Nargiza MUKHTOROVA –

Şu anda birçok ülkenin Anayasasında kadın ve erkek için eşit haklar belirtilmiş, ancak hâlâ bu gerçeği açıklamaya bile hazır olmayan birçok devlet bulunmaktadır. Ayrıca, anayasa ile güvence altına alınan haklar ile kadınların kariyer hedeflerini gerçekleştirmede karşılaştıkları gerçek zorluklar arasındaki mesafe çok büyüktür.

Özbekistan Cumhurbaşkanı Şevket Mirziyoyev’in, Âli Meclis’e hitaben yaptığı konuşmada dile getirdiği Cumhuriyet Kadınları Konseyinin kurulmasına ilişkin inisiyatifi, kadınların toplumdaki rolünü artırmayı, kamu yönetiminde onların hak ve yetkilerinin genişletilmesini amaçlayan reformların doğal bir devamı niteliğindedir.

Hâlihazırda Özbekistan nüfusunun yaklaşık %50’sinin kadın olduğu göz önüne alındığında, böyle bir yapının oluşturulması, Devlet Başkanının kadınların toplumun tüm alanlardaki çalışmalara aktif katılmaları için sistemik politikasını tamamlamakla kalmıyor, aynı zamanda dünyadaki konuyla ilgili küresel eğilimleri de tam olarak karşılamakta, yani sürdürülebilir kalkınmada kadınların potansiyelini tam olarak gerçekleştirmek için eşit fırsatlar sağlamaktadır.

Ülkemizde, özellikle son yıllarda kadınların kapsamlı bir şekilde desteklenmesi, sosyal koşullarının iyileştirilmesi, mesleki eğitimlerin düzenlenmesi ve istihdamlarının sağlanması için birtakım sistematik çalışmalar yerine getirilmektedir.

Devlet Başkanının inisiyatifi ile kadınlara yönelik sosyal, yasal ve psikolojik destek sağlanmasına ilişkin hedefli bir yaklaşım mekanizması olan “Kadın Defterleri” oluşturmanın prosedürü onaylanmıştır.

Kız çocuklarının yükseköğretime erişimini genişletmek amacıyla Özbekistan hükümeti tarafından kabul edilen 23 Haziran 2020 tarihli ve 402 sayılı “Kadınların Sınavlara Katılımlarının Önerilmesi, Yükseköğretim Kurumlarına Kabul Prosedürüne İlişkin Yönetmeliğin Onaylanması Hakkındaki Karara” göre 2020/2021 öğretim yılından itibaren üniversitelere kabul için %4 bütçe kontenjanı ayrılmıştır.

2016 yılında yükseköğretim kurumlarına giren 61 bin gençten 23 bini (%37) kadınlar iken, 2019’da bu rakam 138 bin öğrencide 65 bini (%41) oluşturmuştur.

Kadınların Parlamentodaki temsilini artırmak için mevzuata göre kadın adayları belirlenirken %30’luk bir kontenjan öngörülmüştür. Merkez Seçim Komisyonu verilerine göre, günümüzde Âli Meclisin her iki meclisinin üyelerinin yaklaşık %29’u kadınlardır. Parlamentonun alt meclisi milletvekillerinin 48’i kadınlar olup %33’ü oluşturmakta, Senatoda ise 23 kadın olup %23,7’yi oluşturmaktadır.

Parlamentodaki kadın oranının nispeten yüksek olmasına karşın Özbekistan’da kamu hizmetlerindeki kadın sayısı az kalmaktadır.

Hâlihazırda kamu hizmetleri sisteminde 95 binin üzerinde memur çalışmaktadır. Bu sayının %21’i kadınlar olup, bunların da %10’u kamu kurumlarında yönetici pozisyonunda çalışmaktadırlar.

Kadınların en yüksek yönetici olduğu pozisyonlar Senato Başkanı, Özbekistan Cumhurbaşkanı Danışmanı Yardımcısı, Bakan, 4 Bakan Yardımcısı, 4 Vali ve iki Vali Yardımcısından oluşmaktadır.

Özbekistan Cumhuriyeti Devlet İstatistik Komitesinin 2019 yılı verilerine göre Özbekistan’da kadınların yönetim kadrosundaki toplam payı %26,6’dır. En yüksek gösterge Karakalpakistan Cumhuriyetinde %33,8, en düşük gösterge Cizzah bölgesinde %17’dir.

Özbekistan’da Kadınların Kariyer Gelişiminin Önündeki Engeller

Kariyerlerine başlarken kadınlar genellikle ev işleri, cinsiyet rollerini artırmaya olan toplumsal baskı vs. zorluklarla karşılaşmaktadırlar.

Kamu hizmetinde cinsiyet eşitliğinin sağlanması sorunlarını incelemek için Kamu Hizmetini Geliştirme Ajansı tarafından 808 katılımcı ile çevrimiçi bir anket yapıldı. Ankete katılanların %74,5’i kadın, %25,5’i erkektir. Ankete göre kamu sektöründe resmî faaliyetlerde bulunanların oranı %84,7, özel sektörde ise %15,3’ü oluşturmuştur. Bu ankette tüm katılımcılar en fazla 3 cevap seçeneğini belirtme fırsatına sahip olmuşlardı.

Anket sonuçlarına göre, çoğunluk (%52,4) memuriyete girmeme nedeni olarak medeni durumunu (küçük çocuk sahibi olmak, eşinin izin vermemesi) göstermiştir. Ankete katılanların üçte birinden fazlası (%34,3) çalışma saatlerinden memnun olmadıklarını ve %32,7’si terfide cinsiyet ayrımcılığı yapıldığını belirtmişlerdir.

Aynı zamanda, “aşırı yükü” ve “düşük ücret” seçenekleri sırasıyla %22,4 ve %19,9 puan almıştır.

Kamu hizmetleri sisteminde cinsiyet eşitliğinin sağlanması sorunları arasında, ankete katılanların yaklaşık yarısı (%49,9) meslek ve pozisyonların “erkek” (teknik meslekler, yönetici pozisyonları vs.) ve “kadın” (öğretmenler, doktorlar, eğitimciler, sekreterler, asistanlar vs.) olarak ayrılmasını belirtmişler. Bununla birlikte ankete katılanların %41,5’i “toplum zihniyeti”, %25’i ise tanıdık olmayan erkekler arasında kadınların bulunmasının yanlışlığı ile ilgili “dini inancı” belirtmişlerdir.

Kadınların Durumuna İlişkin Yapılan Uluslararası Analiz

2020 yılı Kadın Gücü Endeksine (Women’s Power Index) göre, BM’ye üye olan 193 ülkenin Devlet /Hükümetleri başında bugün 22 kadın bulunmaktadır.

Bu Endeks Özbekistan’da kadınların sahip oldukları bakanlık pozisyonlarını da göstermektedir. Buna göre Özbekistan’da 29 Mart 2021 itibariyle bu gösterge %3’ü (180. sıra) oluşturmaktadır. Karşılaştırma bakımından bu oranların Afganistan’da %6 (169. sıra), Kazakistan’da %10 (157. sıra) olduğunu ifade edelim.

Uzmanlar, dünyanın 193 ülkesinden 13’ünde (çoğunlukla Avrupa ülkeleri) kadınların en az %50’sinin hükümeti temsil ettiklerini belirtmektedirler.

Endekste ayrıca, kadınların Özbekistan Parlamentosundaki temsil düzeyine ilişkin veriler de yer almaktadır: %29 (62. sıra). Bu oran örneğin Kazakistan’da %24 (89. sıra). 3 ülkede (BAE, Küba, Ruanda) ise parlamento üyelerinin en az %50’sini kadınlar oluşturmaktadır.

BM değerlendirmelerine göre, karar alma sürecindeki kadınların “kritik kitlesi” %30’a ulaşmalıdır. Kadınların bu temsil düzeyi 1995 Pekin Eylem Platformunda da belirtilmiştir.

Kadınların ülkenin sosyal ve siyasi faaliyetlerine katılımına ilişkin olarak, kadın adayların son seçimlerdeki Parlamento alt ve üst meclislerine kayıtlarına ait veriler sunulmuş olup, Özbekistan’da bu gösterge %41 (15. sıra), komşu Kazakistan’da ise %29’dur (44. sıra).

Kamu Hizmetlerine Kadınların Çekilmesine Dair Yabancı Ülkelerin Deneyimi

İstatistik veriler bazı ülkelerde memurların önemli bir kısmının kadınlardan oluştuğunu göstermektedir. Örneğin 2019 yılında bu gösterge Almanya’da %59, BAE’de %52, Güney Kore’de %43, Fransa’da %40 ve Singapur’da %35 olmuştur.

Finlandiya’da kadın ve erkek eşitliği yasası ile hükümet komiteleri, danışma konseyleri ve diğer ilgili organlar ve belediyelerde (belediye meclisleri hariç) 40/60 oranında bir cinsiyet kotası getirilmiştir. (Halk Vekillerinin Konseylerine benzer).

Kanada Başbakanı Justin Trudeau hükümette kadın ve erkeklerin eşit bir şekilde temsiline ilişkin vaadini yerine getirmek üzere 18 kadın ve 18 erkekten oluşan bir bakanlar ekibini atamıştır. Kadın bakanlara uluslararası ticaret, kamu hizmetleri, çevre korunmasını vb. geliştirme görevleri verilmiştir.

Cinsiyet Kotaları ve Liyakat

Bugün, 193 üyesi olan BM’nin 120’den fazla ülkesinde cinsiyet kotası mevcuttur. Orta Asya’da Kazakistan, Kırgızistan ve Özbekistan’da siyasi partilere aday göstermede toplam aday sayısının yüzde 30’unun kadın olması kotası yasa ile belirtilmiştir.

Kotaların yasal olarak getirilmesi kadınların temsilde daha hızlı ilerlemelerini teşvik etse de, kotalar fiili pariteye (başlangıçta takip edilen hedef) ulaşılacağını garanti etmediğinden, kadınların katılımını artırmaya yönelik kısa vadeli önlemler olarak görülmelidir.

Kadınların kamu kurum ve kuruluşlarındaki temsili, sorunun çözümüne yönelik bütüncül bir sistem yaklaşımı içinde ele alınmalıdır. Kadınların etkili ve verimli bir şekilde faaliyet yapabilmelerini sağlamak için birtakım başka çalışmalar da yerine getirilmelidir.

Kadınları sadece karşı cins temsilcisi olarak görmek değil, aynı zamanda sosyal süreçlere aktif olarak katılan uzman ve lider olarak değerlendirmek de önemlidir. Önemli olan bunun için güçlü bir siyasi iradenin olmasıdır.

Özbekistan Cumhurbaşkanının 3 Ekim 2019 tarihli ve 5843 sayılı “Özbekistan Cumhuriyetinin Personel Politikası ve Kamu Hizmeti Sistemini Kökten Geliştirmeye Yönelik Tedbirler” hakkındaki Kararnamesi ile devlet memurluğuna, liyakat ilkesi temelinde en değerli ve yetenekli kişilerin kabul edilmesi öngörülmüştür.

Kamu hizmetine üstün zekâlı gençler ve kadınların katılımını sağlamak için Kamu Hizmetlerini Geliştirme Ajansı tarafından “2030’a Kadar Kamu Hizmetinin Geliştirilmesi Stratejisi” geliştirilmektedir.

Stratejinin öncelikli görevlerinden biri, ülkede kadınların entelektüel, yaratıcı, sosyal potansiyellerinin ifşa edilmesi ve uygulanması için gerekli koşulların sağlanması olup bu da kamu kurumlarında birçok parlak ve son derece profesyonel kadınların yönetici pozisyonlarda yer almalarını sağlayacaktır.

Strateji Taslağında, BM Sürdürülebilir Kalkınma Hedeflerine uygun olan cinsiyet eşitliğinin sağlanmasına ilişkin ayrı bir bölüm yer almaktadır. Söz konusu bölümde, kamu kurumlarında çalışacak kadınların yetiştirilmesi, onlara hizmet içi eğitimlerin verilmesi ile yönetici pozisyonlarındaki paylarının artırılması öngörülmektedir.

Özbekistan Cumhurbaşkanının Cumhuriyet Halk Kadın Meclisini oluşturma inisiyatifi, ülkede yaşayan 17 milyondan fazla kadın için kapsamlı destek verilmesi, layık yaşam koşullarını sağlayarak yüksek nitelikli, girişimci ve yetenekli kadınların Özbekistan’daki sosyal ve siyasi süreçlere başarılı katılımı açısından kuşkusuz büyük önem taşımaktadır.

Ömer Torlak –

Üniversite yerleştirme sonuçları geçtiğimiz günlerde açıklandı. 2021 yılı yerleştirme sonuçlarına bakıldığında, son yıllarda var olan bazı sonuçların biraz daha ağırlaşarak devam ettiğini söylemek kabaca ilk değerlendirme ifadesi olarak söylenebilir. Fizik, kimya, matematik gibi temel bilimler yanında son yıllarda kontenjanlar azaltılmış olmakla birlikte sosyal bilimler alanlarında da kontenjanların dolmadığını, hatta Anadolu’da çok sayıda bölüme ya hiç yerleştirme olmadığını ya da bir ila beş arasında değişen sayılarda öğrenci tercihleri olduğunu gördük.

Daha önce bu ortamda gündeme getirdiğimiz sosyal bilimler için yeni bir öğretim mimarisi ihtiyacı ile bu yılki üniversite yerleştirme sonuçları arasındaki ilişkiyi bu yazıda irdelemek istedik.

Üniversite öğreniminin özellikle 21. yüzyıl için lüks bir ürün olmaktan çıktığını dünyanın gelişmiş ve gelişmekte olan tüm ülkeleri için söylemek mümkün. Dolayısıyla genç nüfusun kendilerini akranları arasında eşitleyeceğini düşündüğü üniversite öğrenimine aday görmesi de bir o kadar tabii karşılanmalıdır. Ancak bu yazıda da kısmen müzakere edildiği üzere, istihdam edilecek üniversite mezun sayısı artışını absorbe edecek istihdamı oluşturamamış olmamız, mezunların dünyasının beklentilerini karşılayacak yeni mesleklere uyumlu olmaması ve bu noktada dünyasının da mezunlara destek olacak hizmet içi eğitimlere yeterince ilgi göstermemesi gibi sebeplerle sıradanlaşan bir mal olarak üniversite kontenjanlarına ilginin her geçen gün arttığını görebiliyoruz. Bu ve benzeri sebeplerin her birinin ayrı ayrı müzakere edilmesini önemli olacağı düşüncesi ile bu yazıda sosyal bilimlerle ilgili alanlara olan talebin düşü sebepleri üzerinde biraz daha ayrıntılı bir şekilde durmaya çalıştık. İş dünyasına ilişkin sebepler üzerinde belki ayrı bir yazı üzerinde durmak ihtiyacı ile bu yazıda YÖK ve üniversiteler ile akademisyenlere ilişkin değerlendirmelere yoğunlaşılmıştır.

Sosyal bilimlerin hukuk ve ilahiyat/İslami ilimler alanlarını biraz istisna kabul ettiğimizde hemen tüm alanlarındaki kontenjanların, son yıllarda her geçen yıl kontenjanlarda azaltma olmasına rağmen niçin dolmadığı sorusunun cevabını talep ve arz yönlü olmak üzere esasta iki açıdan değerlendirmek uygun olur. İstisna dediğimiz ilahiyat/İslami ilimler kontenjanlarında da doluluk oranlarının azaldığını, ileriki yıllarda hukuk alanında da benzer durumların yaşanacağını kestirmek içinse kâhin olmaya gerek yok sanırım.

Bu seneki sonuçlara ilişkin talep ve planlama boyutuna ilişkin değerlendirme yanında sınav zorluğu ve buna bağlı olarak oluşan tercih yapabilecek aday sayısındaki ciddi azalma konusuna da kısaca değinmek yerinde olacak.

Bu son ve sıra dışı sayılabilecek sebep ile başlayacak olursak, hemen tüm yorumlardan anlaşıldığı üzere, ÖSYM’nin tarihindeki en zor üniversite giriş sınavı yaptığı sonucuna ulaşılabilir. Zaten hemen her sınav alanına ilişkin azalan net cevaplama sayılarının daha da düştüğü ve bunun doğal sonucu olarak da tercih yapmaya elverişli baraj puanını aşabilen aday sayısının geçen yıllara oranla alanına göre 200 bin ila 300 bin arasında azaldığını gördük. Bunun doğal sonucu olarak da açıklanmış olan kontenjanlarda geçen yıllara göre doluluk oranlarında sayısal alanlarda yaklaşık %40’lık, sözel ve eşit ağırlıklı alanlarda ise yaklaşık %60’lık bir azalama olacağı yerleştirme sonuçları açıklanmadan da uzmanlarınca beklenen bir sonuçtu.

Şimdi gelelim üzerinde durmak istediğimiz asıl iki sebebe: Niçin sosyal bilim alanlarında tercihler her geçen gün azalıyor ve niçin bu işin planlamasına ilişkin doğru politikalar geliştirilemiyor? Bu soruların cevabını irdelemekle aslında bu seneki sınavın zorluğunu tek başına günah keçisi olarak ilan etmenin yanlış olacağı kanaatini de güçlendirmek çabasındayız.

Sosyal Bilimlere Talep Niçin Azalıyor?

Üniversite öğrenimine istihdam odaklı bir yaklaşımın ülkemizde baskın bir anlayış haline geldiği aşikârdır. Genç işsizliğin arttığı hemen tüm gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler bağlamında böyle bir yaklaşımın doğal karşılanması gerekir. Ancak ülkemiz ile gelişmiş ve diğer pek çok ülkedeki temel farklılığa bakıldığında, bizde mesleki eğitimin önemsizleş/ti/rildi/ği olgusu öne çıkmaktadır. Genç yaşta mesleki bilgi ve becerileri ile istihdama katılabilmeye imkân veren mesleki eğitimin pas geçilip hemen tüm okuyan gençlerin üniversite öğrenimine yönlendirildiği bir atmosferde tüm bunları yaşıyor ve konuşuyoruz. Öyle ki, sosyal ilişkilerde, hatta evlilik söz konusu olduğunda bile üniversite öğrenimi almış olmak olmazsa olmazlar arasına kaydedilmiş durumda. Böyle olunca pek çok gelişmiş ülkeden daha fazla üniversite mezunu olan, ancak sahip olunan diplomaların anlamsızlaştığı bir sürece girmiş durumdayız. Bu noktada OECD ülkeleri ortalamasına oranla yükseköğretimde okullaşma oranı bakımından gerilerde olmamız gündeme getirilebilir. Ekonomik gelişmemizin büyüklüğü ile üniversite mezunlarına istihdam sağlayamama konusu birlikte düşünüldüğünde, mevcut okullaşma oranımızla bile mezunların istihdam edilemediği ülkemizde üniversite mezunları ve dolayısıyla öğretiminin değeri daha da düşmektedir. Dolayısıyla bir yandan yükseköğretimde okullaşma oranında OECD ortalamasına yaklaşalım derken bunun beraberinde getirdiği sonuçları absorbe edecek ekonomik ve sosyal politikaları da yeterince geliştiremediğimiz konusu gündeme gelir. Bu ise başka ve daha uzun soluklu çalışmalara konu olabilecek bir başlıktır.

Her ile bir üniversite yaklaşımı ile karşılıklı beslenen bu “hormonlu” gelişme sonucunda en kolay ve düşük maliyetli bölümler olarak açılan ve öğretim elemanlarına ek gelir kaygısı taşıdığı intibaını veren ikinci öğretimleri ile kabarıklaşan kontenjanlardan mezun olan öğrencilerin genç işsizler arasına katıldığı süreci fiilen yaşıyoruz. Mezunu, ailesi, yakın çevresi ile birlikte artık sadece meslek lisesi mezunlarının yeterlilikleri değil, üniversite mezunlarının yeterliliklerini tartışıyoruz. Biraz önce ifade etmeye çalıştığım gibi sadece işyerleri, insan kaynakları yetkilileri, akademik jüriler değil, evlenmeye aday gençler ve onların aileleri de yükseköğretim mezunu evlilik adaylarının yeterliliklerini ciddi ciddi radarına almış durumda. Hâli vakti yerinde olan aileler, çocuklarını, yüksek ücretlerle itibari değeri yüksek vakıf üniversitelerinde ya da yurt dışında okutmayı tercih ediyor.

Sosyal bilimlere ilişkin talebin azalmasında tarih, edebiyat vb. bazı bölümlerde öğretmenlik talebinin azalmış olması da bir etken. Yine bu tür alanlarda çok sayıda mezun arasından çok sınırlı sayıda kişi bilimsel araştırma ve akademik çalışma imkânı elde edebiliyor. Sadece ilgi duyduğu için ya da düşen puanları sebebiyle bu alanları tercih edenlerin bir kısmı özel ilgi, bir kısmı ise lisansüstü eğitimle farklılaşabileceği ya da dünyasına katılımın ötelenmesi gibi sebep veya amaçlarla hareket ediyor görünüyor.

Psikoloji ve yönetim bilişim sistemleri gibi sosyal bilim alanlarında değişen toplum ve piyasa beklentilerine karşılık geldiği için doluluk oranlarının nispeten yüksek olduğunu görebiliyoruz. Buna karşılık, iktisat, işletme, bankacılık, uluslararası ticaret, maliye, uluslararası ilişkiler, kamu yönetimi, çalışma ekonomisi, siyaset bilimi gibi çok sayıdaki sosyal bilim alanında ise talebin her geçen yıl daha da azalmasını nasıl izah edebiliriz? KPSS sınavları ile istihdamın gittikçe azalmış olmasının, yukarıda sıralanan bazı sosyal bilim alanlarına talebi düşürdüğü kesin. İş dünyasında ise çok sayıda benzer özelliklere sahip ve dünyasının beklediği yeterliliklerden genelde uzak mezunların piyasadaki ücretleri çok düşmüş durumda. Hâl böyle olunca, adaylarda ve ailelerinde “dört yıl daha okuyup hem zaman hem de parasal maliyetlere katlanıp böyle bir sonuçla karşı karşıya gelmek ortada iken niçin dört ya da beş yıl daha zaman kaybedeyim?” sorgulaması sanki ön plana çıkıyor. Tam bu noktada, bazı söz konusu bölümler tamamen şehir, üniversite, müfredat farklılığı ya da öğretim elemanlarının yetkinliği ile tercih sebebi yapılabiliyor. Ancak bunların sayısı ve kontenjanları da çok kısıtlı. Bu durumda artan oranda yaygınlaşan sertifika programları ile yetkinlik geliştirme çabaları gençler tarafından daha fazla tercih edilmeye başlanıyor. Buna rağmen sosyo-kültürel etkisi bakımından adayların her şeye rağmen bir üniversite diplomasına olan talepleri de hâlâ belli oranda devam ediyor. Bu noktada açık ya da uzaktan öğretim bir alternatif olsa da orada da son yıllarda ciddi talep düşüşleri gözlemlemek mümkün.

Sosyal Bilimlere Bütüncül Bakamama ve Müfredat Yenileyememe

Talep yönlü düşüş konusunu izah etmeye çalışırken biraz çetrefilli ya da kendi içinde çelişkili gibi görünse de, alanı tercihte bilinçli adayların bölüm müfredatlarına, değişim programlarına açık olup olmadığına ve öğretim elemanlarının yetkinliklerine bakarak karar verdikleri de gözlemlenmekte. Tam bu noktada, sosyal bilimlerin bahsettiğimiz bu alanlarına ilişkin yeni öğretim mimarisini, dünyası ve toplumsal ihtiyaçlar çerçevesinde geliştirmelerinin önemi daha iyi anlaşılabiliyor. Gençlerin, kendisini yenileyememiş öğretim elemanları yerine dünyasının ihtiyaçlarına uygun içerik revizyonları yapabilen müfredat ve derslere ilgi gösterdiği, bunları becerebilen öğretim elemanları ve üniversitelere daha sıcak baktığı ve bunun doğal sonucu olarak da bu bölümlerin puan ve sıralamalarının hâlâ üst sıralarda olduğunu görebiliyoruz. Bunu söylerken tabii ki her adayın ve ailelerinin bu duyarlılık ve bilinçte hareket ettikleri söylenemez. Ancak şu var ki, üniversite öğretimine önemli ölçüde istihdam odaklı bakış açısının doğal sonucu olarak “madem bulmakta işime yaramayacak niçin zamanımı harcayayım” gibi bir bakış açısının gittikçe yaygın hale geldiği de açık. Alternatif arayışlarda ise kişiye yetkinlik ve beceri kazandırabilecek daha kısa süreli sertifika programları öne çıkıyor. Bu alternatifleri değerlendiren adayların bir kısmı ise işin sosyo-kültürel karşılığına hizmet etmesi bakımından da açık ve uzaktan öğretim yoluyla diploma eksiğini tamamlıyor.

Yükseköğretimde Planlama Sorumluluğunun Yerine Getirilememesi

Talep tarafında bu gelişmeler olurken yükseköğretimin planlaması ile sorumlu olan tarafta neler oluyor diye baktığımızda ve bu yazının konusu bakımından sosyal bilimler alanına ilişkin yükseköğretim planlaması bakımından da bir şeyler söylemek elzem tabii ki. Burada da üniversite ölçeği ile YÖK ölçeğini ayrıştırarak değerlendirme yapmanın daha açıklayıcı ve adil olacağı kanaatindeyim.

Öncelikle YÖK ölçeğinde olaya baktığımızda azımsanamayacak bir birikimi son yıllardaki Bologna süreci ile de zenginleştiren kurumun daha çok politik mülahazalarla gelişen yükseköğretim ve üniversite ve buna bağlı olarak kontenjan planlaması konularına yeterince destek vermekten uzak olduğu söylenebilir. Baktığımız yerden görebildiğimiz, son yıllarda talep azalmasına bağlı olarak üniversitelerden gelen kontenjanların kısılması ve bir önceki yıl belli sayının altında kalan doluluk oranına sahip bölümlere kontenjan vermeme dışında somut bir adımın olmadığıdır. Böylesi bir uygulamanın ise planlama olarak adlandırılması, takdir edersiniz ki mümkün değildir.

Asgarî sayıda, ki bu sosyal bilimlerin bazı istisnaları hariç hemen tüm alanlarda üç öğretim üyesi ile kontenjan verilen bir anlayışla hormonlu bir şekilde artırılan kontenjanların bilahare sadece talebe ilişkin sonuçlara bakarak azaltılmış olması önemli bir planlama problemidir. Geçiş sürecinde çok sayıda mezunun az sayıda öğretim üyesinden ders alıp mezun olması, müfredatın mevcut hocaların tercihlerine göre oluşması gibi hususlar, sosyal bilimler alanındaki mezunların belirli bir büyüklüğe erişmesine kadar problem oluşturmadı. Ne zaman ki mezunlar kadar istihdam oluşmamaya başlandı, işte tam bu noktada dünyasındaki tercihlerin değişmesini bu müfredat içeriği ile yakalamanın mümkün olmadığının da anlaşılmasıyla birlikte, planlama yapamayan yükseköğretim kurumunun kullanabildiği tek alternatifin kontenjanları kısmak olduğu görüldü.

Üniversite ve Akademisyenlerin Sorumlulukları

Üniversite ölçeğindeki sorumluluklar elbette yükseköğretim kurumunun planlama işini doğru yapamaması ile ortadan kalkmamakta. Bu ölçekte en can yakıcı hususun, öğretim elemanlarının kontenjanlar dolarken yaşanan rahatlık esnasında hayatının değişen talep ve beklentilerine uygun değişimi kendi içlerinde gerçekleştirememeleri, yani hem bilgi ve becerilerini geliştirme hem de müfredatı güncelleme kaygısından uzak kalmaları olduğu söylenebilir. Bu noktada asıl düşündürücü olan husus ise sosyal bilimlerin herhangi bir alanında çalışan akademisyenlerin önemli bir kısmının dar alana hapsettikleri uzmanlık alanları dışına çıkamamaları sebebiyle derslerini tekdüze vermeleriyle sorumluluklarını yerine getirdikleri düşüncesinde olmaları olsa gerek. Yazının başlarında referans verdiğimiz yazıda belirtilmiş olduğu üzere, sosyal bilim alanındaki akademisyenlerin azımsanamayacak bir kısmı, kendi alanlarının diğer sosyal bilim alanları ile olan ilişki ve ara kesitlerini kendisi göremediği gibi derslerde de böyle bir kaygı duymaksızın rutinine devam etmektedir. Böylesi bir ders işleme biçimi ve müfredat ile zaten istihdama odaklı olan öğrencilerde bir bezginliğe yol açmakta ve gerçek dünyaya ilişkin zihinsel çabalardan onları uzaklaştırmaktadır. Bir an evvel mezun olma telaşı ile birleşen bu atmosferde, sosyal bilim öğrenme, kendini hayata hazırlama ve süreci verimli bir şekilde tamamlama coşkusundan eser kalmamaktadır. Öğrencilerin önemli bir kısmı, bitse de işimize baksak modunda hareket etmektedir. Böylesi bir atmosferin günahını tek başına planlama hatasına ya da talep edenlerin bakış açısına yüklemek de ciddi haksızlık olsa gerek.

Üniversite Öncesi Öğretim Süreçlerinin Etkisi

Üniversiteye kadar ilk ve ortaöğretimde sosyal bilgiler, hayat bilgisi, edebiyat, tarih, sosyoloji, felsefe gibi çok sayıda sosyal bilimlerle ilgili derslerimiz var. Her ne kadar davranış ağırlıklı bir eğitim içeriği olduğu söylenemese de öğretim içeriği bakımından bunca zenginliğe rağmen üniversite öncesindeki sosyal bilim öğretiminin yeterli olmadığını da görebiliyoruz. Bu noktada kişisel gayretleri ile konuya layıkıyla önem veren ve çabalayan öğretmenlerimizin hakkını elbette teslim ederek bu değerlendirmeyi yaptığımızı hemen belirtelim. Bu özel ve kıymetli gayretlere rağmen toplamda böyle bir sonuçla da karşı karşıya olduğumuzu kabul etmek durumundayız.

Kendisini ifade etmekte zorlanan, sorulan bir soruya cevap vermek istemeyen ya da cevap verirken çok boyutlu ve eleştirel düşünemeyen, dilekçe yazarken zorlanan, takım çalışmasını kendisine gelecek not kaygısı olarak gören ne çok üniversite öğrencisi ile karşılaşıldığını sanırım en iyi akademisyenler bilir. Çok sayıda öğrencinin ödev ve sınav kâğıtlarını hakkıyla okumayıp onlara geri bildirim yapmayan akademisyenlerin de böyle bir sonuca katkısı, ayrıca değerlendirmeyi hak ediyor tabii ki. Dolayısıyla öğretim süreçlerini anaokulundan üniversiteye kadar bir bütün olarak ele alamamış olmamız da sanırım hemen her alanda olduğu gibi sosyal bilimlere olan talebin yanlış şekillenmesinde önemli sebepler arasına alınabilir. Yani sosyal bilimlere olan talebin düşüklüğünde üniversite öncesi öğretim programlarında yer alan ve biraz önce saymaya çalıştığımız çok sayıdaki ders ve onların içeriklerinin hatalı kurgulanmasının da etkisi olduğu açıktır.

Sosyal bilimler alanındaki uzmanların bir kısmının kamuoyu karşısında, özelde de öğrencilerine karşı dar kalıplara sıkıştırılmış, eleştiriye açık olmayan, karşısındakini anlamaktan uzak, özellikle TV ve sosyal medya üzerinden müzakere ve tartışmalarındaki sığlıkların da sosyal bilimlere olan talebin azalmasında -ne denli- etkili olduğu sorusu da belki bir başka yazının konusu olabilir. Herhangi bir görüş, kişi ya da kuruma angaje olmuş hissi veren yaklaşımlar, fikirden ziyade ideolojik olarak, hatta totoloji tarzında kendisini ifade etme biçimleri ve karşısındakini anlamak istemeyen bakış açılarına sahip böylesi akademisyenlerin muhtemelen sınıf ortamında da öğrencilere yeterince söz vermediklerini anlayabiliriz. En azından kurumsal anlamda bu tür olguların öğrenciler tarafından kendilerinden sonrakilere aktarılması, gelişen sosyal mecralarda paylaşılması gibi hususlar da sosyal bilimler bağlamında ilgili bölümlere olan talebi olumsuz etkileyebilmekte. Bu husus tabii ki sosyal bilimlerle sınırlı değil, diğer alanlarda da benzer durumlardan bahsedilebilir.

Başlıkta yer alan “sosyal bilimlere talep düşüyor mu” sorusunun cevabını merak etmek, yazıyı buraya kadar okumuş olan her okuyucunun hakkıdır. Nasrettin Hocaya atfedilen herkese mavi boncuk misali, evet, hayır ya da kısmen cevapları hemen verilebilir. Böyle bir soruyu başlığa alan yazının yazarı olarak benim cevabım ise şöyle: Hormonlu büyüme ile şişmiş ya da şişirilmiş sosyal bilimlere talep düşüyor, evet. Müfredatları ve ders içeriklerini güncelleyememiş, aynı zamanda bilgi yetenekleri adeta sabitlenmiş akademisyen örnekleri ile sosyal bilimlere olan talep düşüyor. Buna karşılık, bahsedilen hususlarda hem makul kontenjan hem de uygun içerik ve öğretim elemanları ile güncelleme yapabilmiş programlara olan taleplerde düşüş yok. Henüz talebi düşmüyor gibi gözüken hukuk ve ilahiyat/İslami ilimler gibi alanların da istihdamda oluşacağını düşündüğüm doygunluk sonucunda kısa sürede mevcut kontenjan ve içeriklerle kısa gelecekte talep görmemeye başlayacağını da rahatlıkla ifade edebilirim.

Tüm bu değerlendirmelere başka hususlar da eklenebilir. Ancak bu yazının odaklanmış olduğu sosyal bilimlere olan talebin düşmesinde talep ve arz yönlü temel meselelerle sınırlı kalmak bakımından bu kadarı ile yetinmek daha doğru olacaktır.

Peki, sebepler yanında çözüm önerileri olarak bu yazı ne söylüyor diye sorduğunuzu duyar gibiyim. Hemen ve peşinen söylemek gerekirse, kestirme cevaplarla özellikle orta ve uzun vadeli çözüm önerileri sunulamayacağı kanaatimi ifade etmek isterim. Bu noktada, Ankara Sosyal Bilimler Vakfı Düşünce Platformu web sayfası üzerinden yayınlanmış olan “Sosyal Bilim Öğretiminde Yeni Bir Mimari İhtiyacı” başlıklı ortak aklı harekete geçirmek üzere başlatılan çalışmalara gelecek desteklerle daha uzun soluklu ve kalıcı çözüm önerileri üretilebileceğini ifade etmek isterim. Yazı bağlamında ise, sosyal bilim alanları için planlama eksikliği ile müfredat güncelleme süreçlerinin dünyasının aktif katılımı sağlanmak suretiyle ele alınmasının elzem olduğunu söyleyebilirim. Bu noktada hem yükseköğretim hem de üniversite ölçeğinde aktörlerle ilişki içinde bölümlerin kurgusundan başlamak üzere, müfredat, ders içerikleri, öğrenim süresi, kazanımlar ve bunların nasıl ölçüleceği gibi hususlar bütüncül bir bakış açısı ile ele alınmalı ve asla bugünden yarına ve kişilere göre karar verilmeksizin süreçler yürütülmelidir. Tabi tüm bu mimari çalışmalarının sosyal bilimlerinin birbirleri ile ilişkileri, birbirlerine olan destekleri ve gündelik hayatın gerçeklerine ilişkin gerçeklikler göz ardı edilmeksizin yapılmasının gerekliliği tekrar hatırlatılmalıdır.

Bu yazıda Türkiye’nin başka ülkelerde üniversite açma deneyimini ele alıyor, eksik halkalar nedeniyle bu projenin neden arzulanan başarıya erişemediğini ve karşılaştığı sorunları tartışıyorum. Son olarak, bu sorunların aşılmasında bir model öneriyorum.

Yurtdışında üniversite kurmada Türkiye modelleri

Türkiye dört farklı modelde yurtdışında üniversite açıyor. İlk modelde insanları aracılığıyla ancak belediye veya hükûmetin doğrudan veya dolaylı fonlamasıyla kurulan ve işletilen Uluslararası Saraybosna Üniversitesi (2004) ve Uluslararası Balkan Üniversitesi (2006) gibi kurumlar söz konusudur. Fetullahçı Terör Örgütüne (FETÖ) mensup kişilerin kurduğu yurtdışındaki birçok üniversite de bu modele örnek verilebilirdi. Ancak 15 Temmuz 2016 darbe girişiminden sonra bazı ülkeler bu kurumları Türk hükûmetine devretmiştir. Dolayısıyla bu FETÖ üniversitelerinin varlığı artık resmî olarak söz konusu olmadığı için bunları değerlendirme dışı tutuyorum.

İkinci model, milletlerarası anlaşma ile kurulan Kazakistan’daki Yesevi Üniversitesi ile Kırgızistan’daki Manas Üniversitesi formatındaki kurumlardır. Türk-Japon Üniversitesi, Türk-Fransız Üniversitesi (Galatasaray) ve Türk-Alman Üniversitesi de bu model kapsamında değerlendirilebilir. Ancak bu üç üniversitenin Türkiye’de kurulu olması nedeniyle yurtdışı üniversite konseptine uymadıklarını düşünüyorum.

Üçüncü model, Türkiye’de kurulu devlet veya vakıf üniversitelerinin diğer ülkelerde kampüs açmaları veya aynı ekonomik bütünlüğe ait yeni üniversiteler kurmalarıdır. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetinde açılan İstanbul Teknik Üniversitesi (İTÜ), Orta Doğu Teknik Üniversitesi (ODTÜ) ve Ankara Sosyal Bilimler Üniversitesi (ASBÜ) kampüsleri ile Bahçeşehir Üniversitesinin ABD, Almanya ve Gürcistan’da kurduğu üniversiteler ve açtığı kampüsler bu modele örnek verilebilir.

Türkiye’nin yurtdışı üniversite tecrübesinde dördüncü model 2016 yılı ortasında kurulan Türkiye Maarif Vakfı (TMV) tarafından yurtdışında kurulan veya devralınan kurumlardır. TMV yurtdışında geniş bir yelpazeye dayanan faaliyet alanına sahiptir. Deyim yerindeyse TMV, Milli Eğitim Bakanlığının bir benzeri yurtdışında kurulup işletiliyor izlenimini veriyor. TMV, okul öncesi eğitim, ilköğretim, ortaöğretim ve yükseköğretim kurumları açmanın yanı sıra, yaygın eğitim kursları, etüt merkezleri ve kültür merkezleri gibi tesisler de kurup işletmektedir. TMV ayrıca örgün ve yaygın eğitime ilave olarak eğitim-öğretim sürecinin tamamlayıcı birimleri olarak kütüphaneler, laboratuvarlar, sanat ve spor tesisleri kurmaktadır. TMV’nin bir diğer faaliyet alanı süreli ve süresiz yayıncılık, burs ve eğitim destekleri ile yurt işletmeciliğidir. Hâlihazırda doğrudan TMV bünyesinde faaliyet gösteren tek üniversite, TMV’nin devraldığı Arnavutluk’ta faaliyet gösteren Tiran New York Üniversitesidir.

Üniversite kurma güdüleri

Üsküp ve Saraybosna’da kurulan üniversitelerin başlangıçtaki motivasyonları (2004 ve 2006 yıllarındaki Türkiye şartları dikkate alındığında) katsayı ve başörtüsü gibi sorunlardı. Her iki sorun da çözüldüğü için bugün bu üniversitelere giden öğrencilerin temel gerekçesi Türkiye’de yeterli puanı alarak istediği bölüme yerleşememe hâline gelmiştir denilebilir. Sadece bu iki üniversiteye değil, Balkanlar ve Avrupa’daki diğer komşu ülkelere de her yıl binlerce öğrenci eğitim amacıyla gitmektedir. TMV, 15 Temmuz darbe girişiminden bir ay kadar önce kuruldu ve darbe girişimi sonrasında hızlı bir şekilde yurtdışındaki FETÖ eğitim kurumlarını devralmaya başladı. Dolayısıyla, TMV’nin başörtüsü ve katsayı sorununa benzer bir motivasyonla faaliyete giriştiği için uygulamada birçok sorunla yüz yüze geldiğini tahmin etmek güç değil.

Bu yazıda, sadece Üsküp ve Saraybosna’daki iki üniversite özelinde bir süreç değerlendirmesi yapacağım. Bu iki üniversitede eğitim gören Türk öğrencilerin bir kısmı ÖSYM tarafından yerleştirilmekte, bir kısmı ise yeterli puanı olmadığı halde kayıt yaptırıp eğitim almaktadır. ÖSYM tarafından örneğin mimarlık programına yerleştirilenler mezun olduklarında diploma denklik belgelerini kısa bir sürede alabilirken, puansız yerleşenler seviye tespit sınavına (STS) tabi tutulabilmekte ve denklik belgesi süreci bıktırıcı ve çok uzun bir süre alabilmektedir. Söz konusu iki üniversitenin mühendislik ve mimarlık programları ÖSYM kılavuzunda geçmiş yıllarda bir süre yer almışken YÖK son birkaç yıldır mühendislik programlarını kılavuzdan çıkarmıştır. Türkiye’de üniversite sayısının hızla artması, devlet üniversitelerinde eğitimin ücretsiz olması ve TL’nin aşırı değer kaybı nedenleriyle son yıllarda bu iki üniversiteye giden Türk öğrenci sayısı hızla düşmüş ve söz konusu üniversiteler ÖSYM puanı veya SAT ve benzeri puan aramadan Türk öğrenci kabul etmeye başlamış ve öğrenim ücretlerini TL cinsinden tespit etmeye başlamıştır. 2021 yılında ÖSYM sınavında barajı aşamayan veya yeterli puanı alamayan öğrenci sayısındaki devasa artış, bu iki üniversiteye büyük bir yönelime yol açmış ve Üsküp’teki üniversite artan talep nedeniyle tekrar döviz üzerinden öğrenim ücreti belirlemiştir.

Balkanlardaki bu iki üniversitenin bulundukları ülkelerden kabul ettikleri mahallî öğrenci geliriyle ayakta kalmaları çok güçtür. Balkanlarda kişi başına düşük gelir, düşük öğrenci sayısı ve bu ülkelerdeki devlet üniversitelerinde ücretsiz eğitim nedenleriyle söz konusu üniversiteler ilave gelire ihtiyaç duymaktadır. Bu nedenle, Türk öğrencilerin söz konusu üniversitelerde eğitim görmeleri, bu kurumların sürdürülebilirliği bakımından hayati önemdedir. YÖK’ün bu iki üniversite örneğinde olduğu gibi denklik sürecini zorlaştırması ve Türkiye’nin uluslararası üniversite politikasını etkisizleştirme sonucunu doğuran uygulamasını aşmada bütünleşik bir model öneriyorum.

Yeni bir yönetişim modeline neden ihtiyaç var?

Saraybosna’daki üniversitede görev yaptığım iki farklı zaman diliminde YÖK nezdinde çeşitli görüşmeler yapmıştım. YÖK’ün topyekûn bütün Balkan ülkelerindeki üniversite mezunlarına aynı caydırıcı derecedeki prosedürü uygulamasının arkasında düşük nitelikli eğitim veya sahte eğitim ilk sırada etkili bir faktör iken, FETÖ okullarından gelenlere denklik vermeme eğilimi ikinci sırada etkiliydi. YÖK yetkilisiyle yaptığım görüşmede bir prosedür önermiştim. Yetkili hoca önerdiğim prosedürün ilanı durumunda yurtdışındaki üniversiteler arasında en hızlı intibakı paralelci üniversitelerin sağlayacağını ve günün sonunda avantajlı duruma geleceklerini söylemişti. Söz konusu yetkili, benim önerdiğim prosedürü ya gerçekçi bulmamış, ya beni başından savmak istemiş ya önerdiğim prosedürü teknik olarak anlamamış ya da yeniliğe kapalı biri diye düşünmüştüm. Aşağıda ana hatlarıyla sunduğum modelin o gün için de bugün için de yeterli bir çözüm olacağı kanısındayım. 2018 Şubatında Saraybosna’daki üniversite adına YÖK’e resmi başvuruda bulunarak önerdiğimiz modelin kabulünü talep ettik, ancak o gün bugündür bir ses seda çıkmadı.

Tanıma ve Denklik Sorununu Aşmada Bütünleşik Bir Model Önerisi

Üsküp ve Saraybosna’daki üniversiteler örneğinde aşağıda kurumlar bazında ayrıntılandırılan bir modelin yeterli olacağını öngörüyorum. Bu modelin kurgu ve işletiminde kanımca mevcut mevzuat yeterli olmasına rağmen, kurumlarda ve yöneticilerinde farkındalık ve fikrî hazır bulunuşluk bakımından potansiyel farklılıklar nedeniyle bir Cumhurbaşkanlığı Kararnamesinin çıkarılması yasal altyapıyı sağlamada kolaylaştırıcı olacak ve yükseköğrenim bürokrasisine yapmada ilave bir güvence sağlayacaktır.

Yönetişim modelinin ilk ayağı: ÖSYM Kılavuzu

ÖSYM’nin söz konusu üniversitelerin talep ettikleri bütün programlarını yerleştirme kılavuzuna alması gerekir. Puanı yetmeyen veya puanı bulunmayan öğrencilerin de ilgili üniversitede bilimsel hazırlık okumasına imkân verecek şekilde Kılavuzda açıklama bulunmalıdır. Yurtdışındaki birçok üniversitede programlara başlamadan önce bir bilimsel hazırlık eğitimi verilmektedir. Bilimsel hazırlık eğitimi alan öğrencinin normal eğitime başlaması için ÖSYM’nin akredite ettiği bir kuruluşun sınavından yeterli puanı alması veya ÖSYM sınavına tekrar girerek yeterli puanı alması gerekir. Hazırlık eğitimi veren üniversitenin kendi yapacağı sınav, çıkar çatışması nedeniyle uygun olmayacaktır. ÖSYM’nin sınavlara ilişkin standartlar bakımından ulusal düzenleyici otorite olarak bu tür sınavları yapacak kurum ve kuruluşları lisanslaması uygun olacaktır. Sınav yapma yetkisi alacak kuruluş, bir üniversite, şirket veya meslek kuruluşu olabileceği gibi bir konsorsiyum da olabilir.

Yönetişim modelinin ikinci ayağı: YÖKAK kurumsal değerlendirmesi ve akreditasyonu

ÖSYM kılavuzunda yer alan örneğimizdeki söz konusu iki Türk üniversitesinin YÖKAK tarafından kurumsal değerlendirme ve akreditasyona tabi tutulması gerekir. YÖKAK Türkiye’deki üniversiteleri program bazında akredite etmemekle birlikte, yurtdışındakileri istisnai olarak akredite edebilir veya lisans verdiği akreditasyon kuruluşları marifetiyle bunu gerçekleştirebilir. Söz konusu iki üniversitede bilimsel hazırlık okumak üzere eğitim gören Türk öğrenciler bilimsel hazırlığı tamamladıktan sonra ÖSYM’nin yetkilendirdiği bir kuruluşun sınavından başarılı olmaları hâlinde eğitime devam etmeleri YÖK’ün kaygılarını önemli ölçüde giderecektir.

Yönetişim modelinin üçüncü ayağı: YÖK bilgi sistemine dâhil edilme

YÖK Türkiye’deki üniversitelerde öğrenim gören öğrencileri YÖKSİS veri tabanına kaydederek takip etmektedir. Dolayısıyla askerlik işlemleri, transkript alma, yurt ve kredi işlemleri ile ikamet, oy kullanma ve diğer işlemler yönünden YÖKSİS hayli yararlı bir mecra olarak işlev görmektedir. YÖK, YÖKSİS üzerinden ilgili üniversitenin personel, öğrenci, fiziki imkânlar, eğitim ve araştırma altyapısı gibi koşullarını çok rahat bir şekilde günlük bazda dahi kontrol edebilir, Türkiye’deki üniversitelerde olduğu gibi standart altı kalan üniversitelere imzaladığı ikili protokoller çerçevesinde çeşitli müeyyideler uygulayabilir.

Yönetişim modelinin dördüncü ayağı: Türkiye Maarif Vakfı

TMV, yeni nesil bir kurum olarak icracı olmaktan ziyade düzenleyici, denetleyici, lisans veren, akredite eden, finans ve lojistik destek sağlayan geniş bir yelpazeye yayılan bir fonksiyon icra edebilir ve belki bu şekilde evrilmesi daha uygun olacaktır. Yurtdışındaki Türk eğitim kurumlarının Türk öğrenciler bakımından asgari koşulları taşıdığı ve ulusal politika bakımından sakıncalı olmadığı TMV tarafından değerlendirilebilir. Dolayısıyla TMV’nin yurtdışındaki eğitim kurumlarını akredite etmesi YÖK, YÖKAK ve ÖSYM’nin söz konusu üniversitelerle ilgili işlem başlatmaları için bir ön şart olabilir.

Yargıya intikal eden başvurular

Üsküp veya Saraybosna’daki üniversitelerden birinde mimarlık eğitimini tamamlayarak diploma almış iki mezun örneği üzerinden bir değerlendirme yapalım. Bu iki mezundan biri ÖSYM tarafından yerleştirilerek eğitim görmüş, diğeri ise puansız olarak kaydolarak eğitimini tamamlamış olsun. YÖK bu iki kişinin diplomalarına denklik verme işleminde nasıl bir yol izleyecektir? ÖSYM ile yerleşerek mezun olan kişiye gerekli prosedürel kontrollerden sonra denklik belgesi verilirken, puansız eğitim gören mezunun durumu hayli karmaşık olacaktır.

Seviye ve Yeterlilik Belirleme Sistemi (SYBS) ile kişi bazındaki değerlendirmede birine otomatik denklik verilirken, diğerine Seviye Tespit Sınavı öngörülebilmektedir. Seviye Tespit Sınavından yeterli puanı almanın yanı sıra ilave dersler de istenebilmektedir. Bu durumda aynı üniversitenin aynı programından mezun olan kişi mahkemeye gitmektedir. YÖK’ün, kişinin üniversite eğitiminden önceki yetkinlik düzeyine bakarak (ÖSYM puanı veya muadil sınavların puanları) kişinin aldığı üniversite eğitimi yoluyla edindiği kazanımları göz ardı etmesi mahkemeler tarafından isabetli bulunmamakta ve kişinin eğitimden sonraki müktesebatının dikkate alınması gerektiği yargı kararlarına yansımaktadır. Bu nedenle, YÖK yargı kararlarını karşılamak için denklik işlemlerinin açıklamasında kazanımlara dayalı bir değerlendirme sonunda denklik belgesi verdiği açıklamasını kullanmaktadır.

Benim önerdiğim modelde kazanıma dayalı bir değerlendirme sistemde içkin bulunmaktadır. YÖKSİS ve YÖKAK modülleri öğrencinin, kurumun ve öğretim kadrosunun yeterliğini bir süreç dâhilinde garanti altına almaktadır. Yukarıda öngörüldüğü şekilde bir düzenleme ile TMV, YÖK, ÖSYM ve YÖKAK’ın yer aldığı tümleşik bir model durumunda, bu şartları sağlayan bütün yurtdışı üniversiteler sisteme dâhil olabilecektir. Bunun da herhangi bir mahzuru olmasa gerek. Çok kurumlu bir konsorsiyuma dayalı bu modelde politik, güvenlik ve teknik akreditasyonu sağlamayan üniversitelerin Türk yükseköğrenim sistemine sızma veya girme riski olmayacaktır. Üniversitelerin politik ve teknik akreditasyonlarını yitirmeleri durumunda da çok kurumlu modelde yaptırım uygulama ve üniversiteyi sistem dışına çıkarma mümkün olacaktır. Yargının mevzuat ve prosedürlere uyumlu idari kararları bozma olasılığı da bu sayede asgariye inecektir.

Başka ülkeler ne der!

Üsküp ve Saraybosna’daki iki üniversite örneği üzerinden gidersek; Makedonya ve Bosna-Hersek’teki diğer üniversitelerde eğitim gören Türk öğrenciler ve mezunlar için bir karmaşa çıkma ihtimali olabilir mi? Bir üniversite yukarıdaki modelde öngörülen gerekleri yerine getirmesi durumunda sisteme entegre edilmesinde ve mezunlarına otomatik denklik verilmesinde bir sorun olmaması gerekir. Hukuk, tıp, diş hekimliği, mühendislik, öğretmenlik ve benzeri düzenlenmiş mesleklerde ilave dersler ve uygulamalar söz konusu olabilir. Eğer yurtdışındaki ilgili üniversite düzenlenmiş mesleklere ilişkin eğitim programlarında Türkiye’ye özgü ders ve uygulamaları öngörüp, normal eğitim süresi içinde öğrenciye Türkiye’deki müfredatta bulunan eğitimi de verirse, mezun için Türkiye’ye geldiğinde ilave bir eğitim zorunluluğu da kalmayacaktır.

Türkiye model ülke olabilir mi?

Türkiye’nin dış dünyaya açılımı, sadece şirketleri ve emek göçü yoluyla olmamakta, giderek yükseköğrenim başta olmak üzere her düzeydeki eğitim kurumlarıyla da dikkat çekmektedir. FETÖ’nün baltaladığı eğitim alanındaki bu açılımı yeni, tutarlı ve tümleşik bir model yoluyla uygulama, kurumlararası bir işbirliği ve eşgüdüme ihtiyaç duymaktadır. Türkiye bu model yoluyla hem cihanşümul politikasına eğitimi de dâhil edecek hem de başka ülkelere ihraç ettiği eğitim sayesinde uluslararası yoğun rekabetle muhatap olarak yurtiçi eğitiminin de kalitesini artıracak ve uluslararasılaştıracaktır.

Ömer Demir-

Önce Babanın Arazilerini Bölüşelim

İlköğretim öğrencisiydim. Rahmetli babam ilçede bakkal dükkânı olan ve yaz döneminde de çay fabrikasında işçi olarak çalışan birisi idi. Komşularımızdan birinin kızı öğretmen okulunda yatılı öğrenciydi. Okuldan geldiğinde bize de uğrardı ve uzun uzun sohbet ederdik; televizyonun yaygın olmadığı dönemler.

Komşumuzun öğretmen adayı kızı, dönemin tahmin edilebilir etkisiyle komünizmin cazibesine kapılmış ve babama komünizm propagandası yapıyor o akşam. Babamla yapıyor tartışmayı, çünkü biz çok tartışabilecek yaşta değiliz henüz. “Mehmet amca” diyor, “size nasıl anlattılar bilmem ama komünizm gayet güzel bir şey. Temeli eşitlik. Mesela sizin çok az çay bahçeniz var, Ulusoy’ların ise sizinkinin belki elli, belki yüz katı. Komünizm gelince onların arazisinden alınıp size bize verilecek, bunun neresi kötü.” Bu arada belirteyim Ulusoy’lar bizim sınır komşumuz ve dedemin babasından itibaren bir kısım fındıklıklarını da sözlü bir anlaşmayla karşılığında hiçbir şey almadan eski dostlukların hatırına dedemlerin kullanımına terk etmişler. Diğer arazi işlerini yapan yarıcıları dedemlere verilen bu fındıklıkla pek ilgilenmezler, hatta bugün (2021) bile. Aslında konuşmadakine benzer bir tür paylaşımı önceden Ulusoy’larla yapmışız biz! Bu vesileyle Sefer Ulusoy amcaya selam olsun, sağlıklı uzun ömürler dilerim.

Babam hepimizi şok eden ve hiç beklenmedik bir cevap veriyor komşu kızına. “Kızım gayet güzelmiş bu komünizm” diyor gülerek, “çok beğendim” diye de ekliyor. Bizim kadar, öğretmen adayı komşu kızı da şaşkın. Kimsenin beklemediği, hiç kimsenin ummadığı bir cevap. Orta yaşlı, dindar bir aile babası kötülerin kötüsü olarak propagandası yapılan komünizmi beğendiğini açıktan söylüyor, hiç ezip büzmeden. O dönemdeki (muhtemelen bugün de) hayatın olağan akışına göre, böyle bir diyalogda babamın bu teze şiddetle karşı çıkması ve öğretmen adayı kızımızın da onu ikna etmek için örnekler vermesi, duymadığı, bilmediği yeni şeyler söylemesi lazım. Muhtemelen öğretmen okulu öğrencisinin hazırlığı da o yönde. İlk cümlede kökten ikna etmek biraz fazla beklenmedik bir durum hepimiz için.

Kısa bir sessizlikten sonra “ama anlamadığım bir şey var” diye ekliyor babam. “Biz bunun için komünizmin gelmesini niye bekliyoruz ki. Ulusoy’ların çay ve fındık bahçeleri bizden çok, ama senin babanın çay bahçeleri de bizimkinin en az on katı. Eşitliği sağlamak için önce sizin arazileri aramızda paylaşalım, komünizm geldiğinde de Ulusoy’larınkilerini; daha iyi olmaz mı?”

O akşam bu konuda başka neler konuşulduğunu hatırlamıyorum. Diğer kardeşlerimin de hatırladığını sanmıyorum. Babam rahmetli oldu, komşu kızı da şu an emekli öğretmen. O akşam bu diyalog sırasında komşu kızının neler düşündüğünü ve o günden sonra komünizm anlatımlarında bu konuşmanın bir değişikliğe yol açacak kadar rol oynayıp oynamadığını hep merak etmişimdir. Ama hiçbir zaman da sormadım, şimdi sorsam muhtemelen o geceyi benim hatırladığım kadar değil, belki de hiç hatırlamaz. O akşamki konuşmanın, dönemin politik hengâmesi içinde onun hayatında benimki kadar iz bırakan ve önemli bir hatıra değeri olmayabilir. Ama bu diyalog benim için bilgi ile irfan ayırımını görmek, sözlere dökülmese de sosyal hayatın içinde neyin iyi veya uygun, neyin de kötü veya uygunsuz olduğunu bilmenin nasıl mümkün olduğunu fark etmem için iyi bir örnek olmuştu.

Bu anekdotla yazıya girmemim sebebi, komşu kızının o günkü yaklaşımının günümüzde de ekonomik sistem tartışmalarında önemli bir ağırlık taşıdığını, yani aradan geçen zaman içinde pek bir şeyin değişmediğini düşünmemdir. Nasıl mı? Anlatmayı deneyeyim. Babamınki kadar etkili olur mu bilemem.

Üretim Varsa Bizim Payımız Nerede?

Tüm ekonomik sistemlerin bir üretim bir de bölüşüm yönü var. Genelde üretim tarafında işlerin nasıl yapıldığına bağlı olarak bölüşüm tarafında düzenlemeler yapılır. Asıl olan üretimdir ve o olmadan bölüşümü konuşmanın pek bir anlamı olmaz. Kuşkusuz nasıl bölüşüleceğine dair kurallar üretimi de etkiler. Bu nedenle üretim ile bölüşüm birbirinden kolay kolay ayrıştırılamaz. Ancak bir şekilde üretilmiş olanı görenin aklına bu üretimin nasıl yapıldığından ziyade nasıl bölüşüleceğine dair kurallarla oynamak gelir. Komşu kızının (günümüzde çoğumuzun) hareket noktası da burası: Madem üretim var o zaman bizim payımız nerede? “Peki, siz o üretim yapılırken neredeydiniz?” sorusu kolayca es geçilir.

Bir yerde üretim olunca, onu tüketmeye talipli birileri de varsa, kimin tüketmeye hakkının olduğunu belirleyen usuller de mutlaka olmalıdır. Çok iyi olduğu düşünülerek yapılan birçok mal ve hizmet, ona beklenen değeri veren olmayınca ortada kalabilir, üretenler ürettiklerine bin pişman olabilirler. Paylaşım sorunu hiç olmayabilir. Buna iktisatçılar zarar adını verirler. Zarar, istenen nitelik ve fiyatta mal üretmeyen kişiye toplumun verdiği bir tür cezadır; tersine isteneni üretene verdiği ödül de kâr.

Tüm ekonomik sistemlerin üretim ve tüketim taraflarındaki ilişkilerin birbirlerine nasıl bağlı olduğunu anlamak, ilişkilerin dolaylılığı nedeniyle her zaman çok kolay değildir. Bu dolaylılık yüzünden çoğu zaman birileri üretimine katkısı olmadığı şeyleri tüketir, bazı diğerleri de ürettiklerini başkalarına kaptırır. Hele hele kâğıt ve kaydi para icat edilince üretim ve tüketimin üstünü örten öyle bir büyük örtü ortaya çıktı ki, örtünün altında ne olup bittiğini anlamak neredeyse imkânsız hale geldi. İnsanların çoğu işlerin para ile halledildiğini düşünmeye, o nedenle de para kazanmaya yöneldiler. Gerçekte ise üretimin parayla hiç ama hiç ilgisi yok (çok mu keskin oldu!).

Yakın bir arkadaşımızın, şimdi bilgisayar mühendisi olan oğlu küçükken annesine “anne, banka kartı çok mu pahalı?” diye sorar. Annesi oğlunun bu soruyu hangi sebeple sorduğunu anlamaz ve banka kartının fiyatını niçin merak ettiğini sorar. “Fakirlere, sizinki gibi birer banka kartı verilse, onlar da istedikleri zaman, istedikleri kadar para çekseler olmaz mı?” der küçük çocuk. Anne uzun uzun o karta sadece kendilerinin önceden kazanıp yükledikleri parayı çekebildiklerini, para kazanacak işler yapmadan kartın kimseye para veremeyeceğini anlatır. Daha sonra üniversite sınavında ilk elliye giren bu çocuğun aklına okul öncesi yaşlarda takılan bu sorunun benzerlerini üniversite bitirenler bile hâlâ netleştiremiyor zihinlerinde. Bazıları niye diğerlerinden daha fakir, bazıları niçin diğerlerinden daha zengin? Bazıları niye diğerlerinden daha şanslı? Herhalde bu soruların cevabı çok kolay olsaydı, milyonlar, bu kadar insanın birbirine zıt şeyler söylediği, bu kadar farklı ideolojilerin peşinden koşmazlardı.

Hepimiz Önce Komünist Oluruz

İktisada Giriş dersinde piyasa ekonomileri ve kumanda ekonomilerinin farklılığı bahsi gelince bir düşünce deneyi yaparız öğrencilerimizle. Burada bütün önyargı ve fikirlerimizden sıyrılarak (bu nasıl olacaksa) yeni bir sistem kurmayı deneriz. Sorular şöyledir: Belirli sayıda insanız, bir toprak parçası ve bazı doğal kaynaklarımız var. Neyin nasıl yapılacağı konusunda da az çok bilgimiz. En uygun ekonomik sistemi kurmak istiyoruz. Biz nasıl istersek sistemi ona göre şekillendirme imkânımız var. Nasıl bir sistem kurarız?

Cevaplar peş peşe gelir. Tırnak içindeki ifadeler hocanın, diğerleri öğrencilerin anonim cevaplarının özeti.

Önce kaç kişi olduğumuzu ve nelere ihtiyacımız olduğunu tespit ederiz.

“Çok doğru. Yaptık diyelim. 100 adet ihtiyaç tespit ettik, sonra?”

İhtiyaçları önem sırasına göre sıralarız. En acil olandan en az acil ve önemli olana göre ihtiyaçlarımızı dizeriz.

“Zor ama bu aşamayı da yaptık diyelim, ya sonra?”

Elimizdeki kaynaklara bakarız, hangilerinden, hangi ihtiyacımızı nasıl karşılayacağımızı belirleriz.

“Çok güzel, ee daha sonra?”

İnsanlara bakarız, kimin hangi yeteneği olduğunu, hangi işi en iyi yapabileceğini tespit eder, buna göre işleri kişiler arasında paylaştırırız. Ürettiğimizi de ihtiyaçlarımıza göre aramızda bölüştürürüz.

“Yani ‘herkese ihtiyacına göre, herkesten yeteneğine göre …’ mi?”

Evet, sorun bu kadar basit. İnsanlar çıkarları peşinde koşarak işi karmaşık hale getiriyorlar. “Bu arada hepimiz komünist olduk ama neyse, biraz sonra caymaya başlarız, zaten.”

Bu soyut akıl yürütme ‘üretime henüz katılmamış’ insanlara sorunsuz görünür. Burada ‘üretime henüz katılmamış’ olanlara dikkat çekmemiz boşuna değil. Çünkü üretim ‘hadi üret’ denilerek yapılan bir şey değil. İhtiyaçların tespiti de ‘hadi yaptık diyelim’ diye geçiştirilecek kadar basit ve kolay bir değil. Yemek, içmek, barınmak bir ihtiyaçtır, bu doğru. Ama ‘neyi, kim, ne kadar yerse ihtiyacı karşılanır’ sorusuna gelince işler sarpa sarmaya başlar. Derslerdeki düşünce deneyine devam ederiz. Şimdi şu sorulara cevap bulmalıyız sistemimizi hayata geçirmek için:

Diyelim ki herkesin birer ayakkabıya ihtiyacı olduğunu tespit ettik. Peki, bu ayakkabının modeli, rengi ve özelliklerinin nasıl olacağına onu üretmeden önce nasıl karar verilecek? Önce prototip birçok model üretip herkesin bu modellerden hangilerini beğendiklerinin ön siparişini alıp ona göre mi üreteceğiz? En az kaç prototip üretilecek? Bu prototipleri kim, kimlere sorarak hazırlayacak?

Bu sorunu da çözüp herkese birer ayakkabı ürettik varsayalım. Bazılarımız özenli kullandı, ayakkabı üç yıl dayandı, diğerlerimiz birkaç ay sonra ayakkabıyı dağıttı. Ya da ayakkabı dağıldı. Ayakkabısı yırtılana yenisini mi vereceğiz, yoksa onu tamir mi ettireceğiz? Yırtılan herkesinkini hiçbir şey sormadan tamir ettirirsek bu, ayakkabısını özenli kullananlara haksızlık olmaz mı? Haksızlık olmasın diye tamir ihtiyacı olmayanlara özenli kullanım ödülü olarak birer terlik mi verelim?! Vermezsek özensiz kullanmayı teşvik etmiş olacağız, verirsek onlarda hem ayakkabı hem de terlik birikecek, eşitlik bozulacak, hay Allah!

Bunu gömlek, kazak, bere, çorap, sandalye, masa, kaşık, çatal vb. ihtiyaç olarak tanımladığımız yüz ürün için ayrı ayrı hesap edelim. Birkaç yıl sonra birilerinin elinde örneğin az kullanılmış veya bir kısmı hiç kullanılmamış birkaç ayakkabı ve terlik olacak, diğerlerinde de onların az kullandıkları. Aralarında ‘sen kullanmadığın fazlalıktan bana ver, ben de benim kullanmadığımdan sana’ dışında sorunu çözecek bir mekanizma olmadığı ortaya çıkıyor. Birkaç yıl içinde ortaya çıkan bu farklı birikimleri yok etmezsek, zamanla fark büyüyecek, eşitsizlik artacak, al başına belayı!

Buradaki sorunlar şunlar: Birincisi “insanların ihtiyaçları” çok anlamlı bir ifade ama tümüyle soyut bir durum, somut bireylerin istek veya ihtiyaçlarının tespiti çok zor bir . Kavramlardaki netlik hayatın içinde karşılıklarını aradıkça yavaş yavaş kayboluyor.

İkincisi, tüm istek ve ihtiyaçları karşılamak için yapılacak bir liste daima eksik olacak, birilerinin çok sevdiği bir ürün diğer bazılarının sevmemek bir yana nefret ettiği ürün olabilecek. Başkaları bir şeyi ancak diğerlerinde gördüğünde sevecek (moda) veya sevmekten vazgeçecek (snob). Yani ihtiyaçlar aylık, yıllık veya günlük, hatta saatlik olarak sürekli değişir. Yemek için lokantaya oturan kişi bile menüye baktıktan sonra, o an kiloları aklına gelip yemek üzere sipariş verdiği listeyi değiştirip yemek tercihini yenileyebilir. Tercihleri nasıl alıp toplulaştırıp sonra onlara uygun üretim yapacağız? Ne kadar çevrim içi kayıt sistemi kullansak da bu ihtiyaç tespitini üretimden önce sabit bir toplam rakama ulaştırmamız zor görünüyor. Bu durumda üretip kişilerin beğenisine sunma şıkkı kalıyor ki, o da şimdiki piyasa sistemi.

Üçüncüsü, bu ihtiyaç tespiti yapılsa da öncelik sıralamasına toplumun yüzde kaçının ortak kararı ile varılacak? Birbirini seven ve sevmeyenlerin durumu ne olacak? Kaç kişinin acil ihtiyaç dediğini üretmek için toplumsal kaynaklar öncelikle seferber edilecek? Yüzde elli oy almayan ihtiyaçtan sayılmayıp üretilmeyecek mi? vs. vs. vs.

Dördüncüsü, üretim süreçlerine eşlik eden mesleklerin saygınlığı ve iş tatmini çok farklı. İhtiyaç olduğunu düşündüğümüz mal ve hizmetleri üretmek için farklı itibarı olan işleri insanlar arasında neye göre bölüştüreceğiz? Sen hemşire ol, ben doktor; ben mühendis olayım, sen çiftçi; ben müzisyen olayım, sen hamal şeklindeki bölümünü kim yapacak? Kurayla mı, sırayla mı? Ne kurayla ne de sırayla, yeteneğe göre diyenlerimiz olacak haklı olarak. Yine ihtiyaçların varlığında olduğu gibi soyut bir tespit olarak harika ama ya uygulama? İnsanların tamamen yeteneklerine göre işlerin dağıtımının yapılacağı durumda, hangi işin hangi yeteneği gerektirdiği ve kişilerde hangi yeteneklerin bulunduğu tespitini kim ve nasıl yapacak? Kimin inşaat mühendisliğine kimin çevre mühendisliğine daha yetenekli olduğuna nasıl karar verilecek? Kimin sıva ustası kimin cam ustası olmaya yatkın olduğu nasıl tespit edilecek? Bugün üniversitelerimizin uzman hocaları bu işin ne kadar zor olduğunu görüyor. Bu mesleğe yatkınlık kürsülerini kurup, her bir meslek için yetenek tespit testlerini geliştirip, her bir birey için belirli aralıklarla uygulamasını yapmak için kaç yüzyıl beklememiz gerekecek? Yani yetenek tespiti ihtiyaç tespitinden daha kolay bir değil. ‘ÖSYM’ye verelim yapsın’ denerek çözülecek bir sorun hiç değil yani.

Öte yandan eğer kişilerin istekleri esas alınırsa, prestijli işleri daha çok kişinin isteyeceği çok açık. Küçükken çamur ve taşlardan evler yapardık (Karadenizlilerin neden büyüyünce müteahhit olduğu anlaşılıyor!). Çoğunlukla beraber oynadığımız arkadaşım Necat bir gün bana “Niye hep ben su taşıyorum ki! Ben de duvar örmek istiyorum” diye çıkışmıştı. Fark ettik ki oyunda çoğunlukla taş toplama ve su getirme işlerini o, duvar örme işlerini de ben yapıyormuşum. Bu itirazdan sonra daha az keyifli olan taş toplama ve su taşıma işlerini de öğrendim!

İşleri insanlar arasında dağıtmak için istekliler arasından kura mı çekeceğiz? İnşaatta bir gün harç yoğuran ertesi gün şansına göre sıva mı yapacak? Muteber olan sıva yapmaksa onun için her gün yarış mı yapacağız? Kısaca yeteneklerine göre kişileri yapacakları işlere yöneltmek soyut bir ilkede dile getirildiği gibi hemen ve kolay yapılabilecek bir değil.

Yapacağımız , ilk anda çok basit gibi görünüyordu. İhtiyaçları tespit edecektik, kaynakları ve insanların yeteneklerini tespit edip o kaynakları insan yetenekleri ile buluşturup belirlediğimiz ihtiyaçları karşılayacaktık. Kolay gözüküyordu ama işe koyulunca öyle pek kolay bir olmadığını fark ettik. Bu yüzden insanoğlu yüzyıllardır bu söylediklerimizi nasıl yapabileceğini deneme yanılmayla yaparak ilerliyor, bulunabilen çözümler de ortada. En iyisi kapitalizm. Hani demiş ya bir siyasetçi, şimdiye kadar denenen diğerleri hariç bilinen en kötü rejim demokrasidir. Benzer bir durum kapitalizm için de geçerli, üzgünüm!

Cazip İdeolojilerin Gerçekçilikleri Az

Her zaman insanlığa kurtuluş vadeden çözüm önerilerinin sadeliği ve çekiciliği, farklı ideolojilere yaşam alanı açar. İlk bakışta kesin ve tutarlı görünen soyut çözüm önerileri, hayat sahnesine inince birden çuvallayıverebilir. Çünkü her soyutlama, gerçekçilikten biraz uzaklaşmak demektir. Örneğin “Türk milleti” diye bir soyut şemsiye var ama o şemsiyenin altındakilerin özelliklerini belirlemeye kalktığınızda çok büyük bir çeşitlilikle karşılaşırsınız. O çeşitlilikleri esas alırsanız, soyut kategorinin kapsayıcı şemsiyesini hiçbir zaman inşa edemezsiniz. “Türk milleti” bir yana hepimizin ne olduğunu bildiğimizi düşündüğümüz taşı bile tanımlamaya kalktığınızda benzer zorlukla karşılaşırsınız. Hangi karışımdaki mineral veya madenler, hangi şatlarda bir araya gelince taş olur, ne zaman toprak olur, ne zaman mermer, ne zaman altın, ne zaman bakır veya gümüş? Çok kolay diyorsanız deneyin lütfen, çeşitliliğin tümünü dikkate alan bir tanımın ne kadar zor olduğunu anlamak beş dakikanızı almaz.

Öte yandan çözüm olur diye önerilen modellerin insanlığın başına çözmeyi vadettiğinden daha büyük dertler açmaya başladığını görenler “dokunma, olduğu gibi kalsın” diyerek hemen muhafazakârlaşıyorlar. Hâlbuki muhafaza edilmesini önerdikleri şeyler de kendilerinden öncekilerin icatları. Yani zamanında birileri onları da önermiş ve gerçekleştirmiş. Bir yandan sosyal düzende yeni icatlara karşı çıkarken diğer yanda öncekilerin icatlarına kutsallık atfetmek de özünde çelişkili bir durum.

Karnı Kapitalizm Doyuruyor Ama Hayallerde Sosyalizm Var

“Hadi yeni bir sistem kuralım” denince akla önce bölüşüm geliyor, bizim komşu kızının aklına geldiği gibi. Var olandan kim ne kadar alsın sorusu direkt öne çıkıyor tüm sosyal tasarımlarda. Hak odaklı bir sistem tasarımı daha hızlı taban buluyor. “Var olana kim, ne kadar ve nasıl katkı yapacak?” sorusu, peşine takınılacak çok cazip bir soru değil gibi. Bu da bizi gerçekçilikten ve uzun soluklu çözümlerden uzaklaştırıyor. Kim üretecek? Üretim sürecinde kimler nasıl roller oynayacak ve bunu kim, nasıl organize edecek sorularına bugün verilen cevaplar, aslında birer sonuç. O sonuçların oluşum sürecindeki sancı ve sıkıntılar yok sayıldığında işlevsellikleri azalıyor. Sömürgecilik, yeni coğrafyaların keşfi ve işgali, köle emeği, uzun çalışma süreleri ve düşük ücretler, kâr oranları büyük tekellerin ortaya çıkardığı bugünkü sermaye birikimi ve üretim kapasitesini yakalamak isteyenlere kim aynı yolları tavsiye edebilir ki. Uzun tarihsel süreçlerin sonunda ortaya çıkan sevdiğimiz sonuçların büyük kısmı, bugün artık tavsiye etmediğimiz formüllerle üretilmiş. Bu formülleri, adına kapitalizm diyerek taşlamak en kolay yol. Bölüşüme odaklanıp herkese gülücükler dağıtmak ise ondan daha kolay. O nedenle kitlelerin karnını kapitalizm doyuruyor ama hayallerini sosyalizm süslüyor. Üretime yol yordam ayarlamadan bölüşüm üzerinden ideoloji satmak da ikiyüzlülükten beter bir tutum. En pahalı semtlerde oturan, en lüks ürünleri tüketen ve en prestijli meslekleri icra edenlerin sosyalizm tutkusu ise tek kelimeyle hekimlik bir durum. Eğer uzmanını bulabilirlerse!