– Ali Maskan

Kitle kültürü, yaşamsal bir yanılsama hikâyesinin temel kahramanıdır. Yanılsama, gerçekliğin bir parçası olmasına rağmen, günümüz insanı için gerçek bu yanılsama içinde kaybolur. Gerçeğin yanılsamaya dönüşmesindeki sorumluluklar vekâlet sahiplerine yüklense de değerlerini korumaya çalışan erdemli insanlardan, sözde hayatı takmayan Z kuşağına kadar herkes bu sistemin bir dişlisi oldu. Gerçeği en basit haliyle algılayamadığımız sürece, yaşama dair çaresizliklerimiz ve kullanılmışlığımız her geçen gün katlanarak büyüyecektir. O zaman sorularımız şöyle gelsin: Dönüp geriye baktığımızda inançlarımız adına attığımız her adım bizi şeytana mı yaklaştırıyor yoksa hakikate mi? Kitle kültürü her haliyle en yetenekli baştan çıkartıcı veya ayartma ustası olarak erdemli insanları farkında olmadan yoldan çıkarmayı başarmış olabilir mi? İnsanlar kutsadığı idealleri peşinde koşarken veya ötekinin rezilce şeytani oyunlarından kaçmak isterken aslında bir tuzağın içinde olabileceklerini düşünüyorlar mı?

Aynılıkların yaşandığı günümüz dünyası, benzer değerlere sahip kitleleri ortaya çıkardı. Kendinden feragat etmiş toplumların ortak ruhu olan kitleler bir ayna gibi, sahip olduğu kültürü diğerlerine yansıtıyor. Her türlü etnik kültürel değerleri bir virüs gibi etkisine alan kitleler, insanların itaat kültürüne vazgeçilmez katkılar sunmakta. Kendisine muhteşem bir güç bahşeden bu kitleler, aynı zamanda her an patlayacak bir şiddetin de kaynağıdır. Yan etkilerinin azlığı ve kullanımın kolaylığı nedeniyle bir nükleer silahtan daha tehlikeli olan kitleler, hatırı sayılır bir imha silahıdır. Vaktiyle nükleer silah kullanmanın ortaya çıkaracağı zararların farkında olan güçler, bunları kullanmaktan ziyade varlığıyla bir korku kültürü oluşturmayı daha mantıklı ve çıkarcı bulmuşlardı. Ancak bugün çok daha büyük korkuları hiçbir eleştiriye maruz kalmadan kitleler üzerinden gerçekleştirebiliyorlar.

Şiddet korkuyu, korku esareti, esaret ise köleliği beraberinde taşır. Ne olduğunu tanımlamakta zorlandığımız kitleler açlık, susuzluk, iklim değişikliği, terör, ekonomik kriz, savaş ve pandemi/salgın gibi şiddet unsurlarıyla korkutulmak suretiyle köleleştirildiler. Kitlenin bir parçası olduğunun farkında bile olmayan insanlar inançları, değerleri ve devletlerine ilişkin kutsalları hiçe saymaya başladı.

Hayatı anlamak ve anlamlandırmak için diyalektik bir bakış açısına ihtiyacımızın kalmadığı artık bir gerçek. İnanmış insanlar, zıddına ihtiyaç duymadan kendini tanımlayabilmeli. Tekrarlanan yaşamlar doğal olarak insanlara rutin bir hayat sunuyor. Kitlesel kültürün esaretinden kurtulmak için insan sadece kendisi olmayı başarmalıdır. Bu size yok oluşun korkakça bir tepkisi olarak görülse de asıl cesaret ve yüreklilik bu tepkisizliktir. Yaşamı anlamlandırmak için daha fazla gayret sarf etmenin erdemi, baştan çıkarılmanın veya aldatılmanın zafiyetini örtebilir mi? Samimi insanların inançları ne yazık ki samimiyetsiz insanların şeytani oyunlarına malzeme oluyor. Bu asla iyi şeylerin peşinden koşulmaması anlamında okunmamalı ama her insan bu uluslararası sistem içinde nasıl ve neden sömürüldüğünün de farkına varmalı. Bu yüzden yaşadığımız her şeye karşı sadece ve sadece kendimiz olarak tepkisiz kalmayı başarmalıyız.

Bir tasarım ürünü olan kitle kültürü, dün bir “şey”leri sorgulayan insanlara bugün “hiç”i sorgulatıyor. Hayatımızı kuşatan yanılsamalar sahip olduğumuz gerçekleri utanmadan ortalığa dökebilme cesaretini verdi. Her şeyimizle müstehcen bir hayatın içinde gerçeğin ne olduğunu sorgulamadan yaşamak, insanlara daha kolay gelmeye başladı. Aldatma, dolandırıcılık, yalan söyleme, baştan çıkarma, cinsellik bütün müstehcenliği ile ortalıkta geziyor. Gerçeğin en büyük düşmanı, baştan çıkartılmış duyguların ve hislerin gerçekmiş gibi açıkça ortalıkta sergilenmeye başlamasıdır. Yani aldatılmış gerçeğin teşhiridir. Muhafazakâr insanlar bile mahremlerini medya aygıtlarında açıkça konuşup ifşa edebiliyor. Yaşadığımız bunca değer bozulması hayatın bir gerçeği. Müstehcenlik içinde değerlerini ve inançlarını korumak için mücadele eden samimi insanların bu yanılsama içindeki acizliği ziyadesiyle kıymetli görülse de ortaya çıkardığı sonuçlar itibariyle, hiçbir şeyi umursamayan bir insandan daha fazla alay konusu olacağa benziyor. Zira erdem bile aldatılmış/baştan çıkartılmış gerçeğin malzemesi oldu.

Kitle kültürünü kullanan vekâlet sahiplerinin insanlar üzerinde söz sahibi olduğu düşüncesiyle hareket edebilmesi bir hadsizliktir. Lakin böyle bir kültüre kendi özgür iradeleri ile girebilme hakkına sahip insanların tavırları da bir o kadar zavallıcadır. Burada sorun, iradelerini teslim etmediklerini düşünenlerin dahi, esasında dolaylı da olsa böylesi bir vekâlet sistemine boyun eğdikleri, ancak bunu hiçbir şekilde kabul etmedikleridir. Bu kabul edilemezlik nedeniyledir ki insanlar değerleri için hâlâ bir anlam üretmeye devam edebiliyorlar. Bu saygı duyulası bir kabullenme olmakla beraber, insanı her geçen gün yeni yanılsamaların içine sokması nedeniyle ciddi bir tehlikeyi de bünyesinde taşır. Bu günün “hiç”liği yerine dünün “şey”lerine kıymet vermek suretiyle anlam ve gerçekliği aynı potada eritenlerin her türlü saygıdeğer inançlarına rağmen, eleştiriyi hak etmediklerini söyleyemeyiz. Bu gayretin bir şeyleri daha iyiye götürebilme ihtimalinin, bugün hiçbir şeyi umursamadığını düşündüğümüz gençliğin vurdumduymazlığından daha az tehlikeli olduğunu kim söyleyebilir ki?

Erdemli insanların hayatı yaşanılır kılma hususundaki gayretinin, tekrarlanan yaşamlar içinde tarihe müdahale edebilecek güçte olduğu düşünülse de bunun bir yanılsama veya illüzyon olduğu varsayımını daha güçlü bir argüman olarak aklımızda tutmalıyız. Kimi insanlar her türlü tehlike ve çelişkilerin farkında oldukları kanaatiyle, mevcut yaşanmışlıkla bir mücadele içindedir. Ancak şiddetin tutsak ettiği ruhlar bu mücadele için ötekinin sahip olduğu teçhizattan daha fazlasına ihtiyaç duyduklarını hissederler. Böylesi bir çelişki ve tepki, sistem içinde öteki olarak gördüğünüzden daha zalim ve acımasız olmanızı zorunlu kılar. Şayet ötekiyle baş etmek arzusu var ise bu, ötekinden daha fazla öteki olma durumunuzu da beraberinde getirir. Böylece şiddeti, barış ve uzlaşma ile çözmek yerine daha fazla şiddet kullanmayla ortadan kaldıracağınızı düşünürsünüz. Bu, sömürgeciye başkaldırmak için daha fazla sömürgeci olmayı, kapitalizme karşı olmak için daha fazla kapitalist olmayı, ırkçılığa karşı olmak içinse daha fazla ırkçı olmayı beraberinde getirir. Ne yazık ki inanç ve ideolojilerimiz de aynı çelişkiden ziyadesiyle nasiplenir.

Hayata bir katkı yapacağını veya dünyayı kurtaracağını sanarak yaşayan kölelerin efendiden hiç farkı yok. Efendi ve köle sebep sonuç ilişkisi içinde var olmazlar. Bunlar farklı bilinç düzeyinde yaşayan bir elmanın iki yarısıdır. Hakikat ise tamamen bu kurgunun ötesinde bir yaşam sunar insana. Yaratıcının hikmetine ermiş ve tasarlanmışlığa aldırış etmeyen insanlar yaşar burada. Efendi köle ilişkisinde lanetlenecek ve üzülecek hiçbir taraf yok. Herkes kendi tercihini bilinçli olarak yapmış. Yaratıcının varlığını anlayabilecek her aklın, gerçeği bulma ve anlama sorumluluğunu ortadan kaldıracak bir bahane yok. Sadece tasarlanmış dünyaya sırtını dönebilenler ve “ol” emrine uygun yaşayanlar her iki cihanda mutlu olmayı başaracaklardır. Her kim, en kutsalı için dahi bir şeyleri başarabilme, yapabilme veya koruyabilme adına, efendi ile benzer tutum ve davranışlara girerse, başarısız olacağını bilmeli. Efendiye özenerek daha fazla para, güç ve iktidar sahibi olmak, kişiyi efendiye benzetmekten öte hiçbir anlam taşımayacaktır.

Kitleleri yöneten vekâlet sahibi efendi ile köle aynı evrenin insanlarıdır. Efendinin silahlarını kullanmak suretiyle mücadele eden her köle çakma bir efendi olmaktan kurtulamaz. Kişi ancak bu sisteme tepki vermeden yaşayabildiği sürece kendisi olacaktır.

– Ahmet Tıktık

Antropolog ve gazeteci Gillian Tett, Haziran 2021’de yayınladığı kitabında 1 antropolojik yöntem ve araçların günümüz dünyasını daha iyi anlamada yardımcı olacağını söylüyor.
Bu kitabı okurken iki nokta aklıma geldi. Birincisi, 2006 yılında Dünya Bankası yönetim kurulu üyeliğinden emekli olan ve şimdi hatırlayamadığım bir duayenle ülkelerin kalkınma çabaları üzerine yapılan bir konuşmada söylediği ve unutamadığım şu cümlesi olmuştu: “Üye ülkelerin kalkınma çabalarına destek olmak üzere sunacağımız ürünler/çözümler, kitabi bazda (“textbook-based”) değil, ülkenin bağlamına dayalı (“context-driven”) ürünler/çözümler olması gerektiği” mealindeki cümlesi. Bu gözlemin Tett’in kitabı ile ilgisine daha sonra değineceğim.


İkinci nokta da mesleki kariyerimle ilgili. Devlet Planlama Teşkilatındaki mesleki kariyerimin büyük bir kısmı ekonomik modelleme üzerine geçti. Bu alandaki başlıca araçlar ekonometrik tahmin yöntemleri, makroekonometrik simulasyon ve hesaplanabilir genel denge modelleri idi. Bunlar için de girdi-çıktı analizi, milli gelir muhasebe sistemi, kamu finansmanı, ödemeler dengesi ve merkez bankası bilançosunun entegre bir çerçevede ele alınması gerekiyordu. Bu entegre/ sistem bütünlüğünün olası hareketini de geçmiş veri setlerini ve yukarıda bahsettiğim araçları kullanarak kısa ve orta vadeli perspektifte tahmin etmeye çalışırdık. Bu şekilde çeşitli kamusal müdahalelerin analizlerini yapıyor ve tahminlerimizi siyasi karar alıcılarına sunuyorduk. Bu nokta da bir kenarda dursun ve kitapla ilgisi aşağıda değineceğim noktalardan çıkacaktır.
Kitabın temel argümanı, sosyal bilimler, teknoloji ve tıbbi alanlarda geliştirilen araçlar (örneğin ekonomik modeller, bilanço analizleri, kantitatif finansal modeller, büyük veri setleri analizi, yapay zeka ve hastalıklarla mücadele) hayatı kolaylaştıran, öngörülebilirliği artıran ve bir ölçüde insanların refahını artıran araçlar oldu. Fakat bu araçların ortak özelliği sınırlılığı (bounded) ve tünel-bakış (tunnel-vision) tabanlı olması: sistemin performansı, modeli nasıl kurguladığınıza bağlı ve dışarıda bırakılan faktörler göz ardı edilmektedir. Bu araçların geliştirildiği bağlam (context) değişmediği sürece faydalı olmaktadır. Bağlam 2 değiştiğinde ise kullanımları, ormanda karanlıkta yürürken sadece elimizdeki son derece gelişmiş pusulaya bakarak yön bulmaya benzemekte ve gitmek istediğimiz yere ulaşmada faydalı olmayacaktır.


Yazar, bağlamın ve dışşsalıkların dinamik bir şekilde değiştiği günümüz dünyasında, şirketlerin, kurumların ve hükümetlerin yönlerini nasıl bulacağı, politikalarını ve kararlarını nasıl sonuç alıcı şekilde oluşturabilecekleri sorusuna “tünel-bazlı bakış” tan “yanal bakış”a (lateral vision) geçişle mümkün olabileceğini ileri sürmektedir. Yanal bakışa sahip olabilmenin yolunun da kültürel antropoloji alanından geçtiğini ileri sürmekte ve bu alanın yöntemlerinin kullanılmasını önermektedir.


Antropoloji önerisini okuduğumda şaşırmıştım. Çünkü antropoloji ile ilgili şöyle bir algıya sahiptim: antropoloji, geçmiş ve günümüz egzotik toplumlarını, onların kültürel çeşitliliğini ve bunlardaki değişimi inceleyen bilim dalı. Bu kitapla birlikte antropoloji alanındaki 20 yüzyılın ikinci yarısından sonraki yeni yönelimi, bu defa batı toplumları, kurumları ve şirketlerindeki kültürel değişimi inceleyen bir bilim dalına dönüştüğünü öğreniyoruz.


Antropolojinin, diğer alanlara getirdiği ilave boyut da kullandığı yöntemde: incelediği topluma, kuruma veya meslek grubuna yukarıdan/dıştan bir bakış açısı (top-down)’dan ziyade içeri ile yaşayarak (immersing), sahadan gözleyerek anlamaya, görülmeyen noktaları bulmaya, dış gürültüden ziyade sosyal sessizlikleri keşfetmeye çalışmasıdır (worm’s eye view). Bu anlamda “tünel-bazlı bakışı” kullanarak çözüm sunan diğer alanlara (tıptan ekonomiye, finansa, teknoloji sektörüne, kamusal politikalara) tamamlayıcı bir rol oynamakta.
Buraya kadar olan noktaları bir örnekle somutlaştırmak istiyorum. Diyelim ki ülkenin eğitim sisteminin performansı ile ilgili bir rapor hazırlamak istiyoruz. “Top-down” (veya tünel-bakış) yaklaşımı kullanan bir iktisatçı veya sektör uzmanı gözü ile hazırlanacak raporda muhtemelen eğitimle ilgili makro göstergeler (okullaşma oranları, derslik başına öğrenci, öğretmen başına öğrenci, eğitime bütçeden ayrılan kaynakların payı, okulların teknolojiye erişimleri vb.) kullanılacak, bunlara ilave olarak uluslararası karşılaştırmalar (PISA vb.) yapılacaktır ki bunlar yapılan analizde asgari olması gereken göstergelerdir. Bu yönteme, sektörün içindeki oyuncuların (öğretmen, öğrenci, ebeveynler, okul yöneticileri) içerden bakışlarını, dışarıdan görünmeyen kültürel yapıyı yansıtan antropolojik çalışmanın getireceği ilave bir analiz, raporu daha yetkin kılacaktır. Böylesi bir çalışma için bakınız Amerikalı gazeteci Amanda Ripley’in kitabı 3. Ripley, üç lise öğrencisinin bir yıl boyunca üç ülke, Finlandiya, Güney Kore ve Polonya okullarındaki yolculuğunu gözlemleyerek Amerikan eğitim reformu tartışmalarına ilginç bulgular sunmaktadır.
Kitabın kısa bir özetini sunmadan önce yazar hakkında bilgi vermek istiyorum. Gillian Tett, eğitim geçmişi olarak bir antropolog. Sovyet Tacikistan’ındaki evlenme adetleri üzerine Cambridge Üniversitesinde doktora yapmış. Daha sonra Financial Times’da gazetecilik hayatına başlayarak finans ve ekonomi alanına adım atmış ve halen aynı gazetenin Amerika ofisinin yönetim kurulu başkanı olarak görevini sürdürmekte ve yazılarına devam etmektedir.


Gillian Tett, antropoloji alanında kullanılan etnografik yöntemi 4 kullanarak 2005-2007 döneminde Wall Street finans dünyasının kültürünü araştırmış. Reel ekonomiden izole edilmiş bu kültürün ürettiği toksik finansal türev ürünlerin nasıl bir risk barındırdığının farkına varmış ve 2008 global finansal krizi önceden öngörmesi ile uluslararası finans dünyasında adını duyurmuştur.
Kitap, “Öteki: Antropolojik Zeka” adlı önsözden sonra üç bölümden oluşmakta. Birinci bölüm, “yabancı olanı” (strange) “anlama/tanıma”(familiarization)’nın önemi konusunda vaka analizlerinden bahsetmektedir. Örneğin 2014 yılında Afrika’daki Ebola salgınını durdurmada önceleri sadece tıbbi yöntemlerin nasıl başarısız olduklarını ve ancak yerel kültürü anlama ve çözümün bir parçası kıldıktan sonra başarının geldiği vakası. Bu bölümde ayrıca Intel ve Nestle’nin antropolog istihdamı yoluyla farklı pazarlara sunulan ürünlerin çeşitlendirilmesi ve pazara girişleri ilgili deneyimleri anlatılmakta.
Kitabın ikinci bölümü yukarıda değinilen öteki kültürleri anlamayı tersine çeviren antropolojik süreç hakkında: Bilineni (familiar) yabancılaştırma (strange), daha doğrusu yabancı gözü (kültürü/anlaması) ile kendimize bakma, kıyıda-köşede kalan göremediğimiz varsayımlarımızı/yanlarımızı görme hakkında. Su içinde olan balığın suyu görememesi, ancak dışarı çıkınca farkına varması gibi. Financial Times muhabiri olarak Tett, bankerler dünyasında yoğun bir gözlem imkanı bulmuş ve suyun dışındaki balığın farkına varması gibi biriken riskleri ve düzenleyici kurumların körlüğünü (FED dahil) bu bölümde anlatmakta.
Son bölüm, toplumsal kör noktalarımıza, “sosyal sessizlik” (social silence) konusuna ayrılmış. Günümüz dünyasının süregiden gürültüsü arasında boğulup görünmeyen kör noktaların farkına varılmasında antropolojinin rolüne, sunduğu “habitus”, “sense-making”, “yanal bakış” gibi kavramlarla kamu yönetimi, ekonomi, teknoloji ve diğer alanlarda sunulan çözümlerin ve uygulamaların daha etkili ve kapsayıcı sonuçlar doğuracağı belirtilmektedir. Bu bölümdeki örnek vakalar, Trump’ın seçilmesi, bu süreçte yönlendirici rol oynayan Cambridge Analytica adlı teknoloji danışmanlık firmasının modeli, şirketlerdeki IT yatırımlarının karşılaştığı problemler, borsadaki alım-satımcıların (trader) karar süreçleri, büyük veri setleri ve yapay zekayı kullanarak her alanda teknolojik çözümler sunan veri analistleri ve mühendislerin sadece olanı açıklayabildikleri (hard data) ama nedensellik konusunda antropolojik perspektiften (soft data) yoksun oldukları ve yatırımcılar ve tüketicilerin çevre-sürdürülebilirlik-yönetişim konusunda artan hassasiyetleri ve şirketlerin bu algıya uygun yönetim stratejilerindeki (“shareholder” yerine “stakeholder”u önceleme) değişimler anlatılmaktadır.
Bitirmeden önce şu üç noktaya da dikkat çekmek istiyorum. Birincisi, kitaptaki konular ve çeşitli vaka analizleri işletme, sosyoloji, ekonomi, tıp (halk sağlığı), finans, IT, veri analizi, ve kamu yönetimi derslerinde kullanılabilir olmaları. İkinci husus da antropolojinin getirdiği bakış açısı, araçları ve yöntemlerinin tüm akademik programlara ilave bir perspektif sağlayacağını düşünüyorum. Tett’in ileri sürdüğü gibi, akademik disiplinler arasındaki sınırların ve bürokratik kültürün gevşetilmesi, hem sosyal bilimlerin kendi içinde hem de sosyal bilimlerin fen bilimleri ve veri bilimi ile daha disiplinlerarası bir müfredata doğru evrilmesi gerekmektedir. Üçüncü nokta, şirket sektörü ve kamu kurumlarının hem hizmet ve ürün sundukları tüketici gruplarını ve vatandaş kesimlerini daha iyi anlamaları hem de kurum içi yönetişimi etkinleştirmek için antropolog istihdam ettiklerini gözlemekteyiz. Bir örnek: ABD Başkanı Joe Biden, Şubat 2022’de sosyolog ve antropolog Alondra Nelson’ı Beyaz Saray Bilim ve Teknoloji Politika Ofisi’ne Başkan olarak atadı.
Sonuç olarak, antropolojik analiz, incelediği konuyu bir “iç yolculuk” hassasiyeti ile ele alıp insanoğlunun karşılaştığı sorunları aşmada yardımcı bir araç potansiyelini barındırmaktadır. Şüphesiz her derde deva değildir. Diğer disiplinlerin sunduğu yöntem ve analizlere tamamlayıcı bir rol oynayabilir. Bir örnekle yazımızı sonlandıralım. Bir ülkedeki işsizliği azaltma konusunda tipik olarak ücretler üzerindeki kamusal yüklerin azaltılması ve ekonomide büyümenin sağlanması önerilmektedir. Kısmen bu doğrudur. Ancak bunun yanında o ülkedeki bağlamı da anlamak: işsizlere hizmet götüren kamu ve özel kurumların etkililiği, kapasiteleri, işsizler, işverenlerin beklentileri, vd aktörleri de bütüncül bir anlayışla analiz etmek gerekmektedir. Böylesi bir yaklaşım daha etkili sonuçlar verecektir diye düşünüyorum. Başta değindiğim Dünya Bankası yönetim kurulu üyesinin meramı da buydu.


  1. Anthro-Vision: How Anthropology Can Explain Business and Life, Gillian Tett, Random House, June 2021, Londra, 282 s.

  2. Bağlamdan şu kastedilmekte: yerel koşullar, kurumsal yapı, sosyal ve kültürel ortam, iklim değişikliği, yükselen popülizm, pandemik risk ve diğer dışsallıklar.

  3. The Smartest Kids in the World: And How They Got That Way, Amanda Ripley, July 2014

  4. Antropolojik bir yaklaşım olan etnografi yönteminin amacı, bir topluluğun kültürünü, geleneklerini, inançlarını ve davranışlarını anlamaya çalışmaktır. Bu yöntemde araştırmacı gözlem yaptığı ortamdaki bireylerin, meslek gruplarının yaşamlarına herhangi bir müdahalede bulunmadan araştırmacı kimliğini de gizleyerek onlarla her şeyi paylaşmaya çalışır.

Günümüz dünyasında yükseköğretimin seyri, genişleme ve tabana yayılma yönünde. Az olan bir şey çoğaldıkça kullanım değeri artsa da değişim değeri düşer. Yükseköğretimde de olan kısaca bu. Başka yazılarda bu konuda ezber haline gelmiş sorun tespitleri ve onlara dönük çözüm önerileri ile bir kısım önerilerin hayat geçirilmesinin zorluklarına değinmiştik.1 Dünya robot teknolojileri konuşurken bizim çözüm mimarlarımız sanayideki çırak sorununa çözüm peşinde. Bunların ne mevcut durumu olduğu biçimi ile görmeye ne de birikmiş sorunlara sağlıklı çözüm üretmeye uygun başlangıç zemini oluşturmadığına değinmiştik. Bu yazıdaki önerilerin amacına uygun biçimde anlaşılması için o yazılara da göz atmak yararlı olacaktır.

Bu yazıda, fırsat buldukça ülkemizde yükseköğretimin tasarım mutfağında bulunanlara da sözlü olarak ilettiğim dört ayrı konudaki önerilerimi yazılı biçimde dile getireceğim. Her bir önerinin ayrıntıları için farklı uygulama seçenekleri üzerinde ayrıca düşünülmesi gerekliliği ise gayet açıktır. Ayrıca bu detayların düşünülmesi, önerilerin gerekçelerini anlamayı da hayli kolaylaştıracaktır. Takdir bu konuda inisiyatif almaya aday yetkili merci ve makamlarındır.

Üç Yılda Lisans Diploması

Birinci öneri, lisans programlarının süresine ilişkindir. Ülkemizde birçok yasal düzenlemede “4 yıllık fakülte mezunu” olma çok önemli bir ön şart olarak yerini almıştır. Dört yıllık bölümler, kazandırdığı bilgi, beceri ve yetkinlikten bağımsız olarak özel bir statü kazanmıştır. Bunun sorgulanma zamanının geldiğini düşünüyorum. İlk olarak, toplumun sınırlı bir kesimine bir alanda dört yıllık bir eğitim vermenin yarattığı ayrıcalıklı durum (kıtlık rantı ve sinyal etkisi) yükseköğretimin tabana yayılmasıyla büyük oranda ortadan kalkmıştır. Bunun, popüler kültürde “eğitimin kalitesi düştü, her önüne gelen üniversite bitiriyor” olarak değerlendirilmesinin yanlışlığını daha önce ele almıştık2 Burada o konuya girmeyeceğiz.

İkinci olarak, artık günümüzdeki bilgi yoğunlaşması ve alt uzmanlıkların geldiği nokta düşünüldüğünde, bir lisans programı ile kişileri o programın kapsamındaki alt alanların hepsinde uzman haline getirmek ne mümkündür ne de gereklidir. Bunun iki ana sebebi var: İlki, artık yapılandırılmış meslekler (tıp, mühendislik, veterinerlik, mimarlık, hemşirelik vb) kısmen istisna olmak üzere lisans programlarından mezun olanların çoğu, şu veya bu sebeple doğrudan o alanlarda çalışma zorunluluğu duymamaktadır. Bu sebeple de yükseköğretim diploma sahibi olmak için belirli bir alanda çok ayrıntılı bir eğitim almaya yönelik talep düşmektedir. İkincisi, her bir diploma programının bünyesindeki uzmanlıklar o kadar çoğalmıştır ki, bu uzmanlıkların tümünü kazandıracak bir müfredat şimdikinden çok daha ayrıntılı, içerikli ve çok sayıda dersi gerekli kılmaktadır. Bütün mezunlara bu alt alanların her birinde bırakın uzmanlık kazandırmayı, farkındalık kazandırmak bile yüklü miktarda ders gerektirmektedir. Bu sebeple bir diploma programının mezunlarına, fiilen çalışmaya karar verdiği alt alanların birinde mezuniyet sonrası uzmanlaşma imkânı verecek bir kurgu daha makul görünmektedir. Henüz alanı tam olarak bilmeyen birinin bu alt alanlardan hangisinde uzmanlaşacağına karar vermesini beklemek de gerçekçi değildir. Örneğin bir işletme mezununu, her birinden sadece genel birkaç ders alarak pazarlama, muhasebe, yönetim-organizasyon gibi alanların her birinde uzman kılmak mümkün değildir. Aynı durum, başta alanı sürekli genişleyen iktisat, tarih, sosyoloji, psikoloji, siyaset bilimi, hukuk gibi tüm programlar için de geçerlidir. Uluslararası ilişkileri düşünün: Kaç adet lisans dersi alınarak, bırakın ülke uzmanlıklarını, Uzak Asya, Orta Doğu, Afrika, Latin Amerika veya Avrupa alanlarının birinde internetten ulaşılabilecek bilgilerin ötesinde “uzman” olunabilir ki!

Kısaca her bir diploma programının alt alanlarının en az birinde iyi bir uzman olmak için gerekli eğitim için lisans programlarının ders çeşitliliğini sürekli artırmak gerekir. Öte yandan diploma sahiplerini bu alt alanların her birinde uzman kılmak hem çok yoğun bir program gerektirdiği hem de mezunlar tarafından kullanılmayacak donanım kazandıracağı için gereksizdir. Gerek imkânlarının gerekse her bir için gerekli güncel bilginin hızlı değişimi de göz önüne alındığında, herhangi bir alanda “uzmanlaşmayı”, (olabildiği kadar) lisans mezuniyeti sonrasına ötelemek makul görünmektedir.

Diğer yandan, henüz uzmanlık alanlarını tanımayan öğrenciden daha işin başında kendisine kesin bir gelecek planı yapmasını beklemek ve bu konuda bir tercihe zorlamak çağın gereklerine uygun bir yaklaşım değildir. Bu sebeple lisans eğitimini, bir diploma alanının sınırlarını, zorluklarını ve imkânlarını ortaya koyan, uzmanlık alt alanlarının tanıtımıyla sınırlı bir eğitime dönüştürmek daha uygun görünmektedir. İş piyasasının gerekli kıldığı alt alan uzmanlığını, hayat boyu öğrenme kapsamında lisans mezuniyeti sonrasında sunulan yüksek lisans ve sertifika programlarına bırakmak uygun bir çözüm gibi durmaktadır. Böylece hem piyasanın hızla değişen beklentilerine uygun yeni bilgi ile donatılan çalışan ihtiyacını karşılamak mümkün olur hem de bireylere hangi alt alanlarda uzmanlaşmalarının uygun olacağını değerlendirme fırsatı verilmiş olur. Ayrıca daha sınırlı bir gruba daha derin bir uzmanlık bilgi, beceri ve yetkinliği kazandırma imkânı da artar. Bunun sonunda da çalışma çağındaki nüfus ile boş pozisyonları arasındaki “yanlış eşleşme” sorunu azalmaya başlar.

Bu sebeple mesleklerin gerekliliklerindeki hızlı değişime ayak uyduracak bir eğitim sistemi için lisans eğitim süresini Avrupa ülkelerinde genelde olduğu gibi üç yıla indirmek uygun olacaktır. Üç yıllık lisans programından mezun olan insanların bir kısmı ilave bir uzmanlaşma ihtiyacı duymadan doğrudan istihdam piyasasına karışacak, bir kısmı da önüne çıkan açık işlerde başvuru için eksikliklerini ya doğrudan açık kaynaklardan yararlanarak ya da bu konudaki sertifika veya tezsiz yüksek lisans programlarına başvurarak tamamlama şansı elde edecektir. Ne işe yarayacağı konusunda ikna olmayan geniş bir kesim de birçok alt alanı olan programlarda uzmanlaşmaya zorlanmayacağı için, yükseköğretim ekosistemi de eğitim alan ve veren taraf açısından daha etkin bir formata kavuşacaktır. Örneğin işletme lisans mezunu olan birisi pazarlama konusunda çalışmak istiyorsa, pazarlama araştırmaları, müşteri memnuniyetinin ölçümü, davranış bilimleri, insan ilişkileri konularında onu derinleştirecek bir sertifika programı ile bu ihtiyacını giderebilecektir. Aldığı lisans eğitiminde bahsedilen bu konuların kapsamı, öğrenme zorluğu ve ön hazırlıkları konusunda da genel bir fikir sahibi olacağı için, kendisini bekleyen öğretim süreci konusunda karar vermekte pek zorlanmayacaktır.

Benzer şekilde büyük bir şirketin muhasebe biriminde çalışmayı düşünen birisi de maliyet muhasebesi, muhasebe standartları, muhasebe yazılım programlarının kullanımı, mali tablolar ve şirketler hukuku konularında uzmanlaşacağı bir sertifika veya yüksek lisans programını tercih edecektir. Eğer uluslararası bir şirketi hedef seçtiyse o zaman uluslararası muhasebe, dış ticaret sistemleri, finansal küreselleşme vb. konuları içeren bir programa yönelecektir. Bu kişi Maliye Bakanlığında çalışmayı düşünürse, devlet muhasebesi, kamu maliyesi, vergi hukuku konularındaki bir sertifika veya yüksek lisans programı ile için kendisinden beklenen yetkinlikleri edinmiş olacaktır. Bu sertifika veya yüksek lisans programları da tüm ülkedeki mezunlara hitap edecek, böylece “aynı alanda çok, ama ihtiyaç duyulan alanda yok” durumu ortaya çıkmayacaktır. Sonuçta her bir lisans diploma programı alt uzmanlık alanları ve o alanlarda yetkinlik kazandıracak program modülleri önceden belirlenecek ve piyasa ihtiyaçlarına göre sürekli güncellenecektir.

Bir kısım uzmanlaşmalar da doğrudan yüksek lisans ve doktora programlarına bırakılacaktır. Lisans programlarının tersine lisansüstü programlar tamamen piyasa talepleri, entelektüel ilgiler çerçevesinde adeta her yıl değişen içeriklerle çeşitlendirilecektir. Örneğin ekonomi alanındaki yüksek lisans programları ekonomi teorisi, tarihi, politikası değil de para-banka, finansal piyasalar, eğitim ekonomisi (economics of education3), evlilik ekonomisi (economics of marriage), suç ekonomisi (economics of crime), bilgi ekonomisi (economics of knowledge), mutluluk ekonomisi (economics of happiness) dil ekonomisi (economics of language), dijitalleşme ekonomisi (economics of digitalisation), din ekonomisi (economics of religion), sağlık ekonomisi (economics of health), kültür ekonomisi (economics of culture), politik ekonomi (political economy), terörizm ekonomisi (economics of terrorism) gibi yüzlerce farklı alt alanda açılabilecektir. Bu programlar, uzaktan eğitimin imkânları da kullanılarak, ülkenin her bir köşesinde ilgisi ve ihtiyacı olanların katılımına açık hale getirildiğinde, bazı programlar talebe göre sadece birkaç yerde bazıları da çok yerde açılacağından esnek bir yapı oluşacaktır. Yeterli başvuru olmayan alt alanlar hızla yerlerini başkalarına bırakacağı için, arz-talep uyumu daha kısa sürede gerçekleşecektir.

Bu mezuniyet sonrası alt alan uzmanlaşması modeli sadece ilk kez piyasasına çıkanlar için değil, değişik sebeplerle değiştirmek isteyenler için de önemli fırsatlar sunar. Bir dönem memnun olduğu işinden başka bir dönemde memnun olmayanlar için de değiştirmenin işlem maliyetleri azaltılmış olur. Tüm dünyada yükseköğretim kitleselleştikçe alt alan uzmanlaşma ihtiyacı hem çeşit hem de derinlik yönünden artış gösterir. Bu uzmanlık alanlarının bir kısmı dikey (geniş alan, dar alan, ayrıntılı alan, konu-spesifik alan) bir kısmı da yatay (disiplinler arası) olarak gerçekleşir.

Bu “sonradan kolay telafi” mekanizmasını, sadece bir programın alt uzmanlık alanları arasında değil, mezuniyet sonrasında diploma programları arasında da sağlamak gerekir. Bu da beraberinde, diplomalar arası geçişlerde, ortak dersleri saydırarak, az sayıda ilave ders almak suretiyle başka programları tamamlamanın kolaylaştırılmasını getirir. Diploma rantı düştüğü için rant kavgası azalacağından, bir kişinin birkaç alanda lisans diploma sahibi olması normalleşmeye başlar. Hangisine ihtiyacı olursa onu kullanır. Eğitim tabana yayıldığında, geçmişte ayrıcalık sağlayan bir alanda diploma sahibi olmak tarihe karışacak, her birey birkaç alanda diploma sahibi olur hale gelecektir. Nitekim bu esnekliğin tipik bir örneği, çift anadal diploması alan mezun sayılarındaki artıştır. Bunun teşvik edilmesi ve kolaylaştırılması gerekir.

Liseyi yeni bitirmiş bir gençten, her on yılda bir değişen bir gelecek oluşumu içinde yaşadığı dönemdeki deneyimli uzmanların bile tahmin edemediği geleceği berrak bir şekilde tahmin edip, kendisi için en uygun seçenekleri belirleyip ona göre bir programa kaydolmasını istemek büyük haksızlıktır. Bu beklenti, geçmişte olduğu gibi mesleklerin en fazla bir insan ömrü geçince değiştiği zamanlarda mantıklı olabilirdi, ancak, bugün kesinlikle değil. Bir diplomanın “piyasa değeri”nin programa kaydolunan dönem ile mezun olunan dönem arasında bile değiştiği bir zamanda, sabit meslek tanımları üzerinden tercih oluşturma günün gerçekleriyle örtüşmemektedir. Bunun için insanlara okuyup bilgi edindikçe kararlarını değiştirme ve yenileme imkânı tanıyan esnek bir yükseköğretim ekosistemi oluşturmak gerekir.

Dolayısıyla lisans öğretim süresi üç yıla indirilirken, her bir lisans programının alt uzmanlık profillerinin ayrıntılı biçimde belirlenmesiyle birlikte bir yandan eğitimin tabana yayılması kolaylaşacak, diğer yandan piyasasının ihtiyaç duyduğu ve hızla değişen alt alanlarda görece az kişiye (kaynak tasarrufu), odaklı (derinleşme imkanı sunan) ve yüksek motivasyonlu bir uzmanlaşma ortamı oluşturulmuş olacaktır.

Yılda İki Kez Üniversiteye Giriş Sınavı

Mevcut üniversiteye giriş sisteminde her yıl bir merkezî yerleştirme öngörülmektedir. Merkezî yerleştirmenin bazı sakıncaları yanında ülkemizdeki yaygın kayırıcılık ve sınav kültürü nedeniyle fırsat eşitliği yaratması bakımından avantajları daha çoktur. Bu sebeple merkezî yerleştirmeyi, sınav stresini azaltacak biçimde yılda iki kez yapmak uygun olacaktır. Tabii ki bu uygulamayı da etkin kılacak bazı yan düzenlemeler gerekecektir.

İki sınav ile iki ayrı yerleştirme olacağı için kontenjanlar yıllık değil dönemlik olarak belirlenecek, öğrencilere yılda iki kez yerleşme imkânı tanınmış olacaktır. Bir sınavı kaçıran, bir yıl yerine altı ay beklemek durumunda kalacaktır. Bu uygulamanın etkinliğini artırmak için tarım toplumu alışkanlığının devamı olan yaz tatili uygulaması yerine 2547 sayılı Kanunun 44(b) maddesindeki bir yılda üç dönem eğitim imkânı seçeneğini de hayata geçirmek gerekir. Çok az ilave kaynak kullanımı ile bir yıl içinde üç dönem eğitim verilerek toplam dönemlik kredi yükü veya ön şartlı dersler nedeniyle zaman sorunu yaşayan öğrencilere yılda üç dönem eğitim sunmak büyük kolaylık sağlar. Üç dönem uygulaması nedeniyle öğretim üyelerinin yükünü dengeleyecek düzenleme 2547 sayılı Kanunun 44(ç) maddesiyle yapılmış durumdadır.

Ayrıca diploma programları için asgariye indirilen zorunlu dersler her dönem açılacak biçimde ders programları oluşturulduğunda, düzenli – düzensiz öğrenci uygulaması da sona erer. Bazı dersler akşam saatlerine kaydırılarak hem gündüz çalışanlara hem de farklı yerleştirme dönemlerinde başlayanlara programı tamamlamada yeni seçenekler sunulmuş olur.

Bir de eğer yükseköğretimin amaçlarından biri mevcut haliyle çok hızlı yeni istihdam yaratamama nedeniyle hayatına atılma yaşını-zamanını geciktirmek değilse, bu uygulama ilk öneriyle de birleştirildiğinde yükseköğretim süresinde (dolayısıyla örgün öğretimde geçen süre istatistiğinde) kısalmaya neden olur.

Önceki Öğrenmenin Tanınması, Ulusal Dersler, Ulusal Diplomalar

Günümüzde lisans öğretiminin kapsamındaki bilgilerin büyük ekseriyeti, ücretsiz biçimde internet üzerinden edinilebilecek durumdadır. Uygulama gerektiren alanlarda gerekli beceriyi de kazandığını savunan kişilerin bilgi, beceri ve yetkinliklerini, resmî diploma derecelerine dönüştürme konusunda 2547 sayılı Kanunun 44(b) maddesinde geçen “ilgili programın tamamlanmasına yönelik önceden kazanılmış yeterliliklerin tanınması” düzenlemesi artık hayata geçirilmeye başlanmalıdır. Bu konuda dört ayrı kulvar oluşturulabilir.

İlki, farklı zamanlarda farklı yükseköğretim kurumlarından veya serbest öğrenme ile yaygın eğitim yoluyla elde edilen kazanımların ve bunlara karşılık gelen kredilerin, üniversitelerden biri tarafından lisans diplomasına transfer edilmesi ve dönüştürülmesidir. Bunu sağlayacak usul ve esaslar belirlenmeli, bazı programlar pilot seçilerek bu konuda iyi uygulama örnekleri ile yol açılmalıdır. Bunun basit hali ders muafiyeti biçiminde uygulanmaktadır. Ancak buradaki öneri, ders saymanın ötesine geçilerek, her türlü kurum dışı öğrenmenin kurumsal belgelendirmeye kavuşturulmasıdır.

İkincisi, değişik zamanlarda farklı üniversitelerden veya kurumsal yapılardan alınan belgelerin, gerektiğinde ölçme ve değerlendirmesi de yapılarak lisans derecesine eşdeğerliğini sağlayan bir ulusal otorite tanımlanmalıdır. Eğitimde kalitenin takipçisi ve kalite garantisinin sağlanmasında sadece üniversiteler değil ilgili tüm kurumlar sorumlu olmalıdır. Burada Yükseköğretim Kurulu ilk inisiyatifi kullanabilir, zamanla bu işler bir yeterlilik kurumuna devredilebilir. Bilgi toplumunda yükseköğretim kurumlarının kazandırmayı vadettiği öğrenme kazanımlarına sahip olduğunu iddia eden adayların sesine kulak verilmeli, öğrenme kazanımlarını edinmeyi formel kurumlar dışında halleden bu bireyler yok sayılmak yerine toplumu büyük bir maliyetten kurtardıkları için ödüllendirilmelidir. Okula gelmeden öğrenen ve beceri kazanan birine, “senin bilgi ve becerini tanımıyorum” demenin hiçbir mantıklı açıklaması olamaz.

Üçüncüsü, mevcut koşullarda açılan bazı derslerin farklı üniversite öğrencileri tarafından alınabilmesine imkân sağlanmalıdır. Bunun için üniversiteler, lisansüstünden başlayarak her dönem açtıkları görece fazla uzmanlaşma gerektiren dersleri, sadece kendi kayıtlı öğrencilerine değil, o derse kaydolma yeterliliğinde olan diğer üniversite öğrencilerinin de seçebileceği biçimde sunabilmelidir. Bunun için tüm Türk yükseköğretim sistemini bir çatı altında toplayan, ders kaydı ve not girişinde öğretim üyesine yükü çıkarmayan bir platform kurulmalı ve o platformda sunulan dersleri tüm üniversite öğrencileri açılan kontenjan doluncaya kadar seçebilmelidir. Diyelim bir üniversitenin o alanda uzmanlaşmış bir hocası “Blokzincir Para” adında çok dar bir alanda 30 kontenjanlı bir dersi veriyor olsun. Dersi açan üniversiteden 10 öğrencinin, diğer üniversitelerden de 20 öğrencinin “ilk gelen kaydolur” prensibine göre bu dersi alabildiği bir ortam oluşturulur. Böylece bu ders sadece öğretim üyesinin bulunduğu üniversitenin (yerel) değil tüm Türkiye’nin (ulusal) dersi haline gelebilir. Farklı farklı üniversitelerde okuyan birer ikişer istekli öğrenciden bir ulusal sınıf oluşur. Böyle bir dersin yükseköğretime katkısı, spesifik bir konunun yurt sathına dağılmış sınırlı sayıda isteklisi olan öğrencilerin içerik ihtiyaçlarını karşılama ile sınırlı kalmaz. Farklı farklı yükseköğretim kurumlarının öğrencilerinin bir ders etkinliği ile bir araya gelmiş olmaları her birine içerik dışında da bazı ilave yetkinlikler kazandırabilir. Bu sistem, dikey uzmanlaşmayı sağladığı gibi yurt sathına dağılmış taleplerin her biri için ayrı kapasite yaratma sorununu da (ölçek ekonomisi oluşturarak) gidermiş olur.

Dördüncüsü, üniversite dışı ortamlarda (vakıf, dernek, birlik, internet yayını, resmî veya özel kurumlar) güncel olarak üretilen bilgilerin üniversitelerin resmî programları içinde kredilendirilmesine fırsat verilmesidir. Bunun için dönem boyunca öğrenciler, öğrencisi oldukları üniversitenin dışındaki kurumlarda üretilen bilgi ve deneyimleri, izlencede belirtilen biçimde takip ederek tanımlanan sorumluluklar çerçevesinde (etkinliğe yararlanıcı olarak katılma, etkinlikte sorumluluk alma, soru sorma, mülakat yapma, birkaç dakikalık sözlü veya görüntülü özet sunma, değerlendirme yapma vb.) edindikleri öğrenim kazanımlarını sınıf arkadaşları ve dersin hocasına ileterek onu müfredatın bir parçası haline getirebilirler. Böylece üniversite dışı ortamlarda üretilen bilgiler de belirli bir süzgeçten geçtikten sonra üniversitenin kredi sistemine dâhil edilmiş olur. Bu hem öğrencileri üniversite dışına açar hem de üniversite dışındaki birikimi içeri taşır. Fildişi kuleler şeffaflaşır.

Dört Beceriyi Ölçen Yabancı Dil Sınavları

Bir yabancı dili iyi bilmek yirminci yüzyıl becerileri arasında öne çıkmaktadır. Çünkü yüksek düzeyde küresel ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasal hareketlilik başka toplumların dillerini bilme ihtiyacını giderek artırmaktadır. Simultane tercüme araçları tam geliştiğinde bu ihtiyacın kısmen azalacağı beklenmekle birlikte dünyanın büyük ekseriyetinin kullandığı dilleri öğrenme ihtiyacının devam edeceğini söylemek çok yanlış değildir. Bu sebeple ülkemizde yabancı dil öğrenimindeki tutukluğun aşılması gerekir. Bu sorunun çözümündeki araçlardan biri yabancı dil sınavlarıdır. Ülkemizde hem kamu kurumlarının kariyer personelinin işe girişlerinde hem de üniversitelerde akademik terfi aşamalarında bir yabancı dili bilme şartı önemli kriterlerden biridir. Ancak dil seviyesini ölçerken sadece okuma ve anlama becerisini göz önüne alan sınavların yapılması, dil öğreniminde de sadece okuma ve anlamaya yüklenilmesine neden olmaktadır. Sınavların geriye dönük biçimlendirici etkisi nedeniyle dil öğretimi de dinleme-anlama, konuşma ve yazma becerilerini önemsiz hale getiren bir nitelik kazanmaktadır. Bu nedenle dillerin öğrenilmesinde temel olan bu dört beceriyi (okuma-anlama, dinleme-anlama, yazma ve konuşma) ölçen bir sınav sistemine hemen geçilmelidir. Başka bir yerde4 ayrıntılı açıklandığı üzere ÖSYM hem teknolojik altyapı hem de sınav tasarımı bakımından bunu birkaç dil özelinde hemen yapabilecek durumdadır. Burada öncelikle yabancı dil öğreticileri bu sınavlara tabi tutulacağı için yabancı dil öğretim sistemi de dört beceriyi dengeli kazandırma şeklinde hızla değişecektir. İlk aşamada (varlık nedeni ve meşruiyeti sorgulanan) YÖKDİL dört beceriyi ölçen sınava dönüştürüldüğünde yükseköğretimden başlayarak dil bilgi düzeyinin yetersizliğini gidermeye dönük ulusal sınav sorunu konusunda ciddi bir adım atılmış olacaktır.

Sonuç: Eğitimi tabana yaymaktan korkmamak gerekir. Eğitim tabana yayıldıkça diploma rantının azalmasına bakarak bunun yanlış bir şey olduğu düşüncesi şeytanın vesvesesidir! Çünkü daha çok kişiye daha çok eğitim, fiyatlanamadığı için miktarı tam olarak belirlenemese de, toplam faydayı artırır. Yani eğitimin toplam faydasını, yarattığı rantların toplamı olarak görmek yanıltıcıdır. Bir toplum, kaynakları israf etmeden daha çok kişiye daha çok eğitim vermenin yollarını bulduğu ölçüde başarılı olur. Buradaki öneriler bu amaca yöneliktir.

Şimdilik bunlar!


[


  1. [http://omer-demir.net/herkes-universite-okursa-halimiz-nice-olur/; http://omer-demir.net/egitim-reformu-nicin-bu-kadar-zor/footnote] Bazıları “bu kadar mezun fazla” derken, bazıları “meslek lisesi memleket meselesi”ne takılıp kalmış durumda. http://omer-demir.net/gercekten-meslek-lisesi-memleket-meselesi-mi/

  2. http://omer-demir.net/herkes-universite-okursa-halimiz-nice-olur/

  3. Literatürde yerleşikliği göz önüne alınarak İngilizce karşılıkları verilmiştir.

  4. Ömer DEMİR; O Gece ÖSYM, 15 Temmuz 2016 Darbe Girişimi Öncesi ve Sonrası, Kadim Yayınları, 2021 ss.

M. Emin Zararsız –

Hemen her dönemde ve ülkede üzerinde en çok konuşulan/tartışılan/değerlendirilen/eleştirilen konuların başlarında eğitim öğretim konusu gelmektedir. Çünkü bilgi durağan olmadığı gibi eğitim öğretim de durağan değildir ve geleceğin inşasının ve devamlılığının en önemli basamağını eğitim öğretim oluşturmaktadır.

Türkiye eğitim sistemi de herhalde üzerinde en çok konuşulan, çok sayıda aktörler tarafından konuşulan ve en çok eleştirilen konuların başlarında geliyordur. Eğitim sistemi üzerinde konuşanları sıraladığımızda, unuttuklarımız hariç siyasiler, akademisyenler, öğretmenler, eğitim yöneticileri (ilköğretim ve ortaöğretim kademesindeki yöneticilerin kamuya açık ortamlarda konuşması/yazması yasak olduğundan yükseköğretim kademesindeki), uzmanlar, veliler ve öğrenciler şeklinde yedi grupta toplayabileceğimiz kişiler karşımıza çıkmaktadır. Üstelik bu değerlendirmeler en bilimsel düzeydeki makale, kitap ve tartışmadan tutun da ev ortamlarından, kahvehanelere varıncaya kadar hemen her yerde ve ortamda yapılmaktadır.

TÜİK verilerine göre Adrese Dayalı Nüfus Kayıt Sistemi sonuçlarına göre yabancılar hariç 31 Aralık 2021 tarihi itibarıyla toplam nüfus 84.680.273 kişi; ayrıca kurs, turizm, bilimsel araştırma vb. nedenlerle 3 aydan kısa süreli vize veya ikamet iznine sahip yabancılar ile geçici koruma statüsüyle ülkede bulunan Suriyeliler hariç ülkemizde ikamet eden yabancı nüfus ise 1.792.036 kişi olmuştur.

Yine TÜİK verilerine göre 31 Aralık 2021 tarihi itibarıyla yabancı nüfus hariç 3-24 yaş grubunda 28.592.898 kişi bulunmaktadır. 2020-2021 öğretim yılı itibarıyla ise ülkemizde okulöncesinde (3-5 yaş) 1.225.981, ilkokullarda 5.328.391, ortaokullarda 5.212.969, ortaöğretimde (liselerde) 6.318.602 ve yükseköğretimde (önlisans ve lisans, açıköğretim dâhil) 7.791.280 (açıköğretim hariç 4.796.481) olmak üzere toplam 25.877.193 öğrenci öğrenim görmektedir. Diğer bir ifade ile toplam nüfusun yüzde 30,55’ini öğrenciler oluşturmaktadır.

Ülke nüfusunun yaklaşık üçte birinin öğrenci olduğu bir yapıda elbette eğitim konuları herkesin öncelikli gündeminde yer alacaktır.

Eğitimle ilgili konuşulan/tartışılan/değerlendirilen/eleştirilen konulara baktığımızda ise konuları genel olarak şu başlıklar altında toplayabiliriz: Eğitimin niteliği, fiziki sorunlar, beşeri kaynaklar, tür çeşitliliği, müfredat, ölçme-değerlendirme, kademeler arası geçiş sistemi, teşkilatlanma, kademeler arası geçişte avantaj sağlayabilmek için dershane/kurs/özel ders vd.

Artık bir veli veya öğrenci olmamakla birlikte Milli Eğitim Bakanlığı Müsteşarı olarak görev yapmış, iki dönem YÖK üyeliği yapmış ve halen bir yükseköğretim kurumunda ders veren bir akademisyen olarak yukarıda sayılan konularla ilgili elbette bir şeyler söyleyebilmek mümkündür. 1 Ancak bu yazıda Türkiye eğitim sistemi, çok da fazla gündeme getirilmeyen farklı bir açıdan bakışla değerlendirilmeye çalışılacaktır: Eğitim mevzuatı.

Bilindiği üzere okulöncesini dikkate almazsak ülkemizde eğitim sistemi üç kademeden oluşmaktadır: İlköğretim, ortaöğretim ve yükseköğretim kademeleri. Her üç eğitim kademesini de düzenleyen farklı kanunlar ve bu kanunlara dayanılarak çıkarılan ikincil mevzuat bulunmaktadır. İşte bu üç kademeyi düzenleyen kanunların çıkarıldığı dönemler itibarıyla eğitim sistemine bir bakış yapılacaktır. Hemen baştan belirtelim ki bu üç kademeyi düzenleyen temel üç kanun da ülkemizde çok sık yaşadığımız olağanüstü yönetim dönemlerinde çıkarılmıştır.

O halde öncelikle olağanüstü yönetim dönemlerini belirlemeye çalışalım.

Cumhuriyetin ilan edildiği 29 Ekim 1923 tarihinden bugüne kadar geçen 98 yıldan fazla süre içerisinde Türkiye Cumhuriyeti Devleti çok sayıda olağandışı yönetim dönemleri yaşamıştır. Bu olağandışı yönetim dönemlerini şu şekilde belirlemek mümkündür.

Yeni kurulan devlet, kurucu babanın/babaların egemen olduğu 1923-1938 arasında Mustafa Kemal ATATÜRK, 1938-1950 arasında İsmet İNÖNÜ ve parlâmentoda tek parti (Cumhuriyet Halk Fırkası/Partisi) tarafından yönetilmiştir. Dönemin karakteristik özelliği ise reddi mirasa dayalı yeni bir ulus devlet inşa etmektir.

27 Mayıs 1960 darbesi ve 15/10/1961 tarihinde yapılan milletvekili genel seçimine kadar devam eden dönem Türk Silahlı Kuvvetleri içindeki bir cunta tarafından gerçekleştirilen ilk askerî darbe dönemidir. Bu dönemde parlâmento feshedilmiş, yürütme görevden uzaklaştırılmış, cunta üyelerinden oluşan Milli Birlik Komitesi (MBK) ülkeyi yönetmiştir.

12 Mart 1971 Muhtırası ve 14/10/1973 tarihinde yapılan milletvekili genel seçimine kadar devam eden dönem yine bir olağandışı dönem olmakla birlikte bu dönemde hükûmet istifa etmiş ancak parlâmento feshedilmemiştir.

12 Eylül 1980 darbesi ve 6/11/1983 tarihinde yapılan milletvekili genel seçimine kadar devam eden dönem Türk Silahlı Kuvvetlerinin emir komuta zinciri içinde doğrudan yönetime el koyduğu, yasama, yürütme ve yargı yetkilerinin Genel Kurmay Başkanı ve kuvvet komutanlarından oluşan Milli Güvenlik Konseyi (MGK) tarafından kullanıldığı, parlâmentonun ise feshedildiği bir dönem olmuştur.

28 Şubat 1997 post-modern darbe ve işbaşındaki hükûmetin istifa etmesiyle 18 Haziran 1997 tarihinde başlayan ve 18 Nisan 1999 tarihinde yapılan milletvekili genel seçimine kadar devam eden dönem. Bu dönemde hükûmet istifa etmiş ancak parlâmento feshedilmemiştir.

27 Nisan 2007 e-Muhtırası ve 15 Temmuz 2016 darbe teşebbüsü dönemlerinde ne hükûmet değişikliği ne de parlâmentonun görevinin sona ermesi söz konusu olmuştur. 27 Nisan 2007 e-Muhtırası esnasında işbaşında bulunan 59. Hükûmet ve parlâmento ile 15 Temmuz 2016 darbe teşebbüsü esnasında işbaşında bulunan 65. Hükûmet ve parlâmento görevlerine devam etmişlerdir. Ancak 15 Temmuz 2016 darbe teşebbüsünden sonra 21 Temmuz 2016 tarihinde Olağanüstü Hâl ilan edilmiş ve 19 Temmuz 2018 tarihine kadar devam etmiştir.

Olağanüstü dönemler ve bu dönemlerdeki yönetimlerin karakteristik özelliğini yürürlükteki hukuk sisteminin, parlâmentonun ve demokrasinin askıya alınması; bu dönem yöneticisinin/yöneticilerinin kural oluşturması, aldıkları kararlarının hukuk yerine geçmesi ve bu kararların herhangi bir merci tarafından denetlenememesi şeklinde özetlemek mümkündür.

Türkiye eğitim sistemini düzenleyen üç temel kanun bulunmaktadır: 5/1/1961 tarihli ve 222 sayılı İlköğretim ve Eğitim Kanunu, 14/6/1973 tarihli ve 1739 sayılı Milli Eğitim Temel Kanunu, 4/11/1981 tarihli ve 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu. Elbette bu kanunların dışında da çok sayıda kanun, ayrıca kanun hükmünde kararname, Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile tüzük, yönetmelik, yönerge, tebliğ, genelge, usul ve esas biçimlerinde aşırı çok sayıda ikincil düzenlemeler de bulunmaktadır. 2 İlköğretim (ilkokul ve ortaokul) kademesindeki eğitim öğretimi düzenleyen 5/1/1961 tarihli ve 222 sayılı İlköğretim ve Eğitim Kanunu 27 Mayıs 1960 tarihinde gerçekleştirilen askerî darbe döneminde, henüz normal demokratik siyasi hayata geçilmeden önce ve 9 Temmuz 1961 tarihinde kabul edilen 1961 Anayasası yürürlüğe girmeden çıkarılmış bir kanundur. Doğal olarak darbe yönetiminin düşünceleri çerçevesinde hazırlanmış ve kabul edilmiş bir kanun olarak eğitim öğretim sürecinin ilk basamağını düzenlemektedir.

Türk millî eğitiminin düzenlenmesinde esas olan amaç ve ilkeleri, eğitim sisteminin genel yapısını, öğretmenlik mesleğini, okul bina ve tesislerini, eğitim araç ve gereçlerini ve Devletin eğitim ve öğretim alanındaki görev ve sorumluluğu ile ilgili temel hükümleri bir sistem bütünlüğü içinde düzenlemek (md. 1) üzere çıkarılan 14/6/1973 tarihli ve 1739 sayılı Milli Eğitim Temel Kanunu 12 Mart 1971 Muhtırası üzerine meşru seçimler sonucu oluşan 32. Türkiye Cumhuriyeti hükûmetinin (Süleyman Demirel) istifası sonrası oluşan hükûmetler döneminde çıkarılmış bir kanundur. Her ne kadar Muhtıra üzerine parlâmento feshedilmemiş, 12 Ekim 1969 tarihinde yapılan seçimlerle oluşan parlâmento görevine devam etmiş ise de, Nihat ERİM (26/03-22/05 1972) Ferit MELEN (22/05/1972-15/04/1973) ve Naim TALU (15/04/1973-26/01/1974) başbakanlıklarında ve teknokratlardan oluşan üç ayrı hükûmet tarafından yürütme görevi yerine getirilmiştir. 1739 sayılı Kanun ise Naim TALU Başbakanlığındaki Adalet Partisi (AP), Cumhuriyetçi Güven Partisi (CGP) ve bağımsızlardan oluşturulan 36. Türkiye Cumhuriyeti Hükûmeti döneminde hazırlanarak kanunlaştırılmıştır.

Yükseköğretimle ilgili amaç ve ilkeleri belirlemek ve bütün yükseköğretim kurumlarının ve üst kuruluşlarının teşkilatlanma, işleyiş, görev, yetki ve sorumlulukları ile eğitim – öğretim, araştırma, yayım, öğretim elemanları, öğrenciler ve diğer personel ile ilgili esasları bir bütünlük içinde düzenlemek (md. 1) üzere çıkarılan 4/11/1981 tarihli ve 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu ise 12 Eylül 1980 tarihinde gerçekleştirilen askerî darbe döneminde, henüz normal demokratik siyasi hayata geçilmeden önce ve 18 Kasım 1982 tarihinde kabul edilen 1982 Anayasası yürürlüğe girmeden çıkarılmış bir kanundur.

Yürürlüğe girdiği ilk haliyle 91 esas madde ve 5 geçici maddeden oluşan 222 sayılı Kanun, zaman içerisinde 32 maddesi ilga edilmiş, 4 ek madde ile 6 geçici madde eklenmiştir. Ayrıca çok sayıda fıkra, bent, alt bent ilga edilmiş, eklenmiş, değiştirilmiştir. 222 sayılı İlköğretim ve Eğitim Kanunu, esasen çok sayıda hükümleri uygulanamaz hale gelmiş ve eğitim sistemleri için en önemli eleştiri olarak ileri sürülen “tek tipe formatlanmış nesil” ve “makbul vatandaş yetiştirme”ye yönelik ideolojik tarafı pek bulunmayan, daha çok ilköğretim okullarının kurulması ve yönetilmesine ilişkin hususları düzenleyen teknik içerikli bir kanundur. Kabul edildiği 1961 yılı için ileri derecede sayılabilecek çoğu hükümlerinin bugün için bir anlamı, karşılığı bulunmamaktadır. Yine o dönem için öngörülen genel bütçe gelirlerinin yüzde 3’ünün, özel idare gelirlerinin yüzde 20’sinin, köy gelirlerinin yüzde 10’unun ilköğretim okulu ve öğretmen lojmanı yapılmak üzere ayrılmasına ilişkin bütçeye ilişkin hükümler, halen Kanunda muhafaza edilmekle birlikte uzun yıllardır uygulanmamaktadır. Köy ilköğretim okullarının çoğunun kapatılarak taşımalı eğitimin gerçekleştirildiği bir dönemde halen bu Kanuna dayanarak köylere ilköğretim okullarının yapılması, bu okullara “uygulama bahçesi” yapılması, bu okullar yanına kurulacak “öğretmen lojmanlarına” “öğretmen bahçesi” yapılması gibi hususlar günümüz için karşılığı olmayan hususlar olmakla birlikte Kanunda muhafaza edilen hükümlerdendir.

222 sayılı Kanunla ilgili “tek tipe formatlanmış nesil” ve “makbul vatandaş yetiştirme”ye yönelik ideolojik tarafı bulunmama hâli, 1739 sayılı Milli Eğitim Temel Kanunu ile 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu için söylenemeyecek durumlardır. Tam da “tek tipe formatlanmış nesil” ve “makbul vatandaş yetiştirme”ye yönelik ideolojik kanun nitelemesine bu iki kanun da uymaktadır.

Yürürlüğe girdiği ilk haliyle 64 esas madde ve 1 geçici maddeden oluşan 1739 sayılı Kanun, zaman içerisinde iki maddesi ilga edilmiş (3/2/2022 tarihli ve 7354 sayılı Öğretmenlik Meslek Kanunu ile), 1 ek madde ile 3 geçici madde eklenmiştir. Ayrıca çok sayıda fıkra, bent, alt bent ilga edilmiş, eklenmiş, değiştirilmiştir. Bu Kanunun önemli bir özelliği adında “temel” nitelemesi bulunan çok nadir kanunlardan biri olup 3 sadece ortaöğretim kademesini değil, genel olarak “Türk milli eğitim sistemini” ve kapsamda ilköğretim ve yükseköğretim kademesini de düzenleyen bir kanundur. Tüm eğitim kademelerini kapsayacak şekilde Birinci Kısımda “Türk Milli Eğitim Sistemini Düzenleyen Genel Esaslar” düzenlenmiş, Birinci Kısmın Birinci Bölümünde “Türk Milli Eğitiminin Amaçları” “Genel amaçlar” ve “Özel amaçlar” şeklinde belirlendikten sonra İkinci Bölümünde ise “Türk Milli Eğitiminin Temel İlkeleri” ondört başlık ve maddeler hâlinde düzenlenmiştir. Bundan sonra ise örgün eğitim ve yaygın eğitim ayırımı içinde örgün eğitim olarak okulöncesi eğitim, ilköğretim, ortaöğretim, yükseköğretim, ortaöğretimden yükseköğretime geçiş; yaygın eğitim, öğretmenlik mesleği, okul binaları ve tesisleri, eğitim araç ve gereçleri düzenlenmiştir. Özellikle Kanunun ilk onyedi maddesinde “tek tipe formatlanmış nesil” ve “makbul vatandaş yetiştirme”ye yönelik ideolojik yaklaşım yer almaktadır.

Yürürlüğe girdiği ilk haliyle 68 esas madde ve 28 geçici maddeden oluşan 2547 sayılı Kanun, zaman içerisinde iki maddesi ilga edilmiş, 8 esas madde, 45 ek madde ile 54 geçici madde eklenmiştir. Ayrıca sayısız fıkra, bent, alt bent ilga edilmiş, eklenmiş, değiştirilmiştir. Bu Kanun da 1739 sayılı Milli Eğitim Temel Kanunu gibi “tek tipe formatlanmış nesil” ve “makbul vatandaş yetiştirme”ye yönelik ideolojik yaklaşımla hazırlanmış ve buna ilişkin hükümler bulunmaktadır. Kanunun “Genel Hükümler” başlığını taşıyan İkinci Bölümünde “yükseköğretimin amacı” ve “ana ilkeler” bu anlamdaki yaklaşımı gösteren düzenlemelerdir. Bundan sonra ise Yükseköğretim Kurulu (YÖK), Yükseköğretim Denetleme Kurulu (YDK) ve Üniversitelerarası Kurul (ÜAK) oluşturularak yükseköğretimdeki yetkilerin büyük çoğunluğu bu merkezî kuruluşlara verilmiştir. Bundan sonra yükseköğretim kurumları, yetkilerin çoğunluğu rektörde toplanacak şekilde düzenlenmiştir. Daha sonra öğretim elemanları, öğretim ve öğrenciler, disiplin ve ceza işleri, mali hükümler, ek maddelerin bir kısmında ise vakıf yükseköğretim kurumları düzenlenmiştir.

Demokratik siyasi hayatı çalkantılı, inişli-çıkışlı olan ülkeler bakımından genelde siyaset bilimciler ve hukukçular tarafından “olağanüstü dönemlerde yapılan düzenlemelerin geri alınması halinde demokratik bir düzen getirilmiş olur” şeklinde bir kabul ifade edilir. Bu kabulü yukarıda kısaca belirtilen ancak etkileri çok yüksek ve uzun süreli eğitim öğretim alanını düzenleyen kanunlar bakımından evleviyetle düşünmek ve uygulamak gereklidir.

Milli Eğitim Bakanlığı Müsteşarı olarak görev yaptığım dönemde, 2012 yılında Bakanlık içinde bir komisyon marifeti ile başta 222 sayılı Kanun ve 1739 sayılı Kanun olmak üzere ilköğretim ve ortaöğretim kademesini düzenleyen toplam 15 adet kanun/kanun hükmünde kararnameyi komple yürürlükten kaldırarak her türlü ideolojik yaklaşımdan uzak, sade, nitelikli eğitim öğretime odaklanmış bir “Millî Eğitim Temel Kanunu Tasarı Taslağı” hazırlanmış ve Bakanlığın tüm birim amirleri ile tartışılarak son şekli verilmişti. Ancak ne yazık ki bu metin bu aşamadan sonra ne Bakana ne Başbakana ne de kamuoyuna arz edilebilmiştir.

YÖK Üyesi olarak görev yaptığım dönemde ise 6 YÖK Üyesi olarak bir komisyon halinde, 2011 yılında merkez eksen olarak yükseköğretim kurumlarını esas alan, merkezî kuruluşlara ait yetkilerin çoğunu yükseköğretim kurumlarına (üniversitelere) devreden, yükseköğretim kurumlarında ise senato, yönetim kurulu, fakülte kurulu gibi kurulları yetkilendiren, yükseköğretim kurumları bakımından Üniversite Konseyi/Mütevelli Heyet öngören bir “Yükseköğretim Kanunu Tasarısı Taslağı” hazırlanmıştır. Bu metin dönemin Başbakanı tarafından görevlendirilen Başbakan Yardımcısı, Milli Eğitim Bakanı, TBMM Milli Eğitim Komisyonu Başkanı ve Başbakanlık Müsteşarından oluşan bir komisyonla da baştan sona gözen geçirilmiştir (bu Komisyon üyelerinden Başbakanlık Müsteşarı dışındaki diğerleri Prof. Dr. unvanlı akademisyen kişiler idi). Ancak bu metin YÖK yönetiminde gerçekleşen değişimle birlikte ilk hazırlanan metinle ve metne hâkim olan düşünce ile ilgisi olmayan, merkezi yeniden güçlendiren bir şekle dönüştürülerek TBMM’ye sevk edilmek üzere Milli Eğitim Bakanlığına gönderilmiş, Milli Eğitim Bakanlığı olumsuz görüşle Başbakanlığa arz etmiş ve Başbakanlıkta kalmıştır.

Sonuç olarak hâlen eğitim öğretim sistemimizin üç kademesi de darbe dönemlerinde hazırlanarak yürürlüğe konulmuş üç kanunla düzenlenmeye devam etmektedir. 21. Yüzyıl Türkiye’sine yakışmayan, demokratik hukuk devleti ile bağdaşmayan, nitelikli eğitimden ziyade “tek tipe formatlanmış nesil” ve “makbul vatandaş yetiştirme”yi öngören bu kanunlar derhal yürürlükten kaldırılarak bir yükseköğretim kademesi için bir de okulöncesi, ilköğretim ve ortaöğretim kademesi için yaygın eğitimi de kapsayacak şekilde çağın ve ülkemizin ihtiyaçlarını karşılayan, nitelikli eğitimi amaçlayan, ideolojilerden arınmış bir düzenlemeye acil ihtiyaç hâlen devam etmektedir.


  1. Söz konusu başlıklar çerçevesinde Yeni Türkiye Dergisinin 2014 yılında yayınladığı Eğitim Özel sayısında yayınlanan makalemize bakılabilir: “Türk Eğitim Sistemine Genel Bir Bakış: Sorunlar ve Öneriler”, Yeni Türkiye, Yıl 10, Sayı 58, Mayıs-Haziran 2014, Türk Eğitimi Özel Sayısı I. s. 143 – 178. (http://yeniturkiye.com/display.asp?c=0581)

  2. Mesela sadece Milli Eğitim Bakanlığı web sitesinde okulöncesi, ilköğretim ve ortaöğretim düzeyindeki eğitim öğretim sistemini düzenleyen 24 adet kanun, 2 adet kanun hükmünde kararname, 5 adet Cumhurbaşkanlığı kararnamesi, 1 adet tüzük, 2 adet Cumhurbaşkanı kararı, 15 adet Bakanlar Kurulu Kararı, 126 adet yönetmelik, 93 adet yönerge, 7 adet tebliğ, 17 adet usul esas, 9 adet Cumhurbaşkanlığı genelgesi, 339 adet Bakanlık genelgesi, 1 adet ana statü, 22 adet işbirliği protokolü, kılavuz vb. listelenmekte ve metinleri verilmektedir. Yükseköğretim Kurulu web sitesinde ise 9 adet kanun, 4 adet Cumhurbaşkanlığı kararnamesi, 4adet kanun hükmünde kararname, 2 adet Bakanlar Kurulu Kararı, 2 adet tüzük, 57 adet yönetmelik, usul esas, yönerge listelenmekte ve metinleri verilmektedir. (ET: 18/03/2022)

  3. Diğeri ise 7/5/1987 tarihli ve 3359 sayılı Sağlık Hizmetleri Temel Kanunudur.