Metin Toprak –

Türkiye’de muhafazakârlığın tarihî gelişimi ve bileşenleri üzerine bir tartışma yapma niyetinde değilim. Ne var ki zaman zaman argümanlarımı temellendirme ihtiyacı duydukça mecburen atıfta bulunmak gerektiğini belirteyim. İnsanlık tarihinin önemli ölçüde ilerlemeci ve bir anlamda doğrusal bir trend izlediği kanaatinde olduğumu ve bunun değerlendirmemi önemli ölçüde etkilemiş olabileceğini belirtmek isterim. Biyoloji, kimya ve fizik gibi doğa bilimleri ve mühendislik bilimleri bakımından bu kabule karşı çıkmanın pek mümkün olmadığını düşünüyorum. Bu ilerlemeci eğilimin işletme, hukuk ve siyasi bilimlerin de içinde olduğu beşerî ve sosyal bilimler için de geçerli olup olmadığı konusu bana göre çok karmaşık değil; ancak, bu konuda geniş bir mutabakatın olduğunu söylemek de güç. Dünyadaki tartışmalar bakımından ileri sürdüğüm bu görüntü, acaba Türkiye için farklılık gösteriyor mu?

Bir Cumhuriyet klasiği: Sağcılar, solcular ve katalizör olarak askerler

Cumhuriyet dönemi sağ iktidar liderlerini Menderes, Demirel, Özal ve Erdoğan olarak saymanın ve sıralamanın yeterli olduğunu düşünüyorum. Çünkü toplum ve ekonomi üzerinde geniş ölçekli ve uzun vadeli etkileri bakımından ancak bu kişilerin değerlendirmeye imkân verecek kadar veri sağlayabileceği kanaatindeyim.

Acaba bu sağcı liderlerin devlet ve toplum tasavvurları, iktidar etme biçimleri ile iktidarın sınırları ve kapsamı üzerinde ne düzeyde etkili olmuştur veya tanımlı bir sistemde söz konusu tasavvurun somutlaşma imkânı nedir? Atatürk ve İnönü tek parti dönemini, her iki liderin ve elbette ülkenin Osmanlı bakiyesi olduğunu düşündüğüm için farklı bir kategoriye koyuyor ve analizin dışında tutuyorum. 1923-1950 arasındaki tek parti yönetimindeki 27 yılda 18 hükûmet kurulmuştur. 1950-2021 arasındaki çok partili ve askerî yönetim dönemindeki 71 yılda kurulan hükûmet sayısı ise 48’dir.

1950-2021 döneminde Türkiye’yi en çok hangi akım yönettiyse, bugünkü performans düzeyinin en büyük müsebbibi de odur dersem acaba mübalağa yapmış olur muyum? Hükûmet olanlar aslında iktidar değildi, başka iç ve dış güçler müdahale ediyordu türünden birçok argüman ileri sürülebiliyor; ancak bu savların ve karşı savların sonu olmadığı için, iktidarda hangi parti varsa, sevabı da günahı da o hükûmete yüklemek en hakkaniyetli yoldur diye düşünüyorum.

Çok partili hayatta, farklı zamanlardaki askerî müdahaleler sonucu askeriyenin güdümünde 5 hükûmet kurulmuş, toplam 7,5 yıllık bir zamanda iktidarda kalmışlardır. Dolayısıyla, 71 yıllık zaman diliminin %10,5’inin sorumluluğu askeriyededir. Askerî yönetimler geçici süreli olduğu için, yönetim sorumluluğu da tartışma konusu olabilir. Çünkü, askeriye, yönetime müdahale ettiğinde her seferinde raydan çıkmış veya çıkma tehlikesi olan ülkeyi tekrar tanımlı yola sokma amacı taşıdığını hep deklare etmiş; yani bir nevi katalizör görevi gördüğünü, ülke aşırı sağa veya sola götürülüp anarşi yaygınlaşınca, müdahale edip orta yere geri getirmeyi amaçladığını ileri sürmüştür. Bu yönüyle, askeriyenin meşruiyeti tartışmalı ama kendi içinde tutarlı bir gerekçe seti geliştirdiği söylenebilir.

Turgut Özal, Necmettin Erbakan ve Tayyip Erdoğan dönemlerindeki yumuşak, sert askerî muhtıralar ve darbe girişimlerini analizin dışında tutuyorum. Çünkü tam teşekküllü bir darbe olmadı, yani hükûmet sivillerden askerlere geçmedi. Sağ ve sol partilerin kurdukları koalisyon hükûmetlerini değerlendirirken, hükûmeti kurma görevi hangi parti liderine verilmişse, o partinin siyasi kimliğine göre sınıflandırma yaptım.

Sağ siyasi partilerin hükûmette kalma süreleri 53,4 yılı bulmaktadır. 75 yıllık iktidar süresinin %75,1’i sağ partilerdedir. Sağ partilerin kurdukları hükûmet sayısı 19’dur. Çok partili hayattaki performansın %75,1’inin sorumluluğu sağ kanat hükûmetlerindedir.

Sol partilerin kurdukları hükûmet sayısı 6’dır. Çok partili hayattaki toplam sürenin 10,2 yılı, yani %14,4’ü sol parti iktidarlarında geçmiştir. Dolayısıyla, çok partili hayattaki performansın sorumluluğunun %14,4’ü sol kanat hükûmetlerindedir.

Sağ, sol ve askerî yönetim hükûmetlerinin performans düzeyini belirleyen başlıca önemli faktörler nelerdir acaba? Hükûmetlerin kendi yetkinlikleri mi, toplumun ortalama eğitim ve beceri düzeyi mi ya da Türkiye’ye yönelik uluslararası tasarım ve müdahaleler mi? Büyük ölçüde taklide ve tekrara dayalı ve yeterince içselleştirilemeyen projeler ve modeller mi? Yoksa başkaca kimsenin aklına gelmeyen faktörler mi var?

Tablo 1. Türkiye’de hükûmet ve iktidar

İdeoloji / YönetimSayıİktidar süresi (yıl)Dönem başıDönem sonu
Askerî yönetim77,5 (%10,5)  
Askerî rejim (C. Gürsel)21,419601961
Askerî rejim (N. Erim)21,219711972
Askerî rejim (F. Melen)10,919721973
Askerî rejim (N. Talu)10,819731974
Askerî rejim (B. Ulusu)13,319801983
Sağ3253,4 (%75,1)  
Sağ (A. Menderes)510,219501960
Sağ (H. Ürgüplü)10,719651965
Sağ (S. Demirel)710,619651993
Sağ (T. Özal)26,019831989
Sağ (Y. Akbulut)11,619891991
Sağ (T. Çiller)32,719931996
Sağ (M. Yılmaz)32,319961996
Sağ (N. Erbakan)11,019961997
Sağ (A. Gül)10,320022003
Sağ (R. T. Erdoğan)414,920032021
Sağ (A. Davutoğlu)31,820142016
Sağ (B. Yıldırım)12,220162018
Sol910,2 (%14,4)  
Sol (İ. İnönü)33,319611965
Sol (S. Irmak)10,419741975
Sol (B. Ecevit)56,719742002
Toplam4871,1 (%100,0)  

Yukarıdaki okumanın düz bir okuma, hatta dümdüz bir okuma olduğunun farkındayım. Ancak düz okuma yerine karmaşık yorumların okumayı ve anlamayı son derece güçleştirdiği kanısındayım. Dolayısıyla, Türkiye’ye özgü koşulların dikkate alınmadan bu düz okumanın bize yeni bir perspektif sağlamayacağı ileri sürülebilir. Türkiye’ye özgü koşullardan kastım, sağ ve sol kanat partilerin değişim ve dönüşüm karşısındaki tutumlarıdır. İnsanlık tarihi bakımından ilerlemeci kategorisine giren değerleri savunan partiler ile referans aldıkları tarihi sürekli vurgulayarak bunu statükolaştıran, kutsallaştıran ve toplumsal dönüşüm ve değişimi dizginleyen siyasi partiler ayırımına dayalı bir analiz de kendi bakışaçısıyla hayli açıklayıcı olabilir. Ancak, bu seçeneği bu yazıda konu etmeyeceğim.

Askeriye sadece sağcı hükûmetlere mi darbe yapıyor?

Askerî darbelerin tamamının sağ hükûmetler dönemlerinde meydana geldiğini bu nedenle sağ partileri hedef aldığını düşünürsek, buradan bir yere varabilir miyiz? Örneğin 1980 askerî rejimi sadece sağcıları değil, esas itibariyle solcuları daha fazla hedef aldı. Peki, askerî darbeleri dış güçlerin işi olarak kabul etme, farklı bir bakış açısı ve çıkış yolu sağlar mı? Son olarak, sağ ve sol partilerin iktidarları arasında, ekonomi, demokrasi, dış politika, sivil toplum ve özgürlükler bağlamında ciddi bakış açısı ve performans farklılığı var mı? Bu muhtemel senaryo sorularının çok anlamlı sonuçlara götürmeyeceği kanaatindeyim. Sorunun derinlerde bir yerde olduğunu, bu nedenle ilk bakışta anlaşılmasının zor olduğunu da düşünmüyorum. Sorun yüzeyde, gözlenebilir ve devasa olarak karşımızda. Bence sorunun kök nedeni, Türkiye’nin dünya savaşları travmasını atlatamaması ve sürekli bir parçalanma ve saldırı altında olma paranoyasının devlet ve siyaset aygıtının temel parametresi haline gelmesidir. Karşı karşıya olduğu değişim ve dönüşüme ayak uyduramayan ve toplumsal dinamizmi yönetemeyen bir anlayışın geldiği nokta bu olmuştur. Dönüşüm reddedilince veya ayak uydurulamayınca, bu akıl yürütmenin kendini gerçekleştiren bir kehanete dönüşme ihtimali de yüksek olabiliyor.

Sağda dönüştürücü iki lider

Uzaktan bakıldığında Türkiye’nin, düne hatta evvelki güne öylesine bir takılmış ki, sürekli bugünü ve geleceği, geçmişin ihyasında arayan ve yarını düşünmek, tasarlamak bir yana bugünü bile ıskalayan bir görüntüsü var. Dün deyince Cumhuriyet rejimi tek parti dönemini, yani altın çağı; evvelki gün ile de Osmanlıyı ve Selçukluyu yani şanlı maziyi kastediyorum. Ben, 1980 askerî darbesi dâhil sonraki askerî muhtıra ve müdahaleleri yaşayarak tecrübe ettim. 1980’den bu yana, iki istisna dışında, iktidarı kullananların, yani elitlerin, bugüne ve geleceğe dair kendilerine özgü, masa başı tasarımı iyi yapılmış ve kamuoyuna açıklanmış bütüncül bir politikalarının olduğunu hatırlamıyorum. Bu istisnalardan birincisi Turgut Özal, ikincisi Recep Tayyip Erdoğan’dır. Turgut Özal’ın eğitimi, kariyeri ve yurtdışı angajmanının, uzun vadeli ve tutarlı vizyonuna büyük katkı sağladığını düşünüyorum. Ne var ki, kendisinden sonra partisinin izlediği politikalar ve evirildiği pozisyon, Türkiye’yi refah ve özgürlükler bakımından başladığı noktaya doğru geri götürdü. AK Parti iktidarına kadar geçen dönemi tarif etmek gerekirse, korku filmlerine taş çıkartacak mafyavari toplum mühendisliği sahneleri hafızalardaki tazeliğini hâlâ koruyor olsa gerek. Turgut Özal’ın açılımının bedeli çok pahalı ödendi ve ülke 10 yıla yakın bir zaman dilimini kâbuslarla yaşadı. Özal sonrasında kongre seçimiyle gelen başbakanlar ve koalisyon hükûmetleriyle siyasi otoritenin hükûmet etme ve iç dengeleri yönetme kabiliyeti önemli ölçüde zafiyet gösterdi.

 İkinci istisna 20 yıla yaklaşan Recep Tayyip Erdoğan dönemidir. Erdoğan’ın 2003-2011 dönemi ile Özal’ın 1983-1987 dönemi Avrupa Birliği ile ilişkiler, ekonomik performans, politik haklar ve sivil özgürlükler boyutları bakımından birbiriyle paralellik göstermektedir. Erdoğan dönemindeki açılımcı politikaların bedeli ise doğrudan bir askerî darbe girişimiyle ödetildi. Erdoğan hükûmeti, bastırılan darbe teşebbüsü sonrasında ülkenin yönetim sistemini değiştirerek iç dengeleri yeniden tasarladı. 15 Temmuz 2016 Darbe Teşebbüsünün üzerinden 2 yılı olağanüstü hal olmak üzere toplam 5 yıla yakın bir zaman geçti. Erdoğan’ın ilk iki dönemindeki açılım ve refah artışları büyük ölçüde telafi edilmiş oldu. Güçler ayırımı, hesap verebilirlik, şeffaflık, yargının bağımsızlığı, ekonomik performans, dış politika ve AB üyeliği gibi alanlarda Türkiye’nin gelişmiş ülkelerle olan mesafesi, Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sisteminin işleyişiyle artmaya başladı.

Doğrudan askerî yönetimler, askeriyenin tam kontrolündeki sivil hükûmetler ve askerî yönetim tehdidi altındaki sivil hükûmetler dikkate alındığında, sağcı hükûmetlerin kendi dönemlerindeki olumsuz veya düşük performansın sorumluluğunu kısmen askeriyeye atfetmeleri normal görünebilir. Solcu partiler ise tek başlarına hiç hükûmet olamadıkları için, zaten bütün yönetim sorumluluğunu almaları beklenemez. Bu durumda, adillik, şeffaflık, hesap verebilirlik ve sorumluluk kriterlerinde hükûmetleri kendi yönetim dönemleri için değerlendirirsek, performans sorumluluğunun ne kadarını kime vereceğiz? Çünkü, güçler ayırımının tasarımı, demokratik ülkelerdeki standart uygulamasından ziyade, hükûmeti sürekli bir darbe ve müdahale tehdidi altında tutmanın aracı olarak kullanılmış ve partiler aynı düzeyde hükûmet ve iktidar olamadıkları mazeretini ileri sürebilmişlerdir. Yani bir nevi gizli, saklı veya kayıt dışı elit sorunu yaşanıyor ülkede. Birileri iktidarı kullanıyor, kontrol altında tutuyor veya yönlendiriyor; ancak bu birileri tanımlı sistem içinde sorumluluk makamında değiller.

Bugünkü sistemi Recep Tayyip Erdoğan Başkanlık Sistemi ve kendisini de “Başkan” olarak nitelerken, sistemin resmî dokümanlarındaki ismi Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemidir. Devletin ve hükûmetin başı olarak Cumhurbaşkanı yasama, yürütme ve yargı erklerini kontrol etme ve uygulamada orkestrasyonu sağlamanın ötesinde bir icra, yönlendirme ve kontrol gücüne sahip. Dolayısıyla, sorumluluk ve hesap verebilirlik bakımından yönetimdeki partinin mazeret üretmesi bugünkü sistemde pek mümkün görünmüyor. Peki, 2018’e kadar kontrol ve denge mekanizmasıyla yürüyen, bu tarihten itibaren ise ülkenin bütün karar mekanizmalarında tek güç ve yetki sahibi olan Cumhurbaşkanının yeterli başarıyı gösterememesi veya ekonomi, toplum ve dış politika alanlarında yanlış politikalar izlemesinin dengelenmesi için bir sonraki seçim dönemini beklemenin dışında telafi edici kontrol ve denge olarak nitelenebilecek başka mekanizma ve araçlar bulunması gerekiyor mu? Bugünkü sistem, siyasi parti ittifaklarını daha fazla öne çıkarıyor ve oy oranları çok düşük partiler anahtar konuma geliyor. Dolayısıyla, katılımcı demokrasi bakımından çok daha yüksek bir performans imkânının ortaya çıktığı söylenebilir mi?

Özal ve Erdoğan’ın dinî ve etnik kimlik üzerindeki kısıtlama ve tartışmalara getirdikleri açılım ve çözüm çabalarında İslami kimlik alanında önemli bir genişleme ortaya çıkarken, etnik kimliklerin tanınmasında önemli bir mesafe alınamadığı söylenebilir. Etnik ve dinî aidiyet üzerine inşa edilen ve beka meselesi olarak İttihat ve Terakkiden bu yana aşılamayan politika karmasının yüz yıl sonra dahi farklı bir bakış açısına kavuşturulamadığı, başladığı yerde durduğu söylenebilir. Kimliklere olan bu kuşkulu bakışın devlet aygıtının temel kaygısı olması, AB tam üyelik görüşmelerinde ve Batı ile uluslararası ilişkilerde ön sıradaki başlıklardan olması, Türkiye’yi son derece yoran ve çıkmaza sokan bir siyasi genetik mirastır. Türkiye’de devletin dinî ve etnik kimliklere yönelik kuşkucu tutumunu PKK ve FETÖ organizasyonları teyit etmiş durumdadır. Nitekim 15 Temmuz 2016 Darbe Teşebbüsünden sonraki uygulamalar, Cumhuriyetin çok partili tarihinde askerî yönetimler dâhil herhangi bir sağ veya sol iktidar döneminde görülenin fersah fersah ötesinde bir tasfiye hareketi olmuştur. Etnik ve dinî kimliklere dayalı siyaset, aynı zamanda toplum kesimlerini kutuplaştırarak oyları konsolide etmede işlevsel bir araçtır. Yani, toplum kesimlerinden oy almayı hedefleyen partilerin oy verme davranışına etkisi çok açık olan bir araç setinin ortadan kaldırılmasını beklemek de gerçekçi değildir. Türkiye’nin aşamadığı bir pratiği vardır ve bu pratiğin aşılmasının, bunu aşması beklenen siyaset kurumu bakımından pratik bir yararının görünmemesi gibi bir çıkmazla karşı karşıyayız.

“Geri”yi yeniden inşa, geleceği kurgulamak için bir zaruret mi?

İnsanın çok eski çağlardan bu yana kendi köklerini ortaya çıkarma gibi bir merakı hep olagelmiştir. Bu merak, köklerimiz falan yere dayanırın ötesine geçip, bizatihi bilimin konusu haline de gelmiştir. Türkiye, Cumhuriyet döneminde bu “kök” sorununa hayli kafa yormuş, projeler geliştirmiş ve büyük paralar harcamıştır. Atatürk ve Erdoğan dönemleri bu yönüyle büyük benzerlik gösteriyor. Atatürk, Türklerin Anadolu’daki varlıklarını Hititlere (MÖ 1700-700) ve Sümerlere (MÖ 3500-2000) kadar götürerek, göçebe bir millet olmadığını ortaya koyan bir tarih tezi inşasına girişmiş, bunu Etibank ve Sümerbank’ı kurarak somutlaştırmış, aynı zamanda Arap kültür mirasına da bir alternatif oluşturmayı amaçlamıştır. Erdoğan döneminde ise tarihsel bağlantı bu kadar geriye gitmiyor. Osmanlının kuruluşunu ve Abdülhamit dönemini yeniden tasarlama ile başlandı ve halen Selçuklu ile geriye doğru inşa hareketi devam ediyor. Tarihi referanslara dayanma ihtiyacının bu yönüyle bir geriye bakışı ve geri ile sürekli bir bağ kurma olgusunun varlığına işaret ettiği söylenebilir. “Geri”ye dayanmadan, mevcut durumun analizi ve ileriye bakışa dayalı politika tasarımının, doğası gereği köksüz bir paradigma olarak görüldüğü için revaçta olmadığı kanısındayım. Bugün gelişmiş dünyadan esinlendiğimiz sorgulayıcı bakış açısı dâhil bir çok değerin Türkiye’nin her iki döneminde paralel olarak uygulanan paradigma ile uyumlu olmadığını belirtmek gerek. Nitekim Kemalist kesimlerin aynı şekilde Cumhuriyetin tek parti dönemine yönelik sorgusuz sualsiz teslimiyetçi bağlılıkları ile muhafazakârların kendi “geçmiş”lerine yönelik tutumları arasında kayda değer bir uyum vardır. Bu yönüyle “Geri’cilik” ve “İleri’cilik” kavramlarının Türkiye özelinde siyasi ve ideolojik tutum farklılığını aşan bir kapsam ve içerik benzeşmesini ifade edecek şekilde formülize edilerek genelleştirilebileceğini düşünüyorum.

Dışa dönük “Geri” ile içe dönük “Bugün”

Türkiye’nin bugün yönetmede zorlandığı sözde çoklu yapıları, Selçuklu ve Osmanlının azimle ve özenle inşa ettikleri söylenebilir. Yeni coğrafyaları ve toplulukları bünyesine katma, doğal olarak bir çoklu yapı sonucu doğurmaktadır. Bu çoklu yapının refah ve özgürlüklerin tanımında ve genişletilmesinde zamanında bir kaldıraç görevi gördüğü açıktır. İstanbul ve Endülüs üzerinden İslam ve Avrupa toplumlarının etkileşimini kaldıraç olma yönüyle, her iki coğrafya için de değerlendirmek mümkündür. Kapanmacı ve yalıtımcı yönetim modelinin, tanımı gereği en azından etkileşimi durdurma yoluyla göreli olarak gerilemeye götüreceği açıktır. Bugün ABD, Kanada ve Avustralya için bu kaldıracın hâlâ geçerli olduğu söylenebilir.

Sosyokültürel ve etnik kimlikler bakımından türdeş olmayan toplulukların barış içinde yaşaması için gerekli olan demokratik çerçeveyi oluşturacak ve işletecek yönetim aygıtının sahip olması gereken niteliklerin biraz daha incelikli ve tolerans sınırının yüksek olması gerekir. Çünkü toplumdaki çeşitlilik gelişmiş ülkelerdeki gibi yönetilemediği durumlarda, otoriterleşme hatta totaliterleşme yönünde adımların atılması, eninde sonunda bir zorunluluğa dönüşecektir.

Zamanın ruhu ve sivil toplum

Osmanlı geçmişindeki çoklu toplumsal yapılar, doğası gereği sivil toplum pratiğini de barındırmak durumundaydı. Cumhuriyetle birlikte, toplumsal yapıyı tek tipleştirme ve türdeş hale getirme politikası, uzun dönemli sonuçları olacak yeni sorun alanları oluşturmuştur. Türkiye’de kent soyluluk, aristokrasi veya  burjuvazi gibi kavramlarla ifade edilmeye en uygun toplum kesimleri, en fazla hedef haline gelen ve şüpheye maruz kalanlardır. Çünkü, İsmet Paşanın söyleyişiyle Bozkırın ortasında kurulmuş bir köylü  cumhuriyetidir Türkiye. Ülke geneline yayılmış, devletin izni dışında bir seçkin zümre veya zengin bir kesime rastlamak nadirattandır. Dolayısıyla, kayırmacı ve ayırımcı politikalarla besleme bir varlıklı kesim olgusu karşımıza çıkmaktadır.

19’uncu yüzyılın son çeyreğinde başlayan etnik ve dinî temelli nüfus politikalarının, Cumhuriyet döneminde izlenen nüfus ve zenginlik politikalarıyla bir süreklilik gösterdiği söylenebilir. İttihat ve Terakki paradigmasının bugün hâlâ aşılamamış olması, bu paradigmanın gücünden ziyade, bu paradigmaya alternatif geliştiremeyen veya bu paradigmayı dönüştüremeyen elitlerin kapasitesinden kaynaklanmaktadır.

Cumhuriyet eliti: “Planlı” bir hezimet öyküsü

Bu noktada, Cumhuriyet elitlerine yönelik bir değerlendirmenin gerekli olduğunu düşünüyorum. Türkiye’deki sağ ve sol cenah elitleri bakımından bir asimetriye işaret etmekte yarar var. Cumhuriyet rejimi kurumlarının kurgu ve işleyiş olarak önemli bir süre sol elitler lehine avantajlar sağladığı söylenebilir. Rejim elitleri uluslararası bağlantıları, yurtdışı eğitim imkânları, görece daha yüksek entelektüel düzeyleri, rant kollamadaki avantajları ve Cumhuriyet öncesi tarihe sorgulayıcı ve eleştirel bakışlarına  rağmen, geleneksel toplumsal kesimlerini ikna etmede ve dönüştürmede geniş kapsamlı bir etkiye sahip olamamışlardır. Bu yüzden söylem düzeyinde halkçı olmalarına rağmen siyasal destek açısından iktidar olmak için gerekli oy desteği alamamışlardır.

Cumhuriyet rejimi elitlerinin müktesebatı görece çok daha yüksek olduğu için, toplumu etkilemede ve deyim yerindeyse dönüştürmede aktif hatta proaktif rol almaları beklentisinin çok yüksek olması doğaldır. Ne var ki, önemli bir kısmı serbest piyasacı ve özgürlükçü Batı ülkelerinde eğitim alıp, totaliter rejim (sosyalizmi ve komünizm) savunusunu Kemalizm ile harmanlayan ulusalcı sol (nasyonalist sosyalizm gibi bir şey!) söylemin ötesine geçememiş ve kendilerine yapılan onca yatırımı önemli ölçüde boşa çıkarmış bir kesimden de bahsediyoruz aynı zamanda. Türkiye’nin dışa kapanmacı bir model izlemesini sağlayan ve üç beş ihtikârcı besleme tekelin ve oligopolün insafına “planlı” olarak teslim eden de bu elitler olmuştur.

Paradoksal olarak Türkiye’yi dış dünyaya açan, özgürlüklerin alanını genişleten, düşünceyi suç sayan yasal engelleri aşan sağ iktidarlar yani çarıklı erkânı harp olmuştur. Mevcut birikim düzeyi ve kapasitesi dikkate alındığında, sağ iktidarların devlet ve toplum tasavvurları ile dünyadaki değişim ve dönüşümü anlayarak benimseme ve yayma kapasitelerinin sola göre sınırlılığını teslim etmek gerekir.

Osmanlıda devşirme ve yeniçeri sistemi, yetki sahibi devlet yöneticilerinin toplumsal kesimlerle organik bağlarını kontrol etmede önemli bir kolaylaştırıcı rolü oynuyordu. Toplumla organik irtibatı olan devlet yöneticilerinin kalkışma imkânı böylece en aza indiriliyordu. Cumhuriyet döneminde bu mekanizma, bu sefer sağ siyasi partilerin toplumla ilişkilerini kontrol etmeyi, gerektiğinde askerî darbelerle kontrol altında tutma şeklinde tezahür etti denebilir. Biraz spekülatif olduğunun farkında olarak belirtmeliyim ki, Osmanlıda Hanedan (Padişah) meşruiyetin tek kaynağı iken, Cumhuriyet döneminde meşruiyetin kaynağı esas itibariyle Anayasa, ikinci sırada ise Anayasa ile çelişmeme şartıyla halktır. Sistematik olarak Osmanlıdaki yapılanmanın farklı bir tezahürü gibi yorumluyorum bunu.

Cumhuriyet eliti, gelişmiş dünyaya yetişme ve entegre olmayı başaramamış veya tercih etmemiş, bunun yerine, “geri”deki kutsalını oluşturarak, onu statükoya dönüştürmeyi ve artık “tarihsel” olanın kısır bir savunusu ile yetinmiştir. Sağ kesim elitleri ise dünyada yükselen değerleri benimseme yönünde açıklanmış tercihleri bulunmadığı için, Batı değerlerinin bayraktarlığına da soyunmamışlardır. Bu nedenle, burada yaptığım tartışmayı sağ elitler bakımından da yapmanın gereksiz olduğunu düşünüyorum. Nitekim sağ elitler, halk desteğine elit sınıfı oluşturmaktan daha fazla değer vermektedir. Bu da entelektüel alanda göreli hatta mutlak üstünlüğün hep sol elitlerde olması sonucunu doğurmaktadır.

Yazının başlığındaki soruya dönersek, Türkiye’de sağcılık da  solculuk da ilerleme için yeterli itiyat ve istidada sahip değildir gibi tuhaf bir sonuca ulaşıyorum.

Mustafa Acar –

İsrail, hiç de şaşırtıcı olmayacak biçimde, geçmişte birçok defa örneği yaşanmış olan yeni bir terör-dehşet manevrasıyla son haftalarda yeniden sahneye çıktı ve infial yaratan eylemlere imza attı. Müslümanlar için kutsal Ramazan ayının son günlerinde eften püften gerekçelerle Müslüman dünyanın (Kâbe ve Mescid-i Nebevi’nin ardından) üçüncü en kutsal mabedi olan Mescid-i Aksa’ya saldırdı. Olayın yarattığı infial üzerine başlayan çatışmalarda Kudüs ve Gazze başta olmak üzere Filistin’in çeşitli kentlerinde çok sayıda kadın ve çocuk dâhil 200’ü aşkın sivil masum insan öldü, öldürüldü; bombalı saldırılarda evler yıkıldı, şehirler tarumar oldu. Türkiye başta olmak üzere bazı ülkeler tepki göstermeye, dünya kamuoyunu harekete geçirmeye çalışmışsa da, bu çabalar fazla etkili olmadı. İsrail yine bildiğini yaptı, göstericileri ve Hamas’ın fırlattığı füzeleri bahane ederek terör estirdi, yaktı, yıktı. Maalesef dünya kamuoyu bu saldırganlık ve terör karşısında geçmişte olduğu gibi bu defa da yeterince tepki ver/e/medi.

Bu yazıda İsrail’in kurulduğu günden bu yana Filistin toprakları ve Kudüs’te gerçekleştirdiği işgal, tedhiş ve mezalim karşısında dünya kamuoyundan neden etkili ve caydırıcı tepki gelmediği, İsrail saldırganlığının neden bir türlü sona erdirilemediği konusu üzerinde durulmaktadır.

İsrail 1948’de kurulduğundan beri işgal, tedhiş ve terörle ayakta kalmaya çalışan bir devlettir. Bölge haritasının zaman içindeki seyrine bakıldığında İsrail’in kurulduğu günden bugüne, en çok da 1967 altı-gün savaşı ve 1973 yılında yaşanan çatışmalar olmak üzere İsrail’in işgal altındaki toprakları nasıl genişlettiği ve Filistinlileri adım adım gettolaşmaya ittiği rahatlıkla görülebilir. İsrail’in Filistinlileri kendi vatanlarında esir ve sığınmacı durumuna düşüren bu pervasızlıkları, orantısız güç kullanımı ve Birleşmiş Milletler (BM) kararlarını hiçe sayan işgalci tutumunda üç belirleyici etkenden söz edilebilir: 1) Yahudi soykırımının Avrupa topraklarında yaşanmış olmasının Avrupa ve Batı dünyasının bilinçaltında yarattığı utanç, mahcubiyet ve eziklik hissi, 2) Bugün dünya sisteminin en büyük oyun kurucu gücü olarak ABD’nin İsrail’e verdiği kayıtsız şartsız destek, 3) İslam dünyasının bugün içinde bulunduğu, bütünlük ve dayanışmadan, caydırıcı ekonomik-siyasi-askerî-diplomatik güçten yoksun, dağınık ve perişan durum. Bunların her biri üzerinde kısaca duralım.

Yahudi soykırımının Avrupa topraklarında yaşanmış olmasının Avrupa ve Batı dünyasının bilinçaltında yarattığı utanç, mahcubiyet ve eziklik hissi

Tarihin kaydettiği en ırkçı ve kan dökücü diktatörlerden biri olarak Hitler, II. Dünya Savaşı sırasında ‘bütün iğrençlik ve kötülüklerin kaynağı birer kan emici’ olarak gördüğü Yahudilerin soyunu kurutmaya çalıştı. Almanya ve Polonya’da toplama kamplarına sürülen Yahudiler türlü eziyet ve işkencelere maruz kaldılar. Tahminen milyonlarca insan sırf Yahudi oldukları için katledildi. Çok geçmedi, Hitler, ordusu Moskova önlerine kadar varmışken geri püskürtüldü, adım adım geriledi, savaşı kaybetti. Kaçınılmaz akıbetini gören Hitler, intihar ederek kendi eliyle hayatına son verdi. Avrupa topraklarında yaşanmış, uluslararası literatürde bugün Holokost olarak anılan bu soykırım özelde Avrupalılar, genelde Batı dünyasının bilinçaltında büyük bir eziklik, mahcubiyet ve utanç yaratmıştır. Avrupa’daki Yahudilerin Filistin’de toplanıp bir devlet kurmalarına izin verilmesinde bu utanç ve ezikliğin belirleyici bir rolü olsa gerektir. Ancak Avrupa ve ABD’nin kendi topraklarında işlenmiş bir cinayetin bedelini, yine kendileri ödemek yerine Filistinlilere ödetmeyi seçmesi, gerçekten de yaman bir çelişkidir. Yahudi soykırımı daha sonraki dönemde bilimsel, sanatsal ve kültürel ortamlarda, kitaplar, filmler ve belgesellerde o kadar güzel işlenmiştir ki, bugün Avrupa’nın birçok ülkesinde Yahudi soykırımını inkâr etmek suçtur. Kanaatimizce kurulduğu günden bu yana Filistin topraklarında İsrail’in gerçekleştirdiği işgaller ve işlediği zulümlerin görmezden gelinmesi veya göstermelik cılız tepkilerle geçiştirilmesinin en önemli sebeplerinden biri Avrupa ve Batı dünyasının bilinçaltındaki bu eziklik ve utanç duygusudur. Denebilir ki, Holokost, İsrail’in sonraki politikalarının otomatik meşrulaştırma aracı olarak kullanılmış, suiistimal edilmiş bir olaydır. Soykırım elbette hiçbir şekilde hoş görülmemesi, lanetlenmesi gereken bir olaydır. Ancak dünya tarihinde soykırıma uğrayan yegâne halk da Yahudiler değildir. Bütün Filistinlilerin uğradığı da dâhil bütün kıyım, soykırım ve katliamlara karşı aynı derecede duyarlı olmamız gerekir.

Bugün dünya sisteminin en büyük oyun kurucu gücü olarak ABD’nin İsrail’e verdiği kayıtsız şartsız destek

İkinci önemli sebep, II. Dünya Savaşından bu yana dünya egemenlik tahtında oturan, parası uluslararası rezerv para olan, dünya ekonomisinin yaklaşık yüzde yirmisine sahip, en ileri teknolojileri üreten, dünyanın en büyük piyasa değerine sahip şirketlerin anavatanı ve kendisinden sonra gelen on ülkenin toplamından daha fazla savunma harcaması yapan bir ülke olarak ABD’nin İsrail’e karşı verdiği kayıtsız-şartsız destektir. ABD’nin İsrail’e verdiği bu kayıtsız-şartsız destek olmasa İsrail’in bu kadar pervasız, müdanasız, başına buyruk hareket etmesi mümkün olmazdı. Çoğumuz ABD’nin İsrail’e verdiği desteğin ta en baştan beri böyle olduğunu sanırız, ancak bu doğru değildir. 1900’lü yılların başlarında herhangi bir ABD Başkanı Yahudi asıllı bir danışman veya bir bakan atayacak olsa şiddetle karşı çıkılırdı. Oysa bugün ABD yönetim kademelerinde çok sayıda Yahudi asıllı bakan, danışman ya da üst düzey yönetici bulunmaktadır.

ABD’nin özellikle yirminci yüzyılın ikinci yarısında İsrail’e giderek yakınlaşması ve bir noktadan sonra hararetle desteklemesinin başlıca üç sebebinden söz edilebilir: 1) 1950’li yılların sonlarında yaşanan Süveyş krizi ve soğuk savaş döneminde Arap dünyasının büyük çoğunlukla SSCB’nin yanında yer alması sonucunda ABD’nin Ortadoğu’da kendine güvenilir, sadık müttefik bulma ihtiyacı, 2) ABD’de yaşayan Yahudilerin zamanla siyaset ve dünyasında, basın ve finans alanında etkili bir baskı grubu haline gelmesi, 3) Daha çok Cumhuriyetçi Partiye destek veren, İsa’nın dönüşü, Armagedon ve Evanjelist-kıyametçi inanışlar üzerinden İsrail’in aslında Tanrının iradesine uygun davrandığına ve her bakımdan desteklenmesi gerektiğine inanan büyük bir kitlenin varlığı. Grace Halsell’in Forcing God’s Hand (Tanrıyı Kıyamete Zorlamak) adlı eserinde çok çarpıcı biçimde analiz ettiği üzere, ABD’de Evanjelist papazlar öncülüğünde ve kitle iletişim araçlarının yardımıyla, cennete gitmek için İsa’nın yeryüzüne dönmesi, bunun için de yeryüzü sahnesinin onun dönüşüne hazır hale getirilmesi gerektiği; esasen (Yahudi devletinin kurulması, Kudüs’ün başkent ilan edilmesi, Mescid-i Aksa’nın bulunduğu yerde Süleyman Mabedinin yeniden inşası vb.) gibi İsrail kaynaklı girişimlerin Tanrının iradesine uygun girişimler olduğuna dair kıyametçi inanışların propagandası yapılmakta, milyonlarca insan bu inançları paylaşmaktadır. İsrail’in BM kararlarını bile göz ardı eden müdanasız tutumunda Holokostun psiko-sosyal etkisinin yanı sıra bu inanışların da azımsanamayacak bir rolü olsa gerektir.

İslam dünyasının bugün içinde bulunduğu, bütünlük ve dayanışmadan, caydırıcı ekonomik-siyasi-askerî-diplomatik güçten yoksun, dağınık ve perişan durum

Nihayet İsrail’in işgal ve saldırıları karşısında etkili bir tepki verilememesinin üçüncü önemli sebebi ise, İslam dünyasının içinde bulunduğu dağınıklık, dayanışma ve bütünlükten yoksunluk, askerî ve ekonomik güçsüzlüktür. İslam dünyasının en üst dayanışma teşkilatı olan İslam İşbirliği Teşkilatına (İİT) üye 57 Müslüman ülkenin toplam dünya nüfusu içindeki payı yaklaşık %22, petrol ve doğalgaz rezervleri içindeki payı %50’nin üzerinde olduğu halde, bu ülkelerin dünya ekonomisi içindeki payı %10 bile değildir. Teknolojik, askerî, siyasi, ekonomik ve diplomatik güç bakımından İslam dünyası ne yazık ki caydırıcı bir güce sahip olmaktan uzaktır. Dahası halkının büyük çoğunluğu Müslüman olan ülkelerin bir kısmı birbiriyle kavgalıdır. Bazıları sınır anlaşmazlıkları, bazıları siyasi rejim farklılıkları yüzünden birbiriyle savaşmış, ilişkileri gergin, birbirleri arasında yaşadıkları anlaşmazlıkları çözmesi için dış güçlerin müdahalesini istemiş ülkelerdir. Yine Müslüman ülkelerin önemli bir kısmı kişi başına geliri düşük, temel hak ve özgürlüklerin garanti altında olmadığı, siyasi otoriteleri ve rejimleri kendi halkıyla kavgalı, savunması başka güçlere emanet ülkelerdir.

Müslüman dünyada uluslararası krizlere ortak ve etkili tepki verme konusunda öncülük yapabilecek bir ülke konumundaki Türkiye’nin Ortadoğu ve Arap dünyasının üç kilit ülkesi olan Mısır, İran ve Suudi Arabistan’la ilişkileri böyle bir kriz sırasında birlikte hareket etmeye imkân vermekten uzaktır. Arap Baharı sürecinde uyguladığı politikalar, gücüyle orantısız risk alma iştahı, Suriye krizi bağlamında izlediği –uluslararası sistemin ana aktörleriyle birlikte hareket etmek yerine- başına buyruk hareket ve rejim değiştirmeye odaklı çatışmacı siyaset, NATO üyesi olduğu halde NATO’nun en büyük rakipleri ve potansiyel düşmanlarından savunma sistemleri alma girişimleri, Mısır ve Libya sorunları konusunda iç ve dış dengeleri gözetmekten uzak hesap hataları sonucunda Türkiye uluslararası alanda son yıllarda giderek yalnızlaşmış, uluslararası toplumdan izole hale gelmiştir. Barışa ve diplomasiye odaklı politikalar izlediği, komşularla sıfır sorun hedeflediği, Avrupa Birliği (AB) üyeliğini stratejik hedef olarak koyup ev ödevlerini ciddiyetle yerine getirdiği 2000’li yıllarda BM Güvenlik Konseyine geçici üye olacak ve İİT’nin Başkanlığını devralacak kadar uluslararası toplumdan kabul gören Türkiye, bugün ne yazık ki BM, NATO, AB ve ABD başta olmak üzere uluslararası toplumun etkili aktör ve kurumlarını harekete geçirme konusunda manevra kabiliyeti büyük ölçüde zayıflamış bir durumdadır.

Etkili olabilmek için

Gerek bölgesel, gerekse küresel sorunlarda İslam dünyasının menfaatlerini gözeten politikalar uygulayabilmek, son Kudüs ve Mescid-i Aksa saldırıları gibi krizlerde dünya kamuoyunu daha ekili biçimde harekete geçirebilmek ve caydırıcı tedbirler alabilmek için İslam dünyasının içinde bulunduğu dağınıklığa ve iç çatışmalara son vermek, sorunlara diplomatik ve barışçı yöntemlerle çözüm aramak, dünya kamuoyunu harekete geçirme konusunda manevra kabiliyetine sahip olmak gerekmektedir. Uluslararası alanda caydırıcı askerî, teknolojik, siyasi ve ekonomik güce sahip olabilmek ise ancak kaynakların iç ve dış çatışmalara değil, hızlı büyümeyi ve teknoloji üretmeyi mümkün kılacak alanlara tahsis edilmesi halinde mümkün olabilir. İhtiyaç duyulduğunda uluslararası kamuoyunu harekete geçirebilmek için sistemin oyun kurucuları ve büyük aktörleriyle dengeli, dostane, barışçı diplomatik ilişkilerin tesis edilmiş olması büyük önem taşımaktadır.

Sonuç olarak, her sorunda olduğu gibi Kudüs, Mescid-i Aksa ve Filistin sorununda da kalıcı çözüm sebeplerin ortadan kaldırılmasına bağlıdır. Bu ise sokak gösterilerinin çok ötesine gidecek, uzun vadeli ve soğukkanlı entellektüel, ekonomik-teknolojik, siyasi ve diplomatik hamleler gerektirmektedir. Uzun vadede dünya güçler dengesinde etkili birer aktör haline gelebilmek için demokratikleşme, sivilleşme, hukuk devletinin tesisi, temel hak ve özgürlüklerin garantisi ve her türlü keyfiliğin önlenmesi bugün bütün İslam dünyasının her tarafında ihtiyaç duyulan reformlardır. Siyasi ve diplomatik gücün devşirilmesi ve gerektiğinde devreye sokulabilmesi için ekonomik ve teknolojik gücün desteği şarttır. Ekonomik ve teknolojik güç hızlı ekonomik büyüme ve teknolojiye yatırım yapmakla mümkündür. Bunun için ülkelerin yatırım ortamının iyileştirilmesi, iç ve dış yatırımcıyı ürkütmeyen barışçı ve kucaklayıcı söylem ve eylemlerin devreye sokulması, militarist-çatışmacı yaklaşımlardan uzak durulması, öngörülebilirliğin sağlanması ve risklerin azaltılması elzemdir. Teknoloji üretimi de zeki beyinlerin batılı ülkelere kaptırılmak yerine ülkede tutulmasına, bu da insanların yarınından emin olduğu, temel hak ve özgürlüklerin teminat altına alındığı bir ekonomik ve siyasi ortamın yaratılmasına bağlıdır.

Ömer Çaha –

1970’lerdeki sağ sol ayrışması birçok yerde mahallelerin, hatta köy ve kasabaların ayrışmasına, parsellenmesine yol açmıştı. Sağ veya sol gruplar tarafından kurtarılmış mahalle, köy ve kasabalar vardı. Devletten, güvenlik birimlerinden, asayiş kolluklarından çok, ideolojik gruplar hükmederdi buralara. Mahalle fiili olarak onlardan sorulurdu. Karşı gruptan birinin oraya girmesi neredeyse imkânsızdı.

Bu ayrışma, çevirme ve kurtarma, farklı ideolojiden grupları birbirine karşı kör ve sağır hale getirmişti. Doğru olan sizsiniz, tek hakikat sizindir. Karşı taraf yanlış, iblis ve yok edilmesi gerekendir. Ondan alacağınız, öğreneceğiniz hiçbir şey yoktur. Gücünüzü, varlığınızı onun karşıtlığına borçlusunuz. Varlık nedeniniz onu yok etmek, onun boşluğu üzerinden bir dünya kurmak. En büyük ideal buydu o tarihlerde.

Zaman geldi ideolojik barikatlar yıkıldı, kurtarılmış mahalleler herkese açıldı; girilemeyen mahalleler, köyler, kasabalar herkesin oldu.

Seksenlerde Türkiye katman katman yayılan bir liberal kültürle tanıştı. Bu kültür yaygınlaştıkça demokrasi düşüncesi güç kazandı. Hak ve özgürlük talebi üzerinden yükselen ortak alanlar oluştu. Özgürlüğün herkes için aynı şeyi ifade ettiği, farklı dallarda boy vermesine rağmen aslında hak denen şeyin de herkes için benzer kapıya çıktığı görüldü.

Türkiye’de son otuz kırk yılda ortak kamusal ve siyasal alan, ortak kültürel aura genişledi. Farklı kutuplardan insanlar benzer yazarları, şairleri, edebiyatçıları, hatta gazeteleri ve gazetecileri okudu. Televizyon ekranları farklı uçlardan, kutuplardan insanlara açıldı; farklı seslerin beslediği diyalog ve tartışma alanı gelişti. Tartışma ve diyalog kanalları yayıldıkça insanların birbirini anlaması, derdine kulak kesilmesi mümkün oldu. Dahası, aslında farklı rüyalarda, dünya görüşlerinde, yaşam sularında, ütopyalarda olmalarına rağmen herkesin birbirinin ne kadar aynısı olduğu, ne kadar benzeştiği anlaşıldı.

Ortak yaşam alanı öte yandan piyasa, pazar ve tüketim kalıpları üzerinden ortaklaştı. İstisnaların dışında, toplumun ekserisinin girip çıktığı ortak alışveriş merkezleri, ortak park ve bahçeler, ortak eğlence ve tatil mekânları yaygınlaştı.

Fakat bu hava bir türlü siyaseti gelip bulamadı. Siyaset, kendi haşin ve sert kulvarında akıp giderken toplumu da farklı kutuplara itmeye devam etti. Son yıllarda yeniden 1970’leri andıran farklı mahallelere savrulmuşluk duygusu yaşanıyor. Onca ortaklığa rağmen siyaset, eli kulağında, ayrıştırıcı teranesini okumaya devam ediyor.

Siyaset toplumu farklı kutuplara savurdukça konuşmalar, üsluplar sertleşiyor; edep ve saygı sınırı gevşiyor; hasım üzerinden yükselen nefret ve öfke dalgası köpük gibi kabarıyor. Hasmını mat etmek, lafı ağzına tıkamak, onu silip süpürmek, silip süpürdükçe de zafer kazanmış bir gladyatör gibi sahnede şişinip kabarmak son zamanlarda haz duyulan bir davranış kalıbı haline geldi.

Siyasi ayrışmanın en çok yansıdığı alan medya oldu. Yapılan araştırmalara göre siyasi tercih ile medya tercihi arasında güçlü bir ilişki var. Bu, öteden beri hep var ola gelen bir şey. Fakat bu ilişki son zamanlarda öyle bir noktaya vardı ki, belli partilerle özdeşleşmiş seçmen kitleleri sadece belli medya cemaatlerine hapsolmuş durumdalar. Bu durum, merkezde yer alan partilerin kitleleri için de geçerli. Merkezin sağında ya da solunda konumlanmış partilerin sevenleri bir iki gazeteye, bir iki de televizyon kanalına kitlenmiş durumda. Oradan gelen bilgiyle yetiniyor, avcısının işaret ettiği yere oradan bakıyor, oradan bir ava odaklanıyor. Diğer mahalleden olan medyanın yanından bile geçmiyor. Diğerlerinin televizyon kanalı, avucunun içindeki bir kumanda düğmesi kadar yakın olmasına rağmen orayı teğet geçerek kendi cemaatinin kanalına odaklanıyor.

Bu bir trajedi; zira insanın kendine özgü inşası başkasıyla mümkündür. Buna özgürlüğü de diyebiliriz insanın. Kendi cemaati insanı inşa etmez; olduğu noktada dondurur, en iyi ihtimalle gelebildiği yerdeki varoluşunu pekiştirir. Bu da ne kadar varoluştur, tartışılır.

Toplumları bekleyen önemli bir tehdittir bu aynı zamanda. Marcuse’un tek boyutlu insan dediği şeyden daha öte. Tek boyutlu insanda mesajı alan özne kendini ona katma imkânından yoksun, hepsi bu. Oysa burada anlamlandırılmış mesaj ve formatlanmış bilgiyle mutlak bir hakikat örülüyor; bireyin, başını at yemliğine sokar gibi buradan beslenmesi sağlanıyor. Böylesine inşa edilmiş bir hakikate hapsolmuş insan, kurulmuş bir makine, bir bomba gibidir. Her an bir yerde, birinin elinde ya da başka birinin başında patlayabilir.

Bu durum bir yandan farklı kesimler arasında aşılmaz duvarların yükselmesine yol açıyor; bir yandan da toplumun merkezini uçlara savuruyor; uçları da merkeze taşıyor.

Tüm toplumlarda uçlar daha radikal, daha keskin, daha dar, daha serttir. Merkez ise büyüklüğünün de verdiği özgüvenle daha esnek, daha yumuşak, daha geniştir. Bir toplumun sağlıklı oluşu merkezin daha büyük yer kapsamasına bağlı. Kültürüyle, davranış kipiyle, tüketim alışkanlığıyla, siyasi tercihiyle merkezin toplumun çoğunluğunu kapsayacak kadar geniş olması…

Uçlar merkez olduğunda, toplumlar felakete yuvarlanırlar. Sağın ya da solun uç noktalarından gelip toplumlarını felakete sürükleyen dünya kadar örnek var yeryüzünde.

Korona sürecinde daha önce hiç izlemediğim kadar televizyon izledim, okumadığım kadar gazete okudum. Öteden beri farklı kanallar arasında gezinir, fırsat buldukça farklı gazetelere bakarım. Korona sürecinde küçük hücremden medyayı kolaçan etme eğilimim arttı. Çalışmalarım arasında yoruldukça, dinlenme ihtiyacı hissettikçe medya kanalları arasında dolaşıp durdum.

Spikerlere, sunuculara, muhabirlere acayip aşinalık sağladım. Hangi sunucunun ne zaman nasıl davranacağını artık neredeyse ezberlemiş durumdayım. Duruşları, konulara hâkimiyetleri, misafirlerini ağırlama biçimleri, soru sorma tarzları, gerektiğinde araya girip sözü başkasına verme becerileri, konu dağılmışsa onu yeniden toparlama kabiliyetleri bakımından birbirinden başarılı sunucular.

Özellikle kadınların, her alanda ne denli başarılı olabileceğinin örneğini gösteren o kadar başarılı kadın sunucular, spikerler, program yapımcıları var ki!.. Kadının, yönettiğinde nasıl başarılı olacağını gösteren örnekler. Ekranlar kadar siyaseti, dünyasını, bürokrasiyi, kamu kurumlarını da yönetebileceklerinin numunelerini sergiliyorlar.

Medyayı, meselelere bakışları üzerinden kendimce üç gruba ayırmış durumdayım: İleri uçtakiler, orta sahadakiler, defanstakiler. Televizyon kanalları, radyolar, gazeteler aşağı yukarı bu üç sınıfa dağılmış durumda.

İleri uçtakiler genelde her şeye olumsuz bakıyor; beyazı siyah, siyahı beyaz görme eğiliminde. Parçalı bulutlu havayı bulanık görüyor. Bulutların arasından sarkan güneş hüzmelerini umursamıyor bile. Varsa yoksa karanlık, kapkara bulutlar.

Karamsar, kötümser, endişeli, yer yer de öfkeli.

Oldukça politik; her şeyi getirip eninde sonunda politikaya, siyasete dayandırıyor. Sanatın, kültürün, şiirin, edebiyatın, müziğin içine illa ki siyasi bir kılçık geçirme çabasında.

Her daim kaybetmiş bir psikoloji içinde. Sanki vatanını, yurdunu birileri basıp elinden almış gibi ah vah içinde kahrediyor. Buradan devşirdiği bir ruhla dimdik ayakta. İktidardan gelen her şeye muhalif. Onun doğrusu ve yanlışı iktidara endekslidir; iktidar yapmışsa yanlıştır. Bu mahalleden bir yazar bunu açık açık yazıyor; “Benim ölçüm iktidardır, o bir şey yapmışsa bu benim için yanlıştır,” diyor.

Ara renklere, ara katmanlara pek odaklanmaz; bir şey ya siyahtır ya da beyaz. Ya ondansınız ya da benden. Benden değilseniz bu demektir ki ondansınız. Zihni, düşüncesi bu kadar net, bu kadar berraktır.

Defanstakiler dünyaya bambaşka bir pencereden bakıyorlar. Dünyayı hiper gözlüklerinin ardından tozpembe görürler. Gerçeğin gerçeğine odaklanırlar. Biri ikiye, ikiyi üçe, dörde katlarlar. Parçalı bulutlu havayı, Temmuz ayında Moğolistan üzerindeki gökyüzü gibi sanırlar. Böyle sanırlar ve böyle sunarlar. Her şey pasparlaktır onlar için; günahsız, kusursuz, lekesiz. Bazen bu iyimser hava içinde büyük günahları ufak tefek gördükleri için günaha kayıtsız kalırlar. Zamanla doğru ile yanlışın, iyi ile kötünün, edeple edepsizliğin, nezaketle nezaketsizliğin sınırlarını birbirine karıştırırlar.

Genel olarak mutlu olmakla birlikte onlarda da derinden derine hissedilen bir endişe, bir korku var. Denizin ortasında tabanı sağlam olmayan bir adada yaşadıkları hissindedirler. Nemden kıl kaparlar. Mesela karşı mahalleden birisi, “Bugün başım ağrıyor, doktora gitmeliyim” dese, baş ağrısı ve doktora gitme ifadelerinden, kalkışmaların, meydan okumaların türlü türlü gizli şifrelerini çıkarırlar. Öylesine yanlış yere odaklanırlar ki, gerçek kalkışmalara ve meydan okumalara bigâne kalırlar. Kalkışmaları sinsi planlarda değil, kavillerde, sözlerde ararlar.

Oysa söze dökülen aslında yapılamayacak olandır; bunu bilmezler.

Müthiş biçimde iktidara odaklanmış durumdalar; iktidarı kaybetmeyi sadece kendi hayatlarının değil, dünyanın sonu gibi görürler. Bunun için iktidara yönelen en ufak eleştiriyi her tür ahlaki sınırın ötesine geçen bir ruh haliyle savuşturmaya çalışırlar.

Allahtan medyada orta sahadakiler var. Orta, daima ılımlılık, genişlik, esneklik demektir. İslam, her konuda daima orta yolu tavsiye eder. Aristo, ortayı madenler içinde altına benzetir; en kıymetli cevher odur. Ortalarda olmak, her sese kulak kesilmek demektir. Antenleri hassas, kapsama alanı geniş olur ortadakilerin. Bir ideolojiye, dünya görüşüne, yaşam biçimine körü körüne saplanıp kalmazlar. Orta sahada olmak, masaya yatırmak, enine boyuna tartışmak, müzakere etmek, eğrisini doğrusunu görmek demektir.

Orta sahada toplanan gazetelerin ve televizyonların ekranları daha büyük, kadrajları ve şemsiyeleri daha geniş, hazmetme kapasiteleri daha yüksek olur.

Korona sürecinde, izlediğim bazı programlar bende bağımlılık yaptı. O gün ve saate bir işim yoksa oturup izlerim.

Bunlardan biri Cumartesi günleri öğleden önce yayınlanan “Serhan Asker ile Görkemli Hatıralar” programı. Sunucu, şairlerin, sanatçıların, edebiyatçıların ya kendilerini ya da yakınlarını ekrana çıkarıyor; onların hatıraları etrafında hoş bir kültür sanat programı yapıyor. Sanatçının, edebiyatçının özel yaşamının yanı sıra, çocuklarını, yakınlarını görme imkânı da sunuyor program.

18 Nisan’daki programın konuğu Mazlum Çimen. Bir maraba babanın sanata, ozanlığa uzanan serüveninin meşhur kıldığı soy isim. Bazı soy isimler vardır babadan, dededen kalma. Ama bazı soy isimler de vardır ki, onu örüm örüm ören bir ipekböceği çalışkanlığıyla kendiniz oluşturur, dev gibi bir markaya dönüştürürsünüz. Bunu edebiyat ve sanat üzerinden yapanlara hep hayranlık beslerim. Rol modelimdir bu tür insanlar.

Nesimi Çimen onlardan biri. Anadolu’nun ücra bir kasabasında, kendi halinde bir maraba, bir demirci kalfasıyken eline aldığı curasıyla türküler yakarak toplumsal hareketlilik denen merdivenleri tırmanıp kitlelerin gönlünü kazanmış bir ozan. Ama bu merdiveni deviren trajedi bir yaz mevsiminde yine bir Anadolu şehrinden geldi. Sivas’ta patlayan öfke ve nefret ateşinin içinde can verenlerden biri de o. Adı gibi yüz ifadesiyle de mazlum oğlu, sazıyla, tezenesiyle babasının mirasını yaşatıyor.

Programı izlerken insan psikolojisine, onu oluşturan sosyolojiye gidiyorum. İki şey beni hep ürkütür: İnanç temelli nefret ve azınlık psikolojisi.

İnanç temelli nefret, sınır ve acıma duygusu tanımaz. İnancın şeytanlaştırdığı birini ancak cehennem ateşinde yakarak diner.

Sivas olaylarıyla ilgili çok şey yazıldı çizildi. Başından sonuna kadar karanlık bir tablonun orada hazırlandığına ilişkin çok bulgu çıktı ortaya. Ama ne olursa olsun, kim hazırlamış olursa olsun, dini duygudan beslenen bir öfkenin, insan kavuran bir ateşe dönüşmesinin anlaşılır yanı yoktur.

Aynı ölçüde azınlıkların ruh halinden de korkarım. Azınlıkların zihin kalıbı öfke, kin ve nefretle doludur. Onun için mutsuzdur, her an mağdurdur. Hayal gücü sınırsızdır. Hayal ve onun deltasında uzayıp giden yapay gerçek onun ruh gıdasıdır. İktidara geldiğinde de sert ve acımasızdır. Azınlık olmanın verdiği güvensizlik psikolojisiyle sertleştikçe sertleşir.

Bu ilkeyi alın ülkeler içindeki çatışmalara uyarlayın; ya da azınlık psikolojisiyle hareket eden iktidarların acımasız politikalarına. Ne demek istediğimi o zaman daha iyi anlarsınız.

Sivas olaylarında iki zihin biçimini de görüyoruz ne yazık ki.

Sivas’taki katliamdan üç gün sonra Erzincan’ın Kemaliye ilçesine bağlı Başbağlar köyü gece yarısı basılıyor. Evlerden tek tek toplanan 33 seçme erkek köyün meydanında birazdan Tanrılara adanacak kurbanlıklar gibi sıraya diziliyor. Az sonra Sivas’ın intikamı adına tepelerinde vınlayan mekanizmaların boğucu sesi. Ve köy ateşe veriliyor. Sivas’ta yakılan nefret ve öfke ateşi bu kez burada tutuşturuluyor.

Serhan Asker’in programında, benzer programlarda olduğu gibi Sivas olayı lanetleniyor. Ben de bu duyguya eşlik ediyorum. Ama ne yazık ki, resmin sadece yarısına odaklanılıyor. Öteki yarısı görülmüyor; akla bile gelmiyor. Aynı olayların diğer yarısıyla ilgili tek bir kelime edilmiyor. Değerli olan sadece Sivas’taki canlar.

Ya Başbağlar’da can verenler? Onların acısının berikiler için ne anlamı var ki!

Çünkü beriki, azınlık psikolojisiyle meseleye bakıyor; zihni kendinden olmayana karşı kör ve sağır. Onun cehennemi de din temelli öfkenin cehennemi gibi tutuştuğunda vicdan denen şeyi silip atıyor insanın kursağından.

Azınlık psikolojisi, gerçekle ilgili olmaktan çok, gerçeğin kendisini yaşatacak kısmıyla ilgili. Oradan bir destan çıkarıp kin ve öfkesini onun üzerinden asırlara taşımaya çalışır.

Azınlık, sadece etnik ve dini topluluklardan oluşmaz. Bugün çoğunluk olup yarın azınlık durumuna düşebilirsiniz ya da tersi olabilir.

Doğal azınlıkları bir kenara bırakırsanız, sonradan oluşan azınlık ve çoğunluk pozisyonu iktidarla bağlantılıdır. İktidarı paylaşanlar çoğunluk, onun dışında kalanlar genelde azınlıktır. Öyle olmasa bile o psikolojiyi yaşar. Onlardaki azınlık psikolojisini yok etmenin yolu, iktidarın paylaşımından; herkesin kendisini devlet denen servetin, kuvvetin, kudretin içinde bulmasından geçer.

İktidarı, her şeye hükmeden mutlak bir güç olmaktan çıkarırsak, siyaset de daha yumuşak bir kulvarda seyreder. Bir grup iktidara geldiğinde devlet denen aygıtın gücünü kullanarak diğerlerini azınlık durumuna düşürdükçe siyaset de sert sularda akmaya devam eder.

Otoritenin, doğal alanı olan adalet ve güvenlik konusunda kıskanç bir Tanrı gibi olması, geriye kalan alanlarda da herkesin hakkını ve hukukunu koruyan bir zemininde durması önemlidir.

Herkes inancına, diline, kültürüne göre başkası kadar yaşama hakkına, şansına ve imkânına sahip olursa o zaman azınlık psikolojisi denen zemin de yok olur.

Böylece kini, nefreti, öfkeyi besleyen bataklığı kurutur; toplumu barış, özgürlük ve kardeşlik adası haline getirebiliriz.

Sonuçta herkes o kadar aynı ki.

Safure Nermin Öz –

Bu yazı “Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi Bağlamında Sezai Karakoç ve Diriliş Dergisi” adlı yüksek lisans tezimden hareketle hazırlanmıştır. Sezai Karakoç’un burada özetlenmeye çalışılan düşünceleri, 1960-1992 yılları arasında çıkardığı Diriliş dergisindeki düşünce yazılarını kapsamaktadır. Düşünceleriyle, duruşuyla Türkiye’de İslami düşüncede etkin bir isim Sezai Karakoç. Onun düşünce dünyası, savunduğu fikirler, özellikle seksenlerdeki İslami camiada önemli bir yer tutar. Bu bağlamda günümüzün muhafazakâr kesim olarak adlandırılan, dindar entelektüel kesimin fikir dünyasının temelinde ciddi bir role sahiptir. Düşünce dünyasında olduğu kadar edebiyat dünyasında da etkili bir isim olan Karakoç’un adı, öğretisi olan Diriliş ile özdeşleşmiştir. Karakoç diriliş kavramını “Basübadelmevt”, yani öldükten sonra dirilme kavramından hareketle kullanır ve diğer tüm düşüncelerini bu öğretisi üzerine bina eder. Bu kavramı kullanmasındaki düşüncesi, insanoğlunun öldükten sonra dirilme ile yeni bir başlangıç yapacağı gibi özüne, aslına, arı haline döndüğü zaman da yeniden doğmuş gibi bir başlangıç yapacaktır. İşte bu başlangıcın adı diriliştir.

İçinde bulunduğumuz çağda İslam dünyası bir kargaşa içerisindedir. Bu kargaşanın sebebi Batı kaynaklı olduğu kadar, İslam dünyasının birlik ve beraberliğini kaybetmesi, bir takım sebepler dolayısıyla pasif bir toplum haline gelmesidir. Karakoç, bu pasiflikten, kargaşadan kurtulmak için yeni bir diriliş gerçekleştirmek zorunda olunduğunu savunur. Bu sebeple İslam ülkeleri birlik ve beraberlik içinde olmalı, ekonomik güçlerini birleştirmeli ve kendi pazarlarını oluşturmalıdır. Sahip oldukları yer altı zenginliklerini, madenlerini, kendi kaynaklarını, Batı’nın ve Avrupa’nın güdümüne bırakmak yerine kendileri kullanmalı-işletmelidir. Batı, İslam dünyasının yeniden bir araya gelip birlik olmasını, büyük bir güce ulaşması istemez. Bunun olmaması için de elinden geleni yapmaktadır. Amacı dünyanın hâkim gücü olmaktır. İslam ülkelerinin birlik olması, onun bu amaca ulaşmasını engelleyen bir unsurdur. Bundan dolayı İslam ülkelerinde çıkan problemleri destekleyerek daha da büyümesini sağlar. Zaman zaman da Müslümanların birbirine düşmesi için uygun ortamı oluşturur. Bu bağlamda Müslümanların birlik ve beraberliğine vurgu yapan Karakoç, İslam Ortak Pazarı ve İslam Paktı düşüncelerini ortaya atar. Buradan mülhem bir dönem yoğun olarak gündemde olan Türkiye’nin Avrupa Birliğine girme çabalarını onaylamaz ve karşı çıkar. Bu konunun ayrıntılı bir şekilde düşünülmesini önerir. Çünkü ona göre AB’ye girmek bir nevi Avrupa’ya teslim olmaktır ve bu kabul edilecek bir durum değildir. Bunun yerine Türkiye, Müslümanlara önderlik ederek İslam birliğini kurmalı ve İslam toplumlarını bir çatı altında toplamalıdır.

İslam dünyasının son umudu olan Osmanlının kendini toparlayıp yeniden ayağa kalkamaması sonrası birçok toprağı Avrupa’nın eline geçer. Bu durum İkinci Dünya Savaşına kadar sürer. İkinci Dünya Savaşı sonrası birçok İslam ülkesi bağımsızlığını kazanırken, Afrika’da da birçok yeni İslam ülkesi kurulur. Bu bağlamda Karakoç, Rusya’nın güdümünde olan İslam ülkeleri dışındaki İslam dünyasının siyasi bağımsızlığını kazandığını ve ekonomik bağımsızlık dönemine geçildiğini belirtir. Ancak burada bir problemle karşı karşıya kalınır: İktisadi olarak nasıl bir yol izlenecek, hangi sistem kullanılacaktır? Kültür ve ideolojik bağımsızlıklarını kazanamayan İslam ülkeleri demokratik, sosyalist programlar ve onların çözümleri arasında bocalar. Bu durum sosyalist doktrin, Batı doktrini ve halkta yaşayan İslami öğreti olarak üçlü bir çatışmaya sebep olur. Türkiye ile birlikte bazı İslam ülkeleri sosyalist rejimin ne manaya geldiğini bildiğinden Batı tipi çözüm ağır basar.

Oysa yapılması gereken şey toplumun kendisi olması, medeniyetini diriltmesi, üstün ahlakını yeniden kazanarak, bilim adamları, matematikçiler, tarihçiler, fizikçiler ve sosyologlar yetiştirmektir. Bununla birlikte geçmişle ve gelenekle bağ kurup, eserleriyle dünyayı etkileyecek, kendine hayran bırakacak şairler, mimarlar, musikişinaslar, yazarlar, film yönetmenleri çıkararak, öngörü sahibi devlet adamlarının zuhur edeceği politika ve toplum ortamını hazırlamaktır. Bunun yanı sıra Karakoç eğitimi, özellikle de üniversite eğitimini önemser. İslam toplumlarının içinde bulundukları durumdan kurtulmaları için kendi fikir ve düşünce dünyalarını oluşturmaları gerekmektedir. Çünkü düşünce ve fikir olmadan sanayiye, ticarete ve ziraata sahip olmak toplumların varlığını sürdürmesinde yeterli değildir. Bunun için üniversiteler önemlidir. Üniversite bir toplumun beyni ve düşünce yuvasıdır. Beynin sağlıklı ve güçlü olması ise bedenin, yani toplumun sağlıklı ve güçlü olması demektir.

Kurtuluşu Batılılaşmakta gören İslam ülkeleri bilmelidir ki asıl kurtuluş İslam âleminin bir araya gelerek yeniden büyük bir devlet kurmalarıdır. Batının etkisinde olan Türkiye ilk olarak kendisi bu etkiden sıyrılmak, sonrasında ise farklı sebeplerle birbirinden uzaklaşan bu kitleleri bir araya getirecek çözümü bulmak durumundadır. İslam ülkeleri içlerindeki bölünmeler dolayısıyla bir bütünlük sağlayamaz ve ayakta kalmak, yaşamak için büyük olmak zorunluluğunu göz ardı eder. Bu bağlamda İslam ülkelerindeki fikir hareketleri geçmiş ile gelecek arasında köprü olamamış, bu köprüyü oluşturacak kapsamlı dünya görüşünü edinememiş ve ülkelerini felaketlerden koruyacak seddi çekememişlerdir.

Batılılaşma hareketleri İslam ülkelerine hiçbir zaman fayda getirmeyecektir. Bunun sebeplerinden biri Batı’dan devşirilen hiçbir şey bizim gelenek, kültür ve medeniyetimize uymadığı için bizim problemlerimize de çözüm olmayacaktır. Bir diğer sebep ise biz ne kadar Batılılaşma çabasına girip, Batılaştığımızı düşünsek de Batı hiçbir zaman bizi kendisinden kabul etmeyecektir. Batının İslam ülkeleriyle ilgilenmesinin sebebi kendi menfaatleri dolayısıyladır. Aynı şekilde dışarıdan getirilen devlet modeli de bu topluma uymaz ve problem çıkarır. Bu bağlamda devlet, dışarıdan getirilecek modeli temel almak yerine, toplumun değerleriyle bağdaşan devlet modelini geliştirmek durumundadır. Devletin ve toplumun sağlıklı olması için aralarında uyum olması gerekmektedir. Bu sebeple devlet toplumun ihtiyaçlarına, özelliklerine ve karakterine göre vücut bulmalıdır.

Bir toplumun, ülkenin var olması yeterli değildir. Bununla birlikte varlığını sürdürebileceği unsurlar olmalıdır. Bu bağlamda sanayi, ziraat, ticaret gibi ekonomik unsurların yanı sıra kültüre, onunda fikir dünyasına sahip olması gerekir. Karakoç, fikir dünyasına sahip olanların yücelmiş ve yükselmiş ülkeler olacağını vurgularken, mahrum olanların da zamanla kısırlaşıp, küçülmelerinin kaçınılmaz olduğunu belirtir. Fikir dünyasının aracılığıyla, düzenlemesiyle inançlar, siyasal, sosyal ve ekonomik hayat, sanat anlaşılır ve birbiriyle uyum sağlar. Ayrıca fikir dünyasında inanç ve bilim çatışmaz. Fikir, toplumları taklitten ve putlaştırmalardan da alıkoyar. Bunun için vahyin ışığında şekillenmiş, derin bir bilgi birikimi, entelektüel düşünce ve ince bir fikir işçiliğine ihtiyaç vardır. Öyle ki bunalım içinde olan ve bir kurtuluş bekleyen halkın, toparlanıp kendine gelmesi ve yeniden başlaması, yükselişe geçmesi buna bağlıdır. Karakoç, toplumun güçlülüğünü kültürle bağdaştırır. Güçlü bir kültüre sahip toplumların ekonomisinin de güçlü olacağı, kültürü zayıf olan toplumların ekonomi olarak da güçsüz olacağı kanaatindedir. Ona göre hafif kültürle ağır sanayi oluşturulamaz. Bu bağlamda Müslümanlar da kendi ekonomik güçlerini oluşturmalı ve bunu da kültür ile özdeşleştirmelidirler. Bu ekonomi ile kültürü de iman ve ahlak ile beslemelidirler.

Bitmeyen bir kaos içerisinde olan İslam ülkelerinin devamlı savaşlara itildiğini söyleyen Karakoç, bunun bir rastlantı olmadığı düşüncesindedir. Ona göre İkinci Dünya Savaşı sonrası bir üçüncü dünya savaşı yerine bölge bölge çıkarılan savaşlar zamanla İslam ülkelerine kaydırılmıştır. Batı’nın ve süper güçlerin yapmak istediği, İslam’ın yeniden gün yüzüne çıkmaya başlayan gücünü büyümeden kontrol altına almak, gücünü kaybettirmek ve zamanla da yok olup gitmesini sağlamaktır. Savaşa sürüklenen İslam ülkelerinde aynı zamanda bir medeniyet de yok edilmektedir. Yani bu ülkelerdeki saraylar, kütüphaneler, camiler ve nice eserler yok edilerek geçmişin izleri silinmeye çalışılır. İslam şehirlerinde yapılan bu tahribat, gelecek neslin bunlardan bihaber yetişmesi girişimidir. Bu bağlamda Karakoç, İslam dünyasındaki problemlerin sadece devletin, toplumun ve memleketin değil, bir medeniyetin, yani İslam medeniyetinin de problemi olduğuna dikkat çeker. Zamanında bu problemin kaynağına inmenin ve ona göre çözüm üretmenin sağlıklı bir gelişim için şart olduğuna vurgu yapar. Karakoç, geçmişte probleme çözüm bulunamamasını da buna bağlar ve medeniyet sarsıntısının, devlet sarsıntısı olarak algılandığını ifade eder. Yanlış teşhis yanlış çözümü getirmiş, bu sebeple de sorun çözülememiştir.

Karakoç, İslam medeniyetini önemser ve onu evrensel medeniyet olarak görür. Ona göre Doğu ve Batı medeniyeti evrensel olma özelliğine sahip değildir. Çünkü Doğu medeniyetlerinde şiir, sanat gibi medeniyetin incelikleri ve zarifliği mevcutsa da hâlâ ilkel dinler ve putperestlikler söz konusudur. Batı medeniyeti ise şiir, sanat gibi medeniyetin inceliklerine sahip olmadığı gibi çıkarcılık, tahakküm ve hegemonya düşünceleri mevcuttur. Elbette Batı’nın teknolojisi, bilimi ve insanlığın ihtiyacına göre yeni şeyler icat etmek gibi bazı seçkin yönleri de vardır. Karakoç bunu da göz önünde bulundurur, ancak diğer olumsuz yönlerinden dolayı evrensel olamayacağını belirtir.

Problemleri belirleyip çözüm olanakları da sunan Karakoç, sadece içinde bulunduğu toplumu esas almaz, tüm İslam ülkelerini göz önünde bulundurur. Bunun yanı sıra tüm insanlığın kurtuluşunu ister. Bu kurtuluşu gerçekleştirecek zümre ise dirilişini gerçekleştirmiş Müslüman toplumlar olacaktır. Bu sebeple Müslümanların önemli bir misyonu, sorumluluğu vardır. Müslüman bir kimse kendine, çevresine, topluma karşı sorumludur ve bu sorumluluklarını yerine getirmek durumundadır. İslam, insana sorumlulukları bağlamında ihtiyacı olan tüm vasıfları en iyi şekilde sağlamak açısından yeterlidir. İslam’ın özünü kavrayan, hayatında idame ettiren kişinin, erdemli bir hayat sürmesi kaçınılmazdır. Bunu da çevresine ve topluma yansıtır. Ancak İslam toplumlarının içinde barındırdığı bir takım problemleri aşması gerekmektedir. Bu bağlamda Karakoç, İslam toplumlarında var olan koşulsuz inancı eleştirir. Karakoç’un vurguladığı bu inanç, toplumun, şeyh, lider, öncü rolü üstlenen kişilere gereğinden fazla üstünlük atfetmeleridir. Bu kişilerin her söylediğini ve yaptığını sorgusuz-sualsiz kabul ederek onlar diyorsa-yapıyorsa doğrudur düşüncesini doğru bulmaz. Bu yapıyı fikir üretmeyi engelleyen bir unsur olarak görürken, bu kişileri gereğinden fazla büyütmenin de toplumu buhrana ittiği görüşündedir. Bununla birlikte mistik inançlar, yani şeyhin bir hareketiyle her şeyi düzeltebileceği inancı da toplumları pasifliğe ve tembelliğe iter. Bununla da kalmaz bu pasiflik ve tembellik ile Allah’tan yardım bekleme gafleti içerisine girilir. Karakoç, ilahî bir yardımın var olduğunu, ancak bunun için Müslümanların dua ile birlikte azim ve sebatla çalışmaları gerektiğine vurgu yapar. Çünkü Allah çalışana yardım eder, Müslüman olup olmadığına bakmaksızın. Eğer ilahî yardım gelmiyorsa bu Müslümanların yeterli gayreti göstermediğinden ve istemeyi bilmediğindendir.

Dinin, yani İslam’ın toplumları ve bireyleri çağın gerisine ittiği düşüncesinin mantıklı bir izahı yoktur. İslam, şuur ve aydınlığı daima hakikate yönelik bir araştırma ile düşünmeyi öğütlemenin yanı sıra ilme, bilime, sanata, edebiyata ve fikre en çok önem veren ülküdür. Bu bağlamda Karakoç’a göre başlıca hedef aydın bir kadro yetiştirmek olmalıdır. Çünkü diğer ideolojilerin aksine İslam’da aydın ile halk arasında bir bütünlük vardır. Bu durum İslam aydınının daha verimli olmasını sağlar. İslam’ın yeniden canlanması için buna ihtiyaç vardır. İslam aydınının gelmesi, düşüncedeki dirilişi başlatır. Düşüncenin dirilişi, inançta dirilişi geliştirir. Bununla birlikte edebiyat ve sanatta diriliş başlar. İslam dünyasında kurtuluş adına kendi özüne-aslına köklü bir dönüş yolu haricinde tüm yollar denenmiştir. Karakoç, dirilişi dönüşümün başlangıcı olarak gördüğü kendine dönmenin derin kişilik özünden, toplum dokusuna kadar gerçek anlamda insanileşmeyi, kendi medeniyet toprağında yeşertme anlamına geldiğini belirtir. Bu düşünce dönüşümü bu aydınlar vasıtasıyla olacaktır. Bu bağlamda Karakoç aydın kesime ciddi bir görev yükler. Bunun için aydın kadrolar kendilerini her alanda, yani ilim, sanat, edebiyat, bilim teknoloji gibi alanlarda en iyi şekilde yetiştirmesi, bununla birlikte gençlerin yetişmesi için bu alanları da oluşturması gerekmektedir.

Karakoç, bozuluşun temelini Rönesans’a dayandırır. Ona göre Rönesans’ın temelinde yeni oluşta bulunması gereken yeterli orijinal bir öz yoktur ve İslam’ı da gerektiği gibi değerlendirememiştir. Rönesans’ın İslam’a ilgisizliği onun metafizik temelini zayıflatmış, dünyaya ve insana sağlıklı bakmasına engel olmuştur. Bir başka açıdan Rönesans, Batı’nın İslam’a karşı çıkışıdır. Bunu dile getiremeseler de dikkatli inceleyince anlaşılır. Yani Rönesans bir nevi Hristiyanlığın İslam’a karşı eski Batı medeniyetini, bir anlamda eski-antik çağı yardıma çağırmasıdır. Bu bağlamda Rönesans, Hristiyanlığı yok olmaktan, İslam’ın içinde erimekten kurtarır. Ancak yok olmaktan kurtulurken, bir daha kendi başına var olma özelliğini yitirir.

Rönesans sonrası metafizikten kopan Batı, fiziğe bağlanır. Doğu ise tam tersi bir yoldadır. Bu durum metafizik ve fizik arasındaki dengeyi bozar. Oysa insanlık bu dengeyi yitirmemelidir. Karakoç’a göre bu dengeyi tekrar sağlayacak olan diriliş insanıdır. Varoluşun temeli Tanrı inancı olan diriliş insanı kendisini tanrılaştırmaz ve gücünün nerede bittiğini bilir. Sorumluluklarının farkındadır ve yaptığını Tanrı adına yapar. İnsanın Tanrı adına aldığı bu sorumluluk ona gerçek özgürlüğü verir. Sadece Tanrı’ya karşı sorumlu olan insanın başkalarına karşı sorumluluğu bu sorumluluktan doğar. Aklı tanrılaştırmazken, maddeye değil ruha üstünlük tanır.

İnsanı diğer canlılardan ayıran özelliğin akıl olduğu yaygın görüşünün yanında Karakoç, akıl ile birlikte inancı da bu kategoriye alır. Varoluş hikmetini vahiyden alan inanç, akıl ile güçlenir, şuur ile de kaynaşır. Düşünce ile güçlenen inanç şiirle, sanatla kendisini ifade ederek zenginleşir. Bu bağlamda Karakoç inancı tek bir şeye indirgemez, hayatın her alanına dâhil eder. Yani Karakoç’a göre metafizik ve fizik birbirinden bağımsız değildir. İki âlem mevcuttur ve bu iki âlem birbiriyle güçlü bir ilişki içerisindedir. Ancak bunlar kendi alanlarında kullanılmalıdır. Metafizik fizik gibi fizik de metafizik gibi alınmamalıdır.

Karakoç’a göre toplumların bozuluşunda etkin olan bir diğer unsur da kendi alanı dışına çıkıp, araç olması gerekirken amaç olan politikadır. İslam tarihinde bozuluşun ölçüsü de bu olmuştur. Kriz anında ilk olarak derdin çaresi olarak öne sürülse de sonrasında ortalığı karıştırıp, anarşi ve terör bulutuna sarmalayıp, olması gereken alanını yitirir. Bu politikanın yapısıdır, yani her kalıba girip, onun şeklini alabilir. Bu anlamda düşüncenin, ahlakın, inancın ve estetiğin yerini almaya kalkar. Politikanın bu kadar hâkim olduğu toplumlarda din ilkel bir görüş olarak nitelendirilirken, ahlak da saflığa indirgenir.

Son olarak Karakoç hakkında belirtmek istediğim konu, onun Afrika ile ilgili görüşleridir. Karakoç’un bu yönü çok fazla ele alınmaz, ancak birçok kesimin yönünü Batı’ya döndüğü bir dönemde Karakoç, Afrika’daki potansiyeli görmüş ve yazılarında buna yer vermiştir. Yorulmamış bir ırk olarak adlandırdığı Afrika’nın, içten içe bir diriliş içerisinde olduğu, yeterli güç ve kuvvete sahip olması halinde dünya karşısında büyük bir güç olabileceği kanısındadır. Avrupa da bundan korkmaktadır, bu sebeple Afrika’da ve İslam ülkelerinde İslami partilerin iktidara gelmesini istemez. Karakoç’a göre Türkiye Afrika’ya kapılarını çok geç açmış, Avrupa karşısında Afrika’yı yalnız bırakmış ve Batı’ya yaranma adına bir zamanlar kardeş olduğu Afrika ile ilişkilerini sekteye uğratmıştır. Karakoç’a göre, Asya’sı, Afrika’sı ile birlikte İslam devletleri birlik ve beraberliği sağlayabildikleri taktirde içinde bulundukları kaos ortamından kurtulacak, kendileriyle birlikte tüm insanlığın da kurtuluşunu sağlayacaklardır.

Metin Toprak –

Ülkemizde özellikle göç alan büyük veya küçük şehirlerde en yaygın örgütlenmeye sahip sivil toplum kuruluş türü olan hemşehri STK’larına yönelik olarak İstanbul özelinde 2020 yılında gerçekleştirdiğimiz bir proje1 ve proje çıktıları üzerine bazı tespit ve yorumlarda bulunmak için bu yazı kaleme alınmıştır.

Devletin sivil topluma bakışı ve sivil toplum düzenlemeleri

Türkiye’de sivil toplumla ilgili düzenleme ve istatistiklerin bulunduğu sayfanın adresi ironik bir şekilde “gov.tr” uzantısını içermektedir (www.siviltoplum.gov.tr). Hatırlanırsa, bir ara “Milli Güvenlik Kurulunun sivil kanadı” diye bir tabir vardı, Hükûmeti kastetmek üzere kullanılırdı! Bu bakış açısına göre hükûmet en büyük sivil toplum örgütü olarak görülüyor! Türkiye’nin tarihsel ve kültürel mayasının bu nitelemede etkili olduğunu düşünürsek, benzetmemizi biraz da latife olarak almak gerekir.

İstanbul metropolü üzerinden sivil toplum örgütlenme performansının düşük olduğunu önden söylemenin bir mahzuru olmasa gerek. Türkiye’de sivil toplum kuruluşları ile ilgili çalışmaların önemli bir kısmı, STK faaliyetlerinin toplumun çok sınırlı bir kesimine hitap ettiği ve ulaştığı bulgusunu paylaşıyor. Bu vurgu özellikle AB destekli projelerin bulgularında bariz şekilde öne çıkıyor. İstanbul özelinde uyguladığımız proje bulgularının Türkiye’ye teşmil edilebileceği kanısındayız. İstanbul Türkiye’nin en gelişmiş metropolü ve en fazla göç almış ili. Türkiye ekonomisinin lokomotifi, İstanbul ile yüksek organik bağlantısı olan Kocaeli’nin de içinde yer aldığı en gelişmiş ekosistemi İstanbul bölgesidir. İstanbul’da 2021 Mart sonu itibariyle dernek statüsündeki STK sayısı 25.166’dır. Bunun 7.800 civarındaki kısmı (%31) hemşehri derneğidir. Hemşehri vakıflarının sayısı ise düşüktür.

İstanbul hemşehri STK’ları üzerine alan araştırması

İstanbul’daki hemşehri STK’ları üzerine 2020 yılı sonunda tamamladığımız TÜBİTAK destekli bir projenin alan araştırması kapsamına, İstanbul’a en çok göç vermiş 9 il ve coğrafi temsil için Güneydoğudan iki il alındı. İstanbul’a görece çok düşük oranda göç verdikleri için Akdeniz ve Ege bölgeleri araştırmaya dâhil edilmedi.

1.561’i hemşehri STK üyesi ve bunların içinde 506’sı yönetim kurulu üyesi olan toplam 1.742 kişi ile görüşmeler yapıldı. Görüşme yapılan 181 kişi herhangi bir STK’ya üye olmayıp kontrol grubunu oluşturmaktadır. Görüşme yapılan üyelerin üye oldukları hemşehri STK sayısı 438’dir. Yüz yüze görüşmenin yanı sıra korona salgınından dolayı internet üzerinden ve telefonla da görüşmeler yapıldı. Hemşehri STK’ları içinde vakıf sayısı sınırlı olduğu için ayrıca vakıf üyelerinin önemli bir kısmının aynı zamanda dernek üyesi olması nedeniyle, hemşehri STK’larının tamamı için dernek sözcüğünü kullanmayı tercih ediyoruz.

İstanbul’daki hemşehri derneklerinde kayıtlara göre en fazla sayı sırasıyla köy, ilçe ve il derneklerine aittir. Araştırmamızda da sıralama böyle. Araştırmada iki soruya cevap arandı. İlk soru ile afet ve acil durumlara müdahalede hemşehri STK’larındaki kapasite düzeyini; ikinci soru ile de kentsel entegrasyon ve toplumsal uyum düzeyi bakımından hemşehri STK’larının potansiyelini ve bakış açısını tespit etmek amaçlandı.

Alan araştırması ile elde edilen bulgular burada kısaca özetlenmektedir. Bu şekilde, yapılacak yorumların dayandığı olgusal gerçeklikle ilişkisinin daha sağlıklı kurulacağı düşünülmektedir.

Hemşehri STK’ları: Üyelik sayısı, cinsiyet, eğitim, meslek ve memleketi ziyaret

Hemşehri STK üyelerinin %71,9’u sadece bir STK üyesi iken, iki STK üyeliği olanlar %19,5, üç STK üyeliği olanlar %6,9 ve 4 veya daha fazla STK üyeliği olanlar %1,7 oranındadır. Aynı yerleşim yerine ait birden fazla STK ve federasyon ve konfederasyon gibi üst kuruluş üyelikleri düşünüldüğünde, dikey hiyerarşik üyeliklerden dolayı birden fazla STK üyeliğinin daha da düşük oranda olduğu tahmin edilebilir.

Alan araştırmasına katılan STK üyelerinin %88’i erkek, %12’si kadındır. Türkiye genelinde dernek üyeliğinde kadın oranı %15 civarındadır. Ağırlıklı kısmı dernek statüsünde olan hemşehri STK’larında Türkiye geneli için bu oranın daha düşük olduğu söylenebilir. Üyelerin yaş dağılımında gençlerin görece düşük oranda temsil edildikleri, yoğunluğun 50 yaş ve üstünde olduğu görülmektedir. Eğitim düzeyi bakımından üyeler ortaokul ve altı eğitimlerde yoğunlaşmaktadır. Üyelerin meslek yapıları da eğitimleriyle paralel bir dağılım göstermektedir. Esnaf, işçi, yevmiyeli işçi, emekli ve zanaatkârlar sırasıyla üyeler arasında en yoğun meslekleri oluşturmaktadır.

Hemşehri STK üyelerinin memleketlerini ziyaret sıklıklarında yılda bir kez ziyaret %45,8 iken, yılda iki kez ziyaret %9,5 oranındadır. Üyelerden memleketine hiç gitmeyenlerin oranı ise %15’tir. Memleket ziyaret nedenleri arasında gayrimenkullerle ilgilenme, akraba-eş-dost ziyaretleri ve tatil ilk sırada gelmektedir.

Hemşehri STK’larında iletişim kanalları ve bilişim teknolojileri kullanımı

Araştırma kapsamındaki illerle ilişkili olarak kurulmuş hemşehri STK’larında, internet sitesi olanların siteleri incelenmiştir. Değerlendirme, kuruluşa ilişkin tanıtıcı bilgiler ve faaliyetleri, dijitalleşme ve iletişim yeterliği, insan kaynağı ve fiziki-mali altyapı yeterliği ile afet ve acil durum müdahale kapasitesi konularında yapılmıştır. STK’ları değerlendirme kategorilerine ilişkin bilgilerin önemli bir kısmı internet sitelerinde bulunmamaktadır. İletişimde cep telefonu üzerinden sesli, görüntülü ve metinli iletişime imkân veren uygulamaların yaygınlaşması ve sosyal medya üzerinden iletişim ve haberleşmenin artması, internet sitesi üzerinden iletişimleri önemli ölçüde azaltmıştır. İnternet sitesi açmanın STK’lar için zorunlu olmadığı dikkate alındığında, internet sitesinde yer alan bilgiler çerçevesinde STK değerlendirmesi yapmanın, STK’ların tanıtıcı bilgi, iletişim, insan kaynağı ve fiziki-mali yapı bakımından eksik değerlendirilmesine yol açacağı söylenebilir. Ancak internet sitesinin yeterliği, kurumsallaşma, faaliyetlerin sistematik duyurulması, şeffaflık, hesap verebilirlik ve internet sitesi ziyaretlerinde bilgilenme bakımından önemli bir gösterge olduğu kaydedilmelidir.

Alan araştırması kapsamı: Yönetim, faaliyetler, işbirlikleri, kentleşme-uyum, afet müdahale kapasitesi ve beklentiler

Alan araştırmasında STK’nın hedef kitlesi, yönetimin kompozisyonu, işbirliği yapılan kurumlar, faaliyet türleri, hedef kitlelere göre yapılması istenen faaliyetler, kuruluşun başlıca faaliyetleri ve işlevleri, STK’nın kaynak türleri ve yeterliği, hemşehri sorunları itibarıyla STK’nın katkı verme durumu, afet ve acil durumlarda müdahale kapasitesi ve mevcut faaliyetleri, hemşehrilere yönelik kişisel gelişim, kapasite geliştirme, uyum ve entegrasyon faaliyetlerine yönelik değerlendirme ile ikamet edilen bina ve sokaktaki komşuluk ilişkilerini tespite yönelik sorular sorulmuştur.

Araştırma bulguları

  1. Hemşehri STK’larının afet ve acil durumlarla ilgili müdahale kapasiteleri çok düşük düzeydedir. Covid-19 salgınında resmî kurumların bilgilendirme linklerinin paylaşımı dışında az sayıda faaliyetleri bulunmaktadır. Afet ve acil durumlara müdahalede, hemşehri STK’larının yerel ve merkezî yönetimlerle işbirlikleri ve çözüm ortaklıkları çok düşük düzeydedir.
  2. Hemşehri STK üyelerinin ikamet ettikleri binada/sitede komşuluk ilişkileri söz konusudur (%77). Üyelerin yüksek bir oranı (%82) ikamet edilen sokakta veya mahallede komşuluk ilişkilerinin gerekli olduğunu düşünmektedir.
  3. Hemşehri STK’ları faaliyetlerinin duyurulmasında, kuruluşun internet sayfası (%26), facebook sayfası (%45), instagram sayfası (%27), twitter hesabı (%46), WhatsApp (%71) ve SMS (%60) mecraları farklı yoğunluklarda kullanılmaktadır.
  4. Hemşehri STK’ları yönetiminde kadın üyeler ve 30 yaş ve altı üyeler düşük orandadır (her ikisi de %9 civarında).
  5. Hemşehri STK’larında ihtiyaç sahibi güncel hemşehri listesi (%39), engelli hemşehri listesi (%34), bakıma muhtaç yaşlı hemşehri listesi (%21), ihtiyaç sahibi güncel öğrenci listesi (%21) ve cenaze sahibi için yardım fonu (%26) bulunmaktadır.
  6. Hemşehri STK’larının kaymakamlık (SYDV) (%19), muhtarlık (%18), belediye (%21), AFAD (%3), müftülük (%4), İstanbul’daki diğer STK’lar (%12), memleketteki STK’lar (%9) ve memleketteki resmî kurumlar (%11) ile ilişkileri söz konusudur.
  7. Üyelerin aidat dışında STK’ya parasal ödeme yapma oranları düşüktür (%14).
  8. STK amacını gerçekleştirmede yönetim kurulunun yeterli görülme oranı %49’dur. Bu oran köyden, ilçe ve ile doğru gittikçe düşmektedir.
  9. Hemşehri STK’larında en fazla dikkat çeken eksiklikler yönetim kurulunun yetersiz eğitim düzeyi (%29), proje kapasitesinin düşüklüğü (%26), kuruluş genel kapasitesinin düşüklüğü (%20), mali kaynak yetersizliği (%18) ve gayret eksikliği (%7) olarak sıralanmaktadır.
  10. Hemşehri STK’larını ziyaret nedenleri hemşehrilerle vakit geçirme (%25), gidecek alternatif olmaması (%22), kâğıt, tenis, okey vb. oyunlar oynama (%19), faaliyetlere destek olma (%16), gazete-dergi okuma, internete girme (%11) ve arama (%8) olarak sıralanmaktadır.
  11. STK’ların, beklentilerini orta ve yüksek düzeyde karşıladığını belirtenler yüksek bir orandadır (%62).
  12. Hemşehri STK’larının yardıma muhtaç çeşitli hemşehri gruplarına yönelik faaliyet göstermesini destekleyenlerin oranı farklılık göstermektedir. Buna göre, çocuklar ve gençler (%61), öğrenciler (%33), çalışan kadınlar (%18), ev hanımları (%10), emekliler (%72), yaşlılar (%15), engelliler (%25), kimsesiz hemşehriler (%30), yoksul hemşehriler (%69), hemşehri işsizler (%59), afet ve acil durumlar (%52) konularında hemşehri STK’larının faaliyet göstermesine olumlu bakılmaktadır.

Alan araştırması ve odak grup görüşmeleri, STK internet sitelerinin değerlendirilmesi ve literatür değerlendirmesinden çıkardığımız sonuca göre, hemşehri STK’larının hemşehri gruplarının sorunlarını çözme ve afet ve acil durumlarda aktif rol alma kapasiteleri çok düşüktür. Toplumsal hayatın olağan seyrettiği durumlarda, hemşehri STK’larının sosyal koruma kalkanı içinde sınırlı bir rolü söz konusu olup, sosyal ağ potansiyeli yüksek olmakla birlikte müdahale kapasiteleri yetersizdir. Sosyal koruma kalkanı çerçevesinde kamu, özel ve üçüncü sektör işbirliğine ilişkin yönetişim modelinin geliştirilmesi ihtiyacı tespit edilmiştir.

Proje çıktıları: AFAD Modeli ve Belediye Modeli

İstanbul Hemşehri STK’ları Projesi sonucunda iki model (Belediye Modeli ve AFAD Modeli) geliştirilmiştir. Bu modeller iki konsepte (ilişkisel devlet ve sosyal girişim) dayandırılmıştır. İlişkisel devlet kavramının eko-politik içerimleri, sosyal girişim kavramının ise sosyo-ekonomik içerimleri güçlüdür. Her iki modelsürdürülebilir sosyal ağ” anlayışıyla kurgulandı.

İlki projenin doğrudan amaçladığı afet ve acil durumlara müdahalede sivil toplum kapasitesinin geliştirilmesini öngören modeldir. Bu model AFAD Modeli olarak adlandırıldı. Bu modelde, afet ve acil durumlarda ulusal düzenleyici ve icracı kurum Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığının bu rolü vurgulanarak, modeldeki diğer çözüm ortağı paydaşlar, belediye, Milli Eğitim Bakanlığı ve Gençlik ve Spor Bakanlığı il veya ilçe müdürlükleri, kent konseyi, Kızılay, üniversite, özel sektör kuruluşları, gönüllüler, proje yürütücüsü STK ve proje alanıyla ilgili diğer STK’lardır. Modelde Afet ve Acil durum istişare ve yönlendirme kurulu ile icra komitesi öngörülmekte, sekretarya ve koordinasyon hizmetlerinin AFAD ilçe merkezi2 üzerinden yürütülmesi önerilmektedir. Bunun için Cumhurbaşkanlığı kararnamesinin mevzuat altyapısı bakımından gerekli olacağı düşünülmektedir. Hâlihazırda, “Büyükşehir belediyesi bulunan illerde büyükşehir belediyesinin gerçekleşen en son yıl bütçe giderinin en az binde biri oranında ve diğer illerde ise il özel idaresinin gerçekleşen en son yıl bütçe giderinin en az yüzde biri oranında bu idarelerce, Başkanlıkça uygun görülen afet ve acil durumlar ile sivil savunmaya ilişkin hizmetler kapsamındaki yatırım projeleri için harcama yapılır” (5902 sayılı AFAD Kanunu, Ek Madde-1(5)). Bu bütçenin AFAD modeli için başlıca kaynak olabileceği öngörülmektedir.

Proje kapsamında geliştirilen ikinci model Belediye Modeli olarak adlandırıldı. Bu model, vatandaşla en çok yüz yüze olan, hesap verebilirliği, şeffaflığı ve hizmet yeterliği doğrudan ölçülebilen belediyeyi odak olarak almaktadır. Bu modelde, ana tema kentsel entegrasyon ve toplumsal uyumdur. Özellikle, kenar semtlerde yaşayıp da İstanbul’u kültürü, sanatı, doğası ve tarihiyle fazlaca hissetmeden ayrışık yaşayanları hedef alan bu model, İstanbul’u yaşayarak toplumsal barışa katılımı özendirmeyi ve geliştirmeyi amaçlamaktadır. Modelin sosyal tarafları, merkezinde belediye olmak üzere toplumun farklı kesimlerine yönelik organize faaliyetleri bulunan araştırma, eğitim, gençlik ve spor kuruluşları, yardım kuruluşları, özel sektör kuruluşları, STK’lar, kent konseyi ve gönüllülerdir. Sosyal, siyasal, politik, kişisel gelişim ve örgütlenme kapasitesini artırmayı amaçlayan STK’ların şeffaf ve hesap verebilir şekilde çalışabilmeleri, aynı zamanda kamu otoritesinin yürütülen faaliyetlere ve yürütücü kuruluşlara karşı olası kuşkularını asgariye indirmek için merkezî yönetim organları modelde (gözlemci) olarak yer almaktadır. Böylece devletin STK faaliyetlerini paydaş olarak doğrudan izleme ve raporlaması daha şeffaf olarak gerçekleşecektir. Cumhurbaşkanlığı kararnamesinin Belediye Modelinin etkili işlemesinde gerekli ve yeterli olduğu düşünülmektedir. Özellikle hükûmet ve belediyelerin farklı siyasi partilerde olması durumunda, modelin paydaşlarının mevzuat dayanağı bulunan tanımlı bir çerçevede faaliyetleri için bu düzenleme gerekli olacaktır.

Halihazırda, her iki modelin uygulamaya konmasında mevzuat engeli olmadığı düşünülmekle birlikte, merkezi yönetim ve yerel yönetim düzeyindeki işbirliği gereği, özel sektör, üniversite ve STK’ların katılımı, gönüllülük ilişkisiyle etkili şekilde uygulanabilir olduğu konusunda hayli kuşkuluyum. Çünkü, kendi dinamiği içinde, ancak bugünkü performans düzeyi yakalanabilmektedir. Dolayısıyla, her iki modeldeki odak kurumlar öncülüğünde ve yönlendirmesinde kapasite artışının arzulanır boyut ve ölçekte gerçekleşebileceği öngörülmektedir. Bu çerçevede, Cumhurbaşkanlığı Kararnamesinin farklı siyasi yapılanmalara mensup olsalar da modellerdeki bileşenlerin yasal dayanağa sahip olarak güven içinde işbirliği yapmalarını mümkün kılacağı düşünülmektedir.


Model 1: Uyum, Entegrasyon ve Kültürel Aktarımda Sivil Toplumun Aktif Rol Alması: (Belediye Modeli)
Model 2: Afet ve Acil Durumlarda Sivil Toplumun Aktif Rol Alması (AFAD Modeli)

Modellerin dayandığı iki konsept: ilişkisel devlet ve sosyal girişim

İlişkisel devlet yaklaşımı

İlişkisel devlet, belirli politika alanlarında sivil toplumu ve ticari kuruluşları dâhil etmek için rekabetçi veya işbirliğine dayalı düzenlemeler çerçevesinde, toplumun kendi sorumluluğuna ilişkin farkındalığını artırarak, sosyal öz düzenlemeyi teşvik ederek, farklı sosyal aktörler arasında aracılık, stratejik yön verme vb. yöntemleri kullanarak mümkün olan en yüksek sinerjiyi sağlamaya çalışır. Bu yapıda faaliyetlerin ilişkisel doğası, kamusal değer yaratma sürecinin temel niteliği haline gelir. İlişkisel devlet, kamu sektörünün kapasitesi, özel sektörün dinamizmi ve kaynakları ile sivil toplum imkânlarını en yüksek sinerjiyi oluşturacak şekilde yönlendirir. Ancak, bu yeni yaklaşım, daha karmaşık bir işletim modeli öngördüğü için, ilişkilerin saydam ve hesap verebilir olması kritik öneme sahiptir. Bir başka deyişle paydaş katılımlı kamu hizmet sunumunun başarısı, işletim modelinin demokratik kurgusuyla yakından ilişkilidir.

Devletin tarihsel süreçteki yapısal ve fonksiyonel dönüşümü, kamu hizmetlerinin üretim ve sunum yöntemlerini de etkilemektedir. Toplumun talep ve beklentilerinin sürekli artması karşısında sınırlı kaynaklarla etkili hizmet sunumunun güçleşmesi, alternatif modellerin geliştirilmesini zorunlu kılmıştır. Kamu sektörünün sahip olduğu güç ve kapasite, özel sektörün sahip olduğu dinamizm ve kaynaklar ile sivil toplum imkânlarının en yüksek sinerjiyi oluşturacak şekilde yönlendirilerek kamu hizmetlerinin daha yüksek miktar, hız, kalite ve etkinlikte sunulması hedeflenmektedir. İlişkisel devlet, üretim ve arz yönünden öne çıkmaktadır. Paylaşım ekonomisi, dayanışmacı tüketim, esnek ekonomi gibi farklı varyant ve iz düşüm alanlarını ifade eden kavramların ilişkisel devlet konseptini de kapsadığı söylenebilir.

Sosyal girişim yaklaşımı

Sosyal girişim, işletmelerde değişim mühendisliği, inovasyon, yeni modelleri, süreçlerinin reforme edilmesi, dünyasında gerekli yeni beceriler ve yetkinlikler gibi olgulardan önemli ölçüde esinlenmiştir. Kamu ve özel kesimlerde meydana gelen yenilik fikir ve uygulamalarının sivil topluma uyarlanması kendisini sosyal girişim olarak göstermektedir. Sosyal girişim yaklaşımı “toplumsal sorunlara ticari çözümler” mottosuyla takdim edilmektedir. Sosyal girişim, STK’dan girişimcilik temelli ticari faaliyet içinde olma yönüyle ayrışır. Bu yaklaşımın temelinde, ekonomik ve toplumsal sürdürülebilirliği sağlamak ve günümüz koşullarında yetersiz kalan ve sistemik niteliği bulunmayan bağış, yardım, sadaka gibi uygulamaların daha sistemik ve sürdürülebilir bir çerçevede sunulmasına olan ihtiyaç yatmaktadır (sosyal girişimci örnekleri: Muhammad Yunus: mikro kredi; Kailash Satyarthi: Çocuklar için eğitim ve çocuk işçi olmayan işyeri; Jimmy Wales: Wikipedia; Aziz Akgül: mikro kredi). Devletin, özel sektörün ve üçüncü sektörün başarısız olduğu durumlar dikkate alınarak işbirlikçi bir model geliştirilmesi, sivil toplum performansı bakımından kritik önemde görülmektedir. Devletin ve özel sektörün öncelikleri ve ana ilgi alanlarının dışında kalan toplumsal sorunlara ancak sivil toplum inisiyatifleri (STK’lar) yoluyla etkin ve hızlı çözüm bulunabileceği öngörülmektedir.

İstanbul metropolünde en yaygın sivil toplum örgütlenmesi olan hemşehri STK’larının bu gidişatla uyumlu olarak kapasitelerini güçlendirmeleri ve toplumsal sorunların çözümünde daha kalıcı ve işbirlikçi bir ekosistemin parçası haline gelmeleri önemli bir açılım olacaktır.


  1. Alan araştırması, TÜBİTAK 1001 Projesi kapsamında yapılmıştır. Proje araştırma grubu: Metin Toprak, Ömer Demir, Mehmet Emin Köktaş, Gazi Alataş, Yüksel Bayraktar, Suna Muğan Ertuğral ve Hakan Dulkadiroğlu.

  2. 2021 yılı Şubat ayından itibaren AFAD, İstanbul’da yaygın bir örgütlenmeye giderek bütün ilçelerinde birimler kurmaya başlamıştır.