaktır.3 Benzer şekilde hizmet, kontrol, haklar ve özgürlük, otoriteryan eğilimler gibi siyasal değerlendirmeleri içeren kavramlar birey, toplum ve devlet arasında ortaya çıkan yeni ilişki türünün niteliğini belirlemektedir.

Ömer Torlak-

İktisat ve işletme gibi bölümlerde öğrenim gören üniversite öğrencilerinin özel sektör veya kamuda istihdam edilme gibi çok temel bir kariyer hedefi bulunurken, hukuk öğrencisi kısa yoldan hâkim, savcı olup kariyerinde hızla yükselip madden rahata ermek isterken ya da avukatlıkta başarılı bir kariyeri hedeflerken, sosyoloji bölümünde öğrenim görenler istihdam kaygısını daha fazla yaşarken, ilahiyat alanında öğrenim görenler toplumun hemen her kesiminin fikir sahibi olduğu bu alandaki öğrenimi sonucunda ağırlıklı olarak kamuda görev alabilmeyi beklemektedir. Tabii ki her alanda bunların istisnaları vardır. Sosyal bilimler alanlarında öğrenim gören öğrencilerin bakış açılarının oluşumu ve gelişiminde bir yandan sosyo-ekonomik gelişmeler etkili olurken diğer yandan ise öğreticilerin derslerini anlatma ve işleme biçimleri ile aşırı uzmanlaşmış ders materyallerinden oluşan içeriklerin etkileri söz konusudur.

Bu durum, iktisadın temel yaklaşımlarından habersiz hukukçu ve ilahiyatçıların mezun olmasına; felsefe, mantık ve sosyal psikolojiden habersiz hukukçuların hâkim ve savcılık yapmalarına; antropoloji, sosyoloji ve psikoloji alanlarındaki birikimleri işletmecilik ve iktisatçılık bilgileri ile bağdaştırmanın gerekliliği ve öneminden habersiz iktisatçı ve işletmecilerin dünyasında yer almasına yol açmaktadır. Akademik kariyer yapanların da benzer şekilde, aşırı uzmanlaşmanın getirdiği körlükle, sosyal bilimler alanının birbirini ilgilendiren ara kesitlerinden yoksun bilimsel çalışmalarla sınırlı kalmaları sonucu oluşmaktadır. Atama ve yükselme kaygılarıyla birleşen bu durum ise sosyal bilimler alanındaki araştırmacı ve öğreticilerin hem kendi bakış açılarının körelmesi hem de öğretim yöntem ve araçlarının kısırlaşması sonucunu doğurmaktadır. Roman, şiir ya da hikâye okumayan sosyal bilimci öğrencisine de bunların önemini anlatamamakta, film ya da romandaki kurgunun aslında sosyal bilimlerin çok sayıdaki teorisini açıklamada kullanılacağını bilemeyen ve dolayısıyla hayatta bunları değerlendiremeyen mezunlar ortaya çıkmaktadır. Öte yandan edebiyat ve sanatın diğer alanlarında öğrenim görenler de sosyoloji, psikoloji ve iktisat bilgisinden yoksun olarak hayata atılmaktadır. Dolayısıyla bu alanlarda öğrenim görenlerin kurguları ve ortaya koydukları edebî, mimari ve görsel eserler de gerçeklikten uzak kalabilmektedir. Adına uzmanlık denen dar alanda kısırlaş/tırıl/mış bilim insanı ve mezunlarla sosyal bilimlerin varacağı yer ise ancak bugün eriştiğimiz nokta olmaktadır. Diğer bir deyişle, bugüne kadar sosyal bilim öğretim mimarisinin bizi getirdiği yer burasıdır.

C. P. Snow’un İki Kültür başlıklı kitaplaşmış eserin aslını oluşturan konferanslarında 1950’li yılların sonuna doğru söylediği de aslında yukarıda ifade etmeye çalıştığımız hususun bir başka açıdan özetidir. 1 Snow fizik öğreniminden sonra akademik çalışmalarına devam etmiş ve yaklaşık yirmi yıl sonra edebiyat alanında eserler veren ve hayatının sonuna kadar da edebiyatla ilgilenmiş biridir. Daha mekanik bakış açısına sahip olan bilimsel çalışma tarafı ile bilimsel gelişmelerden yoksun edebiyatçı seçkinler tarafının nasıl iki farklı kültürel yaklaşım sergilediklerini, iki dünyanın birbirinden adeta habersiz ve kopuk olduklarını uzun uzadıya anlatır bu konferanslarında Snow. Bir yönüyle de toplumun geleceği adına özellikle mensubu bulunduğu İngiliz toplumunu uyarır. Yaklaşık altmış yıl önce Avrupa’nın merkezinde de konuşulan şey, bilimlerin birbirinden kopukluğu ve aşırı uzmanlaşmanın oluşturduğu olumsuzluklardır aslında. Burada son dönemde roman okumaları üzerinden sosyal bilimlere ilişkin çıkarımlarda bulunma çabası içinde olan Mustafa Özel’in çalışmalarının gözden geçirilmesi ile ifade edilemeye çalışılan sosyal bilim öğretiminde hem müfredat hem de içerik bakımından neler yapılabileceği konusunun en azından bir boyutu hakkında bir açılım sağlanabilir. 2

Bilimsel bilgi üretiminde yıllarca hâkim otoritenin vazettiği pozitivist yönteme uygunluk kriteri, sosyal bilimlerin pek çok alanında bilgi üretiminin bakış açısını yönlendirmiş, kısıtlamış ve muhtemel özgünlüklerin önünü uzun süre kesmiştir. Felsefe alanındaki çalışmaların bu noktada istisna gibi değerlendirilebilmesinin en önemli sebebi, belki de bu alanla uğraşan bilim insanlarına “filozoflara dokunmamak ya da onlarla uğraşmamak” yaklaşımının bir sonucudur denebilir. Felsefenin dışındaki diğer tüm sosyal bilimlerle uğraşanlar bu engellerle fazlasıyla karşılaşmıştır. Bilim felsefesinde yirminci yüzyılın ikinci yarısından itibaren ortaya çıkan gelişmelerle ancak bu kısıtlar belli ölçüde aşılabilmiştir.

Bilimlerin “temel bilimler” gibi adlandırılmasında bile bir bilim alanı üstünlüğü yaklaşımı hemen hiç eksik olmamıştır. Ülkemizde yakın tarihlere kadar üstün görülen doğa bilimlerinin “müspet bilimler” şeklinde anılıyor olması, mefhum-u muhalifinden hareketle, sosyal bilimlerin “müspet olamayan bilim” şeklinde algılanmasına kapı aralamıştır. Bu durum ise sadece bilim insanları arasında sosyal bilimlerin önemsiz görülmesine değil aynı zamanda hedef kitlelerin nezdinde de sosyal bilimlerin imaj ve itibarının düşük kalmasına sebep olmuştur.

Oldukça mekanik bir yaklaşımla öğretimin söz konusu olduğu alanlar olarak mühendislik ve kısmen sağlıkla ilgili gerek bilimsel çalışmalar gerekse öğretim süreçlerinde bile hem araştırma-geliştirme hem de yenilik çabalarındaki çıkış noktasında insani olana ilgiden ziyade mekanikleşmiş bir zihinsel yoğunlaşmadan söz edilebilir. Topluma faydanın ve insani olanın göz ardı edildiği böylesi yaklaşımların beraberinde getirdiği sonuçların ürüne dönüşmeleri söz konusu olduğunda ise ne pahasına olursa olsun daha fazla kazanma anlayışının hâkim olduğu ticari bakış açılarının müşteri bulma/yapma çabaları yine insani olanın önüne geçmektedir. Diğer bir deyişle üretim ve tüketimde ihtiyaç oluşturma çabası hem doğa ve mühendislik ile sağlık bilimlerinin hem de sosyal bilimlerin adeta asli çıkış noktası haline gelebilmektedir. Böylesi bakış açıları ise hemen her alanda olduğu gibi sosyal bilimler alanında da uzmanlaşma ile parçalanmış öğretim mimarisini destekleyici unsur olmaya devam etmektedir.

Dar bakış açısıyla sınırlanmış bir öğretim sürecinden geçen sosyal bilimlerin her alanındaki öğrencinin bu kısır döngüden çıkabilmesi çok zor ya da tesadüflere bağlı kalmaktadır. İlahiyat alanında öğrenim gören pek çok kişi bugünün iktisadi, ticari, sosyal, kültürel ve psikolojik problemlerinden habersiz kalmakta, dolayısıyla karşılaştığı olgulara tatmin edici açıklama ve çözüm önerileri getirememektedir. Benzer şekilde işletme ya da iktisat öğrenimi alan çok sayıda genç de hayatına atıldığında, karşılaştığı çok çeşitli konu ve problemde kültürel, sosyolojik, psikolojik ve inançlara ilişkin arka plan tahayyülü çoğu kez aklından bile geçmemektedir. Aynı işyerinde çalışan sosyal bilimci ile mühendisler adeta farklı anadile sahip ayrıksı insanlar gibi durabilmektedir. Mühendis sonuca kilitlenmiş mekanik bir teknisyene dönüşürken, iktisatçı, işletmeci ya da psikolog mühendis gözünde boş işlerle uğraşan, gelişmelerin önünde duran pozisyona indirgenmektedir. Hukukçu, kurum veya işletmenin gelişmesini engellemek isteyen kişi pozisyonunda görülebilirken, mevcut sosyal bilim öğretim mimarisinden mezun olmuş iktisat ve işletme mezunu, etik ve estetik kaygıdan yoksun, kazanç peşinde koşan, dar bakış açısına sahip bir birey olarak karşımıza çıkabilmektedir.

Sosyal bilim öğretiminde yeni bir mimari tasarımın gerçekleştirilebilmesi durumunda sosyal bilim alanında öğrenim görenlerin olgu ve ilişkilere bütüncül bakabilmelerinin önü açılmış olacaktır. Bu fayda yanında ayrıca sosyal bilim araştırmacılarından beklenen “sadece var olan ya da ulaşabildiği verilerden hareketle indirgemeci bir yaklaşımla değerlendirmede bulunmak yerine farklı sosyal bilim uzmanlık bilgileri ile bakış açılarından alınacak desteklerle üzerinde ortaklaşa fikirlerin bir araya geldiği ve daha tatmin edici çözümlere katkı sağlayacak araştırma süreçleri” de hayata geçirilmiş olacaktır. 3 Böylesi bir yaklaşımın sosyal bilim araştırmacıları tarafından benimsenmesi, bugün uygulamada olan sosyal bilim öğretim süreç ve yaklaşımlarının çok önemli bir kısmı ile mümkün gözükmemektedir. Çünkü sosyal bilimlerle ilgili üniversite öğretim programları öncelikle yaklaşım ve beraberinde öğretici profili ve müfredatla birlikte değerlendirildiğinde önemli ölçüde dar uzmanlaşma prangası altında ezilmiş bir hâlde gözükmektedir. Bu prangadan sosyal bilim öğretiminin kurtarılabilmesi, öncelikle sosyal bilim öğreticileri ile araştırmacılarının yeni bir mimariye olan ihtiyacın farkına varabilmeleri sayesinde olabilir.

Sosyal bilim öğretiminde yeni bir mimari için geç kaldığımızın ne kadar farkındayız çok emin değilim, ancak daha fazla geç kalmamız durumunda yeni kuşakların da mevcut öğretim yaklaşım ve yöntemleri içinde kısırlaşması kaçınılmazdır. Diğer yandan öğrenim sonrası hayatın dişlileri içinde sıkışan insanımızın çıkış için bireysel çabaları da bireyci ve faydacı yaklaşımlarla insani olandan uzaklaşan ve toplumsal değerleri örselemeye devam eden boyutlarda sürmeye devam edecektir.

İlk bakışta ekonomik refah düzeyi bakımından gelişmiş sınıflamasına dâhil toplumları gelişmişlik ve kalkınma bakımından yakalayamama kaygısı ile ne pahasına olursa olsun kalkınma ve büyüme hedefleri masum gözükmekle birlikte bu hedeflere ulaşma noktasında sosyal bilim öğretim mimarisinin insani ve toplumsal değerleri de önemli ölçüde yok sayan mekanik uzmanlaşmaya dayalı yapısının bugün bizi getirdiği nokta ortadadır. Kaldı ki gelişmiş ülkelerde bile bu mekanik öğretim mimarisinin zaman zaman ortaya çıkardığı çoğu kez ekonomi kaynaklı ve bazen de toplumsal ve kültürel sebepli krizlerin sosyal sonuçları da daha fazla tartışılır olmuştur. Sosyal bilim öğretimini önemli ölçüde batı merkezli yaklaşımla sürdürdüğümüz gerçeği dikkate alındığında, benzer krizler ortaya çıktığında benzer çözümlerin kimi zaman işe yaramadığı tecrübesini de edinmiş durumdayız. Bu noktada bize ait birikim ve değerlerimiz zaman zaman aklımıza gelse de sistematik olarak ve bugünün ihtiyaçları bağlamında bütüncül bir değerlendirme yapamadığımız ya da yapma iradesini ortaya koyamadığımızı da ifade etmekte fayda vardır.

Sosyal bilim öğretim mimarisinde olması gereken, öğreticiler ile bilim insanlarının öncelikle kendi bakış açılarını zenginleştirebilmesidir. Ancak bu şekilde hem ilgili alanın bilgisi geliştirilir ve aktarılabilir hem de araştırma çabaları daha bütüncül bakış açısı ile katkı düzeyi yüksek sonuçlara dönüştürülebilir. Bu bağlamda örneğin bir iktisat hocası hem müfredat içinde sosyoloji, psikoloji, işletmecilik, hukuk, iletişim, felsefe ve kültür çalışmaları alanlarından ilgili derslerin kapsama alınmasını sağlamış olur -daha da önemlisi- hem de mevcut iktisat dersleri içinde ilgili sosyal bilim alanlarının bilgi ve katkısını öğrencilerine aktarabilir. Böylesi bir açılım için sosyal bilim öğreticileri ile araştırmacılarının özverili gayretleri gerekir.

İktisadi davranış bakımından insanın niçin zaman zaman rasyonel davranamamasının sebeplerini sadece marjinal fayda ya da fırsat maliyeti ile açıklamak yerine sosyoloji ve psikolojinin teorik yaklaşımlarının da işlenebildiği müfredat ve bu konuları örneklendirerek anlatan akademisyenler ile sosyal bilimler öğretiminde yeni bir mimari oluşturulabilir. Benzer şekilde hukuk öğretiminde felsefe, mantık ve sosyal psikoloji alanlarının teori ve yaklaşımlarının hangi durumda ne tür katkılar sunabileceğine ilişkin bir öğretim yaklaşımı, hukuk öğrenimini mekanik bir süreç olmaktan uzaklaştırabilir. İlahiyat öğretiminde iktisadi ve sosyolojik bakış açıları ve araştırma sonuçlarının dikkate alınmasıyla sadece klasik ve geleneksel metin düzeyinde bir öğretim yerine insanın ve toplumun ilahiyat alanına ilişkin güncel ihtiyaçlarını da dikkate alabilen bir bakış açısı ile zenginlik sağlanabilir. İşletme ve iktisat öğretim alanlarında büyük veriyi, yapay zekâyı, makine öğrenmesini ve dolayısıyla dijital dünyayı iyi okuyabilen beceriler yanında ticaret ahlakına ilişkin değerleri, toplumsal faydayı gözetebilen bir sosyal bilim öğretim yaklaşımı sergilenebilir. Edebiyat, sinema ve mimari alanındaki öğretim programlarında iktisadi gerçeklikler, dünyası, toplumun dinamikleri ve sosyal psikoloji ile tarihî ve kültürel çalışmaların birikimleri öğrencilere verilebilir ve öğretim üyeleri de araştırmalarında sosyal bilimlere bütüncül bakabilirlerse çok daha güçlü kurgular hem sanat eserlerine hem de yapı ve kurumlara yansıtılabilir. Ancak bu şekilde yaşanan hayatın ve toplumsal değişimin ihtiyaçlarına uygun ve kurgu bakımından da topluma fayda sağlayacak eser, yapı ve kurumlar tasarlanabilir.

Sosyal bilimler öğretimi yeni mimarisinde iki açıdan genel yaklaşımın değiştirilmesi önemli görülmektedir. Öncelikle akademisyen ve bilim insanı yetiştirmede sosyal bilimlerde bütüncül bakışın yakalanabilmesi elzemdir. Böylece bir yandan bilimsel çalışmalarında sosyal bilimler açısından olgu ve ilişkilerin daha anlamlı bir şekilde analiz edilerek sentezlenebilmesi ve kapsayıcı açıklamalara zemin hazırlayacak teorilerin geliştirilebilmesi mümkün olabilir. Yine böylesi anlayışa sahip akademisyenlerin sosyal bilim öğrencilerini meslek mensubu gibi yetiştirme gayreti yerine geniş ve bütüncül perspektiften bakabilen bir insan olarak yaklaşabilmeleri sonucu ortaya çıkabilir. Her iki açıdan yapılması gereken müfredat düzenlemelerinde temel alanın hangi derslerinin olması gerektiği, bu alanı destekleyecek diğer alanlardan hangi derslere yer verilmesine ihtiyaç olacağı ve alan dersleri içinde ilgili konuların nasıl yerleştirileceği ve aktarılacağı konuları elbette ayrıntılı çalışmayı gerektirir. Bu noktada temel bakış açısının, sosyal bilimlerde her alanın temel kavram, teori ve yapıları dışında pek çok bilginin unutulabileceği bu nedenle öğrenmeyi öğrenme yaklaşımı ile hayatın her anında bunların öğrenilebileceği hususunun olduğu unutulmamalıdır. Veri, enformasyon (malumat) ve bilgi bakımından gerekli ayrıştırmanın nasıl yapılması gerektiği konusunda genel yaklaşımın öğretilebildiği işletme, iktisat, sosyoloji gibi pek çok sosyal bilim öğrencisi, gelişen teknoloji ile birlikte büyük veri ile karşılaştığı durumda da neyin veri yığını neyin bilgi olduğunu ayırt etme becerisini ortaya koyabilir. İnsanı yalan söylemeye ya da suça itebilen içsel ve dışsal faktörler ile varsa kültürel farklılıklara ilişkin teorik birikimleri öğrenebilmiş bir hukuk öğrencisi, örneğin karar verirken mekaniklikten uzaklaşabilir; bu konulara ilişkin temel yaklaşımlardan haberdar işletme, iktisat ya da iletişim mezunu biri dünyasında karar verirken bu hususlardaki temel yaklaşımların farkında olarak örneğin bir çalışanı yargılar ve kararlarında bu temel esasları gözetebilir. Bu sonuca hizmet edecek sosyal bilim öğretim mimarisi için gerek müfredat gerekse ders konuları çalışmasının sosyal bilimin her alanı için detaylı bir çalışma gerektirdiği ve bu yazının esas amacı temel bakış açısının verilmesi olduğundan daha fazla ayrıntıya girilmesinin bu yazının boyutunu aşacağı açıktır. Ancak konuyla ilgili olarak şunu da ifade edelim ki, işe öncelikle her bir bilim alanının tarihi ve felsefesini (işletme tarihi, işletme felsefesi, hukuk tarihi, hukuk felsefesi, iktisat tarihi, iktisat felsefesi, dinler tarihi, din felsefesi vb.) anlamaya yönelik derslerin müfredatlarda hangi içerik ve ayrıntıda yer alabilmesine ilişkin çabayla başlanabilir.

Kısaca özetlemeye çalıştığım sosyal bilimler için yeni bir öğretim mimarisinin uygulamaya geçirilmesinin kolay olmayacağının farkındayım. Böyle bir öğretime açık araştırmacı ve akademisyenler ile ancak bu mimari kurgulanabilir ve hayata geçirilebilir. Sosyal bilimlere bütüncül bakışla, sosyal bilimcilerin birbirleriyle konuşabilir hale gelmesi bu bakımdan önemli ve öncelikli konudur. Araştırmalarının ve ürettiklerinin topluma ait olduğu kabulü ve her bir sosyal bilim alanının işin bir yanından tutarken anlamlı sonuçlar üretebilmek bakımından bütüncül bakış açısıyla hareket etmenin önemi kavranabildiği ölçüde sosyal bilimcilerin konuşmaları daha anlamlı hale gelecektir. Böyle bir ortamın sağlanabilmesi ve bu ortama katkı vermek üzere sosyal bilimcilerin konuşabilmesi oranında sosyal bilim öğretim mimarisi için de toplumsal faydayı artıracak zeminden söz edilebilir olacaktır.


  1. Snow, Charles Percy (2019), İki Kültür, Çev. Tuncay Birkan, 6. Baskı, Ankara: TÜBİTAK Popüler Bilim Kitapları, s. 157.

  2. Mustafa Özel’in sosyal bilimleri öğrenme ve pek çok sosyal bilim teorisinin anlaşılabilmesi bakımından romanların önemli ipuçları sunduğu ve bu bakımdan sosyal bilimcilerin roman okumasının olguları anlama ve açıklama ile sosyal bilimcileri ve özellikle de sosyal bilim akademisyenlerini geliştirici olacağı konusunda çabaları şu eserlerden izlenebilir: Roman Diliyle Siyaset, (2018), İstanbul: Küre Yayınları; Roman Diliyle İktisat, (2018), İstanbul: Küre Yayınları; Roman Diliyle İş Hayatı (2019), İstanbul: Küre Yayınları; Romanperver İktisatçı, (2019), İstanbul: Küre Yayınları.

  3. Bu yaklaşım aslında sosyal bilimlerde uzun yıllar egemenliğini sürdüren pozitivist bilimsel bilgi üretme yaklaşımına alternatif olarak da önerilmektedir. Bkz. D’Alisa, Giacomo ve Giorgos Kallis, (2020), “Post-Normal Bilim”, Küçülme, Yeni Bir Çağ İçin Kavram Dağarcığı, Editörler Giacomo D’Alisa, Federico Demaria ve Giorgos Kallis, Çevirenler, Ayşe Ceren Sarı, Berk Öktem, Burag Gürden ve Yaprak Kurtsal, İstanbul: Metis Yayınları, ss. 259-263.

Ömer Çaha –

Dört yıl önce Tatvan Devlet hastanesinde tedavi gören kuzenimin sağlık durumu kötüye gidince İl Sağlık Müdürlüğü hemen harekete geçti, kendisini bir ambulans helikopterle İstanbul’a gönderdi. Helikopter İstanbul’a iniş yapar yapmaz hazır bekleyen bir ambulansla Cerrahpaşa’ya götürülerek tedavi altına alındı.

Kuzenimi hastanede ziyaret ettiğimde, bu olayı devlete minnet duygusu içinde anlatırken gözleri sulanmıştı.

Türkiye’nin yakın tarihini az çok bilen biri için duyduklarım inanılır gibi değildi: Devletin, kendi halinde ortalama bir vatandaşını özel tahsis edilmiş bir helikopterle İstanbul’a göndermesi, orada bir ambulansı hazır bekletmesi, hastanede yerini ayırtması, indiği yerden şimşek hızıyla taşıyarak tedavi altına alması. Türkiye tarihine aşina olanlar için bu durum ayarlanmış bir mizansen, bir kurgu ve ancak bir hayal gibi!..

Yüz yıllık tarihimizde, devletin vatandaşıyla kurduğu ilişkiyi düşündüğümüzde bunun ne denli köklü bir değişime, dönüşüme, hatta zihniyet devrimine işaret ettiğini anlayabiliriz.

Cumhuriyet, Osmanlı’dan devraldığı tebaa anlayışını eşitlik temelinde vatandaşlığa dönüştürdü. Ancak eşitlik temelindeki vatandaşlık uzun süre sadece sözde kaldı, hayata geçemedi. Devlet, vatandaşını olduğu gibi kabul edip hizmet etmek yerine, ona buyurgan bir otorite olarak hükmetti, ezdi, büzdü, belirlenmiş ideale doğru adam etme çabasına girdi. Bu süreçte devletle vatandaş arasında doğan dikey ilişki, halkı aşağılayıp horlayan bir seçkinler zümresinin beslenme kaynağı oldu.

Kuzenimin yaşadığı olay, daha düne kadar dilinden ve/veya inancından dolayı horlanan, aşağılanan, dışlanan, kamu kurumlarından kovulan vatandaşın gerçek anlamda hak ettiği değere kavuştuğunu gösteriyor. Kıyafetinden dolayı bırakın eğitim hakkından, sağlık hizmetinden bile mahrum bırakılma hadisesi, sanki asırlar öncesine ait bir hayal gibi duruyor zihnimizde! Oysa şunun şurasında üzerinden daha on beş yıl bile geçmedi. Toplumların hayatında bir nefes kadar kısa bir süre …

Verdiği hizmet, devletin vatandaşına takdir ettiği değerin yanında ona karşı hissettiği sorumluluğu da gösterir. Çağımızda devlete ilişkin ana paradigma haline gelen sosyal devlet anlayışı, devleti vatandaşın temel sosyal ihtiyaçlarından sorumlu tutar. Eğitim ve sağlık hizmeti bunların başında gelir.

Bu iki alanda da Türkiye son yirmi yılda devrim niteliğinde bir değişim ve dönüşüme imza attı. Eğitim imkânını ülkenin en ücra köşesine kadar yayarken, yaptığı sağlık reformuyla da tüm vatandaşlarını sağlık güvencesi kapsamına aldı.

Son yirmi yılda yaşanan zihniyet değişimiyle birlikte “Efendi devlet-aşağılık vatandaş” mantalitesi yerini “Efendi vatandaş-hizmetçi devlet” anlayışına bıraktı. Devlet, bu dönüşümle birlikte topluma her alanda önemli hizmetler sundu; bu zemin üzerinde kuzenim gibi ortalama vatandaş, makbul vatandaşa dönüştü.

Korona süreci, Türkiye’nin geçirdiği sessiz devrimi gözler önüne bir kez daha serdi. Devlet bunun ilk adımını, korona bulutlarının bize fersah fersah uzak olduğu bir tarihte, Çin’in Wuhan kentinde bulunan vatandaşlarını tahliye ederek attı. Ocak ayının sonlarına doğru Çin’den gelen korkunç görüntüler ülkemizde de şok ve şaşkınlığa yol açarken, Türkiye oradaki vatandaşlarını tahliye etmek için harekete geçti.

Milli Savunma Bakanlığı ile Sağlık Bakanlığının ortak girişimiyle Koca Yusuf adlı askerî kargo uçağı ambulansa dönüştürüldü, içine altı sağlık elemanı bindirildi, getirilecek vatandaşlar için tulum, maske, eldiven ve koruyucu tıbbî malzemeler yerleştirildi ve uçak 31 Ocak akşamında Wuhan’a hareket etmek üzere havalandı. Tek tek muayene edilip ateşleri ölçülen 32’si Türk, 10’u da başka ülke vatandaşı 42 kişi İstanbul’a getirildi.

Mart ayının ortalarından itibaren Avrupa’nın koronaya teslim olması, eğitim kurumlarının kapatılması ve sokağa çıkma yasaklarının baş göstermesi üzerine Türkiye, vatandaşlarını buradan tahliye etmeye başladı. Arı çalışkanlığıyla gidip gelen uçaklarımız çok sayıda vatandaşımızı Türkiye’ye taşıdı. Getirilen vatandaşlar yurdun değişik yerlerindeki öğrenci yurtlarına yerleştirildi. Devlet, yurtlarda karantinaya aldığı vatandaşlarına ondört gün boyunca el bebek gül bebek baktı.

Birçok ülkede uçuşların yeniden başladığı Haziran ayının başına kadar 126 ülkeden 75 bin vatandaş bu şekilde ülkeye transfer edildi.

Devlet, bir yandan değişik ülkelerden vatandaşlarını topluca ülkeye taşırken, bir yandan da gelen kişisel talepleri karşıladı.

Takvimler 18 Nisan tarihini gösterdiğinde medyada yer alan haberlerden biri Fransa’dan tahliye edilen bir vatandaşla ilgiliydi. Fransa’nın Lyon kentinde yaşayan 33 yaşındaki Zekeriya Kılınç, çalıştığı yerinde kalbi durunca kaldırıldığı hastanede yoğun bakım servisine alınıp yaşam destek ünitesine bağlandı. Ancak Fransız doktorlar beyin ölümünün gerçekleştiğini ileri sürerek fişini çekmek için aileden izin istedi. Ailenin Türk Konsolosluğu ile irtibata geçmesi üzerine çalışmalar başlatıldı. Türkiye’den gönderilen ambulans uçakla tahliye edilen Kılınç, Konya’ya getirilip burada tedavi edilerek hayata döndürüldü.

26 Nisanda, sosyal medyaya da düşen dünyalar tatlısı genç ve masum bir kız çocuğunun imdat çığlıkları televizyon kanallarında haber konusu oldu. İsveç’te yaşayan ailenin genç kızı Samira, sosyal medyada paylaştığı yardım çığlığında şunları söylüyordu:

“Ailemle birlikte İsveç’te yaşıyoruz. Babam onbir gün önce ateşi yükselip nefes darlığı yaşamaya başladı. Endişe edip hastaneyi aradık ama maalesef gelmediler ve bizleri geçiştirdiler. Her gün defalarca aradık ama bize dönüş yapmadılar. Ülkemizden bize sahip çıkması adına yardım talep ediyoruz. Ne yaparız, nereye başvururuz bilmiyoruz. Lütfen sesimizi duyurmamıza yardımcı olun. Babamın durumu çok kötü, bir an önce müdahale edilmeli, lütfen!..”

Bu çığlıkların medyada yer alması üzerine Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan Samira’yı arayıp kendisiyle konuştu ve babasının en kısa zamanda Türkiye’ye getirilip tedavi edileceği haberini verdi. Erdoğan Samira’yla konuşuyorken tam donanımlı bir ambulans uçak çoktan havalanmıştı. İsveç’ten tahliye edilen 47 yaşındaki Emrullah Gülüşken Ankara’da tedavi altına alındı.

Göğüsleri kabartan bu tahliye karşısında muhalif medya, işi sulandırmak, hatta bulandırmak üzere yalan haberleri üst üste gazete sayfalarından ve televizyon ekranlarından servis etti. Bu işin peşine özel olarak düşen muhabirin bir televizyon kanalına verdiği röportaj bugün bile gözlerimin önünde. Başarılı muhabir “söz konusu ailenin Sağlık Bakanı Fahrettin Koca’nın köylüsü ve hatta akrabası olduğu bilgisine” ulaşmıştı. “Aslında Bakanlık devletin imkânlarını kullanarak Bakanın akrabasına iltimas geçmişti.”

Bu yalan haber üzerine yönetimin müşfik ve cömert hizmetlerinden çok Emrullah Gülüşken’in kim olduğu sorusu ön plana çıktı. Medyamız işi gücü bırakıp günlerce bu ailenin kimliğinin peşine düştü. Ailenin seneler önce Batman’ın Gercüş ilçesinden İsveç’e göç ettiği bilgisi ortaya çıkıncaya kadar, ne yazık ki ortaya atılan yalan perdesi gerçeğin üstüne gölge gibi yayıldı; hatta bazılarının gerçeği olmaya devam etti.

Yönetim, koronayla mücadele sürecinde başarılı adımlar attıkça muhalif medya kameralarını armudun sapına üzümün çöpüne odakladı. Sağlık Bakanı Koca’nın basın toplantılarında söz alan bazı gazeteciler tuzak sorularla Türkiye’nin başarılı hizmetlerini gölgeleme yoluna gittiler. Son derece kibar ve zarif olan Bakan, sonunda dayanamadı, bir defasında kibarlık sınırları içinde patlayarak, “kendi ülkenizle gurur duymalısınız!” demek zorunda kaldı.

Gülüşken’in tahliyesinden bir gün sonra bu kez Rusya’dan tahliye edilen bir öğrencinin haberi medyaya düştü. Moskova’da akciğerinde hava birikmesi sonucu tedavi altına alınan 24 yaşındaki Haluk Hasan Seyithanoğlu, Sağlık Bakanlığının gönderdiği ambulans uçakla Türkiye’ye getirilip tedavisine burada devam edildi.

Türkiye’nin başarılı tahliye operasyonlarından bir başkası medyaya “Dışişleri’nin Tahliye Destanı” başlığıyla düştü. Gerçekten de destansı bir kurtarma ve tahliye hikâyesi. Dışişleri Bakanlığını Bolivya’dan arayan bir Türk vatandaşı, turist olarak bulunduğu ülkede böbreklerinden rahatsız olduğunu, korona yasaklarına yakalandığı için bulunduğu şehirden dışarı çıkamadığını ve tedavi imkânı bulamadığını belirterek yardım istiyor. Bunun üzerine Bakanlık Bolivya’daki Türkiye Büyükelçiliğini harekete geçirerek destansı tahliye operasyonunu gerçekleştiriyor.

Olanları Büyükelçi Serap Özcoşkun’dan dinleyelim:

“Vatandaşımızı aldığımız şehir Cochabamba. La Paz’a yaklaşık 400 kilometre uzaklıkta. Ama burada yollar öylesine dar ve virajlı ki, 8 saatte ancak ulaşabildik. Başkâtip arkadaşımla birlikte hemen Büyükelçilik aracını yola çıkarttım. Sıkı kurallar olması nedeniyle kordiplomatik araca bir vatandaşımızı kurtarmaya gittiğini gösteren yazı da astık. Vatandaşı bulunduğu yerden alıp hiç beklemeden Büyükelçiliğimize getirdik. Kendisini bir süre ağırladıktan sonra özel bir uçakla önce Sao Paulo’ya, oradan da Türkiye’ye gönderdik.”

Türkiye kendi vatandaşlarına bunları yaparken diğer ülkelere de el uzatarak sağlık malzemesi gönderdi. Birçoğu Avrupa’dan olmak üzere bu süreçte yüzden fazla ülkeye yardım elini uzattı. Bu ülkelerden biri de Amerika Birleşik Devletleri. Türkiye’nin Amerika’ya yardım göndermesi üzerine, Maryland Eyalet Valisi Lary Hokan, 30 Nisan’da, ihtiyaç duydukları malzemelerin listesini yaparak Türkiye’den kendilerine de yardım edilmesi talebinde bulundu. İki gün sonra Türkiye’den kalkan dolu uçak Maryland’daki havaalanına iniş yaptı.

Avrupa, ondokuzuncu yüzyıldan beri gözlerimizi kamaştıran bir dünya. İhtişamıyla, devlettoplum ilişkisiyle, sosyal devlet anlayışıyla, vatandaşına verdiği değerle bizde hem hayranlık uyandırıyor hem de kendimize olan güvenimizi sarsıyor, aşağılık kompleksine yol açıyor. Ne var ki, korona süreci, bu dünyanın içten içe ne kadar çökme sürecine girdiğini gözler önüne serdi. Sağlık sistemi çöken, birbirinin sağlık malzemesine el koyan, başkasının çığlığına kulaklarını tıkayan, dezavantajlı grupları ölüme terk eden, üzerine gelen virüs sağanağı altında ezilip büzülen, hatta yer yer darmadağın olan bir Avrupa!..

Korona süreci, Avrupa’nın dağınıklığını gözler önüne sererken, Türkiye’nin ise ne denli güçlü, büyük, müşfik ve iyi organize bir devlet yapısına sahip olduğunu gösterdi.

Devletlerin yönetim anlayışı ve becerisi, kendisine hâkim olan kültüre göre şekillenir. “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın” felsefesi, bu felsefeyi taşıyan insanlarla birlikte kültürel bir kod olarak devlete hâkim oluyor. Türkiye’nin bu süreçteki başarı hikâyesi, esas itibariyle bunun hikâyesi.

Salgın sürecinde bir devletin performansını iki şey üzerinden ölçmek lazım: Virüse yakalananlar ve virüsten ölenler.

Virüse yakalanma düzeyi, devletin toplumuna hükmetme beceresini ortaya koyan bir resim. Bu, devletlerin en kolay yapabildiği şey. Sokağa çıkma yasağı ilan edersiniz, kimse evinden çıkmaz, o zaman nüfusunuzu virüsten büyük ölçüde korumuş olursunuz. Kapalı, otoriter sistemler için bu eften püften bir şey. Çin, bir düdükle altmış milyon insanını karantinaya aldı, virüsü bir bölgede hapsetti, böylece onunla kolayca baş edebildi.

Ekonomisi üretime dayanmayan ülkeler için de bu kolay bir . Nüfusun üretim alanlarında olması gerekmiyorsa o zaman onu içeri tıkmanın fazla maliyeti olmaz. Avrupa Birliğinden akan fonlara ve turizme dayanarak ayakta kalan Yunanistan bunun tipik örneği. Uzun süren sokağa çıkma yasağıyla Çin gibi işin üstesinden gelebildi.

Önemli olan bir yandan ekonominin çarklarını çevirirken bir yandan da nüfusun hareketliliğini belli ölçüler içinde disipline ederek dengeli bir politikayla sorunun üstesinden gelmek. Türkiye süreci böyle yönetti ve bulaş konusunda Avrupa’daki emsal birçok ülkeden daha başarılı bir performans ortaya koydu. Sağlık Bakanlığı, Kasım ayı ortalarına kadar günlük vaka sayılarını hastalar üzerinden vererek kafaları bulandırmış olsa da Türkiye’nin ekonomi çarkını durdurmaksızın koronayla mücadelesi akranlarına göre başarılı olmuştur.

Bir ülkenin salgın sürecinde esas performansını ortaya koyan, salgına yakalananları hayatta tutma becerisidir. Bu durum, bir yandan ülkelerin sağlık alt yapısının, bir yandan da sağlık politikalarının resmini ortaya koyar.

6 Ocak 2021 tarihi itibariyle İtalya’da koronaya yakalananların yüzde 3,50’si ölüme giderken, bu oran Belçika’da 2,88, İngiltere’de 2,75, İspanya’da 2,59, Fransa’da 2,47, Almanya’da 2,05, Hollanda’da ise 1,42’dir. Türkiye’de koronaya yakalanan hastalar içinde kaybedilenlerin oranı yüzde 0,96 düzeyindedir. Bu ülkelerin bir kısmıyla aramızda o kadar büyük fark var ki, mukayeseye kalkışmak zül sayılır.

Türkiye, korona sürecini dünyada en başarılı sürdüren/yöneten birkaç ülkeden biri olmuştur. Japonya, Güney Kore, Hong Kong ve Çin gibi başarılı Asya ülkelerinin yanında yer alabilen Avrupa kıtasındaki ender ülkelerden biri Türkiye.

Peki, Türkiye’nin başarısında rol oynayan faktörler nelerdir?

Türkiye, her şeyden önce, Çin’de vakaların görülmesiyle birlikte Sağlık Bakanlığı bünyesinde uzmanlardan oluşan bir Bilim Kurulu oluşturarak sürece hazırlıklı girdi. Bilim Kurulunun önerisi üzerine Bakanlık tedavide kullanılacak büyük miktarda ilacı toplayarak stokladı. Böylece eli tetikte virüsü bekledi. Süreç boyunca da Bilim Kurulu aktif bir pozisyon alarak yönetime yol gösterici tavsiyelerde bulundu.

Başarının diğer bir sırrı alınan önlemlerdedir. Türkiye’de ilk vakanın görülmesinin hemen ardından ciddi önlemler alındı. İlk vaka 11 Mart 2020 Çarşamba günü görüldü. Yönetim ertesi gün bir dizi karara imza attı. Alınan kararlarla 16 Mart’tan itibaren okullar kapanırken, birkaç gün sonra spor müsabakaları askıya alındı, kuaförler kapatıldı, restoran, pastane ve kafeler sadece paket yoluyla hizmet vermeye başladı. Yönetim, 3 Nisan’da yeni kararlar alarak önlemleri ileri noktaya taşıdı. Bu kapsamda 30 büyükşehir ile Zonguldak ili giriş çıkışlara kapatıldı, 65 yaş üstü ve 20 yaş altındaki nüfusun dışarı çıkması kısıtlandı, pazar yerleri ve marketlerde maske takma zorunluluğu getirildi. Bir kaç gün sonra da hafta sonlarında ve bayram tatillerinde sokağa çıkma kısıtlamaları getirildi. Haziran ayında gevşetilen önlemler, Kasım ayında vakaların artmasıyla birlikte yeniden sıkılaştırıldı.

Avrupa’daki akranlarımız 2020 yılının Ocak ayında koronayla tanışmalarına rağmen ciddi adımları ancak Mart ayının ortalarında atmaya başladılar.

Türkiye’nin başarısında rol oynayan faktörlerden biri de İl Pandemi Kurullarının kurulması oldu. Yönetim, ulusal düzeyde alınan önlemlerin yanında, şartlara göre her tür ilave önlemi alma yetkisini bu kurullara bıraktı. Bu da virüsle mücadeleyi hem yerel yönetimler üzerinden ülke düzeyine yaydı hem de şartlara göre adım atılmasına zemin hazırladı.

Türkiye’nin başarısında en önemli pay hiç kuşkusuz ülkedeki sağlık alt yapısına aittir. Son yirmi yılda sağlık konusunda attığımız devrim niteliğindeki adımların semeresini bu süreçte topladık. Devasa şehir hastaneleriyle, herkese sağlık güvencesi sağlayan politikalarıyla, neredeyse her ilçede dikilen modern hastanelerle, özel sağlık kuruluşlarıyla, yoğun bakım üniteleriyle, bu ünitelerdeki solunum cihazlarıyla Türkiye bu tür bir savaşa yıllar öncesinden aslında hazırlık yapmış oldu. Yoğun bakım yatak kapasitesi bakımından Türkiye’nin sadece Avrupa’nın değil dünyanın en iyi birkaç ülkesinden biri olduğunu bu süreçte öğrendik.

Devletlerin, sorunların üstesinden gelme beceresi zor zamanlarda ortaya çıkar. Son bir yılda yaşadığımız korona süreci, dünyadaki devletlerin büyük sorunlar karşısındaki performanslarını test etme imkânı sağladı. Yönetime hâkim olan zihniyet, heyecan ve ruh sayesinde Türkiye’de devlet bu süreçte vatandaşının göğsünü kabartan bir performans ortaya koydu.

M. Emin Zararsız –

Türkiye’de 150 yıllık geçmişi olduğu ifade edilen parlâmenter hükûmet sisteminden başkanlık hükûmet sistemine geçiş talepleri/tartışmaları, özellikle 1980 sonrası yakın tarihimizde bazı siyasî liderlerin açıklamaları ile belirli zamanlarda alevlenmiş olmasına rağmen 2017 yılına kadar bu konuda somut bir gelişme yaşanmamıştır.

15 Temmuz 2016 Darbe Teşebbüsünden sonra 2017 ve 2018 yılları Türkiye Cumhuriyeti siyasî sistemler tarihinde çok önemli dönüşümlerin yaşandığı yıllar olmuştur. İlk olarak 27/01/2017 tarihli ve 6771 sayılı Kanunla Türkiye Cumhuriyeti Anayasasında yapılan değişiklikler ve bu değişikliklerin 16 Nisan 2017 tarihinde yapılan halkoylamasında kabul edilmesiyle “Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemi” benimsenmiştir. Akabinde 3 Kasım 2019 tarihinde yapılacak seçimlerin erkene alınmasıyla 24 Haziran 2018 tarihinde yapılan Cumhurbaşkanlığı Seçimi (ve Milletvekili Genel Seçimi) sonucu seçilen Cumhurbaşkanının (Recep Tayyip ERDOĞAN) 9 Temmuz 2018 tarihinde yemin ederek görevine başlamasıyla Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemine geçilmiştir.

Hem anayasa değişiklik ve halkoylaması hem de seçimler sürecinde hükûmet sistemleri çok tartışılmıştır. Ayrıca Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sisteminin fiilen işlemeye başlamasından bu yana iki yılı aşkın bir süre (27 ay) geçmesine rağmen gerek bu sistem üzerine gerekse genel olarak hükûmet sistemleri üzerine tartışmalar, zaman zaman geri plana düşse de gündemdeki yerini hep korumuştur.

Son zamanlarda gerek Millet İttifakını oluşturan siyasî partiler (CHP, İyi Parti, SP) ve HDP, gerekse liderleri AK Partiden ayrılarak yeni kurulan Gelecek Partisi ve DEVA Partisi, “Güçlendirilmiş Parlâmenter Sistem” adı altında parlâmenter hükûmet sistemine dönülmesi gerektiğini, bu sistemin ise asla 2017 yılı öncesindeki sistem olmayacağını sıkça ifade etmektedirler. Ancak, bu yazının yazıldığı tarih itibarıyla (20/10/2020) HDP eski Eş Başkanı Selahattin DEMİRTAŞ’ın T24’de yer alan yazısı ve CHP Genel Başkan Yardımcısı Çanakkale Milletvekili Muharrem ERKEK’in SÖZCÜ Gazetesinde yer alan mülakatı dışında adı geçen siyasî partiler tarafından “Güçlendirilmiş Parlâmenter Sistem”in ne olduğuna, ne olması gerektiğine dair bir açıklama yapılmamış, bir metin paylaşılmamıştır.

Yakın zamanlarda Prof. Dr. Ergun ÖZBUDUN’un “Güçlendirilmiş Parlâmenter Rejim”, Prof. Dr. Levent KÖKER’in “Başkancı rejim: Popülist yarışmacı otoriterlik mi, diktatörlük mü?”, Prof. Dr. Fuat KEYMAN’ın “Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem Üzerine” ve Prof. Dr. Serap YAZICI’nın “Anayasa Yargısı Hükûmet Sisteminin Değil, Hukuk Devleti ve Demokrasinin Garantisidir” başlıklı yazıları akademi dünyasından bu alana yapılan katkılar olarak zikredilebilir. (ÖZBUDUN, KÖKER ve YAZICI’nın 2007 yılında AK Parti adına parlâmenter hükûmet sistemini esas alarak “YENİ ANAYASA” taslağını hazırlayan komisyonun üyesi olduklarını da ifade edelim.)

Bu yazıda önce “Parlâmenter Hükûmet Sistemi” ile “Başkanlık Hükûmet Sistemi”nin olmazsa olmaz ilkeleri üzerinde genel hatlarıyla durulduktan sonra 1876 Kânûn-ı Esâsîden başlayarak muhtelif zamanlarda yürürlüğe giren beş anayasada kabul edilen hükûmet sistemlerinin neler olduğu ifade edilecektir. Yazı bu sistemlerin temel ilkelerine bakışla sınırlı olacak, mevcut Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sisteminin değerlendirilmesine girilmeyecektir.

Genel hatlarıyla bir uçta Parlâmenter Hükûmet Sistemi, diğer uçta Başkanlık Hükûmet Sistemi, daha sonra ise bu iki sistemden de bazı unsurların bir araya getirilmesi ile oluşturulan Yarı Başkanlık Hükûmet Sistemi olmak üzere üç farklı hükûmet sistemi bulunmaktadır. Ayrıca bu üç sistemle irtibatlı bir şekilde bazı önermelerle hükûmet sistemlerini beşe çıkaran düşünürler de bulunmaktadır. Bu yazı Parlâmenter Hükûmet Sistemi ile Başkanlık Hükûmet Sisteminin temel ilkelerine yönelik olduğundan Yarı Başkanlık Hükûmet Sistemine değinilmeyecektir.

Konuya girmeden önce bazı tespitlerin yapılması faydalı olacaktır.

Parlâmenter hükümet sisteminin temelleri 1215 Magna Carta Libertatum’a dayandırılmakla birlikte 18. yüzyılda İngiltere’de ortaya çıkmıştır. Başkanlık hükümet sistemi Amerika Birleşik Devletlerinin kurulmasına ve Amerikan Anayasasının ilanına (17 Eylül 1787) kadar geriye götürülmektedir. Yarı başkanlık hükümet sistemi ise 1959 yılından bu yana kabul edilen bir sistem olmuştur.

Hem parlâmenter hükûmet sistemi hem de başkanlık hükûmet sistemi demokratik sistemler olup birinin diğerine göre daha fazla veya az demokratik olduğu söylenemez.

Tek başına bu sistemlerden biri ile yönetilme durumu bir ülkenin ekonomik, siyasî, insanî vb. kalkınmalarını/gelişmişliğini sağlayan veya engelleyen model olarak değerlendirilemez. Ülkelerin gelişmişlik seviyeleri ile hükûmet sistemleri arasında doğrudan bir ilişki bulunmamaktadır. Çünkü hem dünyanın en gelişmiş ülkeleri arasında hem de en geri kalmış ülkeleri arasında her iki sistemle de yönetilen ülkeler bulunmaktadır. Gerek OECD ve AB ülkeleri arasında gerekse G7 ve G20 ülkeleri arasında hem parlâmenter hükûmet sistemi ile (mesela Almanya, Avustralya, Hindistan, İngiltere, İtalya, Japonya, Kanada) hem de başkanlık hükûmet sistemi ile (mesela Amerika Birleşik Devletleri, Arjantin, Brezilya, Endonezya, Güney Kore, Meksika) yönetilen ülkeler bulunmaktadır.

Parlâmenter hükûmet sisteminin zayıf, kısa ömürlü ve karar alma kabiliyetinden yoksun koalisyon hükûmetlerine, hükûmet krizlerine, hatta sık sık askerî müdahalelere ve vesayetçi yapılara yol açtığı; buna karşılık başkanlık hükûmet sisteminin ise bu gibi durumlara geçit vermediği yönündeki iddialar, bu konuya ilişkin ülkeler bazında yapılan araştırmalarda teyit edilmemektedir. Parlâmenter hükûmet sistemi ile yönetilip istikrarlı hükûmetleri bulunan, vesayetten uzak, askerî darbe kavramının literatüründe dahi yer almadığı dünyada önde gelen ülkeler bulunduğu gibi (mesela Almanya, İngiltere, Kanada) ya darbelerle sık sık karşılaşan ya da otoriterleşen başkanlık hükûmet sistemiyle yönetilen ülkeler de (mesela Arjantin, Azerbaycan, Beyaz Rusya Cumhuriyeti (Belarus), Şili, Venezüella) bulunmaktadır.

Bu sistemlerin ülkelerdeki başarısı iki temel durumun varlığı ile bağlantılıdır. Birincisi ülkenin geleneği ve kültürü; ikincisi ise her iki sistemin de genel kabul gören temel, tipik modeli içinde kalmak kaydıyla ve bu ilkelere zarar vermeyecek şekilde ülkeye özgü bazı mekanizmaların sisteme eklenmesi suretiyle sistemin kurulmasıdır.

Parlâmenter hükûmet sisteminin en başarılı ve örnek oluşturan modeli bir monarşi olmasına rağmen İngiltere ve federal bir devlet olan Almanya Federal Cumhuriyeti modeli iken başkanlık hükûmet sisteminin en başarılı ve örnek oluşturan modeli yine federal bir devlet olan Amerika Birleşik Devletlerindeki modeldir.

Yukarıda ifade edilen genel tespitlerden sonra parlâmenter hükûmet sistemi ile başkanlık hükûmet sisteminin temel ilkeleri bahsine geçebiliriz.

Parlâmenter hükûmet sistemi ile başkanlık hükûmet sistemini belirleyen, bunları birbirinden ayıran esas unsur yasama, yürütme ve yargı erklerinin oluşumu, birbirlerine karşı durumu, görev, yetki ve sorumluluklarıdır.

Parlâmenter hükûmet sistemlerinde yasama ile yürütme erkleri arasında yumuşak ayrılık; yargı erki ile yasama ve yürütme erkleri arasında ise mutlak/sert/katı ayrılık söz konusu iken başkanlık hükûmet sisteminin karakteristik özelliği yasama, yürütme ve yargı erkleri arasında mutlak/katı/sert ayrılık bulunmasıdır. Ayrıca başkanlık hükûmet sisteminin demokratik sistemler içinde kalmasını sağlayan, otoriter yapılara kaymasını önleyen ve yine olmazsa olmaz mesabesindeki bir ilkesi ise kontrol/denetleme ve denge (check and balance) sistemidir.

Öncelikle ifade edelim ki, hem parlâmenter hükûmet sisteminde hem de başkanlık hükûmet sisteminde yargı erki yasama ve yürütme erklerine karşı mutlak olarak bağımsız ve tarafsızdır. Diğer bir ifade ile her iki hükûmet sisteminde de yargı erki ile yasama ve yürütme erkleri arasında mutlak/katı/sert kuvvetler ayrılığı ilkesi geçerlidir. Her iki hükûmet sisteminde de hem yasamanın hem de yürütmenin işlem ve eylemlerinin hukuka uygunluğunun denetimi yetkisi bağımsız ve tarafsız yargıya aittir. Yargı erkinin yönetimini sağlayan kurumsal yapının üyelerinin parlâmento veya devlet başkanı tarafından belirlenmesi, yargı gücünü kullananların (hâkimlerin) kendi aralarında belirlemesi veya bunların karması olan bir şekilde belirlenmesi konusunda tek bir yapı/model olduğu söylenemez. Her ülkenin gelenekleri bu konuda belirleyici olacaktır. Ancak korunması gereken değer yargı erkinin yönetimini sağlayan kurumsal yapının, tek tek bu yapının üyelerinin ve nihayet yargı gücünü kullanan tüm hâkimlerin hem yasamaya hem de özellikle yürütmeye karşı mutlak bağımsızlıklarının sağlanabilmesidir.

Genel kabul gören parlâmenter hükûmet sisteminin olmazsa olmaz iki aslî unsuru, temel ilkesi bulunmaktadır. Bunlardan birincisi yürütme organının yasama organına karşı sorumluluğu, ikincisi ise yürütme organının devlet başkanı ve bakanlar kurulundan oluşan ikili (düalist) yapısıdır.

Parlâmenter hükûmet sistemlerinde yürütme organı halka karşı değil yasama organına karşı sorumludur. Bu sorumluluğun kaynağını yürütme organının meşruiyetini doğrudan halktan değil, yasama organından alıyor olmasında aramak mümkündür. Bu sorumluluk elbette siyasî sorumluluktur. Yürütmenin sorumlu kanadını oluşturan bakanlar kurulunun (hükûmetin) siyasî sorumluluğu parlâmentonun anayasada tanımlanmış çeşitli denetim araçları ile gerçekleşmektedir. Bu denetim araçlarının en önemlileri ise soru, gensoru ve güven oylamasıdır.

Yürütmenin ikili (düalist) yapısı gereği bu organ biri siyasî sorumluluğu bulunmayan ve vatan hainliği gibi istisnaî hâller dışında cezaî bakımdan da sorumsuz olan devlet başkanı ile meşruiyetini almış olduğu ve içinden çıkmış olduğu parlâmentoya karşı sorumlu bir başbakan ile bakanlar kurulundan oluşmaktadır. Ayrıca hem başbakanın hem de bakanların görevleri ile ilgili işlemiş oldukları suçlar bakımından, genelde özel usullere tabi olmak üzere cezaî sorumlulukları da bulunmaktadır.

Parlâmenter hükûmet sistemlerinin bir diğer ilkesi ise yürütme organının sorumsuz kanadını oluşturan devlet başkanının (bu bir monark da olabilir, cumhurbaşkanı da) hem siyasî hem de istisnaî hâller dışında cezaî sorumsuzluğu nedeniyle yetkilerinin sembolik ve temsilî nitelikte olmasıdır. Bu ilkenin doğal bir gereği olarak parlâmenter hükûmet sistemlerinde devlet başkanı kural olarak tek başına işlem yapamaz. Devlet başkanının yapacağı işlemlerde başbakan ve ilgili bakanın veya bakanların imzası bulunur (karşı-imza ilkesi) ve bu işlemlerden doğacak siyasî ve cezaî sorumluluk da onlara ait olur.

Monarşinin olmadığı parlâmenter hükûmet sistemlerinde sorumsuz, sembolik ve temsilî nitelikte yetkileri bulunan devlet başkanının seçim usulü çok da önem arz etmemektedir. Buna rağmen parlâmenter hükûmet sistemlerinde devlet başkanı genelde parlâmento tarafından seçilmekle birlikte, bazı ülkelerde doğrudan halk (seçmenler) tarafından seçildiği de görülmektedir (mesela Avusturya, Finlandiya, İrlanda, İzlanda). Bu ikinci seçenek demokrasi kültürü yerleşmiş ülkeler bakımından bir soruna yol açmayacakken, bu konuda malûl olan ülkeler bakımından sorunlara yol açabilir. Demokrasi kültürü yeterince yerleşmemiş ülkelerde (arızalı demokrasilerde) seçilebilmek için tüm ülkeyi gezen, seçim propagandası yapan ve nihayet genelde hükûmeti oluşturan siyasî parti/ler/den daha yüksek oranda seçmenin oyunu alarak seçilen, diğer bir deyişle meşruiyetini doğrudan halktan alan devlet başkanı ile hükûmet arasında çatışmaların yaşanması muhtemeldir. Bu nedenle kanaatimizce parlâmenter hükümet sisteminde devlet başkanı parlâmento tarafından, ancak nitelikli bir çoğunlukla seçilmelidir. Ancak bu konuda “nafile turlar” yaşanmaması bakımından gerekli önlemler de anayasada yer almalıdır.

Parlâmenter hükûmet sistemi bakımında ifade edilmesi yararlı olacak bir konu da parlâmentonun görev süresi ile devlet başkanının görev süresinin aynı veya farklı olması durumudur. Esasen çok fazla önem arz etmemekle birlikte bize göre devlet başkanının görev süresi parlâmentonun görev süresinden daha uzun olmalıdır. Ayrıca yine bize göre parlâmento seçimlerinin yenilenmesi kararının verilmesi hâlinde, görev süresi parlâmento süresi ile aynı olan hâllerde dahi devlet başkanının görev süresine bunun bir etkisi olmamalıdır.

Parlâmenter hükûmet sistemine getirilen eleştirilerden biri olan sıklıkla hükûmetlerin değiştiği iddiasına karşı önlem olarak mesela hükûmetin kuruluşundaki güven oylamasında basit çoğunluk yeterli iken, düşürülmesinde nitelikli çoğunluğun aranması; “yıkmakta birleşenler yapmakta da birleşsinler” ilkesinden hareketle “yapıcı güvensizlik oyu” gibi sistemler getirilebilir.

Yukarıda da ifade edildiği üzere başkanlık hükûmet sistemi, yasama yürütme ve yargı erkleri arasında mutlak/sert/katı ayrılığın bulunduğu ve sistemin bu üç erk/kuvvet arasında kontrol/denetleme ve dengeyi esas alarak kurgulandığı hükûmet modelidir. Bu çerçevede başkanlık hükûmet sisteminin temel ilkelerini şu şekilde ifade etmek mümkündür.

Başkanlık hükûmet sisteminin en temel ilkesi hem yasamanın hem de yürütmenin meşruiyetini doğrudan halktan (seçmenden) almasıdır. Diğer bir deyişle nasıl ki parlâmento halk (seçmenler) tarafından seçiliyor ise devlet başkanı da doğrudan halk (seçmen) tarafından seçilmektedir. Bu nedenle de bu organların görevde kalmaları birbirlerinin karşılıklı onayına bağlı bulunmamaktadır.

Başkanlık hükûmet sisteminde yürütmeyi bir kişi, devlet başkanı oluşturmaktadır. Bu nedenle bakanlar kurulu şeklinde bir yapı ve bu kurulun ortaklaşa aldığı kararlar ve ortak sorumluluk söz konusu değildir.

Başkanlık hükûmet sisteminde parlâmento ile devlet başkanının görev sürelerinin dolmasının diğerinin de görev süresinin dolmasına yol açması söz konusu olamaz. Ayrıca devlet başkanının belirli suçları işlemesi hâli dışında, (impeachment) parlâmento devlet başkanının, devlet başkanı da parlâmentonun görev süresini doğrudan veya dolaylı bir şekilde sona erdiremez.

Başkanlık hükûmet sisteminde genel olarak parlâmento seçimleri ile devlet başkanının seçimleri farklı zamanlarda gerçekleştirilir. Bu durum aynı zamanda yürütmeyi tek başına oluşturan devlet başkanının önemli, kritik konularda demokrasinin gereği olan uzlaşma arayışına vesile olmakta, ayrıca otoriterleşmeyi önleyici etkisi de olmaktadır.

Başkanlık hükûmet sisteminde demokrasinin gereği olan uzlaşma ve tolerans kültürünün gereği şekilde yerine getirilebilmesi ve otoriterleşmenin önlenebilmesi bakımından yürütmeyi tek başına oluşturan devlet başkanının bazı önemli işlemlerinde ve kritik önemdeki kararlarında önceden parlâmento ile uzlaşmayı sağlayacak girişimlerde bulunması, onayını alması gerekmektedir. Mesela devlet başkanı ile birlikte halk (seçmen) tarafından seçilmemişse devlet başkanı yardımcısı, bakanlar, bakan yardımcıları, bazı önemli (istihbarat, emniyet vb) kurumların başkanları, büyükelçiler, valiler, yargı erkinin yönetimini sağlayan kurumsal yapının devlet başkanı tarafından belirlenecek üyeleri, devlet başkanı tarafından atanacak yüksek mahkeme üyeleri gibi üst düzey atamalarda devlet başkanının atamayı yapmadan önce parlâmentonun onayını alması gerekmektedir.

Başkanlık hükûmet sisteminde yasama yetkisinin devri anlamına/boyutuna gelmeyecek çerçevede kalmak kaydıyla devlet başkanının yürütmeye ilişkin alanlarda kararnamelerle düzenleme yapma yetkisi söz konusudur.

Tipik bir parlâmenter hükûmet sistemi ile başkanlık hükûmet sistemine ilişkin olmazsa olmaz mesabesindeki temel ilkelerine ilişkin yukarıda yapılan belirlemeler elbette sadece bunlardan ibaret değildir. Bunların daha da detaylandırılması mümkündür. Ne yazık ki, yazının mecraı ancak bu kadarına müsaade etmektedir.

Nihayet ifade edelim ki, ülkeler bu temel ilkelere zarar vermeyecek şekilde tarihî birikimleri ve geleneklerinden kaynaklanan unsurları eklemek suretiyle ülkelerine özgü modellerini elbette kurabileceklerdir.

Bu tespitlerden sonra ülkemizin hükûmet sistemi bakımından tarihi gelişimine kısaca bakarak yazıyı sonlandırabiliriz.

1876 Kânûn-ı Esâsînin 23 Aralık 1876 tarihinde ilanı (yürürlüğe konulması) ile (I. Meşrutiyet dönemi) başladığı kabul edilen parlâmenter (hükûmet) sistem, hem sadece Şubat 1878’e kadar sürmesi hem de parlâmenter hükûmet sistemi özellikleri ile mukayese edildiğinde bu özellikleri karşılayamaması nedeniyle bir parlâmenter hükûmet sistemi olarak değerlendirmek hayli güçtür. Şubat 1878’de Osmanlı-Rus harbi gerekçe gösterilerek hem Kânûn-ı Esâsî askıya alınmış hem de parlâmento (Heyeti Âyan ve Heyeti Mebusandan oluşan Meclisi Umumi) tatil edilmiş ve bu durum 1908 yılına kadar devam etmiştir. Kânûn-ı Esâsîye göre Başbakan (Sadrazam) ve bakanlar (vekiller) Devlet Başkanı (Padişah) tarafından atanmakta, azledilmekte ve bunların sorumluluğu devlet başkanına (padişaha) karşı olmaktadır.

1908 ihtilali/darbesi ile başlayan II. Meşrutiyet dönemi için, Kânûn-ı Esâsîde yapılan önemli değişiklikler (özellikle 21 Ağustos 1909 değişiklikleri) sonucu oluşan sistem nedeniyle, I. Meşrutiyet dönemine göre parlâmenter hükûmet sistemine daha yakınlaşan bir sistemden söz etmeyi belki mümkün kılabilir.

İşgale karşı direniş ve bağımsızlık (kurtuluş) savaşı dönemi anayasası olan 1921 Teşkilâtı Esasiye Kanunu ile getirilen sistem ne parlâmenter hükûmet sistemi ne de başkanlık hükûmet sistemidir. Bu Anayasa ile getirilen sistemin meclis hükûmeti sistemi olduğu kabul edilir.

1924 yılından 1960 yılına kadar 36 yıl yürürlükte bulunan Türkiye Cumhuriyeti Devletinin ilk Anayasası olarak kabul edebileceğimiz 1924 Teşkîlât-ı Esâsiyye Kanunu, ilkeler noktasında bazı eksikliklerine rağmen teori planında parlâmenter hükûmet sisteminin getirildiği anayasa olarak kabul edilebilir. Ancak bu Anayasa döneminde bir yandan 1923 – 1938 Mustafa Kemal ATATÜRK dönemi ile 1938 – 1950 İsmet İNÖNÜ (Milli Şef) dönemi uygulamalarının diğer yandan ise 1923 – 1946 arasında başka siyasî partilerin kurulmasına ve seçimlere girmesine müsaade edilmeyerek sadece tek partinin (CHF/CHP) bulunmasının ve bu zaman dilimindeki seçim sistemlerinin parlâmenter hükûmet sistemi ilkeleriyle bağdaşıp bağdaşmadığının ayrıca değerlendirilmesi gerekmektedir.

27 Mayıs 1960 tarihinde başlayan darbeler döneminin ilk anayasası olan 1961 Anayasası ise yürürlükte bulunduğu 19 yıl süresince hem teorik hem de uygulama planında tipik bir parlâmenter hükûmet sisteminin kurulduğu ve işlediği bir dönem olarak değerlendirilebilir.

12 Eylül 1980 darbesinden sonra yürürlüğe konulan 1982 Anayasası ile getirilen sistem, parlâmenter hükûmet sisteminden sapma olarak değerlendirilebilecek bazı hükümlerine rağmen (mesela yürütmenin sorumsuz kanadı Cumhurbaşkanına verilen aşırı yetkiler) yine de parlâmenter hükûmet sistemi olarak nitelendirilebilir. Ancak hâlen yürürlükte olan bu Anayasanın ilginç bir serüvenine de işaret etmek gerekmektedir. 38 yıldır yürürlükte olan bu Anayasada önce 2007 yılında gerçekleştirilen ve 2014 yılında uygulanmaya başlayan değişiklikler (aşırı yetkili ve sorumsuz Cumhurbaşkanının doğrudan halk tarafından seçilmesi sistemi) ile yarı başkanlık hükûmet sistemine daha da yaklaşılmış, daha sonra 2017 yılında gerçekleştirilen değişikliklerle ise Cumhurbaşkanlığı (Başkanlık) Hükûmet Sistemine geçilmiştir.

Son olarak özellikle 1982 Anayasasının ilk hâli ile getirilen parlâmenter hükûmet sisteminin de 2017 yılında geçilen ve 9 Temmuz 2018 tarihinden bu yana uygulamada olan Cumhurbaşkanlığı (Başkanlık) Hükûmet Sisteminin de yukarıda temel ilkeleri belirtilen ve bu alandaki örnek modellerden önemli ölçüde farklılaştığını ifade edebiliriz. Ancak hem 1982 Anayasasının ilk hâli ile getirilen parlâmenter hükûmet sisteminin hem de 2017 yılında geçilen Cumhurbaşkanlığı (Başkanlık) Hükûmet Sisteminin kurgulanıyorken bu alandaki ideal modellere neden uyulmadığına ilişkin olarak “Türkiye’ye özgü yaşanmışlıklar/tecrübeler” gerekçe olarak sunulmuş ve bu gerekçeler nedeniyle Türkiye’ye özgü modeller geliştirildiği ifade edilmiştir. Elbette bu durum hâlen anayasa ve siyaset bilimi uzmanlarının/akademisyenlerinin değerlendirmesine açık olarak durmaktadır.