Ragıp Ergün –

Carl Schmitt 1922 yılında kaleme aldığı “Siyasi İlahiyat” adlı eserinde olağanüstü hâli belirleyenin muktedir olduğunu ifade ediyor. Bu hipotezde genellikle olağanüstü hâle dikkat çekilir, ancak burada asıl olan belirleme yetkisidir. Belirleyen, tanımlayan, konumlayan tarafın egemenlik sınırları geniş demektir. Dahası olağan ve olağanüstü olanın ne olduğu belirlenebiliyorsa iktidarın mutlaklığı genişlemiş demektir. Ancak iktidar kavramı da geniş bir yelpazede değerlendirilebilir. Zira sadece siyasal ve ekonomik iktidarı ele geçirmek mutlak iktidar için yeterli değildir. İktidar mücadelesinden galip çıkılmak isteniyorsa kültürel alanda da bu mücadelenin kazanılması gerekir. Hatta belki de özellikle bu alanda kazanılması gerekiyor. Bu meselede öne çıkan, Marx’ın her şeyi ekonomiye bağlayarak açıkladığı egemenlik yaklaşımına yeni bir bakış açısı getiren Antonio Gramsci “kültürel hegemonya” olmadan bunun tam olarak sağlanamayacağını ifade etmektedir. Gramsci’ye göre hegemonya, bir toplumsal sınıfın diğer sınıflar üzerindeki hâkimiyetini sadece zor kullanarak değil, aynı zamanda rıza yoluyla sürdürmesi anlamına gelmektedir. Bugünün dünyasında bunun tam olarak yapılabilmesinin en önemli ideolojik aygıtlarından birisi dizi/sinema alanında belirleme, tanımlama ve konumlama yetkisini ele almaktan geçmektedir.
Türkiye sineması 1960’lardan 2000’lere kadar geçen süre zarfında seküler kanadın hegemonyası altındaydı. Özellikle “Yeşil Çam” olarak adlandırılan sinema kültüründe sekülerler muhafazakâr kişi ve kesimleri nasıl gördüklerini açıkça ve hatta abartıyla sergilerlerdi. “Vicdansız, paragöz ev sahibi hacı amcalar”, “sapık ve dindar bakkallar”, sırf açık giyindiği için mahalleyi o kadına yaşanmaz hale getiren “başörtülü kötü kadınlar” gibi onlarca imge abartılı, dramatik sahnelerle gösterilirdi. (Hâlâ bunu sürdürmeye çalışan bir kesimin olduğunu da özellikle vurgulamak gerekmektedir.) Muhafazakârlar yani dinî hassasiyeti olanlar sürekli olarak savunma vererek, kendilerini açıklamak ve hatta iyi birileri olduklarını ispat etmekle mükellef bırakıldılar. Bu yüzden bu kesim fırsat buldukça aslında kendilerinin ne kadar iyi ve erdemli insanlar olduklarını anlatan izlenceler hazırlamaya çalıştılar.

Son zamanlardaki bazı yapımlar bu paradigmanın değiştiğini, “muhafazakâr sinema”nın artık savunma vermek yerine, savunma isteyen, belirleyen, tanımlayan ve konumlayan bir aşamaya geldiğini göstermeye başladı. Bunların arasında da Cihangir Cumhuriyeti açık bir başkaldırı mahiyeti taşımaktadır. Cihangir Cumhuriyeti dizisi TRT’nin dijital dizi ve film platformu olan Tabii’de 20 Şubat 2025 tarihinde gösterime girdi. Dizi, İstanbul Cihangir’de yaşayan sinemacıların hayatını konu alıyor. Türk sineması ve televizyonunda son yıllarda yaşanan paradigma değişimi, Cihangir Cumhuriyeti dizisi özelinde çarpıcı bir örnek sunmaktadır. Bu yapım, Türkiye’de uzun yıllar boyunca sinema ve televizyon sektöründe hâkim olan belirli bir sosyo-kültürel anlayışın sorgulanması açısından önemli bir dönüm noktası olarak değerlendirilebilir. En azından dizinin iddialarından birisinin bu olduğunu söylemek mümkün görünüyor. Seküler mahallelerden yükselen sesler de böyle algılandığını göstermektedir.
Türk sinemasında 1960’lardan 2000’lere kadar süregelen seküler hegemonyanın, son yıllarda muhafazakâr bir karşı-kültürel hareketle karşı karşıya kaldığı gözlemlenmektedir. Cihangir Cumhuriyeti, tam da bu değişimin sembolik bir temsili olarak karşımıza çıkmaktadır. Dizinin ismindeki “Cumhuriyet” kelimesinin ironik kullanımı, yerleşik sinema elitizminin eleştirisine yönelik bilinçli bir tercih olarak okunabilir. Yapım, İstanbul’un Cihangir semtini sadece bir mekân olarak değil, Türk sinemasının yerleşik düzenini temsil eden sembolik bir alan olarak ele almaktadır. Muhafazakâr sinemanın son yıllardaki yükselişi, bu sembolik alanın yeniden tanımlanması sürecini de beraberinde getirmektedir. Dizide kullanılan anlatı stratejileri, muhafazakâr sinemanın artık savunmada değil, aktif bir pozisyonda olduğunu göstermektedir. Karakterlerin çatışmaları üzerinden, Türk sinemasındaki güç dengelerinin değişimi ustaca işlenmektedir.

Son zamanlarda muhafazakârların siyasal iktidarını perçinleştirdikçe kültürel iktidarı kaybettiği ileri sürülmekteydi. Tabii’nin Gassal ve Cihangir Cumhuriyeti dizileri ile öyle olmadığı anti-tezi ile ortaya çıktıkları görülmektedir. Kuruluş Osman, Diriliş Ertuğrul, Payitaht Abdülhamit gibi dizilerle saflarını sıklaştıran, kitlesini ortak tarihsel hafıza ile konsolide eden muhafazakar sanatın atağa geçtiği, sanatsal belirleme paradigmasını ele almaya çalıştığı açıkça anlaşılmaktadır. Zübük gibi yapımlar marifetiyle sürekli savunması istenen muhafazakâr kanat, Cihangir Cumhuriyeti ile savunma isteme girişiminde ve gündemi belirleme niyetinde olduğunu açıkça deklare etmektedir. Cihangir Cumhuriyeti bir film olmanın ötesinde Türkiye’deki muhafazakâr kesimin kültürel iktidarı da ele almaya niyetlendiğinin açık bir göstergesidir.

Dizinin içeriğinde doğrudan ve dolaylı göndermelerin sayısı çok fazladır. Daha dizinin ilk sahnesi seküler sanatçıların “üstad” dediği Nedim (Ali İpin)’in, o kesimin kutsallarından olan opera sahnesi ile başlamaktadır. Nedim opera izlerken bir anlık uykuya dalmakta ve bir zamanlar hayatın anlamını keşfettiği Kilimanjaro Dağı’ndan üzerine gelen çığ ile irkilmektedir. Anlamın kaynağı yıkımın da kaynağına dönüşmektedir ki 7. Bölüm’de bu durum “Hikâyesizliğin Hikâyesi” başlığıyla sunulmaktadır. Nedim Cihannüma apartmanında kalmakta ve kamera çekimleri ile isim ön plana çıkarılmaktadır. Cihannüma, Osmanlı mimarisinde her yan görülebilecek biçimde yapılmış, camlı çatı katı ve dünya haritası gibi anlamlara gelmekte ve geniş spektrumlu bakış açısını simgelemektedir. Türkiye seküler sanatçılarının aşırı kişiselleşmiş ve bireyselleşmiş hayatlarından dünyayı okuduklarına dair paradigma dizinin ana meselelerinden birisidir. Bunun da sürekli hiçlik ürettiği vurgulanmaktadır. Diğer bir ifadeyle seküler sanatın sürekli hiçlik ürettiği ve bunun da “anlam delisi” olmuş bu kitleye sadra şifa olmadığı vurgusu çok net bir şekilde ifade edilmektedir. Bu anlam kaybını ifade eden doneler neredeyse her bölümde işlenmektedir. Geleneksel dini anlamı ve anlatıyı terk eden, hatta aşağılayan, onun yerine seküler, uzak doğu mistizmine dayanan, içinde astrolojinin olduğu, inorganik sevginin bulunduğu bir din ikame edilmeye çalışıldığı, ancak bu durumun daha çok anlam kaybına sebebiyet verdiği dramatik bir usulle anlatılmaktadır. Seküler modern dinlerinde ne kadar dindar olsalar da anlamsızlıktan kurtulamadıkları/kurtulamayacakları defalarca vurgulanmakta, Nedim ilk bölümden yaptıkları şeyin “hiçliğin imarı” olduğunu açıkça ifade etmektedir. Diğer bir ifadeyle dizi muhafazakarlar olarak ne yaşadığınızı, hatta neden böyle yaşadığınızı bilmiyor değiliz, bilinçli olarak sizin yaşam biçiminizi tercih etmiyoruz iddiasını açık bir şekilde anlatmaktadır.

Dizide bu mahallenin insanları kavga sahnelerinde birbirlerine dökülmeleri ve nefretlerini kusmaları yoluyla tanımlanmaktadır. En derinlerinde kendilerinin aslında ne olduklarını çok iyi bildiklerinin sürekli altı çizilmektedir. Bir sahnede geçen “konformizmi çaresizce sürdüren, ayrılık acısından inanç, melankolisinden bir düş tablosu yaratan kendine düşkünler ve mutsuzluğunuz ve sıkıntınız oldukça lüks görünüyor. Umarım daha güçlü duygularla sınanmazsınız.” tiradı bu durumun en belirgin örneklerinden. Başka bir sahnede Cihangir’de yaşayanlar neden sürekli kolojen tüketiyor sorusuna “kırışmadan parlamayı sürdürmek için” diye cevap verilir. Çünkü yaşlanmak ve ölüm korku salan “büyük bir hayalettir” onlar için. Parlamak, görünmek ve beğenilmek en büyük yaşam kaynaklarıdır. Burada olmak herkesin harcı olmadığı düşünülür. Nedim’in uzun bir gece yürüyüşünde söylediği “şu Cihangir’deki kafelerin, barların, restoranların sesini kıssan ortada genç oyuncuların hayal kırıklıkları kalır” sözü tam da bu durumu ifade etmektedir. Buna rağmen neden bir aradalar sorusu “ortak çıkarlar” ve “mahalle müdafaası” şeklinde açıklanabilir.

Cihangir Cumhuriyeti’nde ailenin tedavülden kaldırıldığı, kişilerin bu kavramla arasındaki ilişkilerin travmatik olduğu vurgulanmaktadır. Çocuk istemek sevgi eksikliğinin bir karşılığı gibi sunulmakta, psiko-patolojik bir alana itilmektedir. Ancak bu insanların fıtratlarını reddetseler de fıtratları onları terk etmediği için içten içe aile olmayı arzulamakta, çocuk istemektedirler. Nedim bir yanlış anlamayla Fransa’da çocuğunun olduğunu zannetmektedir. Doğruyu öğrendiğinde büyük bir sarsıntı yaşamakta, olmayan çocuğun bile fıtrat gereği yaşamı organik olarak nasıl anlamlandırdığı, nasıl daha da yaşanır kıldığı açıkça izleyiciye sunulmaktadır.

Dizi bu mahalleye yeni geleceklere ve münhasıran karşı mahalleden gelmek isteyenlere de açık mesajlar vermektedir. Cihangir’e dışarıdan gelen iki figür üzerinden bu durum sergilenmekte, hatta “karşı mahallede sizi ne bekliyor sanıyorsunuz” uyarısı yapılmaktadır. Karşı mahalleden gelen Gültekin (Sinan Albayrak) ve Emir (Serkan Ercan)’in yaşadıkları üzerinden heveslilerine ikaz yapılmaktadır. Emir, Anadolu’dan gelen başörtülü annesini arkadaşlarından gizlemekte, onların görme ihtimalinde de gerilmektedir. Yine Emir sürekli toplandıkları “Yönetmenler Derneği” lokalinde alkol alırken “hayattan kopuk sanat” yaptıklarını ifade eder ve kusar. Kusmak bu tür filmlerde bir göndermedir. Kusmak, var olanı kişinin içinin kaldırmadığını ima eden, sanat filmlerinde çok eskiden beri kullanılan bir alegoridir.

Dizi adaleti gözetmek istediğini, aslında amacının sadece seküler mahalleyi yaftalamak olmadığını Gültekin’i muhafazakâr mahallenin simgesi olan Fatih’e göndererek yapar. Gültekin eski mahalleden arkadaşlarıyla buluşup, mahallesini/davasını sattığı iması üzerinden sürekli iğneleyici ithamlara maruz kaldığında muhafazakârların da sermaye ve iktidar kaygısı ile ideallerinden vazgeçtiklerini ve realiteye teslim olduklarını açıkça ifade eder. Yani dizi bir yandan seküler mahallelere özenen muhafazakâr kitleye “orada da sizi bekleyen çok da matah bir şey değil” derken, diğer yandan da bu mahallenin de eskisi gibi olmadığını, özellikle aşırı makyajlı ve farklı tarzlarda bağlanmış başörtülü gençler üzerinden itiraf etmektedir.

Dizinin temel problematiklerinden birisi de aydın-toplum dikotomisidir. Yıllardır “toplumundan kopuk Türk aydını” yaklaşımına karşı, seküler aydın kesimin de tam tersi “toplumun kendilerini anlamadığını” iddia etmektedir. Aslında anlayışsızlığın karşılıklı olduğu vurgulanmaktadır. Karşılıklı yabancılaşma söz konusudur da denebilir. Bu anlayışsızlığa rağmen Türk sinemasındaki yapımların çok büyük çoğunluğunun Anadolu’da geçmesi de yadırganmaktadır. Bu durumun beğenilmeyen halkın sürekli sanatsal sömürü aracına dönüştürüldüğü açıkça vurgulanmaktadır. Hatta dizinin birinci bölümünün son sahnelerinin birinde, diziye bu anlamı yüklemeye neden olan bir olay yaşanmaktadır. Anlam krizine girmiş Meray (Seda Akman) elinde kamerasıyla sıradan halkın sanatsal fotoğraflarını çekip, anlam bulmaya çalışırken, arkasından başka birisi de onun fotoğraflarını çekmeye başlamaktadır. “Cihangir sana diyorum seküler sanatçılar siz anlayın” der gibi artık sürekli ötekinin fotoğrafını çekip, anlamlandıran, belirleyen, tanımlayan ve konumlayan rollerinin sorgulandığının, sanat dünyasında tek başlarına olmadıklarının, artık onların da ne yaptıklarının farkında olunulduğunun açıkça meydan okunuşu niteliğindedir. Bu da uzun yıllardır devam eden bu “mahalle kavgası”nda yeni bir aşamaya geçildiğinin de açık bir göstergesi olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.

 

 

İsmail Demir –

2022 yılının Mart ayındaydık. “Kripto para”lar dünyayı sarsmış ve durulmuştu. Bir arkadaşım duyduğu bir uygulamayı anlattı bana. Diyordu ki “Her gün yürüyüş yapıyorsun, uygulama da sana bunun ödülü olarak kripto para veriyor. Acayip para kazanabiliriz bundan.” Böyle deyince hiç de masum durmuyor tabi, kim kime neden sırf yürüyüş yaptı diye para versin. Sonradan işin özü ortaya çıkmaya başladı.

Uygulamaya girebilmek için yaklaşık 1.000 dolar değerinde bir NFT ayakkabı almak gerekiyor. Tabii o aralar NFT’ler de çok popüler. Acayip paralar veriyor insanlar bunlara ama bana göre çok acayip bir kara para aklandı o dönem. Tabi ki bunlar bu yazıda bizim konumuz değil. 1.000 doları duyunca ben bir geri adım attım, dedim “abi bu ‘sazan avı’ kesin.” O da hemen cevap verdi “Ben de başta öyle düşündüm ama ablamın bir arkadaşı bir ayda parasını çıkarmış, hatta kâra bile geçmiş.” Arkadaş çok inanmıştı projeye ama tabi ki benden çok daha fazla şey duyduğu ve bildiği kesindi. İlk duyduğumda güvenemedim, başlamadım ama aradan bir iki hafta geçti baktım bizim arkadaş uygulamaya girmiş, her gün yürüyüş yapıyor ve çok acayip paralar kazanıyor. Neredeyse haftada 300-350 dolar civarı bir para kazandığını anlatıyor bana. Paranın gerçekten geldiğini görünce benim de artık aklıma yatmıştı ve ben de NFT’yi almaya karar vermiştim. 2022 yılı Nisan ayı.

Peki, nasıldı bu sistem? Arkadaş başladı bana anlatmaya. Altı saatte bir enerji geliyor ve kaç tane ayakkabın varsa o kadar enerji geliyor ama birebir oran değilmiş. Yani bir ayakkabıya bir enerji geliyorsa iki ayakkabıya 1,8 enerji geliyor. Sistem seni daha çok para harcamaya itiyor daha ilk dakikadan.

Bizim bilmediğimiz, güvenmediğimiz uygulamaya yatıracak o kadar çok paramız da olmadığı için en basitinden bir ayakkabı alarak ben de uygulamaya başlamış oldum. İlk günlerde arkadaş bazı deneyler yapmış, tecrübelerini benimle paylaşıyordu. İki defa enerjiyi birleştirerek en çok getiri sağladığını söylüyor ve bu da yaklaşık 12 saatte bir 10-12 dakikalık orta tempo bir yürüyüşe denk geliyordu. Biz her gün sabah 10 gibi arkadaşla yürüyüşe gidiyoruz ve çalıştığımız yerde neredeyse bütün arkadaşlar da bunu biliyor. Bu bizim rutinimiz oldu bir hafta içinde. Diğer 10 dakikalık yürüyüşü de akşam 10 gibi yapmaya çalışıyoruz ki enerjileri maksimum verimli kullanabilelim! Enerjilerin gelme saati sabah ve akşam 4:00 ve 10:00’da. Böyle olunca en etkili sistem saat 9:55 gibi yürüyüşe başlayıp 10’da gelen enerjiyi de yolda tüketip 10 dakika içinde mis gibi hem yürüyüş yapıp hem para kazanmak. Başlangıçta eğlenceli bile gelen bu sistemin zamanla bizi fena esir alacağını hiç tahmin edemedik…

Bu işi bana ilk tanıtan arkadaşım, bir ay bile geçmeden uygulamaya koyduğu parayı çıkarmış ve kâra geçmeye başlamıştı bile. Ben de yavaş yavaş koyduğum parayı çıkarmaya yakındım ve hevesliydik. Acaba ikinci ayakkabıyı alsak mı diye konuşuyorduk neredeyse her gün ama içimizde bir korku da yok değildi. Bu korkunun sebebi, uygulamanın bize ödediği kripto paranın değerinin her geçen gün düşüyor olmasıydı. Uygulamanın bize verdiği para birimi Green Satoshi Token, yani GST idi. Ömür boyunca unutmam herhalde bu tokeni! Nisan başında 4 dolar civarı olan GST, Mayıs başında 2,3 dolara kadar düşünce bizi derin düşünceler almıştı. Çünkü acayip hayaller kuruyorduk. Birkaç ay içinde verdiğimiz parayı çıkarıp buradan kazandığımız paralarla yeni cep telefonları alıp üstelik birlikte tatile çıkacaktık. Hatta arkadaşım bu hayale benden daha da yakındı. İşler biraz bozulmuştu ama yürüme hevesimizi henüz kaybetmemiştik.

Bizi her gün aynı saatte yürüyüş yaparken gören arkadaşlar para da kazandığımızı duyunca iyiden iyiye heveslenmişlerdi. Ama uygulamada bazı değişik durumlar olmaya başladı. Mesela yürüyüş yaparken yavaşlarsan sistem sana verdiği parayı azaltıyordu. Bu yüzden bizi yürürken gören arkadaşlara hızımızı düşürmeden sadece selam verip geçiyorduk. Konuşmaya çalışan bazı arkadaşlara ise “şu anda konuşamam sonra konuşuruz” deyip yanlarından hızlıca geçince neye uğradıklarını şaşırdıklarını görmek de ilginç oluyordu. Uzaktan bakınca garip göründüğü kesindi ama bizim kendimizce makul gerekçelerimiz vardı. Yavaşlamak para kaybetmek demekti. Biz artık bu yürüyüş saatlerine yerinde o kadar alışmıştık ki, hafta sonları hafta içinden daha zor geçmeye başladı. Çünkü cumartesi pazar fark etmez, sabah 9:30 gibi uyanıp yürüyüşe hazırlanmamız gerekiyordu. Çok üşendiğimiz zamanlar olmadı mı, tabi ki oldu. Hatta bir tanesini hiç unutamıyorum. Akşam 10 yürüyüşünde havanın da soğukluğundan faydalanıp tembellik yapmıştım ama para kaybettiğim aklıma geldiğinde sabah 3:40’a alarm kurdum. Saat 4 olmadan yürüyüşe çıkmam lazımdı ki 4 enerjisi geldiğinde bir önceki enerjim boşa gitmesin. Hayatta çok az güç beni sabah 3:55’de yürüyüşe çıkarabilir sanırım. Uykulu gözlerle elimde telefon yürüyüş yaparken karşıdan orta yaşlı, elinde telefonla yürüyüş yapan bir adamla göz göze geldik. Daha önce gördüğüm biri değildi ama ikimiz de sanki ayıp bir şey yapıyor ama bunun bilinmesini de pek istemiyormuşçasına hemen gözlerimizi birbirimizden kaçırdık ve ters yönlere doğru yürümeye devam ettik. Gecenin köründe elinde telefon yürüyen iki adamı dışardan birileri görse bambaşka şeyler düşünürdü herhalde. Hiçbir şey göründüğü gibi değildir!

Yürüyüş uygulaması hepimizin hayatını derinden etkiliyordu. Sistem bizim yürüyüşümüzü GPS üzerinden takip ettiği için telefonun iyi çektiği ve geniş yerlerde yürümemiz gerekiyordu. Her seansta kazandığımız para hiç de azımsanmayacak bir meblağ olduğu için, birimiz hasta olursa veya bir işi çıkarsa telefonu diğerine veriyor, böylece hiçbir turu boş geçmiyorduk. Bazı arkadaşlar bu uygulama sayesinde eşleri ile beraber düzenli yürüyüşe çıktıklarını, biri meşgulken diğerinin onun telefonunu “gezdirerek” aile içi dayanışma ve karşılıklı yardımlaşmanın arttığını söylüyorlardı! Hatta internette okuduğumuz şeylere göre, bazı insanlar uygulamayı çalıştıracak en ucuz telefonu alıp birden fazla hesapla yürüyüş yapıp daha fazla kazanmaya başlamışlardı. Durum böyle olunca uygulama sahipleri, olayın biraz mantığından uzaklaştığını düşünerek bir güncelleme getirdiler ve artık iki telefon birbirine çok yakın ise hile uyarısı veriyor ve iki kullanıcıya da o seanstan hiç token vermiyordu. Böyle olunca telefonu diğerine verip yürüyüş yapmalar bittiği gibi, yan yana konuşarak yürüyüş yapma olayımız da sekteye uğramıştı. Çünkü çok yaklaştığımızda sistem uyarı veriyor ve biz fark edene kadarki kısımdan alacağımız tokenları kesiyordu. Bir sorunla karşılaşmamak için önce araya bir metre mesafe koyarak yürümeye başladık. Böyle de saçma oluyordu tabi, araya insanlar giriyordu ara sıra. Bazen de birbirimizin konuştuğunu anlamakta güçlük çekiyorduk. Sistem, birlikte veya birbirine yakın aralıklarla yürümeyi hile saydığı için bizim o keyifli ve muhabbetli yürüyüş seansları sona ermişti. Aynı amaç için farklı saatlerde yürüyüş yapmaya başlamıştık.

Bu yürüyüş, hayatımın o kadar merkezine yerleşmişti ki, ne yaparsam yapayım sabah ve akşam saat 10’da bu aktiviteye zaman ayırmaya özen gösteriyordum. Şehir dışına kuzenimin düğününe gittiğimde, “umarım yürüyüş saatinde düğünden çıkabilirim” diye düşündüğümü hatırlıyorum. Çünkü kaçırdığım her enerji neredeyse ortalama bir yemek parasıydı, belki de daha fazlası. Tatile gittik, sabah herkes uyurken ben uyanıp yürüyüşe gidiyordum. Arkadaşlarla şehir dışı planı yaptık, herkes masada oturur yer içerken akşam sabah ben yürüyüşe gidiyordum. Yakın çevremdeki herkes, sağlıklı olmak için yürüyüş ve para kazanma isteğini birleştiren bu uygulamaya dâhil olduğumdan haberdardı. Bu aramızda espri konusu da oluyordu. Bazen yeni bir harcama gerektiğinde “iki yürüyüş yapar halledersin” diyerek takılmaya başlamışlardı.

Beni uygulamayla tanıştıran arkadaş bir miktar para kazanmıştı. İlk yatırdığını çıkardığı gibi neredeyse 500-600 dolar da cebine koymuştu. Bunu gören diğer arkadaşlar da heveslendi ve uygulamaya onlar da dâhil oldular. Her giren bir NFT ayakkabı ile başlıyordu. Ama gel gör ki GST’nin değeri her geçen gün azalıyordu… Bu kaygı vericiydi.

Mayısın ortasında 3 dolara kadar yükselen GST, Haziran ortasında 0,3 dolara kadar düşmüştü. Ben de koyduğum parayı çıkarmıştım ama sonradan giren arkadaşlar çok dertliydi. Çok temel bir ekonomi prensibi olan enflasyon devreye girmişti. Uygulamaya sürekli yeni birileri girdiği için dolaşımdaki GST her geçen gün artıyordu ve bunun en doğal sonucu tokenin değerinin düşmesiydi. Bizim hevesimiz kırılmaya başlamıştı. O kurduğumuz çok para kazanma hayalleri iki ay içinde suya düşmeye başlamıştı. Derken uygulama büyük güncellemeler yapmaya başladı. İlk güncellemede, çekilebilecek alt limit yükseltilerek insanların her gün para çekmesini zorlaştırdılar. Malum kripto borsası çok akışkan bir borsa olduğu için işlemleri yavaşlatmak fayda getirebilirdi. Bir sonraki güncellemede yürüdükçe ayakkabılar eskimeye başlayacaktı ve tamir etmek için oyunda kazandığımız tokenleri kullanacaktık. Bu durumu, uygulama sahiplerinin tokeni piyasadan çekip uygulama içinde tutmaya çalışması ve doğal olarak değerini de artırma çabası olarak gördük ve tekrar heveslendik. Ama uygulama arka arkaya çok fazla güncelleme yapmaya başladı. Ayakkabıları birleştirerek daha güçlü ayakkabılar elde etme, ayakkabıları güçlendiren taşlar ekleme gibi “oyunvari” özellikler de eklenmeye başlayınca biz durumun farklı yönlere gittiğini anlamaya başlamıştık.

Temmuz sonuna doğru yaklaşırken GST iyice dibe vurmuştu. 0,05 dolara kadar düştüğünü gördükten sonra hepimizin keyfi kaçmıştı. Eskisi gibi hevesle yürüyüş yapamıyor, uygulamanın verdiği “enerji”lerimizi kaybettiğimizde ise neredeyse hiç üzülmüyorduk. Çünkü güzel para kazanma devri kapanmış gibiydi. Yaklaşık 1,5 aydır her gün GST değer kaybettiği için bizim de umudumuz kalmamıştı. Arkadaşım ve ben koyduğumuz parayı çıkardığımız için kafamız kısmen rahattı. Artık keyfine yürüyüş yapıp az da olsa para kazanıyorduk. Diğer arkadaşlar için durum böyle değildi. Onlar hâlâ eksideydiler ve umutlarını kaybetmek istemiyorlardı. Asla hiçbir enerjiyi heba etmeyip, madenî paraları kumbaraya atıp telefon almaya çalışan çocuklar gibi o günün geleceğine inanıyorlardı. Bizim için hayal gibi başlayan serüvenin sonuna geldiğimizi hissediyorduk. İçimizdeki esas soru ise “bu olaya birkaç ay önce girebilmiş olsaydık ne kadar kazanırdık” sorusuydu. Bu soru herkesin sürekli fırsatları doğru zamanda yakalayamadığında kendine sorduğu soruydu ve asla cevabını alamayacaktık.

Ağustos ayına gelmiştik. Yürüyüşten kazandığımız paralar çok ama çok ufak bir meblağ idi artık. Son gelen güncellemeyle uygulama içi insanların birbirine sattığı ayakkabıların fiyatı artmıştı ve kendi kendime dedim ki “İsmail artık gitme vakti geldi.” Bazı arkadaşlar çoktan pes edip ayakkabılarını satmıştı, bazıları ise hırsla, bıkmadan usanmadan yürümeye devam ediyordu. Bir gün o kararı verdim ve yaklaşık 5 aylık maceranın sonuna gelmiştim. Ayakkabıyı sattım ve o parayı çekmedim, hâlâ bir kripto para borsasında duruyor o para. Son zamanlardaki kripto borsalarındaki pozitif ivmeden o da nasibini almış ve 2 yılda yaklaşık 10 katına çıkmıştı. O parayı her gördüğümde beş aylık yürüme maceramız aklıma geliyor ve yüzümde ufak bir tebessüm beliriyor.

Merakıma yenik düştüm ve GST şu anda (Ocak 2025) ne kadar diye baktım ve gördüğüm şey şu: Bir zamanlar 4 dolardan işlem gören GST’nin değeri 0,01 dolar…

Akif Çarkçı –

Tunus, Kuzey Afrika kuşağı ülkeleri arasında bizim için mümtaz bir yere sahiptir. 1574-1881 yılları arasında Osmanlı hâkimiyetinde kalan Tunus Endülüs, Roma, Kartaca gibi medeniyetlerin birikimi üzerinde duran, üç yüz yıldan fazla İslam-Osmanlı medeniyet dünyasının değerli bir parçası olmuş, 75 yıl gibi hem uzun hem de çok kısa sayılabilecek Fransız sömürgesi altında kalmış bir ülkedir. Her şeye rağmen Tunus halkı geleneksel değerlerine bağlı, İslam medeniyetinden henüz tam olarak kopmamış bir sosyolojik yapıya sahiptir. Her ne kadar Arap sekularizmi Tunus’u uzun bir süre etkisi altına almış olsa da Tunus’un Arap-İslam kimliği canlılığını muhafaza etmektedir.

Tunus Zor Zaman Kardeşimizdir

Tunus neden bizim için mümtaz bir yere sahiptir? Üç sebepten bizim için önemlidir. Birincisi İslam ortak şemsiyesi altında birleştiğimiz bir ülkedir. İkincisi, Osmanlı bu bölgeyi uzun süre yönetmiştir, hâlen Kuloğlu ailesinin temsilcileri bu ülkede yaşamaktadır. Üçüncüsü ise Tunus zor zamanlarda yanımızda olmuş, atalarımız da zor günlerde Tunus’un yanında olmuştur. Kuloğlu ailesi, Osmanlı döneminde Tunus’a asker olarak gelen ve daha sonra burada kalan Türklerdir. Hâlen Tunus’ta yaşamakta, ticaretle, ilimle uğraşmaktadırlar. Tunus’ta Türk kökenli olmak bir onur ve şeref unsuru olarak görülmektedir. Zor zaman kardeşliğimiz ise ana hatlarıyla iki olaya dayanmaktadır. Batılı emperyalistler, bilhassa İspanyollar, Tunus topraklarına işgalci olarak geldiklerinde Tunus’un talebi üzerine Osmanlı denizcileri ve askerleri Tunus’ta yaşanması muhtemel bir soykırım ve işgale karşı durmuşlar, böylece Tunus’un sömürgeleştirilmesi 300 yıl kadar geciktirilmiştir. Burada Osmanlı faktörü devreye girmiş, Tunus’un işgalcilerin çizmeleri altında çiğnenmesi geciktirilmiştir. Ne zaman ki Osmanlı zayıflamış, ancak o zaman Fransızlar 1881 yılında Tunus’u işgal etme cüreti göstermiştir. Kader birliği yaptığımız bir başka konu ise Kırım savaşı sırasında 15-20 bin arası Tunuslu asker Osmanlı’ya yardımcı olmak üzere bölgeye gelmiştir. Bu yüzden Türklerle Tunuslu kardeşlerimiz zor zaman kardeşliği yapmışlardır.

1956 Yılından Bu Yana

Tunus-Türkiye ilişkileri yakın dönemde de devam etmiş, Tunus 1956 yılında bağımsızlığına kavuştuktan hemen sonra Türkiye Tunus devletini tanıyan ilk ülke olmuştur. Türkiye-Tunus diplomatik ilişkileri Tunus’un bağımsızlığa kavuştuğu 1956 yılında tesis edilmiş olup, Türkiye 1957 yılından bu yana kesintisiz olarak Tunus’ta Büyükelçi düzeyinde temsil edilmektedir. Tunus Büyükelçiliğimiz 1956 yılında ülkede açılan ilk büyükelçiliklerden biridir. Bilhassa Yasemin Devriminden sonra Türkiye, terörle mücadele ve ekonomik kalkınma alanlarında Tunus’a önemli destekler sağlamıştır. 2012 yılında imzalanan Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi anlaşması sonrasında ilişkiler 2013 yılında toplanan Konsey sonrasında daha güçlü bir ivme kazanmıştır. Bu çerçevede 21 anlaşma ve Eylem Planı yanı sıra 24 adet kardeş şehir protokolü imzalanmıştır. Öte yandan Tunus’la imzalanan serbest ticaret anlaşmaları, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 2017 ve 2019 yıllarında Tunus’a yaptığı resmî ziyaretler, 2024 yılında Türkiye-Tunus Ortaklık ve Yatırım Forumu gibi gelişmeler iki ülke arasındaki ilişkileri pekiştirmiş ve bir üst düzeye taşımıştır.

Eğitim ve Ticaret Diplomasisinin Faydaları

Günümüz dünyasında devletler ya da ülkeler uluslararası düzendeki imajlarını pekiştirmek, ülkelerinin kültürünü, insani, iktisadi, sosyal ve siyasi potansiyelini küresel ve bölgesel planda kendi lehine kazanıma dönüştürecek şekilde bir yumuşak güç unsuru olarak kullanmak durumundadır. Biz buna kısaca kamu diplomasisi adını veriyoruz. Kamu diplomasisinin iki önemli bileşeni ise eğitim-kültür diplomasisi ve ticaret diplomasisidir. Eğitim diplomasisi devletlerin yumuşak güçlerini nüfuz kazanmak, yurt içindeki değerlerini uluslararası plana taşımak, bu planda iyi niyet geliştirerek eğitim faaliyetlerini diplomasi araçlarını kullanmak suretiyle gerçekleştirmesidir. Ticaret diplomasisi ise diplomatik kanallar kullanılmak suretiyle ticari ilişkileri yöneten bir kamu ve özel sektör ağı faaliyeti olarak tanımlanabilir.

Türkiye Tunus’la geliştirdiği ilişkilerde bu iki faaliyet sahasını her alanda sahaya sürmektedir. Bunun daha da geliştirilmesi çok daha etkili sonuçlar doğuracaktır. Mesela Türkiye Tunus arasındaki ticaret hacmi 1,5 milyar dolar civarındadır. Oysaki gerek Türk firmalarının gerekse Tunuslu yatırımcıların daha geniş bir buluşma ağı içinde bir araya gelmesi bu hacmin daha da artırılması için yararlı sonuçlar doğuracaktır. Ayrıca büyükelçilerimizin, konsoloslarımızın ve ticaret ataşelerimizin bu noktada aktif görevler üstlenmeleri, ihtiyaç dâhilinde bir ülkede birden fazla dış temsilcilik açılması ticaret potansiyelinin daha da geliştirilmesi için önem arz etmektedir. Yapılan bilimsel araştırmalara göre herhangi iki ülke arasındaki üst düzey siyasi temaslar, birden fazla konsolosluk ya da dış temsilcilik açılması ülkeler arasındaki ticaret potansiyelini yüzde altı ile on arasında geliştirdiğini ortaya çıkarmıştır. Tunus-Türkiye ilişkileri baz alındığında iki ülkenin devlet başkanlarının, ticaret bakanlarının sık sık bir araya gelmeleri önem arz etmektedir. Türkiye olarak 2023 yılında Tunus’a 1 milyar 245 milyon dolarlık ihracat yapmışız. İthalatımız ise 304 milyon dolar. Elbette bu rakamlarda bilhassa 2013 yılında temelleri atılan üst düzey stratejik işbirliği çalışmalarının payı büyüktür. Bugün atılacak yeni adımlar yarın bu rakamların çok daha yukarılara çıkarılmasını kolaylaştıracaktır. Eğitim diplomasisi alanında ise geçmişte atılan adımların etkisi yavaş yavaş görülmektedir. TİKA’nın Zeytune Üniversitesine otomasyon konusunda yaptığı yatırım, Maarif Vakfının ülkedeki okul çalışmaları, TÜBİTAK ve üniversitelerimizin Tunus’taki çeşitli üniversitelerle yürüttüğü ortak çalışmalar, işbirliği anlaşmaları kayda değer gelişmelerdir. Öte yandan Türkiye’de 1600 civarında Tunuslu öğrencinin eğitim görüyor olması iki ülke arasındaki ilişkilerin geleceğinin aydınlık olduğunun önemli işaretleridir. Yunus Emre Enstitüsünün Kartaca Üniversitesi ile yürüttüğü Türkçe eğitim programı, 2024 yılında Tunus’ta gerçekleştirilen Türk Üniversiteleri Fuarı, Maarif Vakfının ilk ve ortaokul düzeyinde Tunus’ta okul açması gerçekten de sevindirici gelişmelerdir.

Üniversiteler Aktif Rol Üstlenmeli

Eğitim ve kültür diplomasisi, ülkeler arasındaki birliği ve sempatik ilişkilerin geliştirilmesinde gerçekten kilit rol oyuyor. Öğrenci değişim programları, karşılıklı dil okullarının açılması, üniversitelerin imzaladığı birliği protokollerinin somut zemine taşınması yararlı sonuçlar doğurmaktadır. Türkiye’deki öğrenciler Tunus’taki üniversitelerde eğitim görebilir, Arapça öğrenebilir; Tunuslu öğrenciler de Türkiye’de Türkçe ve Türk kültürünü öğrenebilir, çeşitli branşlarda eğitim alabilir, lisansüstü çalışmalar yürütebilir. Ayrıca ortak araştırma programları da gerçekleştirilebilir. Geçenlerde, Kütahya Dumlupınar Üniversitesinde konuşmacı olarak katıldığım Türkiye-Tunus İlişkileri isimli panelde edindiğim tecrübe, üniversitelerimizin bu konuda aktif roller üstlendikleri yönündedir. Tunus Büyükelçimiz Ahmet Misbah Demircan’ın da katıldığı panelde, üniversite rektörü, tarihçi Prof. Dr. Süleyman Kızıltoprak’ın Tunus-Türkiye ilişkilerinin tarihi perspektifini ele aldığı konuşma ve Sayın Büyükelçinin iki ülke arasındaki ilişkilerin daha da ileri seviyeye taşınması için yürütülen çalışmaları anlattığı konuşma gerçekten çok kıymetli bilgilerin paylaşılmasına zemin hazırladı. Büyükelçimiz bilhassa Türk işadamlarıyla sık sık görüşmeler yapıyor ve Tunus’taki ticaret olanakları hakkında sık sık özel sektör temsilcileri ile istişareler gerçekleştiriyor. Henüz yeni atandığında Sayın Büyükelçimiz 400 civarında Türk işadamı ile toplantılar yapmış. Kütahya’da katıldığımız panelin hemen akşamında Kütahyalı işadamlarıyla bir araya gelen Sayın Büyükelçimiz işadamlarını oradaki yatırım fırsatlarını yerinde incelemeleri gayesine matuf olarak Tunus’a davet ettiler. Tunus’tan Türkiye’ye gelmiş ve Türkiye’de çeşitli kurumlarda çalışan Tunuslu arkadaşlarımızla yaptığımız istişareler sonucunda şunu anladık ki Türkiye Tunus’la çok daha yakın ilişkiler kurmalıdır. Hâli hazırda 200 civarında işadamımızın Tunus’ta yatırımları var. Bunun küçük bir kısmını (24 kadarı) sanayici kesim oluşturuyor. Diğer yandan Düzce, Dumlupınar gibi üniversiteler başta olmak üzere pek çok üniversitenin Tunus’taki üniversitelerle ilişkileri var. Bunlar gerçekten sevindirici gelişmeler.

Türkiye’de Çalışan Tunus Vatandaşları Gönüllü Elçi Olarak Çalışıyorlar

Yine Anadolu Ajansı, TRT gibi kurumlarda çalışan Tunuslu arkadaşlarımızın ülkelerine döndüklerinde birer Türkiye gönüllüsü olarak misyon üstlenmeleri Türkiye adına onur verici hadiselerdir. DEİK gibi kurumların ise işadamlarımızı organize ederek Tunus ve Türkiye arasındaki ticaret köprülerinin daha sağlam temeller üzerine kurulması için yürüteceği çalışmalar büyük önem arz ediyor. Mesela Kütahya’da seramik sektöründe faaliyet gösteren bir firma temsilcisi ile yaptığımız özel sohbette, kendilerinin dış ticaret kanalları konusunda desteğe ihtiyaç duyduklarını ifade ettiler. DEİK gibi, MÜSİAD gibi, İl Sanayi ve Ticaret Odaları gibi kurum ve kuruluşların bu noktada daha etkin olması gerekir. KOBİ düzeyindeki işletmelerin bu desteğe ihtiyacı var.

Sonuç

“Türkiye’nin Afrika’da ne işi var” sorusunu soran bazı insanlar var. Kendilerine şunu iyice anlatmak lâzım. Fransa Afrika’daki nüfuzunu kaybetmemeye çalışıyor. Çin, İsrail ve Rusya Afrika’da rekabet hâlinde. Bu rekabete Türkiye de dâhil oldu. Mesela aynı soruyu neden Çin’e, Rusya’ya, İsrail’e sormuyorsunuz? İsrail’in Afrika’da ne işi var demeye neden cesaret gösteremiyorsunuz? Türkiye’ye olan güveniniz mi eksik, yoksa Fransa, Çin, İsrail karşısında kompleks sahibi misiniz? Geleceğin dünyasında Afrika stratejik bir rekabet alanı olarak ortaya çıkacak. Neden Türkiye bu sahada top koşturmasın. Üstelik bu ülkelerle ortak tarihî, dinî, kültürel geçmişimiz varken. Bizler bu ülkelerle emperyalist emellerle ilişki kurmuyoruz. Karşılıklı kazanç esasına dayalı ilişkiler gerçekleştiriyoruz. En zor zamanlarda birbirinin yanında olmuş bu iki ülke neden daha fazla işbirliği ve dostluk geliştirmesin? Ortada buna mâni hiçbir durum yoktur.

Beşir ATALAY – 

5-8 Aralık günleri Erzurum’da idik. 1970’li yıllarda, bizim Erzurum’da yaşadığımız günlerde olduğu gibi güzel kar yağmış, bembeyaz bir dünya, yine hoş bir kış ortamı yakaladık. 13 yılımı geçirdiğim üniversite kampüsünü tekrar gördüm, eski günleri, özlediğimiz güzel günleri andık. Çok verimli geçen, çok memnun olduğum bu ziyaretimi kaydetmek ve paylaşmak istedim.

Bir süre önce Memiş Okuyucu beni aradı, Erzurum’da Kemal Bıyıkoğlu’nu anma programı düzenlemek istiyoruz katılabilir misiniz dedi. Memnuniyetle dedim hem Erzurum hem Kemal Bıyıkoğlu ismi geçince heyecanlanmamak mümkün değil. Erzurum, ailecek daima bizim hayatımızın ve anılarımızın merkezinde yer almaktadır. Erzurum Atatürk Üniversitesi ve bizim kurucu rektörü kabul ettiğimiz Kemal Bıyıkoğlu ise daima bizim dünyamızda saygın yerini korumaktadır. Böyle bir anma programına katılmayı görev bildim. Bu programa konuşmacı olarak katılmasını tavsiye edeceğim başka isimler istediler, ben de üniversitenin o yıllardaki öğrencilerinden olan, kendi öğrencim Ömer Dinçer ve Mustafa İsen’in isimlerini verdim. Sonra ikisini de aradım, gelin hem rektörümüzü analım hem Erzurum’da birlikte birkaç gün eski anıları tazeleyelim dedim. Sağolsunlar onlar da memnun oldular ve orada buluştuk.

Gittiğimiz 5 Aralık Perşembe günü öğleden sonra Erzurum Büyükşehir Belediye Başkanı Mehmet Sekmen ve arkadaşları bizi davet ettiler, belediyede başkanımızı ziyaret ettik, yaptıkları çalışmaları anlattılar, bizi gezdirdiler, şehirde bazı eserlerini gördük. Önümüzdeki dört yıl için yapacakları projeleri başkanımız heyecanla anlattı, hepsinin maketi yapılmış, hepsi ekranda sunuldu. Her şeyden önce, şehir gerçekten çok değişmiş, adeta tarihi açığa çıkmış. Mehmet Bey ve ekibi, ki çok iyi bir ekibi var, bu güzelim medeniyet şehrinin bütün medeniyet eserlerini görünür kılmışlar, çevreyi açmışlar. Erzurum kalesi ve çevresi başta olmak üzere şehrin bütün zenginlikleri parlatılmış, ziyarete açılmış. Yapılan ve gerçekleşecek olan, bazısı başlamış yeni projelerle şehir gerçek bir turizm merkezi haline de geliyor. Akşam, Büyükşehir Kültür İşlerinden sorumlu ve gerçekten çok birikimli ve gayretli Ergün Bey bizi Palandöken Kayak Merkezine götürdü, orayı gezdik. Aydınlatılmış, gece de her yer pırıl pırıl. Kayak merkezi baştan sona yenilenmiş, uluslararası standartta, büyük ve çok planlı bir hale gelmiş. Kayak merkezinin Büyükşehir Belediye Başkanlığının sorumluluğuna verilmesi çok isabetli olmuş, büyük imar görmüş, teleferik merkezi büyük bir tesis haline gelmiş, dağ baştan sona aydınlatılmış, belediye şehirden gelenler için özel dinlenme tesisleri yapmış, böylece şehirden kayak merkezine ilgi artmış. Bölgedeki büyük otellerde doluluk oranı da çok yüksek.

Doğrusu, Büyükşehir Belediye Başkanlığı görevinde üçüncü dönemi olan Mehmet Sekmen’in sanki yeni göreve başlamışmışçasına büyük Erzurum heyecanını ve Erzurum sevgisini görmekten de çok memnun olduk, biz de heyecan duyduk. Erzurum belediyecilik olarak çok şanslı bir dönemini yaşıyor. İleride, hızlı tren gibi imkanlara da kavuştuğunda, Erzurum’un ülkemizde önemli bir turizm merkezi de olacağına inanıyorum.

Erzurum’un aşıklar kahvesi ve aşıklar söyleşisi geleneği vardır. Büyükşehir Belediyesi bu geleneği de yaşatmak için çalışma yapmış, yeni mekân organize etmiş, destekler sağlamış. Belediye kültür işleri sorumlusu Ergün Bey bizim için böyle bir program organize etmiş, belediye programımızdan sonra, geç akşam vakti onları dinledik. Çok özel bir akşam oldu, özlemişiz. Eski yıllarda bazan aşıklar kahvelerine gider dinlerdik şehirde. Erzurumlu aşıklık geleneğinin önemli isimlerinden Mehmet Çalmaşur ve yanında yetiştirdiği iki genç arkadaşla birlikte çok seçkin Erzurum Türküleri söylediler. Bu gelenekte, türkülerin öyküleri önce anlatılıyor, sonra türkü söyleniyor, o zaman etkisi daha fazla oluyor. Bu gece Aşık Mehmet öyle bir Sarı Gelin hikayesi anlattı ve peşinden söyledi ki, dinlenmeye değer, başkaları ile hiç mukayese bile edilemez.

6 Aralık Cuma günü sabahtan akşama kadar üniversitede Kemal Bıyıkoğlu’nu anma programı yapıldı. Rektörlük binasındaki güzel bir salonu Kemal Bıyıkoğlu’nun ismi verilmiş, program da o salonda icra edildi. Sempozyumu Rektörlük, Belediye ve Valilik birlikte düzenlemiş. İlk açılışta Memiş Okuyucu programın düzenlenmesi süreci ile ilgili bilgiler sundu. Peşinden Rektör Yardımcısı Reyhan Keleş Sempozyum Başkanı olarak brogramla ilgili bilgiler verdi, çok güzel Türkçesi dikkat çekici idi. Üniversitenin genç rektörü Ahmet Hacımüftüoğlu hem yaşı genç hem de yeni atandığı için genç, açılışta çok iyi hazırlanmış bir konuşma yaptı. Üniversite ile ilgili de anlamlı veriler sundu. Sempozyumun ilk oturumu bizimki idi, o yıllardan değerli arkadaşımız Nasrullah Hacımüftüoğlu’nun oturum başkanlığında ben ve iki sevgili öğrencimiz Ömer Dinçer ve Mustafa İsen’le birlikte 1970-1980 arası Erzurum Üniversitesi ve o dönemin rektörü Kemal Bıyıkoğlu ile ilgili anılara dayalı çok önemli değerlendirmeler yaptık.

Bizim için Kemal Bıyıkoğlu simge bir isim ve üniversitenin kurucu rektörüdür. Erzurum Üniversitesi o dönemde büyümüş ve gerçek kimliğine ve zenginliğine kavuşmuştur. Bizler o dönemin canlı şahitleriyiz. Ben Erzurum’a üniversiteye araştırma görevlisi olarak başladığım 1972 yılında Türkiye’de 12 üniversite vardı ve üniversiteler özerk yapıda idi, her üniversite kendi kararlarını alıyordu, merkezi bir koordinatör kurum yoktu. Kemal Bıyıkoğlu çok dirayetli ve aynı zamanda cesaretli bir rektör, genel zihniyet olarak da bir Anadolu insanı idi. O yıllarda, 1416 Sayılı Kanun’la yurtdışında doktora yapıp dönenlerin en fazla akademik kadro alabildiği yer burası olmuştur ve üniversite bunu bir politika olarak yürütmüştür. Bu politika üniversiteye ciddi bir güç kazandırmıştır. Bunun yanında, o yıllarda başka üniversitelere akademik kadroya girmek kolay değildi, bunun çeşitli sebepleri vardı, başarılı birçok arkadaşımız ancak buraya girme imkânı bulabildi ve bu da üniversiteye güç kazandırdı. Özellikle Muhafazakâr kesimin akademik hayatta yer almasında burası en önemli rolü oynamıştır. Kemal Bıyıkoğlu dönemi Erzurum Üniversitesinde oluşan bu başarılı akademik birikim sonraki yıllarda özellikle bölgede diğer üniversitelerin kurucu kadrolarını oluşturmuştur.  Kemal Bey’in sağladığı sağlam kuruluş bugün de büyük oranda devam etmektedir.

Bıyıkoğlu döneminde ülkemizin dini eğitim alanında ikinci fakültesi, İslami İlimler Fakültesi burada kurulmuştur ve gerçekten bugün İlahiyat alanındaki kadroların büyük bir kısmı orada yetişmiştir. Fakülteleri, yurtları, lojmanları ile büyük bir şehre dönüşen üniversite kampüsünde büyük bir cami yaptırmıştır, bu da alanında ilktir.

Üniversitenin güç kazanmasında diğeri önemli faktör ise şüphesiz öğrencilerin kalitesidir. Bu konuda üniversite yönetimi çok ileri bir adım attı; o yıllarda meslek lisesi mezunları kendi diplomaları ile üniversite kayıt yaptıramıyordu, lise farkını da vermesi ve lise diploması ile kayıt yaptırması mümkün oluyordu. Bu da üniversiteye gidecekler için fazladan bir veya daha fazla yıl gerektiriyordu. Üniversite yönetimi bir karar aldı, meslek liselerinde sınıflarının en başarılı ilk üç mezununu, birinci, ikinci ve üçüncüsünü, üniversite sınavından gerekli yüksek puanları almak şartı ile kendi meslek lisesi diplomaları ile üniversiteye kayıt yaptırabilecekti. 1971-1972 döneminde alınan bu kararla ülke genelinde meslek liselerinin ilk üç derecedeki en başarılı öğrencileri buraya geldi. Özellikle İmam-Hatip Liselerinden çok öğrenci geldi. Üniversitenin atmosferi değişti, o öğrenciler başarı seviyesini yükseltti. O dönemlerde mezun olan öğrencilerimizden her alanda mesleklerinde çok başarılı isimler olmuştur. İşte bu oturumda konuşmacı iki öğrencimiz de onlardandır.

Biz konuşmalarımızda bu anılarımızı paylaştık, üniversitenin bugünkü akademik kadroları o günleri görmediği için etkili de oldu, üniversitenin tarihi ile ilgili çok şey öğrenmiş oldular. Kemal Bıyıkoğlu’nun iki oğlu Yusuf ve Nadir Bey’ler de gelmişti, memleketi Polatlı’dan eski belediye başkanı Yakup Bey gelmişti, güzel konuşmalar yaptılar. Başka güzel değerlendirmeler yapıldı. Ömer Akbulut kendisi ile birlikte çalışmış genç akademisyen olarak, Bıyıkoğlu’nun bilim adamlığı boyutunu anlattı. Bu toplantının düzenlenmesinde önemli çabaları olan Memiş Bey’in vurgulu konuşması güzeldi.

Rektör Bey ve arkadaşları da akşama kadar bizimle idi, üniversite ile ilgili birçok konuyu paylaştık. Rektör Ahmet Bey dinamik genç bir ekip kurmuş, hepsi çok heyecanlı ve rektöre ayak uyduracak çapta. Doğrusu üniversitede bu heyecanı görmekten çok memnun olduk, çok planları var, vizyonlar bir bakış gördük. Rektör Bey ve ekibinin akademik birikimi de güçlü, Erzurum Atatürk Üniversitesinin geleceği için sevindik, bölgenin ve ülkemizin merkez üniversitelerinden biri olmaya devam edecek inşallah. Rektör Bey ve arkadaşlarını tebrik ediyorum, başarılar diliyorum.

Üniversite kampüsünü, yıllarca yaşadığımız lojmanları da gezdik. O yıllarda dikilen fidanlar büyümüş ağaç olmuş, kampüs orman alanı gibi olmuş. Özellikle, kampüsün kuzeyinde o yıllarda yeni dikilmiş çamlar bir ormanlık haline gelmiş. Üniversite genişlemiş, büyümüş, yeni binalar yapılmış, yeni fakülteler açılmış. Üniversitenin şu anda yetmiş bin civarında öğrencisi var. Ayrıca, yaygın eğitimde de büyük bir öğrenci kitlesi mevcut. Üniversitenin çok iyi işletilen misafirhanesi ve lokantası var, bizi orada misafir ettiler. Üniversite lojmanlarındaki lokali ziyaret etmeden dönmek olmazdı, akşam da lokale gittik, öğretim üyeleri ile sohbet ettik.

Erzurum Valiliği de programda paydaş görünüyordu ancak bu üç günde programın hiçbir yerinde mülki idare katılmadı ve görünmedi, ilin valisine açılışta konuşma konulmasına rağmen oraya da ne kendisi ne de ilden biri katıldı, bu da dikkat çekti.

Belediye ve Üniversitenin bu birliği ve yardımlaşması içinde Erzurum’un çok mesafe alacağı görülüyor. Belediye ve Rektörlük yönetimlerinde hem büyük heyecan hem vizyon hem çok iyi çalışılmış gelecek planı var, aralarında da çok yakın birliği görülüyor.

Erzurum’u Erzurum yapan bir medeniyet şehri olmasının yanında insan unsurunun kalitesi önde gelen en belirgin diğer faktördür. Biz Erzurum’da yaşadığımız yıllarda şehirden çok değerli dostlar edindik. O yıllarda üniversite hocalarının şehirde ayrı bir saygınlığı da vardı, çok değer verilirdi. Biz de şehir insanı ile yakın yaşardık, üniversite kampüsü içinde olsak da şehirdeki dostlarla yakın ilişkilerimiz olurdu. Dadaş ruhunun daha derinlemesine yaşandığı o yıllarda Erzurum insanının mert, mütevazi, dürüst, saygılı, değerlerine önem veren, fedakâr ve dost canlısı kalitesini hep gözlemleme imkânı olmuştur. Dadaş kavramı ileri üstün bir vasıf ve derinlikli bir kişiliği ifade eder, yüzeysel bir vasıf değildir, bugün bazan gençlerde daha yüzeysel bir bakış söz konusu olmaktadır.

İşte, uzun süre sonra Erzurum’a gidişte o dostlardan hayatta kalanları veya onların çocuklarını da görmeye çalıştık. Tabi, biliyorum çoğu rahmetli oldu, hayatta olanların bir listesini yapmıştım, bazılarını görmek mümkün oldu. Güzel insan manav Necip Bezmiş’i evinde ziyaret ettik arkadaşlarla, zaten hepimiz tanıyorduk, İslami çabası yüksekti, o öğrencilere çok yardım ederdi. Yaşlanmış ancak iyi gördük, bize en önemli tavsiyesi, sürekli tekrarladığı şey “sakın İslami heyecanınızı kaybetmeyin” oldu. Merhum Şefik Ustamızın oğlu Abdullah’ı bulduk, onları da iyi gördük, çok güzel bir kitap-kafe açmışlar merkezi bir yerde. Listemdeki bir değerli dostum, 12 Eylül 1980 ihtilali sonrası şehir esnafından tek koğuş arkadaşım Zeki Özkorucuklu’yu cumartesi günü ziyaret edecektim ancak benim gittiğim 5 Aralık Perşembe günü rahmetli olmuş, evini, çocuklarını ziyaret ettik, taziyede bulunduk. Yine aynı dönemde koğuş arkadaşım öğretim üyesi Necati Kara’nın oğlu, İlahiyat Fakültesinde öğretim üyesi Ömer Kara’nın eşi vefat etmiş, onları ziyaret ettik, taziyede bulunduk. Aziz Kişioğlu ve Muammer Yaylalı dostları aradık, sorduk, telefonlarını bulup aradık, ulaşamadık. Fırıncı Hacı Turan’ın çocuklarının lokantasına uğradık. Çantacı Köseoğlu ailesinin çocuklarına ulaşamadık. Kırtasiye dükkanları kapandığı için Şinasi Yavuz’un çocuklarına da ulaşamadık. Hafız Polat ve Bahattin-Hüseyin sarıoğlu’nu, Bedreddin Atalar’ı orada andık. 25-40 yaş arası hayatımızın geçtiği mekanları ziyaret ettik, hatıraları andık, şehri yaşamaya çalıştık. Bizim orada yaşadığımız 1972-1986 yıllarında şehirde Cağ Kebap diye bir yemek yoktu, hiçbir lokantada böyle bir yemek yapılmıyordu, şimdi bütün caddelerde çokça cağ kebap lokantaları görmek mümkün.  Binalardaki buz sarkanları halen yoğun şekilde vardı.

70’li yıllarda Erzurum’un bir klasiği de uçakların havaalanına iniş-kalkışlarının olay olması idi. Erzurum’a günde bir THY uçağ gelmesi gerekiyordu, İstanbul’dan kalkacak. Ankara’da da Erzurum yolcularını alacak ve gelecek, giderken de aynı güzergâh, önce Ankara yolcularını bırakacak, sonra İstanbul’a gidecek. Ancak, alanda en küçük kar, sis, bulut olduğunda uçak gelmezdi. O yıllarda kış ve kar da yoğun olurdu, zaten havaalanı düz ovada olduğu için sis eksik olmaz ve dolayısı ile uçak gelmezdi. Yolculuk varsa bilet alınır, ancak birkaç gün önceden hava durumu gözlenmeye başlardı. Bazan bir hafta on gün gelmezdi, bilet alsak da alternatif otobüste yer de ayırtırdık. Tabii, yıllar içinde hava alanı genişletildi, teknik imkanları artırıldı ve bu sorunlar çözüldü. Zaten ekrana baktık havaalanında, günde üç uçak Ankara’dan, dört uçak İstanbul’dan, bir uçak İzmir’den, bir uçak Bursa’dan gelip-gidiyor her gün. Ancak, 7 Aralık Cumartesi günü eski günlerde olduğu gibi uçaklar iptal edildi sis yüzünden. Ben zaten 8 Aralık için almıştım, Ömer ve Mustafa’nın da öyle olacağını sanıyordum, meğer onlar cumartesi için dönüş almışlar, ancak uçakları kalkmadığı için onlar da benimle kaldılar ve pazar günü beraber döndük. Erzurum’lu dostlar dediler ki, biz yıllardır bunu görmedik, uçakların inmesinde bir zorluk olmaz, sistem yenilendi, bu çok istisnai bir durum, herhalde size eski günleri hatırlatmak için olsa gerek.

 

Zeynep Burcu UĞUR – 

Türkiye’nin dört bir yanında dikkatle izlenen Narin vakasında henüz tüm deliller açıklanmadı, ancak olayın bir cinayetin ötesinde başka suçları da barındırabileceğine dair güçlü göstergeler var. Bu trajik olaya dair birkaç noktaya değinmek istiyorum. Narin’in yaşadığı trajedi hepimizi derinden üzdü ve kesinlikle bu satırları suçu hafifletmek maksadıyla yazmıyorum. Aksine, bu olay karşısında verdiğimiz tepkilerin topluma olan olası etkilerini tartışmak istiyorum.

Küçük bir kız çocuğuna yönelik bu menfur olayın Türkiye’nin sosyal yapısından ya da devletin ihmallerinden kaynaklandığını ima eden “Narin’i koruyamadık” söylemi, aslında Narin başka bir ülkede yaşıyor olsaydı böyle bir olayın başına gelmeyeceği varsayımını taşıyor. Ancak Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) raporlarına baktığımızda, dünya genelinde her iki çocuktan birinin şiddete maruz kaldığını görüyoruz[1]. Aynı raporun çocuk cinayetleri kısmı incelendiğinde 2017 yılında dünya çapında yaklaşık 40.150 çocuk cinayet kurbanı olmuş ve bu rakam tüm cinayetlerin %8,4’üne tekabül etmektedir. 2017 yılı itibariyle dünya genelinde bilinen 477.822 cinayet işlenmiş. Küresel olarak 0-17 yaş arası çocuklar için cinayet oranı her 100.000 kişide 1,7 olarak hesaplanmıştır. Erkek çocuklar için bu oran, her 100.000 kişide 2,4 olup, kız çocuklarındaki oranın (her 100.000 kişide 1,1) iki katından fazladır (bkz. Şekil 1). Özellikle Güney Amerika, Orta Amerika ve Afrika’da çocuk cinayet oranları diğer bölgelere göre çok yüksektir.

 

Şekil 1: Cinsiyete ve DSÖ bölgesine göre 0-17 yaş arası çocuklar için her 100.000 kişide tahmin edilen cinayet oranları, 2017 (N=186 ülke/bölge)

ABD’de Hastalık Kontrol ve Önleme Merkezleri (CDC) 2020 yılında yaklaşık 2.059 çocuğun cinayet kurbanı olduğunu raporlamıştır[2]. Bu rakam 18 yaş altı çocuklar için cinayet oranının 100.000 çocuk başına 2,8 olduğunu göstermektedir. Özellikle 5 yaş altı çocuklar genellikle aile içi şiddet veya çocuk istismarı kurbanı olmaktadır. Bu veriler, ABD’deki silahlı okul saldırıları gibi olaylarda birçok çocuğun öldüğünü göz önünde bulundurursak, olayın ciddiyetini bir bağlama oturtmamıza yardımcı olabilir.

Türkiye İstatistik Kurumu tarafından sağlanan Mağduriyet türü ve cinsiyete göre güvenlik birimine gelen veya getirilen çocukların karıştığı olay sayısı tablosu incelendiğinde 2020 yılında 1009 çocuğun öldürme suçundan mağdur olduğu anlaşılmaktadır. DSÖ’nün Türkiye devletinden aldığı verilere göre Türkiye’de çocuk cinayeti oranının 1,1 olduğunu göstermektedir[3]. Bu oran dünya ortalaması olan 1,7’den belirgin olarak düşüktür. Tüm bu veriler, Narin vakasının dünyanın herhangi bir yerinde de yaşanabileceğini gösteriyor ve dünyada çocuk cinayetlerini ortadan kaldırabilmiş bir ülke bulunmamaktadır.

Bu rapora göre, çocuklara yönelik şiddet ve cinayet vakaları incelendiğinde veride belirli bir desen görmek mümkün, genellikle şiddet, çatışma ve istikrarsızlıkların olduğu coğrafyalarda arttığı görülmektedir.

Veri ile ilgili akla gelebilecek bir eleştiriyi bertaraf etmek için şu bilgiyi vermekte fayda olabilir. DSÖ tarafından yapılan 0-17 yaş arası cinayet tahminleri, ülke tarafından sağlanan cinayet mağdurlarının sayısı ve oranları hakkındaki bilgileri kullanarak üretilmiş olup nihai tahminler o ülkenin ilgili otoritesine danışılarak kesinleştirilmektedir.

Çocuk cinayetleri ile ilgili Türkçe Google Akademik veri tabanından bir arama yapınca sadece Dicle Tıp Dergisinde yayınlanan bir makale çıkmakta ve bu makale Diyarbakır’daki çocuk cinayetlerini ele almaktadır[4]. Bu makalede de erkek çocuklarının cinayete maruz kalma ihtimali daha büyük bulunmuştur. Türkiye’de de Dünya’da da daha çok erkek çocuklarının cinayete maruz kaldığı düşünülünce (Bkz. Şekil 1), Narin olayı bu açıdan da bir istisnadır ve kadına yönelik şiddetle bağlantısının kurulması ancak bir zorlama yorumdur.

19 gündür sabah akşam Narin’i konuşan insanlar, çocukların maruz kaldığı şiddet ve istismar konusunda gerçekten bir hassasiyet olsa, bu konuda birçok akademik çalışma olması gerekirdi. Ancak görünen o ki çocuk ölümleri genellikle sadece sansasyonel vakalarda gündeme gelmektedir.

Narin olayını bu kadar konuşmak faydalı mı?

Narin olayı sosyal medya ve televizyonlarda bu kadar fazla konuşulurken, bu tür olayların sürekli göz önüne getirilmesinin toplum üzerindeki uzun vadeli etkileri üzerine de düşünmek gerekiyor. Toplumda sosyal normlar, hangi davranışın yaygın olduğuna bağlı olarak şekillenir. Örneğin siz bir ortama girdiğinizde o ortamda hiç çöp görmezseniz oranın temiz bir yer olduğuna ve temizliğin bir norm olduğu çıkarımını yaparsınız. Bu çıkarım çoğunlukla bilinçli olmaz, etrafınızda gördüğünüz sosyal psikologların ipucu dedikleri sinyallerle başlar. Bir ortama girdiğinizde 1-2 kâğıt parçası görmek de bu normu bozmaz, çünkü 1-2 kâğıt parçası hayatın olağan akışı içinde oluşabilmiş kirlerdir ve özellikle bu kâğıt parçalarının birileri tarafından kaldırıldığını gördüğünüzde de, temizlik normuna dair inancınız güçlenir ve oraya çöp atmazsınız. Peki, etrafın çöplerle dolu olduğu bir ortama girdiğinizde ne yaparsınız? Ortalama insan böyle bir ortamda kendi de yere çöp atmaya başlar. Hâlbuki temizleyebileceği çok fazla çöp vardır. Neden mi kendisi de kirletir? Çünkü etrafındaki pislik, o ortamda pisliğin norm olduğuna intikal etmesine sebep olmuştur. Ayrıca, temizlemek çaba gerektirirken pisletmek kolaydır. Burada anlattıklarım sosyal normların nasıl oluştuğuna dair çığır açıcı ve saygın bir dergide yayınlanmış bir araştırmanın bulgularıdır. Merak edenler bu linkten inceleyebilirler[5].

Unutmayalım, toplumun çoğunluğu ortalama insandır, o ortamda ne normal ise ona göre davranır. Bir şey yaygınlaştıkça, aslında o ortamda en işe yarar şeyin o olduğu düşünülür.

Bu durumu Narin olayına uyarlarsak, Narin’in yaşadığı trajedi aslında tek bir vaka iken, sosyal medya ve haberler aracılığıyla binlerce kez paylaşıldığında, sanki bu olay sürekli yaşanıyormuş gibi bir algı yaratılıyor. Yüz binlerce çocuk okulların açılmasıyla birlikte aileleriyle okula başlamanın heyecanını yaşadığı haberleri Narin haberleri yanında önemsizleşiyor. Hâlbuki aileler insanlık tarihinden beri çocuklarının iyiliğini şefkat sırrıyla en çok düşünenler iken, birden bire aile müessesesi bir leş yuvası gibi bir algıya neden oluyor. Bu durumda yukarıdaki araştırmadaki ‘pisliğin yaygın olduğu bir ortam’ olarak algılanıyor. Pisliğin yaygın olduğunu düşünen biri de bir çöp de kendi atmaktan imtina etmeyebilecektir. Bu durumda, sosyal medyada bu olayın hassasiyetle ele alınması gerektiğini düşünürken, aslında bu tür vakaların gelecekte artmasına zemin hazırlıyor olabiliriz.

Narin olayı ve toplumsal güven

Narin olayını duyan birçok insanın çevresine şüphe ile bakması kaçınılmaz hâle geliyor. Güvenin az olduğu ortamda “babana bile güvenmeyeceksin” gibi atasözlerinin oluşması beklenir bir şey. Ancak, ‘güven’ toplumsal sermayenin en önemli göstergelerinden biridir ve toplumsal ilişkilerin en az sürtünme ile işlemesi için vazgeçilmezdir. Toplumda güvenin azalması, birçok olumsuz sonuca yol açabilir.

Burada kastedilen suçların göz ardı edilmesi elbette değildir. O suç ile meşgul olması gereken insanlar elbette meşgul olmaya devam edeceklerdir. Ama vazifesi olmayan insanların bir olaya aşırı büyük anlam yüklemesi sadece vakit ve enerji israfına neden olabilir.

Toplumda her olayın sosyal medyada konuşulması, bazı durumlarda önemli problemlere dikkat çekmek açısından faydalı olabilir; ancak bu, her olaya aşırı derecede odaklanmanın yaratacağı olumsuz etkileri göz ardı edemeyiz. Bazıları, bu olayların sosyal medyada konuşulmadığında örtbas edileceği endişesini dile getirebilir. Bu endişeyi ve adaletin doğru bir şekilde işlemediği yönündeki yaygın algıyı anlayabiliyorum. Ancak, enerjimizi tek bir olaya odaklamak, diğer önemli sorunların göz ardı edilmesine yol açabilir. Bu, 100 askeri olan bir komutanın 99’unu tek 1 düşmanla savaşa gönderip, diğer düşmanlar için yalnızca bir asker bırakmasına benzer. Toplum her gün pek çok sorunla karşılaşıyor. Bu nedenle, enerjimizi tek bir olay üzerine harcarken, diğer sorunların fark edilmeden geçip gitme riskini göz önünde bulundurmalıyız.

Bu durum dikkat dağıtıcı bir etki yaratabilir ve toplumsal kaynakların etkili kullanımını engelleyebilir. Özellikle sosyal medya gibi mecralarda olayların aşırı abartılması, gerçek problemler üzerine sağlıklı bir şekilde odaklanmamızı zorlaştırabilir. Her olay önemli olabilir, ancak toplumsal meselelerin bütünüyle ele alınması ve enerjinin dengeli dağıtılması gereklidir.

Narin olayına verilen ilk tepkilerin ne kadar siyasi malzemeye dönüştürüldüğü başka yazılarda[6] ele alındığı için burada tekrar bahsedilmeyecektir.

Narinler ve yaşayan çocukların kısıtlanan özgürlükleri

Çocuklar, bir toplumun en kıymetli hazineleridir ve onlara yönelik her türlü tehdit, toplumsal refleks olarak hemen ciddi endişelere yol açar. Narin olayı gibi trajedilerin toplumda geniş yankı bulması normaldir; ancak bu tür olayların aşırı abartılması, diğer çocukların özgürlüklerinin farkında olmadan kısıtlanmasına da neden olabilir.

Bugün aileler çocuklarının her adımını kontrol etme eğilimindedir. Bundan 30 yıl önce birçok çocuk, okula yürüyerek tek başına gidip gelirken, artık büyük şehirlerde bu pek mümkün değil. Sokaklar, çocuklar için ‘tehlikeli‘ olarak algılanmakta. Ancak veriler, aslında suç oranlarının genel olarak artmadığını; aksine azaldığını gösteriyor. Buna rağmen ailelerin tehdit algısı sürekli artıyor. Bu da çocukların özgürlüğünü kısıtlayan bir toplumsal endişe döngüsüne yol açıyor.

Hâlbuki çocukların yaşam becerilerini geliştirmeleri ve hayatta başarılı olmaları için özgürce deneyim kazanabilmeleri önemlidir. Sosyal ve psikolojik gelişimlerini destekleyen bu beceriler ancak çocuklara bazı riskler almaları ve farklı deneyimlere açık olmaları için fırsat tanındığında gelişebilir[7]. Ancak aşırı korumacılık bu fırsatları ellerinden alıyor. Artık çocuklar ne sokakta özgürce bisiklet sürebiliyor ne de arkadaşlarıyla tek başlarına dışarıda oyun oynayabiliyor. Bu durum, çocukların kendi başlarına karar verme ve problem çözme becerilerini sınırlıyor.

Ne yapılabilir?

Bu soruya verilen cevap kişilerin olayın sebeplerine dair bakış açısında gizlenmektedir. Zira en ufacık bir olumsuzlukta hemen ülke içindeki ahlaksızlıkları yayan çeşitli kayıp programları ve onların ülkede oluşturduğu atmosfer suçlanır oldu. Hâlbuki bu cinayete karışanların o kadın programlarını izleyip izlemediğine dair en ufak bir bilgi yok.

Aynı şekilde, Narin’in Kur’an Kursuna gitmesi ile olayı ilişkilendirenler de oldu. Hâlbuki olayın Kur’an Kursu ile de hiç bir alakası olmadığı ortaya çıktı. Velev ki Kur’an Kursu çıkışı bile olmuş olsaydı, bu tek örnekten toplum ile ilgili bir çıkarım yapılmayacağı makul her insanın bilmesi gereken bir şey.

Bununla birlikte Narin olayının ele alınış biçimi her ne kadar zararlı etkiler doğurabiliyor olsa da, insanların haber alma özgürlüğüne saygı duymak gerekir. Bu haberlerin tamamen yasaklanmasını savunmuyorum, çünkü bu özgür bir toplumda kabul edilemez. Ancak bireyler olarak medyayı nasıl tüketeceğimize dair sorumluluk geliştirmemiz zorunlu görünüyor. Kendi kendimize bir tür otokontrol mekanizması kurarak bu tür olayların üzerimizde yarattığı olumsuz etkilerden korunabiliriz. Yani haberleri sorgulayıcı bir zihinle tüketmek, doğru ve dengeli bilgiyi seçebilmek, toplumsal güvenimizi sarsmadan sağlıklı bir bilinç oluşturabilmek adına çok önemli.

Ayrıca, DSÖ’nün UNICEF ile ortak hazırladığı raporda her ülkede çocuklara yönelik şiddetin azaltılması için birçok aşaması olan bir politika önerileri listesi var. Bu listeye bakıldığında yapılabilecek çok sayıda adım var. Türkiye’nin karnesi, yapılanlar ve yapılmayanlar açısından değerlendirildiğinde gidebileceği epey yol olduğuna işaret ediyor[8]. Fakat elbette bunlar emek gerektiren uzun vadeli işler. O yüzden böyle tartışmalar sosyal medyada kendine çok taraftar bulamıyor.

Bu listede yer alan önerilerin büyük bir kısmı devlet politikalarına bakıyor ama bazı başlıkları bilmek işe yarayabilir. Bu politika önerileri normlar ve değerler, güvenli çevreler, ebeveyn destekleri, gelir ve ekonomik yardımlar, şiddet olduktan sonraki destek hizmetleri, eğitim ve hayat başarısına yönelik kabiliyetlerin inşasına dair 6 başlıkta toplanmaktadır. Daha alt başlıklar da şu şekildedir:

  • Şiddet içermeyen norm ve değerlerin geliştirilmesi
  • Olaya şahit olanların müdahale etme imkânının artırılması
  • Şiddetin yaygın olduğu yerlerin tespit edilip oralara müdahale edilmesi
  • Devletin ilgili mercilerinin aile ziyaretleri
  • Ailelere çocuk bakım ve çatışma çözümü konusunda destekler vermek
  • Dezavantajlı ailelere yönelik gelir destek programları
  • Suç işleyenlere yönelik mental sağlık hizmetleri
  • Mağdurlara yönelik mental sağlık hizmetleri
  • Çocukların kendilerini cinsel istismardan nasıl koruyabileceklerine dair farkındalık oluşturmak

Her ne kadar tedbir alınırsa alınsın, bazı olaylar yine de kaçınılmaz olacaktır. Bu farkındalık ile ümidimizi kaybetmeden gerek ailelerin gerek okulların, öğretmenlerin ve sosyal çalışmacıların uzun vadeli önleyici politikalara öncelik vermesi en makul alternatif olarak görünmektedir.

[1] Bu rapora bu linkten ulaşabilirsiniz: https://www.who.int/publications/i/item/9789240004191

[2] Bu bilgiyi teyit için bu dokümana bakılabilir: https://pubmed.ncbi.nlm.nih.gov/36534407/

[3] Bu veri için DSÖ raporu sf. 255 bakılabilir.

[4] Tıraşçı, Y., & Gören, S. (2007). Diyarbakır’da Çocuk ve Adolesan Cinayetleri. Dicle Tıp Dergisi, 34(2), 120-122.

[5] Cialdini, R. B., Reno, R. R., & Kallgren, C. A. (1990). A focus theory of normative conduct: Recycling the concept of norms to reduce littering in public places. Journal of personality and social psychology, 58(6), 1015.

[6] https://serbestiyet.com/gunun-yazilari/komsu-evin-yangininda-yumurtasini-pisirmek-181222/

[7] Bilişsel olmayan kabiliyetler de denilen sosyo-psikolojik beceriler konusunda aşağıdaki eser incelenebilir: Duckworth, A. (2018) Azim: Sabır, Tutku ve Kararlılığın Gücü. Pegasus Yayınevi.

[8] https://www.who.int/teams/social-determinants-of-health/violence-prevention/global-status-report-on-violence-against-children-2020/gsrpvac-country-profiles linkinden Türkiye raporu incelenebilir.

Zeynep Burcu Uğur-

Çocuklara savaş, katliam gibi karmaşık ve korkutucu konuları anlatmak zor olacaktır. Ancak çocukların içinde bulunduğumuz çağda her yerden önümüze düşen katliam resimlerinden Gazze’de yaşananları duymamaları neredeyse imkânsızdır. Bu nedenle konuyu yaşlarına ve duygusal durumlarına uygun bir şekilde açıklamak gerekli diye düşünüyorum. Bu konuda 9 ve 12 yaşında iki evlat annesi olarak kendi tecrübemden ve araştırmalarımdan öğrendiklerime[1] dair bazı öneriler sunmak istiyorum. Bu yazıda sunulan önerilerin yaklaşık 10 yaş civarında başlayan soyut kavramları anlama çağına gelmiş çocuklar için olduğunu hatırda tutmak gerektir.

Çocukların Gazze’de olanlara ilgisi kaçınılmaz

Çocukların etraflarında olan bitene karşı aşırı ilgili olduğunu unutmamak gerekir, çünkü çocuk demek merak demektir. Dikkat edilmeli ki çocuklar Gazze’de yaşananlar konusunda gerek internetten gerek televizyondan gerekse okulda arkadaşlarından bir şeyler duymuş olabilirler. Bu bilgilerin bir kısmı gerçek bir kısmı da yalan olabilir. Gazze’de yaşananları, ailece bir arada olunan sıcak bir ortamda, mesela akşam yemeği sırasında, ebeveynlerin uygun bir üslupla ve daha nesnel ifadeler ile durumun dile getirilmesi mantıklı olabilir. Özellikle çocuğun sorduğu sorulara cevap vermek önemli, çünkü çocuklar soru sorduklarında öğrenmek istiyorlar demektir. Soru sormadıkları konularda ailelerden gelen nasihat veya anlatımlar çoğunlukla işe yaramaz. Çocuk ile ebeveyni arasında geçebilecek muhtemel bir diyalog örneğini aşağıya yazıyorum. Herkes kendi ihtiyacına göre uyarlamalar, eklemeler ve çıkarmalar yapabilir.

Çocuk: Bu çocukların bombalandığı, ağladığı yer neresi?

Ebeveyn: Gazze, Filistin’in bir kısmı. Filistin Arapların daha çok yaşadığı bir coğrafya. Orada yaşayanlar çok büyük çoğunluğu Müslüman, ama diğer dinlerden insanlar da var, mesela Hristiyanlar ve Yahudiler de var.

Çocuk: Onları kim bombalıyor?

Ebeveyn: İsrail devleti.

Çocuk: Neden bombalıyorlar?

Ebeveyn: Çünkü İsrail güçlü ve gücünü göstermesinin önünde bir engel yok. Şöyle düşün, sizin okula yeni öğrenciler gelmiş. Bu öğrenciler sizin sınıftaki çocuklardan daha büyük ve fiziksel olarak güçlü olsun. Aranızdan birine, mesela sana vurmaya kalkıştıklarında eğer öğretmeniniz bir şey yapmazsa, seni dövebilirler mi?

Çocuk: Dövebilirler.

Ebeveyn: Seni dövmeye çalışırken, sana yardım etmeye çalışan diğer çocukları da dövebilirler. Hatta olayla hiç ilgisi olmayan çocukları da dövebilirler ki, kimse onların söylediğine itiraz etmesin. Gazze’de yaşananlar da biraz buna benziyor. İsrail devleti şu anda Gazze’yi çok fazla yıktı, sanırım amaçları oradaki herkesi korkutmak

Çocuk: Gazzeliler niye zayıf?

Ebeveyn: Çünkü onların bir devleti yok, devleti olmadığı için kendilerini koruyacak orduları da yok.

Çocuk: Gazzelilere yardım edecek kimse yok mu?

Ebeveyn: Aslında bütün dünyadan Gazze’ye yardım etmeye çalışan milyonlarca insan var. Onlara yardım gönderiyorlar, fakat yardımların içeri girmesine İsrail müsaade etmiyor veya gönderilenden daha az yardım içeri girebiliyor.

Çocuk: İsrail’in Gazzelilerle derdi ne?

Ebeveyn: Bu uzun yıllardır süren bir anlaşmazlık. Anlaşmazlık çözülmediği için kavgalara, kavgalar da çatışmalara neden olmuş. Bugünkü çatışmalar geçmişteki sürecin bir devamı. Bence bugünlük bu kadar yeter. Detaylarını büyüdüğünde öğrenmen daha uygun olur.

Çocuklar eğer yaşça büyük ise (mesela 14-15) daha fazla bilgi verilebilir ama yine de aşırı ayrıntılardan, mesela oradaki bazı ailelerin tamamen yok olduğu gibi bilgileri vermekten kaçınmak gerekir. Çünkü bu gibi bilgiler çocukların cevaplarını hazmedemeyeceği kadar büyük soruları beraberinde getirir.

Çocukların duygularını daha pozitif ifade etmelerine ortam sağlamak gerekir

Gazze’deki çocukların dramını siz ne kadar objektif ve nesnel anlatmaya çalışırsanız çalışın, bunları gören ve duyan çocuklarda duygusal tepkiler oluşması çok normaldir. Önemli olan o duyguların uygun yollardan akmasını, boşaltılmasını ve o enerjinin pozitif işlere dönüşmesini sağlamaktır.

Akılda tutulmalıdır ki, her çocuğun duygularını ifade etme yöntemi farklıdır. Bazıları duygularını daha kolayca dışarı vurabilirken, bazıları hiç dile getirmiyor olabilir. Fakat duygularını dile getirmeyen çocuğun daha az etkilendiği anlamına gelmez. Örneğin, küçük oğlum çok daha fazla soru soruyordu bu olaylarla ilgili, büyük oğlum ise duygularını pek açıklamaz. Bir gün kitaplarını kaldırırken, bazı sayfalara İsrail bayrağı çizip üzerine çarpı attığını gördüm ve aslında onun da çok etkilendiğini anlamış oldum. Topluluk ortamında duygularını dile getirmeyen çocuklar ile baş başa konuşmak çok daha etkin bir duygu paylaşımı ortamı sunar.

Çocukların duygularını ifade etmelerine uygun mecralar oluşturmak ile ilgili çok çeşitli yöntemler vardır. Mesela orada yaşananlardan hissettiklerini resim olarak ifade etmenin çok yapıcı bir yöntem olduğunu düşünüyorum. Örneğin küçük oğlum bu süreçte Kubbetü’s Sahra’nın resmini çizdi ve onu diğer çocuklara da öğretebilmek için bir video hazırlamıştı.[2] Bazı drama gibi aktiviteler ile canlandırma yapmak da anlamak ve ifade etmek açısından önemli olabilir. UNICEF’in barış için şiir adlı çocuklara yönelik bir projesi de bulunmaktadır. Konuyla ilgili hikâyeler oluşturmalarını istemek de işe yarar bir yöntemdir. Mesela bazı çocukların İsrailliler ile Filistinliler arasındaki kavgayı abi ile kardeş arasındaki kavgaya benzeterek bir hikâye oluşturduğunu biliyorum. Bu durum çocukça masumiyetlerinin daha büyük kötülükleri hayal edememelerinden kaynaklanıyor olabilir. Örnek olması için, aşağıya bu konuyla ilgili bir hikâye örneği yazıyorum:

Çocuk: Anne/baba, Gazzeliler ile İsrailliler arasında uzun süredir kavga olduğunu söylemiştin. Neden olduğunu anlatır mısın?

Ebeveyn: Şöyle bir hikâye düşün. Bir apartmanda çok sayıda daire varmış. Dairelerden birine bir gün bir komşu taşınmış. Bu komşu çok uzak diyarlardan çok büyük sıkıntılara maruz kaldığı için, göç edip gelmiş. Apartman sakinleri, ilk başta ona acımışlar ve çok güzel muamele etmişler. Yeni komşu bir süre sonra çok gürültü patırtı çıkarmaya, apartmandaki diğer komşuları rahatsız etmeye başlamış. Bazı apartman sakinleri rahatsız olup gitmiş. Zamanla yeni taşınan komşu, apartmandaki diğer dairelere de yerleşmek istediğini, yakınlarını da getirmek istediğini söylemiş. Ayrıca, bu komşuya, birden çok büyük paralar gelmeye başlamış. Apartman sakinlerinden bazılarının evlerini satın almak istemiş. Apartman sakinlerinden bazıları evlerini vermeye razı olmuş, bazıları da evlerini vermek istemediğini söylemiş. Yeni taşınan komşu, evlerini vermek istemeyen apartman sakinlerinin evlerini yakmaya çalışmış. Bazılarını da zorla evlerinden çıkarmaya çalışmış. Aslında ilk başta zayıf görünen yeni komşu, yeni akrabalarının da gelmesiyle güçlenmeye başlamış. Gel zaman git zaman, apartman sakinleri gidişatın iyi olmadığını anlamış, Fakat bu yeni gelenlerle mücadele etmek çok zormuş, çünkü her ne zaman konuşmaya çalışsalar, kendilerinin geçmişte yaşadığı zorlukları söyleyip apartman sakinlerini susturmaya çalışıyorlarmış. Devamlı kendisine ve yakınlarına haksızlık yapıldığını anlatıp duruyormuş. Bu apartmanı izleyen çevre apartmanlardan yeni taşınanlara acıyan da çok insan olmuş. Acıdıkları için, yeni taşınanların yaptıkları saygısızlıklara ilk başta çevre apartmanlardan da pek bir ses çıkmamış. Bu arada apartmanın eski sahipleri gün be gün evlerinden çıkarılıyormuş. Bazıları sokakta kalmaya mecbur kalmışlar. Bir zaman sonra yeni gelen komşular, aslında bütün apartmanın eskiden kendilerine ait olduğunu söylemeye başlamışlar. Bu durumu gören apartman sakinleri, bu yeni gelenlere karşı mücadele etmeleri gerektiğini fark etmişler. Yoksa bütün evlerinin ve apartmanlarının ellerinden gideceğini anlamışlar. Fakat bu mücadele hiç kolay olmayacak gibiymiş. Sonuçta yeni gelenler hem daha zengin, hem söylediklerine daha çok inanılıyormuş. Apartmanın eski sakinlerinden bir gurup, apartmanlarını teslim etmemeye karar vermişler. Filistinlileri apartmanın eski sakinleri, yeni komşuları da İsrailliler olarak düşünebilirsin.

Çocukların savaş ile ilgili olarak gördüğü materyallerin içeriği, olumsuz duygulardan korumak için kısıtlanmalı

Çocukların nasıl görüntülere maruz kaldıklarını ve duyduklarını kontrol etmek gerçekten büyük önem arz etmektedir. Gazze’den gelen görüntüler bazen yetişkinler olarak bizim bile uykularımızı kaçırabilecek durumda iken, çocukların bunlardan olumsuz olarak etkilenmemesi neredeyse imkânsızdır. Eğer korumasız olarak bırakırsak, gelen görüntülerden aşırı korkmaları da mümkündür. Gelebilecek muhtemel sorular şunlar olabilir:

Çocuk: Anne/baba, sen de savaşta ölebilir misin?

Ebeveyn: Gazze Türkiye’den uzakta, orada olanlar bizi doğrudan etkilemiyor. Gazze ile Türkiye arasında Suriye ve Ürdün adlı iki ülke var. Şimdilik hayattayım ve sağlıklıyım. Sen de sağlıklısın. Duygularını anlıyorum ve endişelenmen doğal. İstersen gel harita üzerinden bakalım, hem savaşın nerede olduğunu, bize uzak olduğunu anlarsın, hem de orada bulunan diğer ülkeleri de tanımış oluruz.

Çocuk: Savaş, bizim ülkemize de gelir mi?

Ebeveyn: Bizim ülkemizde barış var. Bizim bir devletimiz var ve bizi korumak için görev yapan ordumuz var. Bütün dünyadaki herkes Gazze’deki savaşın bitmesi için elinden geleni yapıyor. Türkiye de elinden geleni yapıyor. O yüzden savaşın bize gelmesinden endişe etmene gerek yok.

Çocuk: Ölen Gazzeli çocuklara ne oldu?

Ebeveyn: Onlar masum oldukları için, bu dünyadan çok daha güzel bir yer olan Cennete gittiler. Orada, buradan çok daha rahat edecekler.

Eğer çocuk kendini veya yakınlarını tehlike altında hissettiğini gösteren sorular soruyor ise, hangi görüntülere maruz kaldığı konusunda çok daha dikkatli olunmasında fayda var.

Yaşanılan olayları çocuklar açısından bir öğrenme sürecine dönüştürmek mümkündür

Savaş elbette çok tahrip edici bir olay, fakat duyguları da harekete geçiren bir durum. Öğrenmenin kalıcı olması için çocuğun öğrendiklerini duygularıyla bağlaması çok önemlidir. Böylece öğrendikleri uzun vadede onunla kalabilecektir.

Filistin’in Türkiye için önemi üç başlık altında toplanabilir. Birincisi, insaniyet noktasından orayla alakadarlığımıza vurgu yapılabilir. Oradaki yaşanan kitlesel ölümler ve açlık dünyanın diğer yerlerindeki insanları etkilediği gibi bizi de etkiler. İkincisi, Filistinlilerin bizim din kardeşimiz olması. Üçüncüsü de o topraklar ile Osmanlı devletinden gelen tarihsel bağlarımız.

Savaştan bahsederken, İsrail’e ve yaptıklarına odaklanmaktansa, Filistin’e karşı sevgimize odaklanmak ve o hassasiyeti çocuğun da kazanmasına çalışmak çok daha yararlı bir yol olarak duruyor. Çünkü sevgi gibi olumlu duygular, çocukların kişilik gelişimleri için çok daha faydalıdır[3]. Filistin’e karşı hassasiyetimizin neden kaynaklandığı açıklanabilir. Örneğin İslamiyet için en önemli üçüncü mescit olan Mescid-i Aksa’dan bahsedilebilir.

Kudüs’ün ilk fethinin Hz. Ömer zamanında olduğunu öğrenmesi önemlidir. Hz. Ömer zamanında Ebu Ubeyde liderliğinde bir ordunun o zaman Kudüs’ü kontrol altında tutan Roma İmparatorluğundan savaş yapmadan teslim aldığının bilinmesi, her zaman savaşa gerek olmadığını anlamaya yarayacaktır. Tarihi kayıtlar Hz. Ömer’in Kudüs’e görkemli bir şekilde değil, tam bir mahviyet ile girdiğini göstermektedir. Rivayete göre, Hz. Ömer ile kölesi deveye sırayla bindikleri bir yolculuktan sonra, deveye binme sırasının kölesine geldiği hâlde Kudüs’e girmiştir. Kudüs’ü savaşmadan teslim alması Hz. Ömer’in muazzam bir diplomatik başarısı olarak tarihe geçmiştir.[4]

Daha sonra şehir 1. Haçlı seferinde 1099 yılında Hristiyanların kontrolüne geçmiştir. Selçukluların Musul Atabeyi olan Nureddin Zengi’nin yıllarca verdiği emekler ile Kudüs’ün yeniden fethi 1187 yılında Hıttin Zaferi ile Selahaddin Eyyûbi’ye nasip olmuştur[5]. Selahaddin Eyyûbi de Kudüs’ü haçlılardan kurtarmak ve tekrar İslam yurdu yapmak amacına yönelik hayatını adamış bir kişidir. Selahaddin Eyyûbi Kudüs Fatihi unvanı ile de anılmaktadır. Adaleti, kumandanlığı ve devlet adamlığı gibi vasıflarıyla düşmanlarının bile takdirini kazanan Selahaddin-i Eyyûbi, Doğulu ve Batılı tarihçiler tarafından eserlerinde övgüyle bahsedilen bir insandır. Fakat bu güzide insan “Ben, Allah yolunun bir hizmetçisiyim” diyerek tevazuun da bir güzel örneğini ortaya koymuştur.

Bizim tarihimiz açısından önemli bir diğer tarihi kişilik de Osmanlı devleti adına Kudüs’ü fetheden Yavuz Sultan Selim’dir. Mercidabık savaşında Osmanlı ordusunun Memlüklüleri yenmesinden sonra Kudüs 1516 yılında Osmanlıların kontrolüne girmiştir. Osmanlı İmparatorluğu da 400 yıl Kudüs’e çok büyük hizmetler etmiştir ta ki, 1917 yılında bu bölge Osmanlı kontrolünden İngiliz hâkimiyetine girene kadar[6]. Osmanlı egemenliği döneminde Kudüs’ün huzur ve barışla yönetilebilmesi de tarihsel olarak İslamiyet’in hanesine yazılmış bir başarıdır.

Zaten bu tarz tarihi kişiliklerin ve süreçlerin bilinmesi, özellikle rol model arayışında olan çocuklara güzel bir perspektif verebilecektir. Kudüs’e emeği geçmiş önemli şahıslar ile ilgili oluşturulabilecek hikâyeler de etkin bir öğrenme ortamı sağlayacaktır. Tarihte de Kudüs’ün çeşitli savaşlara ve çekişmelere tanık olduğunun bilinmesi ve o zamanlar da fetihlerin zaman ve süreç aldığının anlatılması, günümüzdeki trajik olayların da neden hemen ortadan kalkmadığının anlaşılmasında rol oynayacaktır.

Bütün Yahudiler Gazze’deki Soykırımı Desteklemiyor mesajı

Çocuklar ile konuşma bir şekilde İsrail devletinin Yahudiler için bir devlet kurma çabası ile oluştuğuna geldiğinde ve çocuklar İsrail devletinde büyük oranda Yahudilerin yaşadığını ve Yahudilerin Müslümanlardan farklı olduğunu anladığında, Gazze’de yaşananlara duydukları acı ile birlikte değer yargıları bütün Yahudiler kahrolsun gibi bir yere evrilebilir.

7 Ekim 2023’den sonraki yaşanan acılara çocukların şahit olmasına ne kadar engel olmaya çalışsam da bir kısmına şahit olan oğullarımın ikisinden de bu minvalde sözler duydum. Çocuklardaki adalet anlayışı mutlak eşitlik üzerine geliştiği için, oradaki çocukların da aynı şartlarda yaşamaya hakkı olduğunu dile getirip onlara üzüleceklerdir. Bunun da bütün İsraillilere veya Yahudilere karşı bir öfke oluşması anlamına gelmesi muhtemeldir. Bu durumda çocuğunuza bütün Yahudilerin katliamı desteklemediğini aktarmalısınız. Türkiye’den Türkiye Musevi Cemaati veya diğer organizasyonlardan belirgin bir duruş olmadığı için, yurtdışındaki organizasyonlardan örnek göstermek zorunda kalabilirsiniz. Örneğin, çocuklara kendisi Yahudi olan fakat Gazzelilerin haklarını savunmak için çeşitli yayınlarda hep bu konuyu dile getiren Max Blumental veya ömrünü Filistinliler için adalete adamış siyaset bilimi profesörü Norman Finkelstein veya yine devamlı bu konuya eğilen ekonomi profesörü Jeffrey Sachs gibi kişileri, üniversitelerdeki ateşkes isteyen kampüs protestolarında yer alan Yahudi öğrencileri örnek gösterdim. Bu konuyla ilgili gelebilecek muhtemel sorular:

Çocuk: İsrail devleti bütün Müslümanları katlediyor, biz de onları cezalandıralım.

Ebeveyn: Allah Kuran-ı Kerim’de “Hiçbir günahkâr başkasının günahını yüklenmez” buyuruyor. Yani suç şahsidir. Bütün hukuk kuralları da bu prensip üzerine kuruludur. Mesela abinin işlediği bir kabahat yüzünden ben seni de cezalandırsam hoşuna gider mi?

Çocuk: Gitmez.

Ebeveyn: O yüzden, adaletli olmak için bütün Yahudileri İsrail’in yaptığı hatalarla sorumlu tutamayız.

Gazzeliler için bizim de yapabileceğimiz şeyler var

Gazze’deki felaketin artçı şokları sizin çocuğunuzu etkiliyorsa, bu da aslında yardımlaşmanın ve başkalarını düşünmenin ve onlar için bir şeyler yapmanın öğretilmesine imkân tanır. Genelde insanlar böyle felaket durumlarında daha çok yardımda bulunur.[7] Gazze’de de bütün insanlığın ortak vicdanının aslında harekete geçtiğinin bilinmesi çocukların yüreğine su serpecektir.

Aslında çocuğunuz ile Gazze için bir şeyler yapabilirsiniz. Yapılacak şeyi belirlemek için çocuğun yaş ve gelişim düzeyine uygun siz de öneride bulunabilirsiniz ama çocuğun da öneride bulunmasına, düşünmesine fırsat verebilirsiniz. Muhtemel bir konuşma örneği:

Ebeveyn: Gazze için bir şeyler yapabiliriz. Sen ne yapmak istersin?

Çocuk: Gazzedeki çocuklar ile ilgili bir resim çizmek istiyorum.

Çocuktan gelecek yanıtlar yapılabilecek faaliyetler ile ilgili bir fikir verebilir. Çocuğun da bu sürece dâhil olması fikri, uygulayan değil aynı zamanda fikir geliştiren bir yapıda olması yararlı olabilir.

Çocuğunuzla beraber, oradaki insanlara eğer maddi imkânlarınız el veriyorsa bağışta bulunabilirsiniz. Maddi imkânınız el vermiyorsa da yapılabilecek çok şey var. Gazze için yapılan yürüyüşlere gidebilirsiniz. Gazzeliler için imza kampanyalarına katılabilirsiniz, ekonomik boykot ile İsrail’i destekleyen firmaların ürünlerini satın almayarak tepki gösterebilirsiniz. Örneğin, çocuğunuz çok sevdiği dondurma markasından Gazze’deki çocuklar için vazgeçmek yönünde bir karar verirse, gerçekten bu takdire şayan bir harekettir ve her tür yaklaşımları desteklenmelidir.

Çocuğunuz ile birlikte oradaki insanlar ve özellikle çocuklar için dua edebilirsiniz. Dua etmek de etkin bir baş etme yöntemidir.[8]

Çocuklar için de yetişkinler için de ne kadar küçük olursa olsun, bir şeyler yapmak genellikle büyük bir rahatlama getirir çünkü yardımlaşmak insana kendini iyi hissettirir.[9]

Çocuklar ebeveynlerinin başka bir ülkedeki insanlar için bir şeyler yaptığını görmesi, empatinin, diğerkâmlığın öğrenilmesi için çok önemlidir. Çocukların bir konu üzerindeki hassasiyeti büyük oranda ailelerinin davranışlarından etkilenir.[10] Ebeveynlerin cesaretle ve aynı zamanda öfkelenmeden kızgınlığını ifade ettiğini gösterebilmesi, çocukların da bu tarz kabiliyetlerinin gelişmesinde önemli rol oynayacaktır.

Sonuç Yerine

Unutmayalım, çocukları da bizleri de olumsuz görünen olaylar değil, onlara bizim yüklediğimiz anlamlar yıpratır. Olumsuzluklarla baş edebilmek mümkündür[11] ve bu baş etme yöntemleri hayat kalitemiz üzerinde etkilidir.[12]

Ele almaya çalıştığımız hususlarda ne kadar başarılı olacağınız, çocuğunuz ile olan ilişkinize önceden yaptığınız yatırımlar ile (çocuklarla geçirdiğiniz zaman ve onların nezdindeki güven) ile alakalıdır. Hemen bir netice almayı beklemek doğru olmayacaktır. Önemli olan bu hususların evde konuşulup, bu olaylardan bir ders çıkarmak ve çocuğumuzu olumsuz hislerden mümkün oldukça olumlu hislere doğru geçiş yapmasına imkân tanımaktadır.

Bu konuda çocuğunuzda aşırı hassasiyet görüyorsanız, psikologlardan yardım almanızda fayda olabilir.

Psikolog olmadığım için, burada yazılanlar iki çocuk gelişim uzmanı ile bir psikoloğun görüşleri doğrultusunda güncellenmiştir.

[1] Bu yazıda UNICEF’in web sitesinden faydalanılmıştır. Bu linkten orijinal çalışmaya ulaşılabilir: https://www.unicef.org/parenting/how-talk-your-children-about-conflict-and-war

[2] Bu videoya şu linkten ulaşılabilir: https://www.youtube.com/watch?v=RO5gYubaVcQ&t=613s

[3] Fredrickson, B. L. (2001). The role of positive emotions in positive psychology: The broaden-and-build theory of positive emotions. American Psychologist, 56(3), 218.

[4] Orta, F. (2018). Hz. Ömer Zamanında Müslümanların Kudüs’ü Fethi. Yeni Fikir Dergisi, 10(21), 16-22.

[5] Üstün, C. (2018). Selahaddin Eyyûbi ve Kudüs’ün Fethi. Yeni Fikir Dergisi, 10(21), 72-85.

[6] Çelem, S. (2021) Vatan Toprağı Ya Da Kudüs’te Osmanlı İzleri, Diyanet Yayınları, https://yayin.diyanet.gov.tr/makale/vatan-topragi-ya-da-kuduste-osmanli-izleri/dr-ogretim-uyesi-sema-celem/tarih-biyografi/4073/65

[7] Zagefka, H., Noor, M., Brown, R., De Moura, G. R., & Hopthrow, T. (2011). Donating to disaster victims: Responses to natural and humanly caused events. European Journal of Social Psychology, 41(3), 353-363.

[8] Prati, G., & Pietrantoni, L. (2009). Optimism, social support, and coping strategies as factors contributing to posttraumatic growth: A meta-analysis. Journal of Loss and Trauma, 14(5), 364-388

[9] Ugur, Z. B. (2018). Donate more, be happier! Evidence from the Netherlands. Applied Research in Quality of Life, 13, 157-177.

[10] Heckman, J. J. (2013). Giving kids a fair chance. MIT Press.

[11] Folkman, S. (2020). Stress: Appraisal and coping. In Encyclopedia of Behavioral Medicine (pp. 2177-2179): Springer

[12] Uǧur, Z. B. (2024). The role of coping strategies in subjective wellbeing indicators of non-profit workers. Voluntary Sector Review, 1-23.

Ömer AKPINAR –

Bir önceki yazıda Çocuklar Duymasın dizisi üzerinden tüketim toplumu incelenmişti. Tüketim toplumu refahı önceleyip hayatın her alanını kendine has terminolojiyle kapitale açarken, insanların kadim değerlerini aşındırdığı iddia edilmişti. Yazının ikinci bölümünde, Kızıl Goncalar dizisi üzerinden bireylerin yeniden mana arama süreci ve bu sürecin iktidar ilişkisi incelenmiştir. Öncelikle sosyoloji ve siyaset bilimi analizlerinde daima gözden kaçan modern bir kavramı açıklamak gerekir: Birey!

Birey ve Aristotales’in İnsanı

Sosyal psikolog Nuri Bilgin “birey” kelimesinin teklikten, bir olmadan geldiğini söyler. Günlük kullanımda birey insan olan bir tek kişiyi ifade eder. Zira kişi (persona) kurumsal da olabilir, hukuktaki tüzel kişilik gibi. Fakat birey siyaset bilimi literatüründe İngilizce “individual” kelimesinin karşılığıdır. Latince “individuus” kelimesinden türemiştir ve anlamı “bölünemez” olandır. Bir kişide bölünemez olan şeylerin ne olduğunun cevabını verenlerden biri de Thomas Jefferson’dır. Jefferson, John Locke’un “Toplum Sözleşmesi” sınırlarını çizerken siyasi otoritenin karşısına koyduğu kişiyi birey olarak tanımlamıştır. Bu sözleşme şüphesiz devlet ve insanlar, insanlar ve insanlar arasındadır. Locke kişilerin doğuştan gelen “haklara (rights)” sahip olduğunu söylemiştir. Jefferson bu hakları, mülkiyet hakkını diğer hakların içine yedirerek, üç maddede sıralamış ve Amerikan Bağımsızlık Bildirgesine (1776) koymuştur. Bu haklar; yaşama hakkı (life), özgürlük hakkı (liberty) ve mutluluğu arama hakkıdır (pursuit of happiness).

Aristotales ise daha kadim bir konuyu tartışır. İnsan nedir? Zira Jafferson’un bireyi tarihin belirli bir dönemine denk gelir. Aristotales insan nedir sorusuna, doğası gereği politik bir hayvan (zoon politikon) olmasıyla birlikte, üç özellik katar. Esasında retorik (söylev) analizi olsa da, bu üç özellik, insanı diğer canlılardan ayırır. Bunlar etik (ethos), mantık (logos) ve empati (pathos) özellikleridir. Etik kabaca ahlakı gösterir. Yani insan değer üreten canlıdır. Logos mantıklı olmayı yani düşünmeyi gösterir. Ahmet Kemal Bayram “logos”u “nutuk” kelimesiyle açıklar. Yani insan hem düşünen hem de düşündüğünü ifade eden canlıdır. Pathos ise diğer insanlarla empati kurmayı, kendisini başkasının yerine koyup düşünebilmeyi ifade eder.

Jefferson’un birey tanımı modern bir kavramdır ve birey özgürlüğü kapitalist düzende “freedom” olarak kullanmaktadır. “Liberty” özgürlük anlayışı anayasalarda ve kanunlarda bellidir. Çünkü liberyan özgürlük negatif haklara karşılık gelir. Yani devlete karşı korunmayı veya özgürlüğü açıklar. Oysa sosyal hayatın özgürlüğü bireyin mutluluğu arama tekniğine, yani freedom’a dönüşmektedir. Kapitalizmin ekonomik özgürlüğüyle birlikte mutluluğu arayan insan tüketim toplumunu yarattı. Oysa tüketim toplumu Aristotales’in tasvir ettiği insanı aşındırmaktadır. Çocuklar Duymasın dizisinin analizinde gösterildiği gibi bireysel arzular tüm toplumsal kurumları yıkıp, aile dahil toplumun her biriminde eşitsizlikler yaratırken; etik, nutuk ve empati duygularını bozmaktadır.

Kendi değerini üretemeyen, ürettiği değerlerle toplumda gerilim yaratan tüketim toplumuna bir adım geriden bakan yeni bir dizi gündemde bu günlerde: Kızıl Goncalar. Dizi gelecekte nasıl şekillenir bilinmez ancak bu çalışmada toplum analizine örnek olarak bu dizi ve dizinin birinci sezonu seçilmiştir.

Kızıl Goncalar’ın Hikâye Örüntüsü

Dizi biri tarikat ehli olan diğeri seküler olan iki aileyi incelemektedir. Bir tarafta, bir zamanların hızlı 28 Şubatçısı fizik profesörü Suavi Alkanlı, diğer tarafta tarikat şeyhi ve Suavi beyin akranı Mürşit Hazretleri var. Bu ikili geçmişten tanışıklar. Mürşit Hazretlerinin torunu Cüneyd’in ve Suavi beyin psikiyatrist oğlu Levent’in hayatları deprem sonrası memleketten İstanbul’a Dergâha gelen bir aile üzerinden kesişir. Ayrıca Levent, Cüneyd’in psikolojik sorunları için gideceği psikiyatrdır.

Dizinin hikâye örüntüsü Dostoyevski romanları gibidir. Karakterlerin derinlemesine ruh analizleri, kimin nerede niçin olduğunun bir tesadüf değil bilinçli bir eylem olduğunu gösteriyor.[1] Bu bilinç bazen bireylerin bazen de kaderin bilincidir. Çoğu kez Tolstoyvari bir ulvi amaç karşımıza çıkıyor. İki ailenin üstünde iki büyük günahın kâbusu dolanıyor: Biri öldü sanılan bebeği yasadışı yolla evlat edinme (Mira) diğeri ise psikolojik tedaviye muhtaç bir kadını bundan mahrum ederek ölümüne sebebiyet verme (Gülayşe). Mira’nın evlat edinme şekli seküler ahlak için en büyük cürümken Gülayşe’nin ihmal veya bilinçli bir şekilde tedaviden kaçınılması sebebiyle intiharı (belki de cinayeti) Dergâh için en büyük kusurdur. Çünkü intiharın (cinayetin) İslam’a göre eş değer günahı şirktir. Yani iki aile de kendi değerleri açısından affedilemez kusurlara sahiptir. Dizideki her bir karakter kendi hayat hikâyesiyle toplumda bir duruşu temsil ediyor. Seküler aile kamu düzeni tarafından çerçevesi çizilmiş hayata sahiptir ve günlük hayatta aydınlanmanın ürünü kurumlar merkezdedir. Dindar ailenin kurumu tekke veya Dergâh, geleneği olan ve normlarını dinî referanslarla geçmişten getiren yapıdır. Ancak Dergâh işleyiş olarak modern yapılara kolayca intibak etmiş, hatta bu yapıların içlerindeki gönüldaşları üzerinden iktisadi, bürokratik ve politik güç devşirmektedir. Öyle ki, Dergâha ait tasarrufları ve gayrimenkulleri kripto varlıklar üzerinden değerlendirme imkânlarını araştıracak kadar güncel gelişmelere duyarlıdır.

Dergâh mürşit olarak isimlendirilen bir kişinin liderliğindedir. Dergâha üye olanlara faniler denir ve belli bir giyim kuşama sahiptirler. Dergâha ait ticari işletmeleri vardır. Faniler bu işletmelerde istihdam edilir. Dergâha gönül bağı olan ikinci halka vardır. Bu halka sivil kanadı temsil eder. Dergâhın bir görünen bir de görünmeyen hiyerarşisi vardır. Dergâhtaki hiyerarşi tarikattaki insanlara sadece yaşama alanı değil aynı zamanda bir iktidar alanı sunar. Bu iktidar biçimi her iktidarda olduğu gibi rekabetin ve kişisel çıkarların tekniğine dönüşmektedir. Kurumsallaşan Dergâh iktidar tekniği ve iktisadi örüntüsüyle kendine has müesses nizam kurmaktadır. Kendine has müesses nizamıyla Dergâh etkileşime girdiği kamu/özel kurum ve kuruluşları, resmî/sivil kişileri etkilemektedir. Dolayısıyla Dergâh sadece kendi kapalı devresinde yaşayan bir yapı değil devlet ve toplumun merkezindeki kurumlardan biridir.

Bireyden İnsana mı İnsandan Bireye mi?

Suavi beyin ailesi aydınlanmayı temsil etmektedir. Yani individual anlamda, bu aile bireylerinin negatif haklarla mutlak mutluluğu bulmuş olması beklenmektedir. Ancak Suavi beyin ailesindeki her birey kendi vicdani yükünün altında ezilmektedir. Suavi, aydınlanma adına kız çocuklarını üniversiteden atmasının tam karşısında dikildiğini düşündüğü dünya görüşüne bir hizmete dönüştüğünü geç anlamıştır. Ancak bu geç anlayış sadece teknik bir hata değil onun hayatı yanlış anladığını gösteriyor bize. Maddeyi anlama peşine düşen bir dâhi olarak Suavi bey Meryem’in şeyhine gönülden bağını izah edecek zihinsel mekanizma bulamıyor. Bunun üzerine hayatı kavrayışını sorgulayıp maddi âlemden öte bir hakikatin kokusunu alıyor. Bu koku onu, geçmişteki tüm nefretine rağmen Dergâhın kapısına götürüyor.

Dizi hayatı sorgulamada hem seküler hem de mütedeyyin hayatı seçmiş insanların benzer sorunlar yaşadıklarını iddia ediyor: Bir yanı eksik hayat. Her iki tarafın en ideal tipleri dahi birbirinden bağımsız yaşayamıyor. Örneğin şeyhin tedavi için torununu psikiyatra göndermesi mana âleminin insanın ruhuna yetmediğine işarettir. Aynı şekilde dünyevi savrulmayı genç yaşında uyuşturucu bataklığına düşecek kadar ilerleten Can’ı düşünelim. Uyuşturucu kullanımı hayatın arızları sonucu gibi dursa da esasında mutluluğu aramanın veya hazzın bir tekniğidir. Dolayısıyla Can’ı bu illete sürükleyen şeyi özgürlük ve mutluluğu arama çabası olarak almalıyız. Ancak Can hazzın onu yok edeceğini görüyor. Cüneyd Can’a kanındaki adrenalinden öte ruhunu doyuran bir varlık veriyor: Bir Can var Can’dan içeri! Seküler hayatın hiçliğinden manevi hayatın ikrarına; oradan da Allah ile rabıtasını içindeki yaşama arzusuna (korku hissiyle) vardıran şeyi gösteriyor. Can seküler hiçliğin yok oluşundan uhrevi hiçliğin var oluşuna yolculuk ediyor.[2] Seküler taraftaki tüm bireyler Can’ın yaşadığı hiçliğe benzer acılar yaşıyor. Bu cenahta birey olarak kendini gerçekleştiren insan yoktur. Aristotales karşısında Jefferson çaresizdir.

Diğer yandan manevi dünyayı kavramada en kadim bilgilere sahip olmasına ve en kadim kurumda bulunmasına rağmen Cüneyd’in ruhu acı içindedir. Annesiyle yaşadığı travmayı hiçbir kalbi öğreti ve his yok edememektedir. Bu sebeple manevi tedaviden maddi tedaviye yönelir. Böylece hakikat manevi âlemde aranan bir nesne olmaktan çıkıp maddi olandan bağımsız kavranamayan gerçekliğe dönüşür. Başka bir ifadeyle hakikat mutluluktan veya mutluluğu aramaktan koparılarak varılamayan olgu olarak tasavvur edilir. Amcası Sadi Hüdayi hayatını yeğenine adamasına rağmen yeğenine karşı dünyevi bir iktidar kavgasına tutuşur. Dergâhın iktisadi döngüsünden devlet bürokrasisini yeri geldiğinde hoyratça kullanmaya kadar kadim değerleri aşındırmada hiçbir mahsur görmez. Dergâhın formasyonunu iliğine kadar hisseden Arif mutluluğu Dergâhın uhrevi havasında, Sadi Hüdayi’nin sevgisinde, fanilerle empatisinde ve fikirlerinin değer görmesinde değil; Dergâhtan kovulmuş, Dergâhı kamuoyunda karalamaya çalışan Birgül’ün yanında bulmaktadır. Menfaat uğruna yapılan sahtekârlıklar, en kadim hak olan yaşama hakkına aleni kasıtlar, darbeler, iftiralar… Öyle bir noktaya gelinir ki seküler yasalarıyla devlet kadim kurallarıyla yaşayan Dergâha düzen verir. Faniler dinî kuralların kadrinden seküler kuralların merhametine sığınırlar. Ahlak, nutuk veya empatiyi geçtik, bireyin en temel hakkı olan yaşama hakkının bile çok kolay göz ardı edildiği ortama dönebilen Dergâh, mana âleminde hakikati aramaya gelen bazı insanların biyolojik insan olma vasıflarını bile sorgulatmaktadır. Dergâhta Jefferson Aristotales’i anlamsızlaştırmaktadır.

Genel Değerlendirme

Kızıl Goncalar dizisi şüphesiz ticaridir. Ancak hedef kitlesi iyi seçilmiş ve entelektüel kapasitesi olan bir dizidir. Dizi hakkında şu notları da düşmek gerekir. Söz konusu kadın olduğunda zulmün her yerden geldiğinin işlendiği,[3] sınıfsal farkların dünya görüşü tanımadığı, kurumların bürokratik süreçlerde nasıl müesses nizam kurduğu, müesses nizam uğruna gerektiğinde ne tür sahtekârlıkların meşru görülerek yapılabildiğinin anlatıldığı dizi pek çok konuda ezber bozuyor. Diyaloglar bazı yerlerde aforizmalara varıyor. Temelde dizi tüketim toplumunun karşısına dikilen “hakikati arayan insan” tasarımını yine insan olmanın zorluklarıyla çıkılmaz sokağa itiyor. Oligarşinin Tunç Yasası’ndan (Müyesser hanım) J.J. Rousseause tarzı Toplum Sözleşmesi’ne (Sadi Hüdai bey), Turganyev tarzı nihilizmden (Seçkin) Gogolvari Çiçikov’a (Naim efendi) oyuncuları karikatürize eden dizi mana krizine saplanan insanın nasıl acılar çektiğini ve bu acıların nasıl bir iktidar tekniğine dönüştüğünü anlatmaktadır. Bilindiği üzere Michel Foucault “mutlak itaatten iktidar çıkmaz” der. İktidar ancak itiraz olduğu müddetçe vardır. 1984 romanında Wilson direnmeyi bırakıp INGSOS’un aradığı tipe dönüşünce öldürülür. Dizide kurgulanan yapılar sürekli itiraz eden insanlar üretiyor ve bu insanların güçle ezilmesiyle birlikte iktidar yeniden kendisini güncelliyor.

Sanat bazen toplumu resmetmeye bazen de topluma yön vermeye hizmet eder. Çalışmada bahsedilen diziler toplumu resmeden iki dizidir. Topluma yön verme nasıl olur peki? Bir arkadaşın sorusunu ben de sizlere sorayım. Acaba herkes Dostoyevski’den en az bir kitap okumuş olsa nasıl bir toplumda yaşıyor olurduk? Bilmiyorum. Cevaplarınızı Beşiktaş stadında kızdığı için sahaya elindeki çakmağı futbolcuya fırlatanla bir başka arkadaşın maçın ortasında “akşam çıkmadan ben bir namaz kılıp geleyim” demesindeki manevi yönelişi arasına koyalım. Goethe, Genç Werther’in Acıları’nı anlatırken, insanların zamanlarının büyük çoğunluğunu yaşamak için harcadığını söyler. Özgür (freiheit) oldukları küçük zaman diliminden öyle korkarlar ki ondan kurtulmanın her türlü yolunu denerler der. İster Dostoyevski okuyarak ister maç esnasında namaz kılarak, özgür olduğumuz zamanlarda yaşama kaygısına ara vererek özgürlüğümüzü hayatı anlamlandırmaya eşleştirebiliriz. Şüphesiz hayatımız sosyolojimiz tarafından kuşatılmıştır. Fakat denemeye değer. Belki de bu şekilde Aristotales ve Jefferson’u uzlaştırır ve Goethe’nin “işte insanın değişmez yazgısı” dediği karamsarlıktan kurtulabiliriz.

[1] Dizinin bir bölümünde İmam Gazali’nin kozalite (causality) yani nedensellik çelişkisine atıf yapılıyor. Gazali filozofların nedensellik ilkesini kabul etmez. Bir olayın sebep sonuç ilişkisini maddedeki zorunlulukta değil imkânda arar. Ona göre doğada fiili gerçekleştiren Allah’tır ve Allah bozmayacağı bir adetle (kuralla) maddeye hükmeder.

[2]https://www.youtube.com/watch?v=3xLQwK6aLi8&t=10s, (7-10. Dk, ve 18-21. Dk.)

[3]https://www.youtube.com/watch?v=6C5_D4bjCeQ&t=47s,

Ömer AKPINAR – 

Haluk  : Meltem ne söyleyeceksen söyle yoksa kalkıp yatacağım.

Meltem : Tamam Haluk bir dakika konuşacağım.

Haluk  : Bütün gün konuşuyorsun ve hâlâ konuşmak istiyorsun yani.

Meltem : Haluk ben ayrılmak istiyorum.[1]

Yukarıdaki diyalog bir zamanlar komedi dalında en çok izlenen “Çocuklar Duymasın” dizisinden bir sahnedir. Meltem, konuşmanın devamında, boşanma arzusunu gerekçelendirirken iyi bir kariyere ve gelire sahip kadın olarak hayal ettiklerini yaşayamadığından bahseder. Boşandığı takdirde akşam eve gelmek zorunda kalmayacağını, arkadaşlarıyla bir yerlerde eğlenebileceğini, tatillere istediği zaman ve şekilde gidebileceğini vs. anlatır.

Çocuklar Duymasın dizisini, Haluk’un, kılıbıklık ithamlarıyla Selami’yle dalga geçmesinden biliriz. Selami karısı Gönül’ün baskın karakterine karşılık itaati seçmiş ve huzuru bulmuştur. Diğer yandan Haluk, Meltem’e direnmektedir. Bu iki karakter gerçekte neye itaat etmiş ve neye direnmektedir?

Yukarıdaki sorunun cevabı Marksist bakış açısına göre şüphesiz kapitalizmdir. Selami kapitalizme teslim olmuş fakat Haluk ısrarla direnmektedir. Haluk bu direncin sonunda varlığıyla eş tuttuğu ailesini kaybedecektir. Çünkü Meltem boşanmak istemektedir.

Post-Fordist Düzenin Dizisi

Çocuklar Duymasın dizisini bir ifadeyle etiketlemek gerekirse “Post-Fordist düzenin dizisi” demek yanlış olmaz. Post-Fordizm, Fordizm sonrasını işaret eder ve günümüz ekonomi, devlet, toplum, sanat vs. hayatın hemen hemen tüm alanını açıklamaya çalışır. Fordizm ilk kez Antonio Gramsci tarafından kullanıldı. Yapısalcı Marksistler ve post-Marksistler (Fransız Düzenleme Okulu, Frankfurt Okulu vs.) Gramsci’nin yeni bakış açısını derinlemesine incelediler. Türkçe literatürde Onur Ender Arslan’ın kitap ve makalelerine bakılabilir. Özellikle “Kamu Personel Rejimi: Statü Hukukundan Esnekliğe (TODAİE Yayınları)” kitabının teorik çerçevesi konumuz için yeterli bir kaynak olacaktır.

Gel gelelim diziye. Dizide biri erkek biri kız iki çocuklu bir ailemiz var. Anne ve baba (Meltem ve Haluk) beyaz yakalı iki insan. Ekonomik sorunları yok. Evleri dubleks ve evde Emine adında bir hizmetçi çalışmakta. Emine’nin kadınsı çekiciliği yoktur. Meltem’in babası Emekli Müsteşar Kemal ve karısı (belli ki ev hanımı) Müzeyyen hanım. Haluk ve Kemal geleneksel (Fordist) düzeni temsil ederken diğerleri post-Fordist düzenin taraftarlarıdırlar. Toplumsal tabakalaşma bu şekilde kurgulanmıştır.

Meltem evde başka sokakta başka ayakkabı giymektedir. Aile ilişkileri rutine bindiğinde veya bir sorun olduğunda çözüm sosyalleşmekte veya hizmet satın almayla uzmanlığına başvurulan insanlarda (genellikle psikolog) bulunmaktadır. Dışarı çıkıp yemek yeme, sanatsal etkinlikler, geziler vs. İş ortamında veya dışarıda ne yakıştığını düşünüyorsa giyinir ve dövmesi[2] vardır. Bu süreçte çocuklarına pedagojik davranmakta ve kültürel kodların muhafazakârlığı önem arz etmemektedir. Buna karşılık Haluk Beşiktaş taraftarlığından eve gidiş geliş saatlerine kadar bilindik bir profildir. Dışarıda yemek yemek israftır. Hizmetçi Emine zaten evde müthiş yemekler yapmaktadır. Sevgisini göstermesi için ailesine sahip çıkması yetmektedir. Bir de üstüne çiçek almalar, kutlamalar, abartılı eylemler gereksizdir. Takım elbise veya kot giyinir. Gömlek veya Lacose yaka tişört üstündedir. Saçları beyazdır. Boya, takı veya dövme yoktur.

Birikim ve Tüketim Birimi Olarak Aile

Post-Fordist teoriye göre üretimin temel motivasyonu tüketimdir. Fordist toplum düzenin hem birikim hem de tüketim yapan ailesi artık sadece tüketmektedir. Ancak bu durum gerilim yaratmaktadır. Mutlak ve her alanda tüketimin karşısına, Fordist toplum yapısının en önemli değeri veya birimi dikilmektedir: Aile!

Aile Haluk’un içselleştirdiği şekliyle mahremi ve değerleri olan bir kurumdur. Buna rağmen bir tüketim birimidir. Ancak bu tüketim miktarı post-Fordist düzene yetmemektedir. Bu yeni düzen Meltem üzerinden kendisini yeniden inşa etmektedir. Neden Meltem? Şüphesiz bu noktada feminizm birlikçidir. İyi-kötü, olumlu-olumsuz analizden uzak bir değerlendirme olduğu lütfen unutulmasın. Zira az sonra gösterileceği gibi hizmetçi Emine de bir kadındır. Yeni tüketim kalıbı Emine’yi, Meltem daha iyi tüketsin diye, emek sömürüsünün merkezine koymuştur.

Haluk ev içinde sorunlarını konuşmaz. Ev Haluk için huzuru temsil eder. İşe gider gelir. Selami’nin kılıbık haliyle eğlenir. İşle ilgili konuşmaz. Arabası vardır. Çocuklarıyla iyi geçinir. Özellikle Havuç’un (Emre) Beşiktaşlı olmasından kimle nasıl konuşması gerektiğine kadar kadim değerleri çocuklarına aktarma çabasındadır. Eşini sevmektedir ve sadıktır. Çalıştığı kuruma da ailesi gibi bakar. Para ikinci plandadır. Şirketteki arkadaşları aileden gibidir. Hizmetçi Emine ve Emine’nin kocası at yarışı oynamak için kahveden çıkmayan, üçkağıtçı, asabi, Emine’ye kötü davranan, geçimsiz Hüseyin’i de olduğu gibi kabul etmektedir. Toplumsal algısı kültüreldir ve sınıfsal farklar önemli değildir. İnsanların ne yaptığından çok görgü kurallarına ne kadar uyduklarıyla ilgilenir. Kendisi gibi düşünen tek kişi kayın babası Kemal’dir. Ancak Kemal devlet bürokrasisindeki gücünü kaybettiğini kabul etmez. Bu sebeple post-Fordist düzenin komedi malzemesidir ve kullanılmış emeğinin duygusal hali ancak karısı Müzeyyen hanım özelinde çile olarak ortaya çıkmaktadır. Çünkü eski Fordist düzenin kadını bugünün babaanne veya anneannesidir. O artık bir kadın değil bir şeydir. Hastane masrafları ve temel tüketimden başka post-Fordist düzenin işine yaramamaktadır. Kemal beyin düzene hizmetinin ödülü olarak onun manevi işkence ettiği kişi rolünü oynar.

Diğer yandan baskın karakter olan Meltem, babası Kemal bey hariç etrafındaki tüm kişi ve kurumlarla Haluk’u boğmaktadır. Haluk’un Fordist aile tasavvurunu tuzla buz etmektedir. Haluk yenilmiş bir iradeyi temsil etmektedir ve her direnci sadece komedi malzemesidir.

Tabakalaşmış Feminizm: Emine

Haluk’a rağmen Emine emeği sömürülen hizmetçidir. Bir kölenin sahibine bağlanması gibi Meltem’in evine mutlak bağlıdır. Yaşadığı berbat hayata rağmen komiktir, çünkü üzülmek ve mutsuzluğu problem olarak algılamak ancak ev ahalisine özgü bir haslettir.

Bu noktada Ömer Çaha’nın çalışmalarını hatırlatmakta fayda var. Özellikle feminist hareketin kısa tarihi olan “Feminizm ve Sivil Toplum” başlıklı yazısı çok değerlidir.[3] Çaha feminist hareketin ilk çıkışında (birinci dalga) temel hakların talebinden bahseder. Bu haklara göre Emine’nin genel oy kullanma hakkı, mülkiyet hakkı vs. vardır. Ancak Emine özel alanda çilekeş yaşantısındayken Meltem kamusal alanda özgürlük içindedir. Böylece birey olarak Emine tarihin belirli bir dönemindeki feminist haklarla yetinirken çağdaşları Meltem ve Gönül gibi kadınlar postmodern dönemin hakların keyfini sürmektedir. Dizideki feminist ideoloji tabakalaşmış bir sosyal yapı tasavvur eder. Yani feminizmin vaaz ettiği hak ve özgürlükler bir piramitse emine en alt tabakadaki haklara müstahaktır. Gerçekten de öyle yaşar. Bu tabakayı oluşturan unsurlar şunlardır: eğitim seviyesi, aile yapısı, ekonomik gelir, mülkiyet, fiziksel özellikler, sosyal çevre (network) ve yaşanılan evdir. Eğer bütün bunların toplamı tüketim toplumuna uygunsa talep edilen ve yaşanılan kadın hakları başka, değilse daha başkadır. Bu sebeple Meltem ile Emine hayattan beklentileri farklı olan iki kadındır.  Mesela Emine’nin evine haciz gelecek kadar yoksulluk içindeyken onun evi nasıl post-Fordizmin tüketebilir birimi olabilir?

Emine’nin dizideki yaşantısına tekrar dönelim. Emine amiyane tabirle rezil bir hayat yaşamaktadır. Biliş düzeyi yaşadığı hayatın nasıl da kötü olduğunu kavrayacak seviyededir. Eşi Hüseyin’le uyumsuzdur ve problemler yaşamaktadır. Emine’nin Hüseyin’le yaşadığı sıkıntılar ancak komedi malzemesidir. Hüseyin gibi bir karakter Emine için kaderdir, çünkü Emine hizmetçidir. Bu sebeple Emine, maazallah Meltem’e özenip hayata dair bir konfor isterse ancak komik duruma düşmektedir. Emine, giyiminden yaptığı işe kadar, bunları hak etmemektedir. O ancak Meltem daha iyi tüketsin diye vardır. Çünkü Emine’yi sil baştan tüketim toplumunun üyesi yapmak beyhude bir çabadır. Sebebiyse tüketim toplumunun eğitim tornasından geçmemesidir. Ayıca politik doğruculuk adına bahsedilmiyor ancak Emine eğer alımlı bir kadın olsaydı kötü bir hayat ona uygun olmazdı. Çünkü tüketim toplumu fiziksel görünümü çok önemser.

Tek Gerçek Tüketim

Dizi yukarıda verilen örnekler gibi kendine has bir toplumsal tasarım sunmaktadır. Senaristin ve yönetmenin bu noktada zekâsını takdir etmek gerekir. Dizinin tüm karakterleri tüketim toplumunun (post-Fordist toplum) bir noktasını temsil etmektedir. Özellikle, Meltem üzerinden aile, tüketim birimi olmaktan çıktığında direkt hedefe konulmaktadır. Haluk’un tüm korumacılığına rağmen kazanan tüketim toplumudur. Haluk’un evine bir araba, bir çamaşır makinesi, bir ütü vs. yeter. Ancak kapitalizme yetmez. Öyleyse bir eve iki çamaşır makinesi, iki ütü, iki araba vs. satmak gerekir. Çözüm şüphesiz boşanma veya ayrı yaşamadadır. Bu sebeple sıkıcı hale gelmiş evlilik dahi boşanma sebebidir. Bu işi dillendirme ve hayatın tadını çıkarmak adına (sıkıcılıktan kurtulma adına) aileden vazgeçme işi Meltem ve Gönül üzerinden sağlanır. Böylece, en iyi ihtimalle, bir insan iki kez evlenir. İki kez ev eşyası alır. Tüketim birimi olarak aile en az iki kez tüketir. Bir vakit sonra kurumsal aile anlamını yitireceğinden birey sayısı hane sayısına dönüşür. Konut talebi, gıda talebi, seyahat şekli ve ulaşım talebi, yalnız veya sadece çocuğuyla yaşayan insanlar için güvenlik talebi, eğitim talebi vd. akla gelebilecek her şeyde talep geometrik artar. Bu artışla kamu görevleri dahi hizmete dönüşür ve tüm hizmetler iktisadileşir. Medeni hukuk ve miras hukuku güncellenir. En basit örneğiyle yüz binlerce polis ve askere rağmen özel güvenliğin bir hizmet olarak satın alınmasını nasıl açıklayabiliriz.

Tüketim toplumunda ailenin birikimi psikolog, avukat, aracı, özel okul, okul servisi,nakliyeci, çiçekçi, restoran vs. birimlere aktarılmaktadır. Tatil bir ihtiyaç olarak sunulmaktadır. Buradaki tatilden kasıt şablonlaşmış otel turizmidir. Eğitim fetişize edilmiştir. Hiçbir masraftan kaçılmaz ve mutlaka özel okuldur. Servis vardır ve çocukların tüketim toplumuna uyumu pedagojik sırayla sağlanır. Örneğin Havuç’un cep telefonu alması yasaktır. Çünkü pedagoji böyle emreder. Bir yaşa gelince hemen alınacaktır ki Havuç bu talebini telefonun fonksiyonlarını bilmeden yapmaktadır. Önce tüketim öğrenilir. Ancak ablası lisede olduğu için ve artık vakti geldiği için erkek arkadaşıyla (sevgilisi) bile bir yerlere gitmeye başlamıştır. Birlikte tüketmeye, bunun meşruluğu için de aileyle tanışmaya hazırdır. Haluk tüm çıldırmalarına rağmen bundan kaçamaz, çünkü Meltem toplumsal kodları bilimsellik adına tüketim toplumu için dümdüz etmektedir. Emekli Müsteşar Kemal sistem için artık bir asalaktır. Karısı Müzeyyen hanım Fordist topluma göre yetişmiş bir kadın olarak bu yaşantıyı hak etmiştir ve Meltem eğer Haluk’un aile tasavvuruna itaat ederse gelecekte annesi gibi çilekeş bir kadın olacaktır. Çünkü tüketim toplumu hazzı öncelerken Fordist toplum birikimi dikkate alır. Birikim ise zahmetlidir. Post-Fordizmin anlık hazzı ve arzuları ile Fordizmin şimdiki ve gelecekteki çilesi çatışmaktadır. Şüphesiz galip arzulardır.

Çocuklar Duymasın dizisinin tüketim toplum tasavvuru bugün yaşadığımız hayattır. Meltem mutlak egemenliğini ilan etti. Rahatsız mıyız bu durumdan? Sanmıyorum. Çünkü hepimizin refahını var eden sistemdir bu sistem. Ancak bu sistemin ilk krizi iktisadi olmadı. Ruhsal oldu. Bu ruhsal durumu da iktisadileştirmeyi başardı post-Fordizm. Yoga, R12 vs. spiritüel yapılar para verdikçe anlam da verdiler. Kişisel gelişim kitapları, Ferrari’sini satan bilgeye Ferrari fabrikasını satın alma fırsatı verdi. O kitabı okuyanlara bir şey verdiğini sanmıyorum. İşte bu noktada, ülkemizde, kadim değerlerin tekrar konu olması tesadüf değil. Kadim değerler üzerinden anlam aramada karşımıza çıkan yeni dizidir Kızıl Goncalar. Yazının bir sonraki bölümünde tüketirken hayatın anlamını arayan insanı işleyen Kızıl Goncalar dizisi ele alınmıştır.

 

[1]https://www.youtube.com/watch?v=h1umbqY2hkA,

[2] Dövme üzerine birkaç çalışmaya rastladım. Genelde dövmenin kültürel, antropolojik veya psikolojik tarafına bakılmış. Ancak sosyolojik ve siyasi tarafının da incelenmesi gerekir. EliasCanetti “Kitle ve İktidar” kitabında iktidarı bedenin korunması ve beden içine alma (yeme) üzerinden açıklamıştır. Aynı şekilde Prometheus sadece ateşi çalmadı, bedenimizi koruyalım diye dörtgen evler yapma bilgisini de tanrılardan bizlere getirdi. Dövme vücudu korunan değil arzulanan veya iktidar tahakkümü için tahrik edilen nesneye dönüştürmektedir. Bu dönüşüm kendi iktisadiliğini yaratmaktadır. Başka bir ifadeyle bedenin derisi kapitale açılmıştır. Yukarıdaki gerekçeler ışığında dövme kültürü siyaset bilimi açısından incelenmeye değerdir.

[3]https://kadem.org.tr/feminizm-ve-sivil-toplum/,

– Ömer DEMİR

Evrensel temel gelirin kabulü, herkese bir asgari gelirin verilmesi, üretilen tüm hasılanın aynı toplumdaki herkese eşit paylaştırılacağı anlamına gelmemektedir. Genel olarak eşitliğin arzulanan bir durum olmasına karşın bireylerarası farklılığı göz ardı eden bir gelir dağıtım mekanizması, hem etkinlik hem de meşruiyet temini bakımından ciddi sorunlarla karşılaşır. Zira insan toplulukları, birbirine benzediği kadar farklı özellikleri de olan bireylerden oluşur. Ancak bu farklı özellikleri onları robotlardan ayırır. Farklılıkların korunması için toplumdaki kaynak tahsisinin bunu destekler nitelikte olması gerekir. Gelirde mutlak eşitlik bu farklılığı sağlayamaz. Örneğin beslenmek için belirli kaloriye ihtiyaç vardır ama bunun hangi ürünlerden ve nasıl elde edileceği kişilere ve alt gruplara göre değişiklik gösterir. Bu değişikliğin bir sonucu olarak benzer işlevler gören bu kadar çeşitli mal ve hizmetin bulunduğu ekonomiler oluşmuştur. Bazı bireylerin hayatlarında hiç görmedikleri ürünler, başka milyonlarca günlük olarak tüketilmektedir. Hatta birilerinin hayran olduğu mal ve hizmetlerden diğerleri nefret bile edebilmektedir. O kadar çeşit mal ve hizmetin üretim ve bölüşüm planlaması için bireylerin birbirinden farklılaşabileceği bir alanın oluşturulması gerekir. Bireylere farklı tüketim imkânlarının sunulması, bu farklılaşmayı sağlayan en önemli araçların başında gelmektedir. Herkese aynı tüketim imkânının sağlanması bu farklılaşma motivasyonunu büyük ölçüde ortadan kaldıracaktır. Bu sebeple, aynen ulusal aktiflerin hisse sahipliği önerisinde olduğu gibi evrensel temel gelir önerisinde de, gelirin bir kısmı herkese baz gelir olarak verildikten sonra geri kalanın bazı kriterlere göre dağıtılması gündeme gelmektedir. Bu kriterlerin neler olacağı önemli bir soru olarak karşımızda durmaktadır.

Her iki durumda da (ulusal aktiflere hissedarlık ve temel gelir) kullanılabilecek kriterlerden biri, kanaatimizce, toplumsal bütünlüğe olan katkı düzeyi olacaktır. Çünkü insan hayatına anlam veren faaliyetler içinde şu anda en merkezde yer alan “yapılan ” yerine, yeni bazı faaliyetlerin öne çıkacağını tahmin edebiliriz. Bu faaliyetlerin herkese eşit dağıtılan “evrensel temel gelir” üzerinde ortak hasıladan pay almayı hak edebilmesi için toplumsal bütünlüğe katkı kriterinin öne çıkması beklenir. Yani, insanları bir arada tutan sevgi, saygı, iyi iletişim ve ortak değerleri benimseyip yayma konusundaki performans, kanaatimizce, bu konuda en önemli aday kriter konumundadır. Aslında Çinlilerin hayata geçirmeye çalıştığı sosyal kredi sistemi bu konuda bir pilot uygulama olarak görülebilir. Çünkü bir bireyin, içinde bulunduğu ve parçası olduğu toplumun ağırlıklı olarak robotların gerçekleştirdiği ortak üretimden daha fazla tüketme hakkı talep etmesinin meşruiyeti, ancak onun, ortak kaynakların korunması, geliştirilmesi ve topluğunun devamına olan katkısı ile irtibatlandırılırsa anlamlı olabilir. Tersinden suç işleyen, sürekli içinde bulunduğu topluluğa sorun çıkararak maddi, sosyal ve değer altyapısını aşındıran kişilere, adeta bu tutumları özendirecek biçimde ortak hasıladan ilave pay vermek çok rasyonel bir teşvik mekanizması gibi görünmüyor. Bu yüzden üretime katkı odaklı değer sistemi muhtemelen toplumsal kaynakların sürdürülebilirliğine katkı merkezli değer sistemine dönüşecektir. Bu bağlamda şimdiki bölüşümde temel soru olan “ne kadar üretime katkıda bulundun?” yerine muhtemelen “toplumsal sistemin devamını korumada ne kadar iyi bir fertsin?”e evrilecektir. Bunu, bir nevi robotlar sayesinde erdemin[1] yükselişi olarak da görebiliriz.

Çünkü üretime katkı odaklı toplumsal örgütlenmede, bencil, kendini düşünen tavır ve tutumların, üretim artışı yoluyla topluma refah artışı olarak dönmesi, kişisel çıkar peşinde koşmaya dolaylı bir hoşgörü ve koruma sağlamıştır. Bencillik, tarihin hiçbir döneminde teşvik edilen bir ahlaki özellik olmamasına karşın, yol açtığı üretim artışı ona hayatın içinde güçlü bir koruma sağlıyordu. Buna paralel biçimde her dönem “erdemli davranış” bir ideal olarak korunmaya devam edilse de, toplumsal işbölümü, rol ve statü dağılımında merkezi bir role sahip değildi. Hatta erdemli davranış kodları ağırlıklı din ve ahlak tabanlı oldukları için toplumsal düzende merkezî rol elde etmek bir yana “yaşam tarzı dayatması” kaygısı ile biraz da sorgulanır bir konumdalardı. Kime göre iyi, kime göre doğru sorusuyla kolayca sorgulama kapsamına alınabiliyorlardı. Hâlbuki üretim artışına katkı ölçülebilir bir özellikti. Bu ölçülebilen katkıyı yapan kişinin, katkısı oranında hasıladan pay verilerek ödüllendirilmesi de görece kolaydı. Son tahlilde bireylere toplum içinde değer kazandıran konumlar, erdemli davranış özelliklerine sahiplikten ziyade üretime katkı düzeyi ile belirleniyordu. Belki de, insanlık tarihinde ilk kez robotlar sayesinde erdemli davranışı gelir dağıtım sisteminin merkezine koyan bir toplumsal sistem tasarımı mümkün hâle gelecektir.

Bu noktada, gelecekte grup ölçeğine göre “iyi birey” veya “iyi vatandaş” tanımının aşağıdaki gibi bir dönüşüme uğraması beklenebilir. Bireyden beklenen en önemli tutum, özel mal ve üretimine katkıdan ziyade, kamusal mal niteliğindeki dayanışma, düzen ve istikrarı sağlayacak biçimde toplumsal hayatın devamına katkıda bulunmasıdır. İşin bir yönü, bireyin öncelikle kendisine ve başkalarına zarar vermeme esasına dayalı, önleyici ve telafi edici maliyetleri azaltan duyarlılıkla hareket etmesidir. Buna, mevcut kamusal mallara zarar vermeyen tutum diyelim. Ancak değer takdiri için sadece mevcut olana zarar vermemek yeterli olmayacaktır. Bir de işin kamusal malların üretimine katkı yönü vardır. Bir taraftan mevcut kamusal mal ve hizmetlerin düzenli üretimine, diğer yandan da ihtiyaç olan yenilerinin ortaya çıkarılmasına ihtiyaç sürekli olacaktır. Yani “iyi birey” veya “iyi vatandaş” olmak için sadece düzen ve istikrarı bozacak davranışlara tevessül etmemek yeterli olmaz, kamusal mal ve hizmetlerin devamına da katkıda bulunması beklenir. Vatandaşlığın kıymetlendirilmesinde işin bu iki boyutu birbirinden farklı ağırlıklar verilerek değerlendirilebilir. Negatif tutumlar, doğuştan herkese verilen bir baz vatandaşlık puanını azaltma yönünde; pozitif tutumlar da artırma yönünde etkide bulunacak şekilde bir sistem kurulabilir. Böylece net vatandaşlık puanına göre hasıladan alınacak pay kolayca hesap edilebilir. Şimdi, kısmi olarak kullanılan göstergeler (memurlar için 3600, 4800, 6400 gibi) her bir değişkenin ağırlığının farklı olduğu kompozit bir endekse dönüştürülebilir. Hangi yöndeki motivasyona daha çok ihtiyaç varsa onun etkisinin artırılacağı dinamik bir model tasarlanabilir. Muhtemelen gelecekteki yasama organlarının en temel görevlerinden biri, toplumun ekseriyetini memnun eden bu en uygun kompozit vatandaşlık endeksi oluşturmak olacaktır.

Kısaca özel mal ve hizmet üretiminin büyük ölçüde robotlar tarafından yapıldığı bu yeni durumda, bireylerin toplumsal ödül ve ceza mekanizması, tüketilen mal ve hizmetlerin üretiminde insan emeğinin katkısına ihtiyacın daha az olacağı varsayımı altında, birlikte yaşayan grup içinde herkesin yararlandığı, kamusal malların korunmasına ve artırılmasına katkı durumuna kayacağı beklenebilir.

Bu bağlamda, üretime katkı odaklı toplumsal değer sistemi yerine erdemli davranış merkezli değer sistemine geçiş, insanlık tarihinde yeni bir evre olarak görülebilir. Burada, erdemin içten gelen sahici duyguların hayata geçirilmesi ile oluşacağı, ilave gelir elde etmek için gösterilen erdemli davranışların ikiyüzlülüğü teşvik edeceği ileri sürülebilir. Bunun, bir dereceye kadar doğru olmakla birlikte şimdiki değer sistemlerinden çok farklı bir durum ortaya çıkaracağı şüphelidir. Zira tüm ahlak öğretileri, insanları iyi insan olmaya çağırırken sahici olup içinden geldiği gibi değil görünüşte de olsa ideal modelde öngörüldüğü gibi davranmaya, buna engel olacak duygularını bastırmaya çağırır. Görgülü olmak, ahlaklı olmak, iyi bir vatandaş olmak, aslında içinden geçen buna aykırı duyguları denetim altına almayı gerektirir. Mevcut sistemde bir kişiyi “kibar davranıyorsun ama içinden kızıyor, aslında ikiyüzlülük yapıyorsun” diyerek suçlamadığımız gibi tersine, beklenen davranış için kendisi ile mücadele yaptığından ödüllendirmeyi bile düşünebiliriz. Benzer şekilde yeni sistemde “duyguların farklı ama sosyal kredi puanını yükseltip bu yolla gelirini artırmak için böyle davranıyorsun” diye de kimseyi suçlayamayız. Herkesin içtenlikle ve kendiliğinden toplumun ortak kurallarına uyması çok arzu edilebilir ve birinci tercihtir ama bunun ödül amaçlı gerçekleşmesi de çok kötü bir sonuç değildir. Ayrıca bu ödül sisteminin, içtenliği sağlayacak veya artıracak her formüle kapısının sonuna kadar açık olduğunu söylemeliyiz. Çünkü içtenlik, tartışmasız biçimde, kurallarının her aşamadaki (oluşturma, işletme ve gözetim) işlem maliyetlerini düşürür.

Kısacası, bireysel olarak hissedilen ama toplumsal kabul görene aykırı düşen düşünce, tutum ve davranışları, muteber vatandaş katsayısını yükseltmek için toplumsal olan lehine kontrol altına almak bir samimiyet testi olarak görülüp itiraz edilemez. Bu sebeple, sadece daha yüksek gelir düzeyine ulaşmak amacıyla bunu sağlamaya dönük iyi vatandaş puanı toplamak için toplum kurallarına uygun yaşamak şimdiki durumdan çok farklı ve büyük bir sorun gibi görünmemektedir.

Ancak burada halledilmesi gereken ciddi başka sorunlar söz konusudur. İlki bireysel özgürlüklere dönük tehdit durumudur. Toplum kurallarına uyma konusunun gelir ve refah dağılımında yegâne ödül kaynağı olması, totaliter yapılara mükemmel bir zemin oluşturur. Yani merkezî olarak hesaplanan ve ağırlıklı olarak ortak değerleri gözeten bir ödüllendirme sistemi, “ortak” değerlerin tespitinde belirleyici olanların lehine bir yapıya herkesi uymaya zorlamakla kalmaz, bunun dışındaki tercihlere yaşama hakkı tanımayabilir. Bu, ayrıca, bir dönem bir toplumda geçerli ve baskın olan değer yargılarının hiçbir değişim ihtiyacı olmayan mutlak yargılar olduğunu kabule zorlar. Bunun özgürlüklerin korunmasında ciddi bir tehdit oluşturacağı gayet açıktır. Bu konunun nasıl aşılacağı çok ciddi bir sorundur ve üzerinde kafa yorulmalıdır.

Üretime katkı odaklı değer sistemlerinde de bireysel özgürlükler üzerinde baskı olmakla birlikte, bireyler üretime katkıları oranında pay aldıkları için bu gelirleriyle baskın toplumsal değerlerin dışında kendilerine özgü bir yaşam alanı oluşturabiliyorlar. Yeni sistemde sadece baskın değerlere uygun tutum ve davranışlar ödüllendirileceği için onların dışında yaşamayı imkânsız kılmasa da büyük ölçüde zorlaştıracaktır. Burada ikinci bir tehdit gündeme gelmektedir. Tüm ilave ödül mekanizmaları ortak değerlere olan desteğe dayandırıldığında, sosyal ve kültürel değişim donuklaşacaktır. Egemen normlarla barışık olmayan insanlar, verilen evrensel temel gelirle yetinmek zorunda kalacak ve asgari geçim düzeyinde yaşamaya razı olacaklardır. Bu sorunun (eğer bu bir sorunsa) nasıl aşılacağı üzerinde biraz daha düşünmek gerekir. Hâlbuki tarih boyunca insan topluluklarındaki değişimler aşamalı olarak önce azınlık fertlerin ve küçük grupların ortalamadan ayrı tutumlar benimsemesi ardından bu kitlenin büyümesi şeklinde gerçekleşmiştir.

Kuşkusuz işlerin robotlarca yapılması sadece parasal gelirin yeniden dağıtımı sorununu gündeme getirmez. Yukarıda ifade ettiğimiz çalışmanın içselliklerinin ve dışsallıklarının yeni sistemde nasıl ikame edileceği de yeni kurumsal düzenlemelerin yapılmasını zorunlu kılan önemli bir konu olacaktır. O da başka bir yazının konusu.

[1] Erdemi, en genel tanımıyla, en zor şartlarda bile ortak iyiye katkıda bulunma güdüsünü koruma özelliği olarak tanımlayabiliriz.

Ömer DEMİR – 

Önceki yazılarda üretim artışında yapay zekâ eklemlenmesinin tarihin hiçbir döneminde görülmeyen bir verimlilik artışına yol açabileceği ve bunun sonucu olarak insanların üretim süreçlerinde yer almasının getiri ve götürüleri hesaplandığında şimdikinden çok farklı bir tablo ile karşılaşılacağına, bunun da emeğin toplumsal hayat içindeki rolünü dönüştürebileceğine işaret etmiştik. Önümüzde üzerinde düşünülmesi gereken iki ayrı alana dair olası senaryoların neler olabileceği konusu var. İlk alan, bir işte çalışmanın üç sonucundan biri ve en önemlisi olan parasal gelir dağılımı sorununun nasıl halledileceğidir. İkinci alan da bir işte çalışmanın parasal olmayan sonuçlarının (içsellikleri ve dışsallıkları) nasıl telafi edileceğidir. Her iki alandaki olası patikalar birbirinden farklılık arz edecektir.

Önümüzdeki tablonun şöyle olduğunu varsayalım. Üretim organizasyonunu, bazı yönlerden tam rekabet piyasa koşullarına daha yakın, bazı yönlerden de daha uzak olacağı yeni bir üretim ortamı ortaya çıkacaktır. Örneğin tam rekabet piyasasının temel önkoşullarından biri olan tam bilgi varsayımı, dijitalleşme ve büyük verilerin birbiri ile konuşturulması sonucu şimdikine göre daha fazla gerçekleşme imkânı bulacaktır. Bireysel talepler çok rahat biçimde sanal ortamda toplanabilecek, kimin, neye, ne zaman ve ne kadar talebi olduğu daha veriye dayalı olarak yapay zekâ ile donatılmış makinelerin de aktif katkısıyla şimdikine göre çok daha hızlı ve düşük maliyetle belirlenebilecektir. Ancak dijital dünya, tekelleşme eğilimini artırmaktadır. Bu yeni dünyayı tam rekabetten uzaklaştırma riski taşıyan tekelleşme, ölçek ekonomisi sayesinde sağlayacağı maliyet avantajı nedeni ile muhtemelen şimdikine göre daha fazla hüsnü kabul görecektir. Piyasa temizlenmesi sanal ortamda gerçekleşeceği için fiyat dalgalanmaları ve sinyalizasyon gecikmeleri nedeni ile oluşan kaynak israfı da en aza inmiş olacaktır. (Son cümlede iktisatçı olmayanların anlam kaybı çok büyük değil). Kısaca, yapay zekâ ve büyük veri eşliğinde robotlaşma üretimin organizasyonunda verimlilik artışı yoluyla şimdiki piyasa yapılarına göre, bir miktar tekelleşme getirse de görece daha avantajlı hâle gelecektir. Yeni sistemde üretim bütün istekleri karşılayacak miktarda olmamak anlamında hâlâ kıt olsa da şimdikine göre görece bollaşmış olacaktır.

Yapay zekâ ile desteklenmiş robot üretiminin sağladığı verimlilik artışı nedeniyle emeğin tasfiye olması ve üretimin emek ile bağının kopması hâlinde yeni bir gelir dağılımı meşrulaştırıcısına ihtiyaç olacağı gayet açıktır. Geçmişteki emek bağlantılı içinde yaşadığımız ekonomik bölüşüm sisteminde gelirini emek karşılığı çalışarak elde eden insanların, üretimin tümünü robotların yaptığı sistemde gelirden pay elde etme haklarının hangi kriterlere bağlı olarak belirleneceği konusu tam bir belirsizlik içermektedir. Aslında bu konuda hiçbir işaret yok da değildir.

Gelir dağılımının geleneksel iki kanalından biri olan emeğin devre dışı olması hâlinde sermayenin devreye girmesi, gelir dağılımının tümüyle sermaye sahipliği üzerinden yapılması akla gelen ilk seçenek gibi görünüyor. Madem emeğin üretimle irtibatı koptu o zaman sermaye yoluyla dağıtım sorunu çözülebilir mi? Zira sermaye, üretimden giderek artan oranda pay alarak dağıtım sahnesinde zaten sağlam ve meşru bir yere sahiptir. Geliri tümüyle onun üzerinden dağıtabilir miyiz?

Sermayenin tabana yayılması ve her doğan kişinin kimlik kartı gibi ülke aktiflerine hissedar edilmesi makul bir yol gibi görünüyor. Bu bir nevi, zaten toplumsal kabulü yüksek olan mirasın, bireysel olmaktan çıkarılıp kolektif hâle getirilmesi olarak da görülebilir. Nasıl ki, geçmişte çocukların yaşlı ebeveynlerine bakması, emeklilik sistemleri ile özü korunarak nesillerin birbirlerine bakmasına evrildiyse, mirasta da benzer bir evrilme yaşanabileceği makul görünmektedir. Bu durumda bireyler değil de nesiller birbirinin mirasçısı haline gelirler. Bu, tam da sosyalistlerin ideallerinin gerçekleşmesi olarak görülebilir. Biraz da onların dediği olsun ama bu idealin kapitalistler tarafından gerçekleştirilmesi de ilginç bir ironi olur.

Dağıtımda kulağa hoş gelen bu mirasın eşit bölüşümü, üretim tarafında risk alma, fırsatları değerlendirme veya çok çalışma gibi üretimi dinamize eden faktörleri körelteceği için büyük sorunlar yaratma riski taşımaktadır. Bu durumda her alanda ve yaygın biçimde orta malların trajedisi[1] gündeme gelebilir.

Öte yandan bu tür sorunların “girişimci yapay zekâ” ile aşılabileceği de çok yabana atılmaması gereken bir ihtimaldir. Hatta tama yakın bilgiye sahip, insana göre geçmiş tecrübeyi ve gelecek trendlerini daha iyi tahmin edebilen bir yapay zekâ bu alanda da eksik bilgi ve yanlış tahminlerin yol açtığı iflas ve yıkımlara sebebiyet vermeyen mükemmel bir yatırımcı olabilir. Eğer girişimcilik ve ar-ge yoluyla yenilenme sorununu yapay zekâ ile sorunsuz biçimde çözebilirsek, geriye sadece toplumsal aktiflerin bireyler arasında hangi kritere göre dağıtılacağı konusu kalıyor. Bu da devasa bir sorun ama en azından sorunu teke indirmiş oluyoruz.

İkinci çözüm, sorunu tümüyle çözüme kavuşturmasa da, birincisine göre daha uygulanabilir bir seçenek. Üstelik ilkine de alternatif değil. Buna göre her doğan kişiye yaşadığı sürece eğitim, sağlık ve güvenlik gibi ayni hizmetler yanında isteğe bağlı gündelik tüketim ihtiyaçlarını karşılayacak birey bazında eşit ve şartsız nakdî bir gelir tahsis etmek. Buna literatürde evrensel temel gelir denmektedir. Evrensel temel gelir, şu ana kadar geliştirilen ve her ülkede değişik ağırlıklar verilerek kullanılan “sosyal destek” veya “tamamlayıcı yardımlardan” tamamen farklı bir uygulamadır. Aynen doğan çocuğun birkaç gün içinde bir kimlik alması gibi, doğduğu saat itibari ile bankada adına bir hesap açılacak ve her ay temel geliri oraya yatırılacaktır.

Bu gelir, yıllık da olabilir, haftalık da, günlük de. Belirlenecek usullerle yetişkin oluncaya kadar aile veya hamisi, yetişkin olduktan sonra da bizzat kendisi bu gelir üzerinde istediği gibi tasarrufta bulunabilecektir. Yani evrensel temel gelir aile durumu, kişisel vasıflar (sağlık, engel, zekâ, çalışkanlık, dürüstlük vb.) ve üretime katkı düzeyine bakılmaksızın sırf vatandaş olduğu için belirli bir alt gelirin şartsız olarak aynı politik sistem içinde yaşayan tüm fertlere verilmesidir. “Aynı politik sistem” kavramı burada kilit önem taşır zira tarihsel miras farklılığı nedeni ile gelişmişlik farklarını tümüyle ortadan kaldırmak mümkün olamayacağı için tüm dünya insanının uzlaştığı bir sistem şimdiye kadar kurulamadığı gibi bundan sonra da kurulması beklenmemektedir. Şimdiki ekonomi düzeninde en önemli sorun, kaynağın nereden bulunacağıdır. Ama üretimin büyük ölçüde robotlarca yapıldığı yeni ekonomik sistemde, böyle bir kaynak sorunu olmayacağı beklenmektedir. Özellikle hizmet sektöründe robotlaşmanın artmasının evrensel temel gelire ihtiyaç duyuracağı açık olduğu için bu alanda üretim artışının gelire dönüşmesinin ekonomik mantığını bir örnek üzerinden açıklayalım. Bir fabrikanın giriş çıkış kontrol ve güvenliğinin 50 güvenlik ve müracaat görevlisi ile sağlanıyor olduğunu farz edelim. Güvenlik personeli asgari ücretle çalışıyor olsun. Güvenlik için aylık toplam 100 birim ücret ödendiğini varsayalım. Her birine iki olmak üzere toplam 100 birimlik bir gelir bu elli kişiye dağıtılıyor demektir. Firma yönetimi güvenlik işinin yüz tanıma ve hareket duyarlı sensörlerle donatılmış kapılar ile sağlamaya karar verdiğini düşünelim. Sistemde çalışan veya ziyaretçi olarak kayıtlı kişilere kapının açılacağı ve ilgililerin ancak bu yolla yetkili oldukları kapılardan geçebileceği bir sistem kurulmuş olsun. Her türlü hareketi algılayan hassas kameraların güvenliği tehdit edecek olağan dışı bir hareketlenme olduğunda bunu kumanda sistemine ilettiği, kumanda sisteminin gerekli sinyaller göndererek her türlü tedbiri aldığı bir sistem kurulmuş olsun. İşlerin başında da bir ya da iki yönetici bulunsun. Daha önce 50 çalışan yerine yerleştirilen yeni güvenlik sisteminin de kurulum ve işletme maliyeti olacağı için 100 birimlik ücret ödemesinin bir kısmı işletme maliyeti olarak bu durumda da harcanacaktır. Ancak burada önemli olan konu, önceleri 100 birim maliyeti olan, belki de insandan kaynaklanan dikkatsizlik, yorgunluk, ihmal, iltimas veya kötü niyet gibi olumsuzluklardan da arındırıldığı güvenlik hizmetinin toplam değerinin artmış olacağıdır. Daha önce bordroda olduğu ve vaktini burada geçirdiği için kendisine ödeme yapılan elli kişiyle yürütülen güvenlik ve yönlendirme hizmetlerinin, yapay zekâ destekli otomasyon sistemiyle, üstelik daha etkin biçimde üretildiği göz önüne alındığında, aynı miktar ücretin bu çalışmayan 48 kişiye ödenmesi, ekonomide, toplamda enflasyona yol açacak, üretilen hizmeti aşan bir talep oluşturmayacaktır. Zira önceleri insanlarca üretilen aynı güvenlik hizmetinin şimdi makinelerce üretilmiş olması, hizmet üretiminde görev almayanlara görev almış gibi bir ücretin ödenmesi toplam talepte, toplam üretimi aşan bir artış oluşturmayacaktır.[2] Bunun tek şartı, makinelerin devreye girmesi nedeni ile üretimde bir azalmanın olmamasıdır. Diğer tüm hizmetler için benzer durumların vuku bulması halinde şimdi çalışanların işlerini makinelere devrederek çalışmama durumunda şimdikine yakın (bu miktar, makine teçhizatın bakım ve amortisman maliyetleri nedeni ile daha az olabileceği gibi artan verimlilik nedeniyle daha çok da olabilir) maaşa bağlanmalarının “yeterli” üretim gerçekleştiği sürece ekonomik bir soruna yol açmayacağını söyleyebiliriz. Burada önemli olan bu dağıtımın yapılmasında yeni bir meşruiyet ihtiyacıdır.

Tabii ki konunun üzerinde çalışılması gereken birçok ayrıntısı var. Dünya üzerindeki tüm işler aynı şekilde ve kolaylıkla makinelere devredilemeyecektir. Makineleri çalıştırmak için fiilen çalışanların durumunun ayrıca değerlendirilmesi gerekecektir. Ekonomide iyileşme ve yenilik için yapılacak her türlü, şimdi adına girişimcilik denen, faaliyetlerde insan zekâ ve gayretini etkin biçimde devrede tutmak için gerekli ödül mekanizmaları doğal olarak şimdikinden farklı biçimde organize edilecektir. Bu konuların bir kısmı tahmin yürütülebilecek ancak bir kısmı zamanla keşif veya icat edilecek niteliktedir. Bu yeni hayat, bir kısmını tahmin edebileceğimiz ama bir kısmı hiçbir tahminde yer almayacak kadar şimdikinden farklı olacaktır. Bu nedenle makineler hayatımızda daha çok göreceği ve çalışma yükünü alacağı için insanoğlunu gelecekte çok daha rutin bir hayatın beklediğini söyleyemeyiz. Şimdi olan birçok sorun olmayacak ama şimdi olmayan birçok sorun olacak, insanlar bu sorunların çözümü için şimdikilerden farklı kural ve kurumlar geliştireceklerdir.

(Sonraki Yazı: Robotlar Sayesinde Erdemin Yükselişi)

 

[1] Orta malların trajedisi, mülkiyeti gruba ait olan malın aşırı kullanımı sonucu kendisini yenileyemez duruma düşüp ortadan kalkmasına denmektedir.

[2] Yeni sistemin kurulmasında kullanılan sermayenin sahibinin de bir gelir hak ettiği düşünülürse bu varsayımın geçerliliğinin tartışmalı hâle geleceği söylenebilir. Bu yerinde bir itiraz olmakla birlikte gelir dağılımını tümüyle emek dışı faktörlere bağlı yapılması halinde ya sermaye yeniden dağıtılacak ya da sermaye sahibi olmayan topluluk üyelerine de bir tüketim hakkı tanınacak bir sistem oluşacaktır. Bizim burada vurgumuz, mal ve hizmet üretiminin nihai hedef kitlesi tüketici birey olduğu için, toplamda her bir üretim kaleminde tüketici birey sayısı gerileyen bir toplumda üretime devam etmek için ana gerekçe ortadan kalkacaktır. Finansal dengeler yanında reel toplam arz ve talep dengesini sağlamayan bir sistem istikrar bulamayacaktır.