TÜYÜ BİTMEMİŞ YETİM NASIL HAK SAHİBİ OLUR?

– Ömer Demir

“Kul hakkı” önemli bir metafordur. İçeriğine ne konduğu değişmekle birlikte kul hakkı yemek kötü bir şey olarak bilinir. Hiçbir yerde ve hiçbir zaman “kul hakkı”na el uzatmak makul ve meşru gösterilmemiştir. Kul hakkının en ileri noktası, içeriği en soyut olan tüyü bitmemiş yetimin hakkıdır ki gözetilmediği algısı yeri gelir seçim bile kaybettirir. Burada “tüyü bitmemiş” henüz başkalarıyla karşılıklı fayda ilişkisi geliştirecek durumda olmayan, “yetim” de onun bu halini hoş görecek, karşılıksız koruyup kollayacak bir hamisi (ebeveyni) olmayan demektir. Bu durumdaki bir bireyin hakkını gözetmeye, hatta diğerlerinden daha üstün tutmaya verilen bu önem, çok önemli bir insani durumuna işaret ediyor olsa gerektir.

Tüyü bitmemiş yetimin hakkı ve kul hakkı metaforlarında kolayca uzlaşmak mümkün ama konu neyin hak olduğu, hak denen şeyin kapsamını nelerin belirlediği, bir kulun hakkının korunmasının öteki kulların haklarıyla ne tür bir ilişkisinin olduğuna gelince işler biraz karışmaya başlar. Herkesin ne olduğundan emin olduğunu sandığı hakların kökeni, ne zaman ve hangi gerekçe ile hak haline geldiği tartışmasına geçildiğinde birden başlangıçtaki netlik kaybolmaya ve ortam bulanıklaşmaya başlar. Bu tartışmalar birçok başka şeyin yanı sıra bize hakların hukuki yönleri kadar sosyolojik ve kültürel yönlerinin de olduğunu gösterir. Sosyolojik ve kültürel boyut hakkın meşruiyet çerçevesini çizer. Zira birisi için hak olarak tanımlanan şeyin başkaları için ne anlam ifade ettiği, bir hakkın varoluş gerekçesinde olmasa da meşruiyet kazanmasında önemli rol oynar. Yani bildiğimiz hakların tümünün bir tarihi vardır.

Bir şeyin tarihinin olması, dikkatlerimizi bugünkü durumundan ziyade onu vücuda getiren faktörlerin etkisine kaydırır. Hakların tarihi de bu yönüyle önemlidir. Çünkü çoğu zaman birçok hak bugün ondan yararlananların durumundan çok önceki durumlardaki koşullardan doğar. Tam da bu sebeple genel bir hak elde etme tarzı olarak henüz “tüyü bitmemiş” (yani toplum için fayda üretecek kadar büyümemiş) bir yetimin hakkından bahsedilebilir. Tüm haklar kişilerin şimdiki karşılıklılık oluşturma kabiliyetleri ile ilgili olsa, güçlü hamisi olmayan ve bugünkü haliyle kimseye bir katkısı olmayan bir yetimin sahip olduğu haklardan bahsedemezdik. O hak her neyse, o yetim doğmadan oluşturulmuş demektir. Sadece yetim değil tüm insanlar için bu durum benzerdir. Aslında geçmişte ya da şimdi yapılan işlerin, alınan kararların, tutulan pozisyonların gelecek nesilleri etkilemesi perspektifi de “yetimin hakkı” metaforuna içkindir.

Şunu biliyoruz ki hakların büyük kısmı ondan yararlananları önceler. Genelde tüm haklar, tecrübe ile meşruiyeti güçlenen bir değerler dünyası içinde oluşur. Öte yandan değerlerin somut durumlardan mı neşet ettiği yoksa onlara öncel mi olduğu tartışması kadim bir tartışmadır. Ama bu tartışmanın neresinde vaziyet almış olursak olalım varoluş durumu ile meşruiyet durumu arasındaki örtüşme kadar ayrışmaların da olduğunu açıkça görebiliriz. Yani bir şeyin varoluşu onun meşruiyeti için yeterli gerekçe oluşturmadığı gibi varoluş koşulları meşruiyetten tümüyle ayrı da düşünülemez. Başka türlü olan her şey tanımı gereği meşru olacağı için “var olma” ile “meşru olma” olarak iki ayrı nitelemeye ihtiyacımız olmazdı. Bu sebeple varoluş tarihi olan her şeyin ayrı bir meşruiyet tarihi de olur. Sadece varoluş tarihine odaklanmak da zaman içinde kazandığı meşruiyet durumunu esas alarak varoluş tarihini göz ardı etmek de övünülecek bir yaklaşım değildir. Bu sebeple tüm hakları, onları var kılan koşullar ile çoğunlukla o koşullardan daha uzun süre içinde kazanılan veya kaybedilen değer yargılarıyla irtibatlanarak kabullenilmelerini sağlayan meşruluk süreçlerinin karşılıklı etkileşimine bakarak konumlandırmak gerekir. Tam bu noktada tartışmanın rotasını telif hakları konusuna kırabiliriz.

Haklarda Süreklilik ve Değişim

Hakların sınırlarının belirlenmesi ve sürekliliklerinin sağlanmasında meşruiyet çok önemlidir. Zira herhangi bir hakkın muhafazası ve gereğinin yerine getirilmesinde temel itici güç, sahip olduğu meşruiyettir. Dikkatli bir gözle bakarsak bir yanda tarihin vitrininde zamana karşı dirençli ve sürekli kendine yeni alanlar açan hakların çokluğu dikkatimizi çekerken; diğer yanda tarihin çöplüğünde de, meşruiyetini kaybeden hakların bir kısmının can çekiştiğini, bir kısmının da çoktan ruhunu teslim ettiğini görürüz. Unutmayalım bir zamanlar insanların diğer insanları (köle) alıp satma hakkı vardı, şimdi sadece spor kulüpleri o hakkı kullanıyor. Aileden miras kalan yönetme hakkı bazı ülkelerde çöplükte, bazılarındaysa hâlâ vitrinde. Bu yönüyle bakıldığında insanlığın tekdüze bir haklar tarihi olduğu da söylenemez. Bu sebeple belirli bir bağlamın pratiğine dayalı olarak oluşan bir soyut haklar listesi yapmak, hatta o hakları da çok soyut bir çatı altında toplamak (kul hakkı, tüyü bitmemiş yetimin hakkı, insan hakkı gibi) hak bilincinin oluşmasında çok faydalıdır ama hakların hayatın içinde fiilen işe yaramaları, somut durumlarda neye karşılık geldiklerinin yakından izlenmesine ve meydana gelen değişiklilere hızla uyarlanabilmelerine bağlıdır. Yoksa hukuki haklar ile kullanılan fiilî haklar arasındaki mesafe gittikçe açılır. Bir hakkın sadece soyut haklar listesinde yer alması, insanların hayatlarını kolaylaştıran bir işlev görmeye hiçbir zaman yetmez, meşruiyet de kazanması lazım. Zira bir hakkın, hak olarak tanımlanmasının sağlayacağı avantajları muhafaza etmesi onun meşruiyet düzeyine bağlıdır. Yani genel olarak haklar, burada konumuz olması bakımından özel olarak telif hakları toplumun meşruiyet anlayışı içinde neşvünema bulur.

Bu genel girişten sonra şimdi telif hakkının nasıl bir hak olduğuna bakalım.

Zihin emeği içeren ürünlerin farklılığı (resim, müzik, söz, plan, tasarım, model, formül, beste, şiir, roman, bilimsel makale vb.) onlara ilişkin hak oluşturma süreçlerini ve hakların sınırlarını da doğal olarak farklılaştırır. Bu sebeple bir alandaki örnekler diğer alanlarda aynen geçerli olmayabilir. Bunu başta belirterek buradaki akıl yürütmeleri daha çok kitap üzerinden yapacağız.

Telif Hakkı Ne Tür Bir Haktır?

Hak, var olan veya bir şekilde oluşturulan toplam faydadan taraflara düşen payı tanımlar. Bulunduğunuz ortamlarda fayda veren şeylerden sizin ne kadar yararlanma hakkınızın olduğu, yaşam standardınızın temellerini oluşturur. Hakların bir kısmı sizin katkılarınızın karşılığı, diğer kısmı da gruba (aile, akraba, topluluk, millet, tüm insanlık vb.) üye olmanızın bir sonucudur. Yani bir kısmını varlığınızla bir kısmını da varlığınıza ek olarak gayret ve çabanızla elde edersiniz. Her hakkın içinde bu iki boyut değişik ölçülerde bulunur.

Yazdığınız bir eserin neyi sizin hakkınızdır? O hakkın içinde neler bulunur? Bu yazı bağlamında olayın biri faydanın oluşturulmasına olan katkı, diğeri de oluşan faydadan kişiye ne kadar pay düşeceğinin nasıl belirleneceğine, yani önce işin fayda oluşturma yönüne sonra da sahiplenme imkânlarına bakalım.

Telife konu olan şeylerin oluşumunda bir fayda oluşturma amacı olduğu varsayımımızı koruyarak şu soruyu soralım: Bir birey, zihninde oluşan bir bilgiyi başkalarının da görebileceği bir sahaya (yazılı, sözlü, görüntülü biçimde) niçin çıkarır? Onlara yararlı olmak için mi, kendisine kazanç (gelir, prestij, güç) sağlamak için mi, yoksa her ikisi için mi? Örneğin sizin dışınızdakilerle fikirlerinizi paylaşmak, bir konuda yorumunuzu, bakış açınızı dile getirmek veya tahayyüllerinizi onlara iletmekte biricik amacınız başkalarına yararlı olma arzunuz mudur? Burada başkalarına yararlı olma vurgumuzun nedeni, eğer bir kişi sadece kendisine yararlı olacak bir fikrî mülkiyete konu ürün üretiyorsa (onu karşılıklılık ilkesi çerçevesinde dolaşıma sokmayacaksa), daha sonra ele alacağımız rakipsizlik özelliği nedeniyle onun bir hak olarak koruma altına alınmasına ihtiyaç olmayacaktır. Yani kimseyle paylaşmazsanız sizin dışınızdakilerin onu sizden almaları söz konusu olamaz.

Fikrî mülkiyet ürününü başkalarıyla paylaşılabilir bir düzleme taşımak ya onları sadece kendi yararına etkilemek ya da onlara da fayda sağlayacak bir amaç taşındığını gösterir. Açık biçimde sadece kendi yararı için etkileme amacı (onları kendine itaat ettirmek, onların sevgi ve hayranlığını kazanmak vb.) için yaratılan fikrî ürünlerin meşruiyeti yok denecek kadar düşüktür. “Gel sana hiç faydası olmayacak şeyler anlatayım” diyerek kaç dinleyici bulabilirsiniz? Bulursanız bile anlattıklarınızdan kendilerine yararlı bir şeyler umdukları için dinlerler. Onlar için bu yarar yalnızlıklarını gidermek, kendilerini eğlendirmek veya ne anlatacağınıza dair meraklarını gidermek de olabilir. Bu yüzden söz konusu üretimi korunması gereken hak kapsamına sokamazsınız. O zaman geriye ikinci şık kalıyor: Hakka konu olabilecek fikrî ürünün başkalarına da fayda sağlama amacı olmalıdır.

Öte yandan zihinsel ürünlerinizi başkalarıyla paylaşmanın meşruiyet gerekçesi bakımından sadece yararlı olma niyeti taşınması yeterli olur mu, yoksa bu ürünlerin fiilen yararlı olup olmadığının tespiti de gerekir mi konusu ayrı bir tartışmadır. Yararın ne zaman ortaya çıkacağı konusundaki belirsizlik, (bazen bu yarar hemen, bazen de yüzyıllar sonra ortaya çıkabilir) bu bağlamda kesin yargılarda bulunmayı zorlaştırır. Bu konuya telif haklarının geleceği bahsinde geleceğiz.

Diyelim bu yararın şimdi ve gelecekteki etkilerini hesaplama sorununu aştık ve siz fikirlerinizle başkalarına yararlı oldunuz. Peki, bu durumda, bu yararın ne kadarının size dönmesini talep etme hakkınız var? Öte yandan başkalarıyla paylaştığınız fikirleriniz onlara zarar verirse ne olacak? Örneğin borsa ile ilgili bir yazınızı okuyup borsadan kazanç elde eden kişinin kazancına bir şekilde ortak olabilir misiniz? Tersinden zarar ederse de zararına?

Yani sizin de katkılarınızla ortaya çıkan bir yarar olsa da bunun ne kadarının size ait olacağının belirlenmesi ciddi bir sorun olarak ortada duruyor. Söz konusu yazının ne kadarı “saf” sizin ürününüz olarak tanımlanabilir? Borsa ile ilgili yazı yazarken, size okuma yazmayı öğretenden başlamak üzere, bilgilerinizin oluşumuna katkısı olan her bir kişinin sizin birikiminiz üzerinde ne kadar “hakkı” olduğunu hesap edebilir misiniz? Bu hak sahipleri arasında ilk alışveriş deneyiminizi yaşatan büyükleriniz de vardır muhtemelen, iktisada giriş dersinizi veren Zeynep hocanız da. Hadi işi biraz abartalım sizin o yazıyı yazarken kullandığınız borsa verilerinin size kolayca ve güvenle ulaşmasını sağlayan yazılımları geliştiren, hatta o yazılımları geliştirenleri yetiştirenlerin de hakları olabilir. Her birinin nihai fayda üzerindeki hakkını nasıl ödeyip geriye kalan sizin net hakkınızı nasıl belirleyeceksiniz? Bu gibi bir hak taksiminde ne kadar geriye gitmek “uygundur”? Kaç nesil? Niçin? Hesap işini hallettiğinizi varsayalım, söz konusu yazınızdan elde edeceğiniz telif hakları kapsamında onların payını kendilerine (isteseniz bile) verebilir misiniz?

Ölümü üzerinden diyelim 70 yıldan fazla süre geçmiş olanlara telif ödemiyor olmamızın sebebi, onların birinci kuşak varislerinin hayatlarını idame ettirmeye artık ihtiyaçlarının olmaması mı? Telif hakkı denilen şey aslında katkısı olanların paylarını adil biçimde belirlemeye mi yoksa şimdi yaşayan insanların hayatlarını sürdürebilmelerine, yani geçinme kaygılarının giderilmesine mi bağlı? Eğer öyleyse bir gayrimenkulün mülkiyeti, 100 yıl sonra bile miras hakkı olmayan başkalarının kullanımına geçmiyorken fikrî mülkiyette ölüm üzerinden belirli bir süre geçmiş olmasının hakkı sonlandırmasının anlamı nedir?

Bu soruların olası cevapları düşünüldüğünde, telif hakkı oluşumunda bireysel yetenek, gayret, deneyim ve yaratıcılık yanında toplu tüketim hakkı veren bir boyutun da olduğu açıkça anlaşılıyor.

Herkesin sahip olduğu “ortalama” bilgiler değil de “kilit” bilgiler söz konusu olduğunda telif hakkı doğuyor diyelim. Bir eseri müstakil eser yapan içerikleri ayrıştırmanın zorluğu ortada. Her yazıda size özgü ana tezi anlamayı kolaylaştıracak arka plan bilgileri var, iddiaları destekleyecek mümkünse ispatlayacak ve bir zamanlar sadece birilerinin fikriyken zamanla herkese mal olmuş bilgiler var. Asıl önemlisi kimden aldığınızı hatırlamadığınız, hatta nasıl öğrendiğinizi, neyin aklınıza düşürdüğünü bilemediğiniz birçok “örtük bilgi” de var. Etkilendiğinizin farkında olduklarınızın isimlerini veya eserlerini yazınızın içinde veya sonunda belirtmek suretiyle onlara olan telif borcunuzu ödemiş olur musunuz? O fikirlerin size değil de onlara ait olduğunu söylemek, size, onlara veya okuyucuya ne tür bir “fayda” sağlıyor ki kaynağını belirterek kullanmanız telif hakkı ihlali kapsamına girmiyor? Ya da bir kitabı veya makaleyi, fotokopisini çekerek baştan sona okumak ile çekmeden ödünç alarak okumak arasında ne tür bir fark vardır?

Eğer telif hakkını eser yoluyla sağlanan fayda ortaya çıkarıyorsa, satın aldığı halde okumayan veya okuduğu halde beğenmeyen kişinin, ödediği bedeli geri alma hakkı var mıdır? Birçok maddi ürün için satın alındıktan sonra belirli bir süre kullanımını engelleyecek bir hasar verilmediği sürece beğenmeme nedeniyle iade edilme hakkı vardır. Fikrî mülkiyete konu ürünlerde bu hak olabilir mi? Hatta kitabı okumak için harcadığı zamanın boşa gittiği düşünüldüğünde kitabın ücreti yanında harcanan zamanın bedelini de yazarından tazmini istenebilir mi? Ya da izlediği bir filmi beğenmediği için bilet bedeli ve boşa giden, hatta kötü geçtiği için boşa gitmekten de daha büyük bir zarar görerek kullandığı zamanı telafi ettirebilir mi? Nitelikleri ancak tüketimle belirlenebilecek eserler için özellikle geçerli olan bu telafi mekanizmasının, en azından ilk tüketim öncesinde ödeme yapmamak nedeniyle dijitalleşme sayesinde kısmen de olsa mümkün olduğuna daha sonra değineceğiz.

Bir eserin ortaya çıkışına katkısı olduğu düşünülen kişilerin adını zikretmek nasıl bir ödeşme türüdür? Bu, başka alanlarda birinden bir şey aldığınızda ona ettiğiniz teşekküre benzer bir sosyal ödeşme biçimi midir? Sizin “özgün” görüşlerinize atıf yaparak birilerinin aynı ödeşme yöntemini kullanması yeterli olmaz mı? Olmuyorsa bunun sebebi, sizin hayatınızı devam ettirecek başka bir gelirinizin olmaması mıdır? Bu durumda fikrî mülkiyeti doğuran asıl etkenin, o fikri üreten kişinin içinde bulunduğu mali durum olduğu anlamına gelir mi? Bu bağlamda örneğin maaşlı olarak çalışan bir öğretim üyesinin yazdığı eserlerin maliyetinin ne kadarı aldığı maaşın içinde ödenmiş sayılabilir! Konu ilginç ve karmaşık gerçekten. Yani öyle “kul hakkı” denerek kolayca işin içinden çıkılacak cinsten değil.

Buraya kadar işaret edilen konular, fikrî mülkiyet hakkının kapsamı ve içeriğini belirleme konusunun diğer mülkiyet haklarından açıkça farklı bir rotaya sahip olduğunu gösteriyor. Bu rotanın oluşumunda fikrî mülkiyete konu olan ürünün, onu üretenle bağlantısını zayıflatan veya tümüyle koparan teknolojilerin kilit rol oynadığını görmekteyiz. Bunlar, yazı ve kayıt teknolojileridir. Dijitalleşme bunun son evresidir. Bu konuyu sonraki yazıda ele alalım. Haftaya bekliyoruz.

FİKRİ MÜLKİYET HAKLARININ GELECEĞİ: ESERLERİ İNTERNETTEN BEDAVA DAĞITMAK CAİZ MİDİR?

– Ömer DEMİR

Geçenlerde çoğunluğu akademisyenlerden oluşan bir sosyal medya grubunda, üyelerden biri birkaç ciltlik İslam Tarihi ile ilgili bir eseri paylaşmıştı. Bunun üzerine grupta, bu paylaşımın yazarın telif haklarının ihlali olup olmadığı meselesi gündeme geldi. Oradaki tartışma çok kapsamlı olmamasına rağmen yeni teknolojilerin oluşturduğu ortamda mevcut telif hakları sistemini sürdürmenin kolay, hatta mümkün olmadığını öne çıkaran yorumlar yapıldı. Her akademik toplulukta olduğu gibi burada da farklı ve zıt görüşler dile getirildi, gerekçeler sıralandı. Sıkı geleneksel telif hakları savunuculuğu yapanlar yanında dünyanın da hızla serbest erişime doğru yol aldığına, telif haklarının da buna göre yeni bir hukuki tanıma kavuşturulması gerektiğine işaret edenler de oldu. Ben tartışmayı hakların arkasındaki ekonomik rasyonalitenin ne olduğuna taşıyınca bir arkadaş “ama telifin ihlali aynı zamanda bir kul hakkı değil mi” diye yazıverdi. Yani işin bir de “dinî” boyutu olmalıydı.

Bu konuyu dört bölümlü bir yazı dizisi ile ele almayı düşünüyorum. Konuyu dört yazıya ayırmamın sebebi bu ortamda yazılan yazıların uzun olmasına dönük itirazlar. Uzun bir yazı yazmamak için dört yazı yazmak biraz Laz usulü bir çözüm ama benim bulduğum şimdilik bu!

İlk yazıda, konuyu ekonomi terminolojisi ağırlıklı ele alacağımız için bazı kavramlara açıklık getirmekle işe başlayacağız. Bu bölüm biraz Ekonomiye Giriş 101 kıvamında olacak. Sebebini biraz sonra açıklayacağım. İkinci yazıda hakkın nasıl oluştuğuna göz atacağız. Burada kamusal veya özel mal ve hizmetler nasıl birer hak haline gelir ve zamanla hakkın kapsamı niçin değişir konusunu ele alacağız. Üçüncü yazıda telife konu fikrî eserlerin diğer mülkiyet türlerinden farkına eğileceğiz. Son yazıda da telif haklarının gelecekte nasıl bir yöne doğru evrileceğine dönük tahmin ve önerilerimizi sunacağız.

Orta Malların Trajedisi ile Çok Ortaklı Mülkiyet Trajedisi Arasına Sıkışıp Kalmak

Her ne kadar başlıkta dinî çağrışım yapan “caiz” kelimesi geçiyor olsa da bu yazı dizisinde telif konusu daha çok fayda, maliyet ve verimlilik gibi ekonomi kavramları bağlamında ele alınacaktır. Çünkü telife konu şeyi (bilgi, buluş, keşif, güfte, beste veya seslendirme, resim, çizim, tasarım, kurgu vb.) üretmek özünde bir fayda yaratma faaliyetidir. Yaptığımız her yorum, yazdığımız her yazı veya geliştirdiğimiz her formül, sınırları tam olarak belirlenemese de, sonunda bir fayda yaratma girişimi olarak görülebilir. (Örneğin yazarın okuduğunuz bu yazıyı yazma amaçlarından biri, telif konusunda okuyuculara yeni bir bakış kazandırarak onların konuya bu şekilde bakmaları halinde olup biteni daha kolay anlamalarına yardımcı olacak bir fayda oluşturmaktır (muhtemelen!). Diğer amaçlar yazılar ortaya çıktıktan sonra belirlenecek!) Her fayda yaratma faaliyeti, yaratılan faydayı meydana getirenlerin üretim sürecindeki rolleri ile ortaya çıkan faydadan kimlerin hangi koşullarda istifade etmelerinin uygunluğuna dair bir anlayış ve kabuller sistemi içinde vuku bulur. Bu sebeple konu tam da ekonominin konusudur.

Şimdi, konuyu ekonomi bağlamında tartışırken kullanacağımız bazı kavramlara biraz daha açıklık getirelim. “Uff, bu kavram tanımlama işi çok sıkıcı, İktisada Giriş 101 dersine mi geldik” demeyin lütfen, kavramlardan aynı şeyi anlamaz isek sonunda bir türlü uzlaşamıyoruz. Yazının sonunda konu  “Tamam anladık yel değirmeninin de suyu nereden geliyor”a dönüyor. “Yel değirmeninin ne olduğunu biliyorsan hâlâ niye suyun peşindesin” diyemiyor insan. Kibarlıktan uzaklaşmayayım diye “Yanlış anlattım galiba” demek zorunda kalıyor! Baştan tedbirli olmak iyidir!

Fayda (ihtiyaç veya isteğin karşılanma düzeyi) ve fiyat (bu isteğin karşılanabilmesi için gerekli fedakârlık) birbiri ile ilişkili ama farklı şeylere işaret eder. Burada iki temel kural vardır: Faydası olan çok az şey bedavadır. Çünkü mallar onlara olan talebin tümünü karşılayamayacak miktarda olmak anlamında kıttır ve bu yüzden fiyatlanırlar. Ancak fayda ile fiyat birbiri ile uyumlu olursa gönüllü mübadele olur. Ayrıca mübadele olması için de mülkiyet hakkının söz konusu olması lazım. İsteyen herkesin ihtiyacını karşılayacak kadar bol olan serbest mallar ise doğada insan müdahalesi olmadan var oldukları için mübadele dışında kalırlar. Bu kıt mal ile serbest mal ayırımının konumuzla ilgisi son bölümde gelecek. Oraya kadar tanımları aklımızda tutmaya gayret edelim!

Bir şeyi kullanma veya tüketme hakkı sizde olacak ki onu fiyatın hakemliğinde, mübadele yoluyla, rızayla başkasına devredebilesiniz. Fayda sağlayan şeyi (maddi veya manevi) bir insanla irtibatlandırma düzeyi de mülkiyet ilişkisini oluşturur. Tek kişi veya aralarında kolay anlaşabilecek az sayıda kişiyle irtibatlılığa özel mülkiyet, topluluğun tümüne irtibatlılığa da ortak mülkiyet adını veriyoruz. Her toplumda bu iki uç arasında birçok mülkiyet tonu bulunur. Bu sebeple mal ve hizmetlerin fiili mülkiyet ilişkisi ilk anda sanıldığından daha da karmaşıktır. Sizin olanda, çoğu zaman değişik oranlarda başkalarının da hakları vardır. İki uç durumu ifade eden dildeki “benim” ve “bizim” arasındaki farkın nasıl ortaya çıktığı ve dünyayı anlama, algılama ve oluşan faydanın bölüşümünde ne tür işlevler gördüğü çoğu zaman örtük bilgi mesabesindedir. Ne mi demek istiyoruz?

İnsan bedeninin kendisine ait olduğu düşüncesi özel mülkiyetin başlangıcıdır. Ama dünyaya gelen beden (bebek) bir topluluk sayesinde insan olur: Yani o “ben” demeye başladığında, ben demesini mümkün kılan dil başta olmak üzere kendisine ait olduğunu düşündüğü şeylerin neredeyse tamamı ondan öncekilere aittir; yani “ben” aslında “başkalarının” eseridir. İşte bu “ben”in nüvesini oluşturan bedene içkin, onun kadar sağlam bağ kurulamasa da ona benzer biçimde sahiplenilebilecek özelliklere sahip olacak biçimde eklenen her şey özel mülkiyetin kapsamına girer.

Öte yandan herhangi bir şeyin özel mülkiyet olarak tanımlanmasının kendisi kamusal mal niteliğindedir. (Biraz karışık olduysa ilerde netleşeceğini umarım, hemen vazgeçmeyiniz!) Yani, özel mülkiyetin var olması sadece sahiplenenin değil diğerlerinin de sahiplik konusu üzerinde uzlaşmasını gerektirir. Çünkü “Bu benimdir” demekle o şey kendiliğinden sizin olmaz (hatta özel mülkiyetin başlangıç noktası olan bedeniniz bile). Diğerlerinin de “evet, o sizindir” demesi lazım. En azından yeteri kadar sayıda “diğerlerinin.” (Aynen bir devlet olma iddiasının/teklifinin/isteğinin gerçekten bir devlet olabilmesi için diğer devletler tarafından tanınması gerektiği gibi.)

Öte yandan insanın bilinç sahibi olup “ben”i fark etmesi de ancak bir topluluk sayesinde olur. Kendini fark etmeyle başlayan “ben” ve “biz” farkının sınırları zaman zaman birbirine karışır. Bu yüzden fayda faaliyetlerinin çoğunda birikmiş bir ortak katkı vardır. İnsanlar birlikte yaşadıkları diğer insanlarla etkileşim yoluyla fayda yaratır ve onu aralarında uzlaştıkları bir yöntemle paylaşırlar. Bazen “ben” öne çıkınca işler daha iyi olur, bazen de “biz.” O sebeple hem faydası olan bir şeyin sahibinin belli olması ve sahibinin üzerinde istediği gibi tasarrufta bulunmasının hem de mülkiyetin belirli düzeyde etkileşim içindeki topluluğa ait olmasının savunulmasının haklı gerekçeleri olabilir. Farklı toplumlar, bu ilişkilerde farklı kriterler oluşturabilirler.

İktisatçılar bu farklılığın haklılığa dönüşmesini belirleyen şeyin, özü itibariyle mülkiyetin fayda üretiminde yol açtığı sonuçlar olduğunu söylerler. Buradaki ana kural kimin tükettiğinden bağımsız olarak “daha çok olanın daha iyi” olduğudur. Yani faydada çok olan aza, tersi olan zararda da az olan çok olana tercih edilir. Buna göre eğer bir mülkiyet biçimi, ortaya çıkan toplam faydanın artışına yol açıyorsa, o mülkiyet biçiminin daha çok meşruiyet kazanma şansı vardır. Bu şansı sürekli kılan da ortaya çıkan faydanın bölüşümüdür. Burada işin ikinci yönüne geliyoruz. Mülkiyet biçimi sadece üretimin ortaya çıkmasına değil, sonuçların paylaşımına da çerçeve çizer. Çok üretim olur ama fayda sınırlı kişiler arasında kalırsa sahiplenebilme meşruiyeti zayıflar. Unutmamak gerekir ki, biri yer diğerleri bakarsa orada kıyamet kolay kopar.

Üretimi örgütlerken özel mülkiyete konu edilmeyen mallarda orta malların trajedisinin meydana gelme riski yüksektir. Yani maliyetine katlanma durumuna bakılmaksızın bir maldan herkesin istediği kadar yararlanması, herkesin zararına olacak acı bir trajediyle sonuçlanabilir. Ortak mülkiyet olunca bir yandan aşırı kullanma eğilimi artar, diğer yandan da üretimini artırmaya dönük bireysel düzeyde fedakârlığa dayalı yeterli yatırım yapma motivasyonu zayıflar. Mera herkese açıksa, her bir köylü imkânlar ölçüsünce orada daha çok sürü otlatmak ister; denizler herkese aitse her bir balıkçı daha fazla balık avlamaya meyyaldir. Bireylerin kendiliklerinden meradan yararlandıklarına orantılı olarak bakımına katkı sağlama veya denizden avlandığı miktara göre denizin korunmasına destek verme eğilimleri düşüktür. Sonuç, düzenleme yapılıp kişi başına göre kısıtlama yapılmaz veya diğer tedbirler alınmazsa mera çoraklaşır, balıkların nesli tükenir. Bu da az veya çok tükettiğine bakılmaksızın herkes için bir trajediye yol açar.

Bu mera ve avlanma örnekleri hem anlatım kolaylığı sağlamaları hem de sorunun çok eski zamanlardan beri var olduğunu ifade etme bakımından uygun birer örnek oldukları için ilgili literatürde yaygın olarak kullanılır. Günümüzde mera meselesi eskisi gibi gündemde olmasa da nehir, deniz veya okyanusların verimli kullanımı; hava, park, bahçe ve sokak temizliği; umumi tuvalet bakımı; kamusal aydınlatmalar; ortak yolların kullanımı; güven, ahlak, dürüstlük ve kamu düzeninin sağlanması; iklim değişikliğine yol açan karbon salınımları, uzaya fırlatılan uydular, uydu yayınları, internet dünyası vb. gibi kamusal niteliği ağır basan mal ve hizmetlerin etkinliğini sağlamada bu orta malların trajedisi durumu halen güncelliğini korumaktadır.

Üretim faktörleri özel mülkiyette olursa aşırı kullanma büyük ölçüde engellendiği gibi talebi karşılamak için üretimi artıracak gerekli yatırımların yapılması için de yeterli teşvik unsurları ortaya çıkar. Mümkün olduğu ölçüde değerli olanı özel mülkiyete konu etmeyi savunanların temel gerekçesi bu. Bu konuya daha sonra döneceğiz.

Bir de işin çoklu mülkiyet trajedisi tarafı var. O da nerden çıktı demeyin. Hepimizin bildiği bir şey. Bir üretimin farklı unsurlarının mülkiyeti farklı kişilerde olduğunda, bir araya gelip kolayca uzlaşamamaları halinde, o kaynağın hiç kimse tarafından verimli biçimde kullanılamamasıdır çoklu mülkiyet trajedisi. Çok sayıda mirasçısının uzlaşamaması nedeniyle kıymetli bir arsanın şehir merkezinde terk edilmiş biçimde beklemesi gibi. Özellikle sağlık sektöründe, elektronik üretimlerde patent haklarının böyle bir trajedi ortaya çıkardığı gözlenmektedir. “Bana istediğimi vermezseniz hiçbirinize yar etmem”, biraz daha acıklı, trajik ve tanıdık olanı “ya benimsin ya da kara toprağın” yaklaşımı.

Fayda, fiyat ve değer bağlamındaki tartışmalarda, kullanım değeri ve değişim değeri arasındaki fark önemlidir. Bir şeyin faydası ile fiyatı arasındaki farkı, iktisatçılar değişim değeri ve kullanım değeri kavramlarıyla ifade ederler. Doğada bol bulunan suyun değişim değeri (piyasa fiyatı) kullanım değerine (insan istek veya ihtiyacını karşılama özelliği) göre çok düşüktür. Neye kıyasla? Az bulunana kıyasla. Örneğin petrolsüz bir hayat ile susuz bir hayat arasındaki farkı ve bunların fiyatlarını düşünelim. Bir faydalı şey çok bolsa kullanım değerinden bağımsız olarak değişim değeri düşer, hatta sıfır olur, örneğin hava gibi. Nefessiz bir dakika duramayız ama havaya bir bedel de ödemeyiz. (Havaya para ödediğimiz durumlar hiç yok da değil. Manzarası güzel, oksijeni bol bir semtte havadar bir konutun kirası diğerlerine göre daha yüksek olur kuşkusuz. Ayrıca bir kısmının adının doğrudan “hava parası” olduğu ödemeler  de sözkonusudur.).

İnsanlık tecrübesi fiyatın, mal veya hizmetlerin insanlar arasında dolaşımında hakem tayin edilerek, kıt olan kaynakların etkili biçimde kullanılmasında bayağı iyi bir araç olduğunu göstermiştir. Fiyatsız dağıtım türleri (kişi başı karne ile dağıtım, el koyma gücü olana terk etme vb.) fiyat sistemine göre çoğu durumda daha verimsizdir. (Bazıları bunu da biraz tartışalım diyebilir ama o zaman vadettiğimiz tartışma konusuna ancak en erken 10 yazı sonrasında ulaşırız.)

Fiyat ile mülkiyet de birbirini tamamlar. Her şeyi fiyatladığınızda özel mal, fiyat dışı dağıtım yaptığınızda da kamusal mal özellikleri öne çıkar.

Kamusal malların iki temel ayırt edici özelliği var: Kamusal mal üretildiğinde, örneğin kamu güvenliğini sağladığınızda, oluşumuna katkı sağlamıyor diye hiçbir bireyi dışarda tutamazsınız (dışlanamazlık) ve birisinin yararlandığı güvenlik hizmeti diğerininkini azaltmaz (rakipsizlik). Özel mallar öyle değildir. Bir daireyi siz yaptırdıysanız onu istemiyorsanız başkasına kullandırmayabilirsiniz (diğerlerini dışlarsınız) ve onu başkası ile aynı anda kullanamazsınız (kullanan kullanmayana rakip olur).

Peki, bir şeyin bol olmasını sağlayan bir teknoloji gelişirse, kullanım değeri hâlâ çok yüksek olduğu hâlde değişim değeri düşebilir mi? Hatta bir mal, ilk biriminin değişim değeri çok yüksekken ikinciden itibaren serbest mal haline gelebilir mi? Kesinlikle evet. İşte, günümüzde dijitalleşme sonucu telif haklarının başına gelen tam da budur. Yeni ortaya çıkan dijital teknolojiler, özel malları adeta birer serbest mala dönüştürmektedir. Telif hakları konusunu bu gelişmelerden ayrı ele almak gerçekçi olmayacağı gibi uygulanabilir düzenleme yapmaya da izin vermez. Nasıl mı?

İlgisini çekenleri bekleriz, bir sonraki hafta bu konuya devam edeceğiz.

M. Emin Zararsız

Bu platformda 29 Ocak 2022 tarihinde yayınlanan “Yine de “Yeni Bir Anayasa” İhtiyacı Devam Etmektedir” başlıklı yazımızda belirtilen sebeplerle halen ülkemizde yeni bir anayasaya ihtiyaç olduğu ifade edilmişti.

Bu yazımızda ise mevcut siyasi durumumuz çerçevesinde yeni bir anayasa ihtiyacının karşılanabilip karşılanamayacağı, bu ihtiyacın karşılanabilmesi için gerekli şartlar ve yer kalırsa da nasıl bir yeni anayasa olması gerektiği değerlendirilecektir.

Bu değerlendirmeden önce yakın tarihimizde yeni anayasa girişimleri hakkında kısaca bilgi verilecektir. Bu girişimler ve akamete uğrama nedenleri iyi değerlendirildiğinde geleceğe yönelik bazı çıkarımlar yapmak da mümkün olacaktır.

Esasen yürürlükteki 1982 Anayasası yürürlüğe girdiği koyu hâkî rengin hâkim olduğu dönemde dahi eleştirilmiş, derhal yürürlükten kaldırılarak hukuk devletini, bireyi, özgürlükleri ve demokrasiyi esas alan yeni bir anayasa gerekliliği ifade edilmiştir. Hatta bu Anayasanın banisi olan 12 Eylül 1980 askerî darbesinden sonra çok partili siyasi hayata yeniden geçilen 6 Kasım 1983 Milletvekili Genel Seçiminden itibaren faaliyette bulunan siyasi partilerin büyük çoğunluğu parti programlarında, iktidar olanların hükümet programlarında veya genel başkanlarının açıklamalarında yeni anayasa vaadinde bulunmuşlardır. Ne yazık ki bugüne kadar 1982 Anayasası 21 kez değiştirilmiş, Başlangıç bölümü dâhil neredeyse değiştirilmeyen hükmü kalmamış olmasına rağmen yeni anayasa konusunda bir gelişme yaşanmamıştır.

Anayasa, devletlerin kurucu belgeleri olduğundan olabildiğince geniş kesimlerin katılımı ve kabulü ile hazırlanması, tartışılması, oylanması ve kabul edilmesi arzulanır. Ülkemiz 12 Eylül 1980 askerî darbesinden ve Anayasanın yürürlüğe girdiği 9/11/1982 tarihinden sonra oluşan parlâmento yapılarında, 6 Kasım 1983 tarihinde yapılan ve Anavatan Partisinin (ANAP) 400 üyeli parlâmentonun 211 üyesini (%52,75) ve 29 Kasım 1987 tarihinde yapılan ve 450 üyeli parlâmentonun 292 üyesini (%64,88) kazandığı durum dışında 3 Kasım 2002 tarihinden itibaren AK Partinin elde ettiği çoğunluk herhangi bir dönemde herhangi bir siyasi parti tarafından sağlanamamıştır. 3 Kasım 2002 tarihinde yapılan seçimlerde 550 üyeli parlâmentonun 363 üyesini (%66), 22 Temmuz 2007 tarihinde yapılan seçimlerde 550 üyeli parlâmentonun 341 üyesini (%62), 12 Haziran 2011 tarihinde yapılan seçimlerde 550 üyeli parlâmentonun 327 (%59,45) üyesini ve 1 Kasım 2015 tarihinde yapılan seçimlerde 550 üyeli parlâmentonun 317 (%57,63) üyesini AK Parti kazanmıştır. 1987 yılında değiştirilen Anayasanın 175 inci maddesine göre anayasanın değiştirilebilmesi için TBMM üye tam sayısının (550) en az üçte biri (184) tarafından değişiklik teklif edilmeli ve üye tam sayısının (en az) beşte üç çoğunluğu (330) tarafından ise kabul edilmelidir. AK Parti bu çoğunluğa hem 2002 seçimlerinde hem de 2007 seçimlerinde tek başına ulaşmıştır. (1987 seçimlerinde ANAP da anayasayı tek başına değiştirebilecek çoğunluğa sahip olmuştu.)

Ancak 2002 seçimlerinde parlâmentoda diğer partiler %10 olan ülke seçim barajını aşamadığından sadece AK Parti ve Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) temsil ediliyorken 2007 seçimlerinde ise AK Parti ve CHP yanında Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) ve Demokratik Toplum Partisinin (DTP) desteklediği Bin Umut Adayları (22) ve diğerlerinden 26 bağımsız milletvekili temsil edilir duruma gelmişlerdi. Siyasi meşruiyet tartışmaları bakımından belki 2002 seçimleri ile oluşan parlâmentoda sadece iki siyasi partinin temsil ediliyor olması yeni bir anayasa bakımından bir sıkıntıya yol açabilecekken 2007 seçimlerinde parlâmentoda merkez sağ (ve muhafazakâr) (AK Parti) ve merkez sol (CHP) dışında Türk milliyetçiliği (MHP) ve Kürt milliyetçiliğine (DTP) dayalı partilerin de temsil ediliyor olması siyasi meşruiyet yönünden çok elverişli bir ortamı oluşturuyor idi.

Parlâmenter ve Yarı Başkanlık Hükûmet sistemlerinin yürürlükte bulunduğu 2002 yılından 2018 yılına kadar tek başına iktidar olan, Başkanlık (Cumhurbaşkanlığı) Hükûmet sistemine geçildiği 2018 yılından bu yana da Cumhurbaşkanlığını ve parlâmento çoğunluğunu (295/600) kazanan AK Parti, kuruluşundan itibaren hem Parti Programında hem de hemen tüm seçimlerde YENİ ANAYASA vaadinde bulunmuştur.

AK Parti 11. Cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinde yaşanan 27 Nisan e-muhtırası ve 367 garabeti olaylarından sonra Türk Silahlı Kuvvetleri (ve Anayasa Mahkemesi) tarafından verilen muhtıraya meydan okumuş ve hem Anayasayı değiştirerek Cumhurbaşkanının halk tarafından seçimi sistemini getirmiş hem de Kasım 2007’de yapılacak seçimleri erkene alarak seçimlerin 22 Temmuz 2007 tarihinde yapılmasını sağlamıştır. Erken seçim kararından sonra AK Parti Parlâmenter Hükûmet Sistemini esas alan komple bir YENİ ANAYASA teklifi hazırlattırmıştır. Başbakanlık Müsteşar Vekili olarak hem sürecin başlamasında ve planlanmasında hem de organizasyonu ve hazırlık sürecinde bulunduğum, kamuoyunda ÖZBUDUN ANAYASASI olarak bilinen bu teklif taslağı Eylül 2007 tarihinde tamamlanmıştır. AK Parti 22 Temmuz 2007 tarihinde gerçekleşen Milletvekili Genel Seçiminde 550 üyeli parlâmentonun 341 üyesini kazanarak anayasayı değiştirmek için gerekli asgari çoğunluğa da (330) sahip olmuş olmasına rağmen ne yazık ki bu taslağı TBMM’ye sun/a/mamıştır.

Bu hazırlık bu zamana kadarki süre içerisinde ilk kez tek başına iktidarda olan bir siyasi partinin komple yeni bir anayasa hazırladığı, mevcut anayasayı tamamen yürürlükten kaldırarak yerine yeni bir anayasayı yürürlüğe koymaya çalıştığı ilk çalışma olmuştur. Her ne kadar bu çalışmadan önce de bazı kesimler tarafından (mesela TÜSİAD, Türkiye Barolar Birliği, TOBB vd.) komple yeni anayasa taslak metinleri hazırlanmış ise de hazırlayanlar sivil toplum kuruluşları olup siyasi partilere yön gösterici çalışmalar olarak değerlendirilecek çalışmalardır.

12 Haziran 2011 seçimlerinden sonra yine YENİ ANAYASA gündeme gelmiştir. Ne var ki AK Partinin milletvekili sayısı asgari gereklilik olan 330’un altında (327) gerçekleşmiştir. Dönemin TBMM Başkanı Cemil ÇİÇEK tarafından TBMM’de grubu bulunan dört siyasi partinin (AK Parti, CHP, MHP, Barış ve Demokrasi Partisi-BDP) katılımıyla oluşturulan Anayasa Uzlaşma Komisyonu kurulmuştur. 15 maddeden oluşan “Anayasa Uzlaşma Komisyonunun Çalışma Usulleri” çerçevesinde 9 Ekim 2011 tarihinde çalışmaya başlayan Komisyon çok farklı kesimlerden de (sivil toplum kuruluşları ve siyasi partiler) görüşler aldıktan sonra YENİ ANAYASA çalışmalarına başlamış, Temel Hak ve Hürriyetler, Yasama, İdare ve Kamu Hizmetleri, Yargı, Başlangıç, Genel Hükümler ve Temel İlkeler bölümlerinden 60 madde üzerinde uzlaşma da sağlanmıştır. Ne var ki, daha fazla ilerlenememiş, hatta iktidar partisinin (AK Parti) “hiç değilse bu 60 maddeyi gerçekleştirelim” çağrısı dahi karşılık bulmamıştır.

1 Kasım 2015 seçimlerinden sonra bu sefer dönemin TBMM Başkanı İsmail KAHRAMAN tarafından öncekine benzer bir şekilde bir Komisyon oluşturuldu. Ancak AK Partinin Başkanlık Sistemindeki ısrarı, Cumhuriyet Halk Partisinin ise Parlâmenter Sistem üzerindeki ısrarı üzerine Komisyon herhangi bir çalışma ortaya koyamadan dağılmıştır.

Özellikle 2007 yılında Prof. Dr. Ergun ÖZBUDUN başkanlığında bir komisyon tarafından hazırlanan Yeni Anayasa taslağı ile 2011 seçimlerinden sonra TBMM Başkanı Cemil ÇİÇEK tarafından dört siyasi partinin eşit sayıda temsili ile oluşturulan Anayasa Uzlaşma Komisyonu çalışmaları Türkiye Cumhuriyetinin ilk kez olağan bir dönemde, sivil siyasetin egemenliği altında ve geniş bir uzlaşma ile yeni bir anayasaya kavuşması umudunu artırmıştı. Ne yazık ki 1 Kasım 2015 seçimlerinden sonra TBMM Başkanı İsmail KAHRAMAN tarafından yine bir Anayasa Uzlaşma Komisyonu kurulmasına rağmen herhangi bir çalışma yapılmadan bu Komisyonun dağılmış olması yeni anayasa konusundaki umutları da dağıtmıştır.

7 Şubat 2012’de başlayıp 15 Temmuz 2016 tarihine kadar yaşanan olaylar ise maalesef ülkeyi içine kapatan, güvenlikçi yaklaşımları öne çıkaran, hukuk devleti, özgürlükler ve demokratik ilkeler konusunda evrensel standartlardan uzaklaşılan bir süreç yaşatmıştır. Nihayet 20/01/2017 tarihli ve 6771 sayılı Kanunla Anayasanın çok sayıda hükmü değiştirilerek Başkanlık (Cumhurbaşkanlığı) Hükûmet sistemi kabul edilmiş ve Temmuz 2018’de ise bu sistem yürürlüğe girmiştir.

2021 yılında hem Cumhur İttifakını oluşturan AK Parti ve MHP’nin hem de Millet İttifakını oluşturan partilerden CHP ve İYİ Partinin yeni anayasa hazırlıkları yaptıkları, ayrıca AK Partiden ayrılarak kurulan DEVA Partisi ve Gelecek Partisinin de yeni anayasa hazırladıkları medyaya yansımıştır. Hatta Millet İttifakını oluşturan CHP, İYİ Parti, Saadet Partisi, Demokrat Parti ile DEVA Partisi ve Gelecek Partisi temsilcilerinden oluşan bir komisyon marifetiyle bu 6 siyasi partinin anayasada yer alması gereken temel ilke ve kabuller konusunda bir müşterek çalışma yapıldığı da yine medyaya yansımaktadır.

Medyaya yansıyan bilgilere göre Cumhur İttifakını oluşturan AK Parti ve MHP ayrı ayrı Başkanlık Hükûmet sistemini esas alan yeni bir anayasa taslağı hazırlamış durumda; Millet İttifakını oluşturan dört siyasi parti ile DEVA Partisi ve Gelecek Partisinin üzerinde çalıştıkları anayasa ise (Güçlendirilmiş) Parlâmenter Hükûmet sistemini esas alan bir çalışmadır. Dolayısıyla iki zıt kutupta yer alan anayasa modelleri iki ayrı ittifakı oluşturan siyasi partiler tarafından çalışılmaktadır. Peki, bu iki zıt kutupta hazırlıkları yürütülen anayasa çalışmalarının mevcut anayasayı yürürlükten kaldırarak yeni bir anayasayı yürürlüğe koyacak sonuca ulaşabilme imkânı bulunmakta mıdır?

Öncelikle mevcut anayasanın ister kısmi ister tamamen değiştirilebilmesi için gerekli kuralların neler olduğunu belirlemeye çalışalım. Bu belirlemeyi yaparken sıfırdan bir anayasa yapımının, diğer bir deyişle tamamen yeni bir anayasa yapımının ancak asli kurucu iktidarlar tarafından gerçekleştirilebileceği şeklindeki teorik (ve ütopik) tartışmalara girmeye gerek görmüyorum. Bu teoriye göre sıfırdan komple yeni bir anayasayı ancak asli kurucu iktidarlar yapabilir. Savaş, yeni bağımsız bir devlet, darbe gibi olağanüstü durumların dışında yürürlükteki anayasanın tamamen yürürlükten kaldırılarak yeni bir anayasa yürürlüğe konulabilmesi için sadece bu amaçla bir parlâmento (meclis) oluşturulmalı, bu parlâmento yeni anayasayı hazırlayarak kabul etmeli, bundan sonra da halkoyuna sunularak buradan da kabul edilirse yeni anayasa yürürlüğe girmeli ve bu için oluşturulan parlâmento da dağılmalıdır.

Kanaatimizce yürürlükteki Türkiye Büyük Millet Meclisi ister mevcut anayasanın bazı hükümlerini değiştirme konusunda isterse de mevcut anayasayı tamamen yürürlükten kaldırıp yeni bir anayasayı yürürlüğe koyabilme konusunda yetkilidir. Anayasayı kısmen değiştirirse tali kurucu iktidar, tamamen değiştirirse asli kurucu iktidar sıfatını kazanmış olur. Her iki içerikteki değişikliği de mevcut anayasada öngörülen değişiklik usulüne göre gerçekleştirecektir.

Anayasanın 1987 yılında değiştirilen 175 inci maddesi anayasanın nasıl değiştirilebileceğini özel olarak düzenlemiştir. Buna göre

I. Anayasanın değiştirilmesi, seçimlere ve halkoylamasına katılma:

Madde 175– (Değişik: 17/5/1987-3361/3 md.)

Anayasanın değiştirilmesi Türkiye Büyük Millet Meclisi üye tamsayısının en az üçte biri tarafından yazıyla teklif edilebilir. Anayasanın değiştirilmesi hakkındaki teklifler Genel Kurulda iki defa görüşülür. Değiştirme teklifinin kabulü Meclisin üye tamsayısının beşte üç çoğunluğunun gizli oyuyla mümkündür.

Anayasanın değiştirilmesi hakkındaki tekliflerin görüşülmesi ve kabulü, bu maddedeki kayıtlar dışında, kanunların görüşülmesi ve kabulü hakkındaki hükümlere tabidir.

Cumhurbaşkanı Anayasa değişikliklerine ilişkin kanunları, bir daha görüşülmek üzere Türkiye Büyük Millet Meclisine geri gönderebilir. Meclis, geri gönderilen Kanunu, üye tamsayısının üçte iki çoğunluğu ile aynen kabul ederse Cumhurbaşkanı bu Kanunu halkoyuna sunabilir.

Meclisce üye tamsayısının beşte üçü ile veya üçte ikisinden az oyla kabul edilen Anayasa değişikliği hakkındaki Kanun, Cumhurbaşkanı tarafından Meclise iade edilmediği takdirde halkoyuna sunulmak üzere Resmî Gazetede yayımlanır.

Doğrudan veya Cumhurbaşkanının iadesi üzerine, Meclis üye tamsayısının üçte iki çoğunluğu ile kabul edilen Anayasa değişikliğine ilişkin kanun veya gerekli görülen maddeleri Cumhurbaşkanı tarafından halkoyuna sunulabilir. Halkoylamasına sunulmayan Anayasa değişikliğine ilişkin Kanun veya ilgili maddeler Resmî Gazetede yayımlanır.

Halkoyuna sunulan Anayasa değişikliklerine ilişkin kanunların yürürlüğe girmesi için, halkoylamasında kullanılan geçerli oyların yarısından çoğunun kabul oyu olması gerekir.

Türkiye Büyük Millet Meclisi Anayasa değişikliklerine ilişkin kanunların kabulü sırasında, bu Kanunun halkoylamasına sunulması halinde, Anayasanın değiştirilen hükümlerinden, hangilerinin birlikte hangilerinin ayrı ayrı oylanacağını da karara bağlar.

Halkoylamasına, milletvekili genel ve ara seçimlerine ve mahalli genel seçimlere iştiraki temin için, kanunla para cezası dahil gerekli her türlü tedbir alınır.”

Bir anayasa değişikliği için öncelikle Türkiye Büyük Millet Meclisi üye tamsayısının (600) en az üçte biri tarafından (200 milletvekili) yazıyla teklif edilmesi gerekmektedir. Bu değişiklik teklifinin kabulü ancak Meclis üye tamsayısının (en az) beşte üç çoğunluğunun (360 milletvekilinin) gizli oyuyla mümkündür. Meclis üye tamsayısının (en az) beşte üçü (360) ile veya üçte ikisinden (400) az oyla kabul edilen Anayasa değişikliği hakkındaki kanun, Cumhurbaşkanı tarafından Meclise iade edilmediği takdirde halkoyuna sunulmak üzere Resmî Gazetede yayımlanır. Cumhurbaşkanı Anayasa değişikliklerine ilişkin kanunları bir daha görüşülmek üzere Türkiye Büyük Millet Meclisine geri gönderebilir. Meclis, geri gönderilen Kanunu, üye tamsayısının (en az) üçte iki çoğunluğu (400) ile aynen kabul ederse Cumhurbaşkanı bu Kanunu halkoyuna sunabilir. Doğrudan veya Cumhurbaşkanının iadesi üzerine Meclis üye tamsayısının (en az) üçte iki çoğunluğu (400) ile kabul edilen Anayasa değişikliğine ilişkin kanun ise Cumhurbaşkanı tarafından halkoyuna sunulabilir. Halkoyuna sunulmazsa Resmî Gazetede yayınlanarak yürürlüğe girer.

Bu düzenleme çerçevesinde bir anayasa değişikliği yapabilmek için 200, 360 ve 400 milletvekili sayıları önem kazanmaktadır. Dolayısıyla mevcut anayasanın bazı maddelerini değiştirmek için veya mevcut anayasa yerine yeni bir anayasa yürürlüğe koyabilmek için en az 200 milletvekili tarafından yazılı olarak teklif sunulmalı, komisyon görüşmelerinden sonra TBMM Genel Kurulunda en az 360 milletvekili tarafından bu teklif kabul edilmelidir. Eğer değişiklik teklifi 360’dan fazla 400’den az milletvekili tarafından (360-399) kabul edilirse Cumhurbaşkanı bu değişiklikleri halkoyuna sunmak durumundadır. Buna karşılık değişiklik teklifi en az 400 ve daha fazla milletvekili tarafından kabul edilirse Cumhurbaşkanı dilerse bu değişikliği halkoyuna sunar, dilerse doğrudan onaylayarak yürürlüğe girmesini sağlamak üzere Resmî Gazetede yayınlar. Cumhurbaşkanı 360 ve daha fazla, isterse 600 milletvekili tarafından kabul edilen değişiklikleri dilerse bir daha görüşülmek üzere TBMM’ne geri gönderebilir.

Bu düzenlemeler ve mevcut siyasi duruma göre eğer TBMM veya Cumhurbaşkanı tarafından erkene alınmazsa Haziran 2023’de birlikte yapılacak Milletvekili Genel Seçimi ve Cumhurbaşkanlığı Seçimi sonuçlarına göre farklı ihtimallere göre yeni anayasa durumuna dair öngörüler aşağıdaki şekilde sıralanabilir. Bu öngörüde AK Parti, MHP ve BBP’nin Cumhur İttifakı olarak; CHP, İYİ Parti, Saadet Partisi, Demokrat Parti, DEVA Partisi ve Gelecek Partisinin Millet İttifakı olarak; Halkların Demokrasi Partisi (HDP) ve diğer partilerin ya tek başlarına ya da aralarında oluşturacakları üçüncü bir ittifakla hem Cumhurbaşkanlığı hem de milletvekili genel seçimine girecekleri varsayılmaktadır. Varsayımlar arasında HDP’nin de Parlâmenter Hükûmet sistemine dayalı bir anayasa isteğine destek verdiği kabul edilmektedir.

  1. Cumhur İttifakının hem Cumhurbaşkanlığını hem de 360 ve üzerinde bir çoğunlukla parlâmento çoğunluğunu kazanması durumunda, bu ittifakı oluşturan siyasi partilerin üzerinde anlaştığı Başkanlık (Cumhurbaşkanlığı) Hükûmet sistemini esas alan yeni bir anayasa yürürlüğe konulabilmesi mümkündür.
  2. Cumhur İttifakının hem Cumhurbaşkanlığını hem de 360’dan daha az bir çoğunlukla parlâmento çoğunluğunu kazanması durumunda, ancak parlâmentodaki diğer siyasi partilerden, diğer bir deyişle Millet İttifakını oluşturan siyasi partiler ile HDP’den (milletvekillerinden) destek alabilmesi halinde önerecekleri Başkanlık (Cumhurbaşkanlığı) Hükûmet sistemini esas alan yeni bir anayasa yürürlüğe konulabilecektir. Bu durum ise varsayımlar çerçevesinde muhal gözükmektedir.
  3. Cumhur İttifakının Cumhurbaşkanlığını kazandığı ancak 360 – 399 arası bir çoğunlukla parlâmento çoğunluğunu Millet İttifakının ve HDP’nin kazanması durumunda, Millet İttifakının Parlâmenter Hükûmet sistemini esas alan anayasa önerisi TBMM’de kabul edilebilir. Ancak Cumhurbaşkanı bu metni bir daha görüşülmek üzere Meclise iade ettiğinde en az 400 milletvekili tarafından kabul edilmesi gerekeceğinden yeni bir anayasa muhal gözükmektedir.
  4. Cumhur İttifakının Cumhurbaşkanlığını kazandığı ancak 400 ve üzeri bir çoğunlukla parlâmento çoğunluğunu Millet İttifakının ve HDP’nin kazanması durumunda, Millet İttifakının Parlâmenter Hükûmet sistemini esas alan anayasa önerisi TBMM’de kabul edilebilir. Cumhurbaşkanının bir daha görüşülmek üzere Meclise iade etmesi halinde de yine aynen kabul edilebilir. Bu sefer Cumhurbaşkanı halkoyuna sunacaktır. Halkoylamasında kullanılan geçerli oyların yarısından çoğu tarafından da kabul edilirse anayasa kabul edilmiş olur.
  5. Millet İttifakının hem Cumhurbaşkanlığını hem de 360 ve üzerinde bir çoğunlukla parlâmento çoğunluğunu kazanması durumunda (bu 360’ın içinde HDP’nin de bulunduğu durumunda), bu ittifakı oluşturan siyasi partilerin üzerinde anlaştığı Parlâmenter Hükûmet sistemini esas alan yeni bir anayasa yürürlüğe konulabilmesi mümkündür.
  6. Millet İttifakının hem Cumhurbaşkanlığını hem de 360’dan daha az bir çoğunlukla parlâmento çoğunluğunu kazanması durumunda (bu 360’ın altındaki çoğunlukta HDP’nin de bulunduğu durumunda), ancak parlâmentodaki diğer siyasi partilerden, diğer bir deyişle Cumhur İttifakını oluşturan siyasi partilerden destek alabilmesi halinde önerecekleri Parlâmenter Hükûmet sistemini esas alan yeni bir anayasa yürürlüğe konulabilecektir. Bu durum ise varsayımlar çerçevesinde muhal gözükmektedir.
  7. Millet İttifakının Cumhurbaşkanlığını kazandığı ancak 360 – 399 arası bir çoğunlukla parlâmento çoğunluğunu Cumhur İttifakının kazanması durumunda, Cumhur İttifakının Başkanlık (Cumhurbaşkanlığı) Hükûmet sistemini esas alan anayasa önerisi TBMM’de kabul edilebilir. Ancak Cumhurbaşkanı bu metni bir daha görüşülmek üzere Meclise iade ettiğinde en az 400 milletvekili tarafından kabul edilmesi gerekeceğinden yeni bir anayasa muhal gözükmektedir.
  8. Millet İttifakının Cumhurbaşkanlığını kazandığı ancak 400 ve üzeri bir çoğunlukla parlâmento çoğunluğunu Cumhur İttifakının kazanması durumunda, Cumhur İttifakının Başkanlık (Cumhurbaşkanlığı) Hükûmet sistemini esas alan anayasa önerisi TBMM’de kabul edilebilir. Cumhurbaşkanının bir daha görüşülmek üzere Meclise iade etmesi halinde de yine aynen kabul edilebilir. Bu sefer Cumhurbaşkanı halkoyuna sunacaktır. Halkoylamasında kullanılan geçerli oyların yarısından çoğu tarafından da kabul edilirse anayasa kabul edilmiş olur.

Bu ihtimaller çerçevesinde denilebilir ki ancak Cumhur İttifakının hem Cumhurbaşkanlığını hem de en az 360 ve daha fazla çoğunlukla parlâmento çoğunluğunu kazanması halinde veya Millet İttifakının hem Cumhurbaşkanlığını hem de en az 360 ve daha fazla çoğunlukla parlâmento çoğunluğunu kazanması halinde ya Başkanlık (Cumhurbaşkanlığı) Hükûmet sistemini veya Parlâmenter Hükûmet sistemini esas alan yeni bir anayasa yürürlüğe konulabilmesi mümkün olacaktır.

Ayrıca Cumhur İttifakının Cumhurbaşkanlığını Millet İttifakının ise en az 400 ve üzerinde bir çoğunlukla parlâmento çoğunluğunu kazanması halinde veya Millet İttifakının Cumhurbaşkanlığını Cumhur İttifakının ise en az 400 ve üzerinde bir çoğunlukla parlâmento çoğunluğunu kazanması halinde ya Başkanlık (Cumhurbaşkanlığı) Hükûmet sistemini veya Parlâmenter Hükûmet sistemini esas alan yeni bir anayasa yürürlüğe konulabilmesi mümkün olacaktır.

Cumhurbaşkanlığı ile parlâmento çoğunluğunun farklı ittifaklar tarafından kazanılması halinde yeni anayasa yapılabilmesini belirleyici olan parlâmento çoğunluğunun 400 ve üzerinde bir çoğunlukla kazanılıp kazanılmadığıdır. 360-399 arası bir çoğunlukla parlâmento çoğunluğunun kazanılması halinde yeni anayasa yapılabilmesi mümkün gözükmemektedir.

Elbette bu ihtimallerde ittifakı oluşturan siyasi partilerin tek bir metin üzerinde anlaşarak tekliflerini sundukları varsayılarak bu sonuçlar ifade edilmektedir.

14 Şubat 2021 tarihinde bu platformda yayınlanan “Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sisteminde Yürütmenin Yetkilerine Denetleme ve Denge Bakımından Genel Bir Bakış” başlıklı yazımızda da ifade ettiğimiz gibi Cumhurbaşkanlığı Hükûmet sistemi ancak hem Cumhurbaşkanının hem de parlâmento çoğunluğunun (hiç değilse yarıdan bir fazla olan 301) aynı siyasi akımda olması halinde işleyebilecek, buna karşılık Cumhurbaşkanlığının bir siyasi akımdan parlâmento çoğunluğunun farklı bir akımdan olduğu hallerde ise sistemin tıkanacağı bir yapı getirmiştir. Bu durum yeni bir anayasa yapabilme veya mevcut anayasada değişiklik yapabilme bakımından yukarıda sıralanan ihtimaller dikkate alındığında daha da belirgin bir şekilde ortaya çıkmaktadır.

Sonuç olarak ifade edelim ki yeni bir anayasa, yukarıda sayılan varsayımlar ve ihtimaller ile mevcut siyasi durum dikkate alındığında hayal olmaya devam edecektir. Bunun doğal sonucu olarak da maalesef bir darbe anayasası olan, neresinden tutarsanız elinizde kalan ve Türkçenin en kötü örneğini sergileyen bir anayasa ile anılmaya ve yönetilmeye devam edeceğiz görünmektedir. Bu ise elbette ki bu yüzyıla, bu ülkeye ve bu ülke vatandaşlarına yakışmamaktadır.

Ömer Demir –

Bugünlerde nakit tasarrufların nerelerde değerlendirilmesi gerektiği konusu, her düzeyde tasarruf sahibi için önemli bir gündem maddesi. Döviz kurunun yükselmesi, enflasyonun artış eğiliminde olması, bankaların mevduat faizlerinin reel olarak eksilerde olma riski, hızlı yükselen dövize yönelme eğilimini frenlemek için kur korumalı mevduat (KKM) uygulamasının başlatılması dikkatlerimizi kadim dönemden beri değer saklama ve değişim aracı olarak kullanılan değerli madenlere çekmeye başladı. Faize karşı duyarlı kişilerin KKM sistemine yönelmeleri beklenmediğine göre önlerindeki seçenek ya altın hesabı açmak ya da altın almak.1 Kişisel olarak bunun bir çözüm olması mümkün ama acaba altını sorgusuz sualsiz helal, meşru ve makul bir değer saklama aracı olarak görebilir miyiz? Bu yazıda bu konuyu ele alalım.

İlk çağlardan beri geniş kesimlerce görece kolay teşhis edilmesi, diğer madenler gibi hava veya su ile temas ettiğinde oksitlenerek bozulmaması, eritilmesi kolay olduğu için farklı kalıplara dökülebilmesi ve istenen şekle kolayca dönüştürülebilmesi gibi nedenlerle altın ülkelerarası bir değer ölçü aracı olarak kabul görmüştür.

Ancak altını muteber bir değer ölçü birimi haline getiren ana özellik, burada bahsettiğimiz farklı iklim ve saklama şartlarında bozulmama, kolay teşhis edilebilme ve farklı kalıplara dökülebilme özelliği değildir. Onu değer ölçüsü ve stok aracı yapan görece kıtlık düzeyidir. Diğer bazı maden ve taşlar gibi çok kıt olmadığı gibi inşaatlarda kullanılan demir kadar da bol değildir. Onun bu ölçülü kıtlığı, değer ölçü aracı olarak yaygın kabul görmesinde en önemli faktördür. Bunun nedenine gelmeden önce değer saklamanın ne alama geldiği üzerinde biraz duralım.

Bir Mal ve Hizmetin Değeri Nasıl Belirlenir ve Saklanır?

Para ekonomisi içinde yaşayan birisi için çok açık gibi görünen bu sorunun cevabı, yazı başlığımızı netleştirmek bakımından son derece önemlidir. Ekonomi, insanların değer verdiği mal ve hizmetlerin toplamıdır. Mallar elle tutulur, hizmetler ise elle tutulmayan niteliktedir. İnsanların değer verdiği şeyler nihayetinde bu mal ve hizmetlerdir. Bunun dışındakilerin değeri, bu mal ve hizmetlere dönüşebilme kabiliyetlerine bağlıdır. Ekmeği seven birisi için para, istediği zaman ekmek temin etmeye yaradığı için değerlidir. Kulağında taşımaktan hoşlanan bir kadın için altın küpe, kendisine mutluluk verdiği için değerlidir. Ekmeğin verdiği mutluluk ile küpeninki arasındaki fark, birbirine dönüştürülmek istenmesi durumunda küpenin ekmeğe göre bazı avantajlarının olmasıdır. Eldeki ekmeği hoşlandığınız bir küpe ile değiş tokuş etmede zorluk yaşayabilirsiniz. Bunun sebebi altın küpenin bir mal olmasının yanısıra aynı zamanda bir değişim ve değer saklama aracı da olmasıdır. Altını bir süs eşyası olarak kullanabildiğiniz gibi çok düşük bir işlem maliyeti ile diğer mallara kolayca dönüştürebilirsiniz.

Bunları hepimiz biliyoruz, ne alakası var bunların İslam ekonomisi ile diye sabırsızlanmayalım. Adım adım oraya geleceğiz ama sadece sonucu söyleyerek meramımızı tam olarak anlatamayacağımızı düşündüğümüz için ara duraklarda böyle vakit geçiriyoruz.

Altını ekmeğe üstün kılan, onun insanların ihtiyaç duyduğu ekmek benzeri diğer malları temindeki “düşük işlem maliyeti ile dönüştürülebilme” özelliğidir. Bu dönüştürme özelliği zamanlar arası tüketime imkân vermesi yüzündendir. Şöyle bir işlem tahayyül edelim. Altın aynı altın ve 24 ayar. Lakin her gün istediğimiz mal ve hizmetlere dönüştürülme özelliği azalıyor. Yani bugün bir gram altın ile 100 ekmek alırken aynı gram altınla yarını beklediğimizde 98, ertesi gün 97, bir sonraki gün ise 96 ekmek alabildiğimizi varsayalım. Ekmek tüm malları sembolize eden bir ürün olsun, yani diğer mal ve hizmetler içinde satın alma gücü aynı olsun. Bu durumda hangi köylü elinde ekmek yapılacak unun karşılığında altın almaya razı olur? Doğal olarak hiç kimse yıllar boyu fiziksel özelliği hiç bozulmayan bu 24 ayar altına itibar etmeyecektir. Çünkü malların bugünkü karşılığını yarın da muhafaza etmesi, altının sadece bozulmama özelliğinin değil, aynı zamanda göreli kıt olmasının bir sonucudur. Yeni bir altın madeninin bulunduğunu, isteyen herkesin demirden daha kolay biçimde bu madeni toplama, eritme ve süs eşyası yapma hakkının olduğunu düşünelim. Mal ve hizmetler karşılığında miktarı artan altın mübadele aracı olsa da bugün ile yarın arasında değer saklama özelliğine sahip olmayacaktır.

O zaman şöyle bir sonuca varabiliriz: İnsanların altına ortak değer atfetmelerinin asıl nedeni onun muhteviyatı değil (altının iletken bir metal veya süs olarak kullanıldığı mal kullanım alanlarını ihmal edelim), mal ve hizmetlerin miktarları ile dengeli bir varlığa sahip olmasıdır. Yani, altını değer ölçütü ve değer saklama aracı kılan, bozulmama özelliğine ek olarak piyasada varoluş miktarının “dengeli” olmasıdır. Bu dengeden neyi kastediyoruz? Eğer tüm insanlar bugün ellerindeki bir çuval unu altına çevirdiklerinde yarın (makul bir zaman sonra) onu iki çuval olarak geri alabileceklerini düşünürlerse herkes dolabında un saklamak yerine altın saklamaya yönelecektir. Mevcut altın miktarı bunu karşılamaya yetmeyeceği için elinde altın olanlar ellerinde daha önce bir çuval değiştikleri una daha az altın önereceklerdir. Böylece bugün altına çevrilen un, yarın iki kat un olmak yerine daha az olacak ve zamanla aynı miktar un oluncaya kadar altının un karşısındaki nispi değeri yükselecektir. Bugün ile yarınki un miktarı aynı oluncaya, hatta yarın bir miktar daha az oluncaya kadar altınla un değişiminin sürmesi beklenir. Aynı gram altınla yarın daha az unu almaya razı olmanın sebebi de unun saklanma maliyetidir. Bugün bir çuval unu bir gram altına değişip bir yıl sonra bozulmadan aynı unu küçük bir farkla geri almak, depolama ve saklama maliyetleri düşünüldüğünde daha uygun olabilir.

Üretim hacminin sınırlı olduğu bir ortamda altının mal ve hizmetler karşısındaki değeri göreli istikrarlıdır. Ancak topluluğun elindeki altın miktarı değişmediği halde üretimin birden arttığını düşünelim. Toplam mal ve hizmet miktarının artmasına karşın altın miktarı artmadığı için servetini altın olarak saklayanlar daha önce bir çuval un aldıkları altına iki çuval un isteyeceklerdir. İlave üretilen un değişime sokulduğunda altın para kıtlığı olduğu için değişim oranı (fiyat) değişecektir. Bu durumda elinde altın olanlar lehine servet transferi oluşmaya başlayacaktır. Üretimin sürekli arttığını buna karşılık altın stokunun değişmediğini veya üretim hacmine kıyasla oransal olarak daha az arttığını varsaydığımızda elinde bugün bir altın karşılığı un olan birisi bunu altına çevirdiğinde gelecek yıllarda yılına göre bu bir çuval un 2, 3, 4 çuval una dönüşecektir. Sadece elinde altın tutan kişinin yapılan üretimden bu kadar fazla pay alma hakkı var mıdır? Varsa bu hak nereden gelmektedir?

Tarihin bazı dönemlerinde yeni bulunan altın madenlerinin piyasaya akması nedeniyle enflasyonlar yaşanmasına rağmen, yüzyıllar boyu dünyada böyle bir sorun yaşanmamış olması, bu durumun gerçek değil teorik bir sorun olarak görülmesine yol açmış olabilir mi? Öyle görünüyor.

Evet, üretimin geçimlik düzeylerde olduğu, yani ancak mevcut nüfusu besleyecek hacimde olduğu, o sebeple birkaç yıl sonrasında tüketmek üzere ürün stoklama imkânının olmadığı zamanlarda altına dayalı para sistemi çalışmıştır. Ancak son 200 yılda dünyadaki üretim hacmi eski dönemlerle mukayese edilemeyecek biçimde artmış, bu üretimin insanlar arasında dolaşımını sağlamak için madeni paralar yetersiz kalmış, zorunlu olarak kâğıt para sistemine geçilmiştir. Önceleri dolaşımdaki para altına endekslenmiş ama ihtiyaç duyulan paranın karşılığında altın stoku oluşturmak imkânsız hale geldiği için bu standart da terkedilmiştir. Bankacılık sistemi kâğıt parayla da yetinmeyerek kaydi para oluşturmuş, işlemler bu şekilde gerçekleştirilmiştir. Gerek kâğıt gerekse kaydi paranın gerçek bir üretim olmadan insanlar arasında dolaşımının “sahte servet” oluşturması, burada üzerinde durulmayacak olmakla birlikte çok önemli bir konudur.

Üretimin hızla artması, bu mal ve hizmetlerin miktarındaki artışa orantılı biçimde artışı yapılamayacak olan tüm araçları adil değer ölçüm aracı özelliği taşıyamaz hale getirmiştir. Bu sebeple altın veya benzeri madenleri sorunsuz, hakkaniyetli bir değer stoklama aracı olarak görme yaklaşımının ekonomik meşruiyeti kalmamıştır. Altın veya gümüşün değeri sürekli değişen döviz ve diğer yatırım araçlarından çok özel bir farkı yoktur. Çünkü ekonomik meşruiyet, doğrudan veya dolaylı biçimde üretime katılanların üretimden aldıkları payın orantılı olmasını gerektirir. Altının fiziksel ve kimyasal özellikleri, onu bir şekilde saklayarak bugün veya yarın üretilecek mal ve hizmetlerden daha fazla pay almayı meşrulaştırmanın bir gerekçesi olamaz. İnsanların altına ortak değer atfetmelerinin nedeni onun geçmişteki değişim ve değer saklama aracı olarak gördüğü işlevin adeta bir kamusal mala dönüşmüş olmasıdır.

Bireylerin yastık altında altın saklaması ile merkez bankalarının altın rezerv tutmasının mantığı hemen hemen aynıdır. Politik ve ekonomik sistemlerin gücüne bağlı olarak değeri değişen hisse senedi, tahvil, kâğıt ve kaydi paraların tersine altının dünya üzerinde görece evrenselliği vardır. Bu yüzden ülkeler son tahlilde ihtiyaç olduğunda bozdurmak üzere altın rezerv tutar. Bireyler de zamana karşı dayanıklı bir tasarruf aracı olarak altın bulundururlar. Ancak altının gördüğü bu işlevden bağımsız, ona kalıcı bir değer atfedilmesi büyük bir yanılgıdır. Bu sebeple değer ölçü birimi ne olmalı sorusuna kolaycılığa kaçarak altın cevabını vermek günümüz gerçekleriyle uyuşmayan bir yaklaşımdır. O zaman hem değişim aracı hem de değer stoklama (tasarruf) amaçlı kullanılacak bir paranın hangi özellikler taşıması gerektiği konusuna gelelim.

Bir ekonomide “iyi para”, aynı zaman içinde veya zamanlar arası satın alma gücünü koruyan paradır. Değeri düşen veya artan para “iyi para” değildir. Çünkü değer parada değil mal ve hizmetlerde ortaya çıkan bir özelliktir. Para sadece onların değişimine, stoklanmasına aracılık eder. Ürettiği mal ve hizmetlerin karşılığında alınan para, kişiyi mal üretiminden alıkoyacak getiri sağlıyorsa bu kişi başkalarının üretimine, onların rızası olmadan el koyuyor demektir. Sadece elinde mal ve hizmetlerin değişiminde kullanılacak bir aracı saklayan kişi, tüketimini geleceğe tehir ettiği için bir ödülü hak ediyor olabilir. Bu, bugün ürettiğini, gelecekte tüketmek üzere başkalarına ödünç vermenin bir yolu olmaktan çıkıp kazanç sağlamanın bir aracına dönüşüyorsa burada sorun var demektir. Günümüzde finans piyasalarında günlük dönen servetin reel ekonominin yaklaşık on katı mesabesinde olması, bir kısım insanların gelecekte iyi kazanç umuduyla mal piyasalarından taleplerini çekmiş olmaları bugün mal piyasasında işlem yapanların lehine olmakla birlikte, elde ettikleri fazlalıklarla birlikte gelecekte mal ve hizmet piyasasına dönmeleri durumunda elde edecekleri üstün tüketim hakkının yol açacağı dalgalanma, ciddi kaygı yaratacak boyuttadır. Bu sebeple kullanılan finansal araçların her işlem aşamasında reel ekonomide yol açacakları karşılıkların dikkate alınarak oluşturdukları alım gücü fazlalığının meşruiyeti değerlendirilebilir.

Siz tasarruf ettiğinizde ilk adımda bir şeyi kesin yapıyor diğerine de potansiyel oluşturuyorsunuz. Kesin yaptığınız şey, tüketim piyasasından çekilmektir. Elinizdeki alım gücünü (para, döviz, altın vb.) mal veya hizmet alımında kullanmıyor, bu hakkınızı geleceğe tehir ediyorsunuz. Bu sebeple piyasada potansiyel talep fiili talebe dönüşmüyor ve bu durum şu an tüketimini karşılayanların lehine, fiyatlarda aşağı yönlü bir etki oluşturuyor. Bu sizin halen ihtiyacını karşılayacaklara olan kıyağınız. Eğer gelirinizin tümünü mal ve hizmet almak için harcamaya kalksaydınız, fiyatların yükselmesi nedeniyle diğerlerinin tüketim imkânlarını daraltacaktınız. Bu yüzden kıyak çekiyorsunuz. Ama aslında bunu onlara kıyak çekmek istediğiniz için değil, tüketim hakkınızı ileride kullanmak için yapıyorsunuz. İleride aynı tüketim hakkını hak kaybına uğramadan sağlayacak bir değer stoklama aracına ihtiyacınız var. Dikkatlerimiz onun üzerinde.

Potansiyel oluşturduğunuz şey ise, yeni üretim için kaynak oluşturmak, yani yatırım. Yatırım harcaması, tüketim malı üretmek için kaynak kullanmak demek. Sizin tasarrufunuzun, piyasadan çekilen alım gücünün yol açacağı mal piyasasında talep azalması yoluyla bir fiyat azaltıcı etkisi olur. Bu tasarrufu altın veya ona benzer üretken olmayan bir biçimde yastık altına attığınızda etki bununla sınırlı kalır. Gelecekte mal piyasasına çıkıncaya kadar fiyatlar aşağıya baskılanır. Bu genellikle kötü bir şey değildir. “Genellikle” dememizin sebebi, sizin harcayacağınızı düşünerek üretenleri hayal kırıklığına da uğratmış olabilirsiniz. Sizin de alacağınızı düşünerek ürettikleri malın satılmaması nedeniyle fiyatı düşürmek zorunda kalmaları (veya bekledikleri kadar artıramamaları) onların canını sıkar kuşkusuz. Bir sonraki dönemde üretmemeye yönelebilirler (meşhur tasarruf paradoksu). Ama bu tasarrufunuzu yeni mal ve hizmet üretimine yönelttiğinizde bugün veya sizden önceki bir yarın diğerlerine ikinci bir yararınız daha dokunur. Üretimin artması nedeniyle daha önce olmayan mallar piyasaya çıkar ve fiyatlar üzerinde daha da aşağı yönlü etki yapar. Yani sizin dışınızdakiler için bolluk olur. Aslında siz de bugün tükettiklerinizi bu düşük fiyattan alarak baskılanan fiyatlardan yararlananlar kervanına katılmış olursunuz.

Burada yatırım yoluyla her üretim aşamasında yapılan ödemenin aynı zamanda ödeme alan aracılığı ile talebe dönüşmesinin ters yönlü etkisi de dikkate alınmalıdır. Sizin tasarrufunuz yeni bir üretim için harcanırken, o süreçte yeni gelir oluşur ve o gelir de sizin almadığınız mallara talep olarak piyasaya çıkar. Bu da fiyatları yükseltici bir etkiye yol açar. Ancak bu yatırım sürecinde yeni gelir elde eden kişi de gelirinin tümünü değil de bir kısmını tüketim mallarına yöneltirse fiyatın artma etkisi daha az olur. Aslında iktisatçılar dışardan bakanları ürküten karmaşık denklemlerle bu etkilerin net farkını ortaya koymaya çalışırlar. Örneğin yukarıda ifade edildiği tasarruf eden bir yandan tasarruf ettiği miktarın karşılığında üretilen mal ve hizmet piyasasında talepte bulunmadığı için fiyatları aşağı yönde baskılarken bu piyasadan çekilme geçmişte yatırım yapanların beklentilerine ters bir durum oluşturduğu için üretimde de frene basmaya yol açabilir. Üretim azalırsa fiyatlar yukarı yönde hareketlenir. Net etki birçok faktörün (tasarruf eğilimi, yatırım esnekliği, yatırım mallarının ikame durumu, sektörlerin ölçek ekonomisindeki durumu vb.) ekonomiye özgü bileşke etkisine göre oluşur. Bu bileşke etki çıplak gözle veya sezgi ile kolay kolay fark edilemez.

Sonuç

Miktarı kıt olan şeye talep artarsa fiyatı yükselir. Sürekli büyüyen bir ekonomide görece kıtlığı nedeni ile nispi fiyatı artan bir şeyin (mal, madeni para, kâğıt para, para benzeri her şey) değişim ve değer saklama aracı olarak kullanılması haksız servet transferine yol açar. Bu sebeple para olarak kullanılacak olan aracın nispi fiyat değişimine uğramaması için ekonomideki mal ve hizmetlerin miktarının artma ve azalma durumuna göre genişleyip daralabilme özelliğine sahip olması gerekir. Bu nedenle sadece paranın değil, bir ürünün kendi cinsinden daha fazla miktarla değişimi faiz olarak görülmüş ve toplumların çoğunda yasaklanmıştır. Başka türlü haksız servet transferi (üretime katkı sağlamadan tüketim hakkı elde etme) kaçınılmaz olur.

Mal ve hizmet olarak karşılığı olmayan bir paranın kaynağının altın, gümüş, para, döviz, senet veya başka türlü bir coin olmuş olması bu haksızlığı meşrulaştıramaz. Yukarıda ifade edildiği gibi bugünkü tüketim imkânını yarına tehir eden kişinin bugün tüketenler lehine bir tercihte bulunması, tüketim hakkını yatırım yoluyla toplam üretimin artmasına aktarması nedeniyle ekonominin ortalama üretim artışından bir pay almaya hakkının olduğunu söyleyebiliriz. Ancak üretim miktarları ve değişim fiyatlarının kayıtlı olmadığı ekonomilerde bu durumun tespiti çok zor olduğu için şimdiye kadar uygun bir çözüm üretilememiştir. Dijital kayıtların kolay tutulup işlenebildiği bir dünyada bunun da imkân dâhiline girmek üzere olduğunu düşünebiliriz. Başta para olmak üzere değer saklama araçlarının nispi fiyat değişimi düşük araçlar haline gelmesi, haksız servet transferini önleyebilir.

Binlerce farklı mal ve hizmetin üretildiği bir ekonomide nispi fiyat değişimi ekonominin dinamik yapısının bir sonucu olduğuna göre bir ya da birkaç malı esas alarak sistem kurmanın, işlem maliyetleri düşük olmasının cazip olmasına karşın çok sağlam bir ekonomik rasyonaliteye dayanmadığı görünmektedir. Bunun için değişim ve değer stoklama aracının, farklı mal gruplarının ortalama fiyatlarının artışına göre değeri oluşan birçok endeksin bileşimi bir para birimi olarak tasarlanması daha makul görünmektedir. Ortak ölçünün şu veya bu sebeple bir veya birkaç malın miktar ve fiyat değişimlerine duyarlı olmayacak biçimde oluşturulması gerekir. Başta İslam ekonomistleri olmak üzere adil bir ekonomik sistem oluşturmak isteyenlerin, öncelikle bu birim paranın özelliklerinin tespiti üzerinde uzlaşmaları gerekir. Blokzincir teknolojileri ile devletin yaptırım gücünün bir araya gelmesi bu konuda yardımcı olabilir. Bu yapılmadan katılım hesabı, faiz, enflasyon farkı, hisse senedi ve döviz arasında tercihlerde bulunulmasının meşruiyet temeli farklılaşmamaktadır. Ancak burada hemen belirtmeliyiz ki bu sorun bireylerin tek başlarına tercihleriyle çözebilecekleri nitelikte değildir. Sistem tasarımcılarının uzlaşarak yapabilecekleri bir bu. Günümüzde bu konuda inisiyatif almak, geleneksel içten yanmalı motorların en ekonomik olanına kafa yormak yerine güneş veya elektrik enerjisi ile çalışan motorlu araç üretiminde öncü olmanınkine benzer bir fırsat penceresi sunmaktadır. Geleneksel para araçlarını değişmez görmek, hele hele altına mutlak meşru değişim aracı gözüyle bakmak kağnı arabasıyla büyüdüğü için otomobili, otomobil dışında morlu araç görmediği için uçağı, içten yanmalı motor dışında motorlu araç olmayacağını düşündüğü için güneş veya elektrik enerjisi ile çalışan araçları ıskalamaya benzer bir durum ortaya çıkarır. O nedenle yüzyıllar boyu önemli görülen altınla hesaplaşmadan yeni bir değer ölçü birimi tasarlamak zor görünüyor, özellikle reel-nominal, net-brüt arasında nerede duracağını büyük ölçüde şaşırmış vaziyetteki İslam iktisatçıları için.


[


  1. Her ne kadar katılım bankacılığı, mevduatlara ödediği getiriyi kâr payı olarak ifade ediyor ve faaliyetlerinde geleneksel bankacılıktan farklı işlemler uyguluyorsa da bu yazıda odak noktası değerli madenlerin değer saklama aracı işlevinin meşruiyeti olduğu için bu ayırım göz ardı edilmektedir.