Ömer DEMİR – 

Odak noktamız olan emeğin kutsallığı konusuna geri dönecek olursak, ilk olarak tarımda görülen kitlesel istihdam, önce sanayiye sonra da hizmet sektörüne kayarak “kutsallığını” korumayı başardı ama bugün hizmet sektörüne sığınan işgücünün, işlerin yapay zekâ destekli makinelere devri sonrasında kayacağı yeni bir alan ortada pek fazla görünmemektedir. Daha sonra ele alacağımız üzere böyle bir “yeni alan” olsa bile bu muhtemelen şimdiki tanımıyla “” ile irtibatlı bir alan olmayacak gibi görünüyor. Zira emeğin üretime olan marjinal katkısının makineleri geçeceği üretim alanlarının sınırlı kalacağı tahmin ediliyor. Hemen söyleyelim, kanaatimizce bu bir felaket tellallığı değildir.

Eğer bu tahmin doğruysa, o zaman, yani yapay zekânın denetimindeki robotların üretimin ana sorumluluğunu üstlendiği bir dünyada, emeğin üretime katkısına dayalı bir hâsıla dağıtım süreci anlamını tümüyle kaybedecek demektir. Bu konu çok önemli ve bu yazının odak noktası da bu.

Şimdi hâlen tüm ekonomilerde toplam hâsılanın paylaşımında emeğin payı olarak ayrılan az veya çok bir kısım var. Buna göre dağıtım ayarlanıyor. Üstelik üretimden pay almada emeğin bir hakkının olduğunu kabul etmek, sorunu çözmek için yeterli değil, bir de bu katkının yeni üretim modelinde nasıl ölçüleceği konusu var. Yani emeğin katkısı devam edecekse bile dağıtımdan alacağı paya dair yeni bir modele ihtiyaç olacak. Çünkü sistemin emek merkezli olmayacağı durumda kurumsal yapıların ve değer yargılarının değişmesi gerekecek.

Günümüzde insanlar emekleri yoluyla üretime katıldıkları için maaş veya ücret alıyorlar. Kime ne kadar ücret veya maaş verileceği (en azından teoride) üretime olan katkısına göre ayarlanıyor.[1] Daha fazla niteliğe sahip olmayı ve sorumluluk almayı gerektirdiği ve bu yolla nihai ürünün oluşmasına daha çok katkı sağladıkları varsayıldığı için, ustabaşı ustadan, profesör doçentten daha fazla ücret alıyor. Birçok alanda bu katkının farklılaşıp farklılaşmadığı ölçülemiyor olsa da aynı işin farklı bölümlerini yerine getiren veya farklı işler yapanların farklı ücret almaları teorik olarak böyle açıklanıyor.

Şimdiki durumda her bir bireyin katkısı hassas biçimde ölçülemese de, genel olarak emeğin marjinal verimliliği pozitif olduğu için (ilave bir kişi işe koyulunca üretim, onun maliyetinden daha fazla arttığı için) emeğin üretimden pay alma talebi oldukça meşru görülüyor. Çünkü emek olmadan üretimin olmadığı, olamayacağı hâlâ birçok üretim alanı var. Bu bağlamda emeğin üretimde hakkı olduğu konusu üzerinde genel bir mutabakat olduğu görülüyor. Hatta geçmişte toprak ve doğal kaynaklar hariç emek dışında üretime katkıda bulunan her şeyin aslında “birikmiş emek” olduğu bile savunulmuştur (bugün de savunanlar olabilir). Buna göre elinizde işinizi kolaylaştıran bir alet olarak bir bıçak varsa, o aslında onu bıçak haline getirenlerin harcadığı emeğin birikmiş hâli, bir nevi donmuş emektir. Bu yorum, biraz zorlama da olsa, emeği üretimin temel belirleyicisi olarak görmenin doğal bir sonucudur. Ancak soyut düzeyde emek ile üretim arasında böyle bir ilişki kurmak, konuyla ilgili somut bağlantıların kurulmasında yeterli olmuyor. Daha derin analizler yaparak çok farklı ilişki türlerinin üretimle olan bağlantılarını açık biçimde tanımlamak lazım. Kısaca, şimdiye kadar dünya üzerinde itibar gören baskın görüşe göre üretim, doğrudan veya dolaylı emek sarf etmeyle ortaya çıkar. Dolayısıyla emeği kim harcamışsa üretim de onun hakkı olmalıdır. Ancak teoride böyle olmakla birlikte pratikte uygulama hep farklı olmuştur. Her toplumda değişik gerekçelerle üretimle doğrudan bağlantısı kurulmayan kişilere, başka meşru gerekçeler gösterilerek belirli pay verilmesi hep söz konusu olmuştur. Bu ilişki dolaylı tanımlandığı zaman karşımıza yeni durumlar ortaya çıkmaktadır. Somut gelir dağıtım sistemleri, bu doğrudan ve dolaylı gerekçelerin bir karması olagelmiştir. Burada makine teçhizat, miras ve değer sistemleri olmak üzere üç ana kanal olduğunu görmekteyiz.

Emek ve üretim arasında kurulan bu doğrusal ilişkiyi ilk olarak makine ve teçhizat dolaylı hâle getirmeye başlamıştır. Üretimde alet edevat ne kadar fazla kullanılırsa bu dolaylı katkı da o kadar artmaktadır. Bunun içsel mantığını şöyle izah edebiliriz: Üretim araçlarına (ekonomi diliyle sermaye mallarına) yapılan harcama, bireyin elinde bugün mümkün olan tüketim hakkını (daha az, aynı veya daha fazla miktarda) geleceğe aktarma amaçlıdır. Sadece tasarruf etme, bu hakkı daha az veya aynı miktarda, tasarrufu yatırıma dönüştürme ise daha fazla miktarda geleceğe aktarmayı amaçlar. Tüketim hakkının bu yollarla (tasarruf veya yatırım) geleceğe tehiri sonucunda üretimin artmasına olan açık katkıları nedeni ile emek sahiplerinin yanında dolaylı katkıları olan alet edevat, makine sahiplerinin de üretimden belirli bir pay almaları makul görülmüştür.

Bu hakkın, nesiller arası bağını kuran miras kurumu işi tamamen yeni bir çehreye büründürmüştür. Zira mirasla gelen tüketim hakkı, üretime katkısından bağımsız olarak üretim sahibi ile belirli bir yakınlık ilişkisi olanlara üretimden pay alma şeklinde tanımlanabilir. Her ne kadar üretimde sürekliliği sağlama yönüyle dolaylı biçimde irtibatlandırma mümkün olsa da, üretime katkıda bulunan kişi ile soy yönünden yakınlık sahibi olmanın üretimden pay almanın tartışmasız gerekçesini oluşturması, bu “katkı-hak” ilişkisinde ikinci önemli kırılmadır.[2]

Önce üretimde kullanılan araç gereçlere sahiplik, sonra miras hakkı, en son olarak da bir arada yaşamanın gereklilikleri olarak tanımlanabilecek belirli temel hakların (çocuk, hasta, emekli, engelli vb.) devreye girmesiyle, mevcut üretimden kimlerin pay alma hakkı olduğuna dair doğrudan üretime katılma dışında, genel haklar temelli, sürekli bir genişlemenin meydana geldiğini görüyoruz. Bu kanal çok önemlidir zira yeni ekonomilerde bunun daha da artacağı ve güçleneceği anlaşılmaktadır.

Kimin Ne kadar Üretime Katkı Yaptığının Ölçülmesi Sorunu

Öte yandan üretimde kimlerin hak sahibi olduğu konusu bir şekilde açıklığa kavuşsa da ne kadar hakkı olduğu konusu muğlaklığını korumaya hâlâ devam eder. Ama biz biliyoruz ki insanların üretime olan katkılarının tam olarak ölçülmesinin zorluğu nedeniyle emeğin değerinin ölçülmesi işi, uzun zamandan beri kullanılan zamana bağlı “mesai bazlı” yapılmaya başlanmıştır. Mesai, kişinin çalışıyor göründüğü zaman dilimine deniyor. Bu tanımdaki “göründüğü” kelimesine dikkatinizi çekerim. Aslında her bir kişinin üretime ne kadar katkı yaptığı tam olarak bilinemiyor ama bir kişi günde örneğin 8 saat işyerindeyse ve çalışmıyor görüntüsü verecek bir durumu da yoksa 8 saatlik bir katkı yaptığı varsayımı ile ücretlendirilmektedir. Bu konu niçin önemli? Çünkü çalışmanın parasal getirisinin üretime olan katkı ile irtibatlandırılmasında mesai saatinin anlamı da zamanla kaybolmaya başlamıştır. Bunun iki yönü var: Bir yandan parça başı işlerin artması, serbest ve uzaktan çalışmanın yaygınlaşması veya götürü verilen işlerin artması yoluyla doğrudan hâsıla ile bağlantılı istihdam biçimleri gelişmektedir. Bu tür istihdam biçimleri sıkı bir mesai denetimini gereksiz kılmaktadır. Öngörülen üretim gerçekleştiğinde bunun ne kadar süre içinde yapıldığını ölçmeye ihtiyaç duyulmamaktadır. Üstelik bu çalışma motivasyonunu olumlu etkilemekte, emeği etkinleştirmektedir (daha kısa sürede daha çok yapmak gibi). Bu yeni çalıma tarzları, kişinin üretime olan katkısının mesai dışı kriterlerle ölçülebildiği anlamına gelir. Yani bu yeni çalışma türleri, ile kişinin irtibatlanmasını zorlaştırmak bir yana daha da kolaylaştırmaktadır. Burada bizim kastettiğimiz olayın ikinci yönüdür: Aşağıda sayılan nedenlerle fiilen yapılan ile buna karşılık üretimden alınan karşılık arasındaki bağlantı giderek zayıflamaktadır. Bunda kuşkusuz birçok faktör etkilidir ama üretim sürecinin giderek daha da karmaşık hâle gelmesi, demokratik karar süreçlerinin doğal bir sonucu olarak bireylere politik veya idari kararlarla ilave tüketim hakkı verilmesinin yaygın meşruiyet kazanması ve son olarak çalışma sonrası (emeklilik) dönemde yapılan ödemelerin statü bazlı hâle gelmesi en göze batan unsurlardır. Bu üç ana gerekçe üzerinde kısaca duralım.

İlk olarak, üretim süreçleri karmaşıklaştıkça hasılaya emeğin katkısının ölçülebilir olmaktan gittikçe uzaklaştığını görüyoruz. Çünkü artık süreçlerinin büyük bir bütünün parçaları olarak entegre edilmiş olması nedeniyle hasılanın kişilere özgü hâle getirilebilirlik, yani nihai üretimde farklı süreçlerde katkıda bulunanların göreli katkı düzeylerinin bilinme özelliği giderek ortadan kalkmaktadır. Bu bağlamda aynı yerinde çalışan ve farklı işler yapan örneğin bekçi ile muhasebecinin veya benzer işler yapan büro görevlilerinin her birinin üretime olan katkısının ayrıştırılması sanıldığından daha zordur. İşin bitirilmesinde görevlerinin farklı olması, her birinin orada sekiz saat harcaması nedeniyle yapılan üretime ne kadar katkı olarak değerlendirileceğini ölçmeyi zorlaştırmaktadır. Aslında yakından bakıldığında bu zorluk, çok sade tanımı olan işler için de geçerlidir. Örneğin iki avcının birlikte av yaptığını düşünelim. Birinin dikkatli biçimde yol üzerinde bir tuzak kurup beklemesi, diğerinin de av hayvanlarını o yöne yönlendirecek sesler çıkarması sonucu işbirliği içinde yaptıkları avın nasıl bölüşüleceği gibi çok sade görünen bir üretim için de katkının nasıl ölçüleceği sorunu vardır. Tuzağı organize etmek ile hayvanları yönlendirmek iki farklı tanımıdır ve her biri diğerinden ayrı yetenek ve çaba gerektirebilir. Hatta hiç av işlerine katılmayıp, sırf av arkadaşlığı yapmış olmanın, avcının yalnızlık korkusunu gidererek verimliliğinin artışına katkıda bulunması yoluyla üretimde bir hak oluşturması bile mümkündür. Kısaca, bu katkının ölçümü zorlaştıkça, bölüşümde katkıyı ölçme dışında başka yöntemlere başvurulduğu görülür. Örneğin, avdan kime ne kadar pay verileceğinin ölçülme sorunu baş gösterdiğinde, başvurulan en tipik yöntem, avın herkese eşit dağıtımıdır. Eşit veya eşite yakın dağıtımın tercih edilmesinin nedeni, muhtemelen, sürece katkının eşit olduğuna herkesin tam ikna olması değil, başka bir paylaşım usulü üzerinde uzlaşma sağlamanın çok daha zor olmasıdır. Aynen aynı yerinde aynı mesaiyi harcayana aynı ücretin verilmesinde olduğu gibi. Hâlbuki mesai sürecinde herkesin nihai üretime olan katkısını ayrıştırmak mümkün olsa, mesai saati bazlı değil üretime katkı bazlı pay ödeme daha makul görülecektir. İlk boyut üretim sürecinin karmaşıklığının orada rol alanların katkılarını ayrıştırmada zorluk yaratmasıdır. Üretim daha fazla karmaşık hale geldikçe bu ayrıştırma işi zorlaşacak hatta giderek imkânsız hale gelecektir.

İkincisi, demokratik toplumlarda karar süreçleri bir kişi bir oy ilkesine göre çalışır. Oy kullananların gelir düzeylerinin artırılmasında istihdam teşvikleri, asgari ücretin belirlenmesi, kayıt dışı çalıştırılmanın önlenmesi gibi tedbirler yasal düzenlemelere konu edilir. Bir işveren, birisini işe aldığında onun üretime fiili katkısının ne olacağından bağımsız olarak, en az asgari ücret miktarı bir geliri ödemekle yükümlü kılınır. Kamusal istihdamda ücretler doğrudan devlet tarafından belirlenir. Özellikle pazarlık yöntemleri ile asgari ücret belirlenirken, kamu sektöründe maaş artış oranları karara bağlanırken veya genel olarak çalışma hayatına dair çıkarılan yasalarla tanınan haklar (günlük, haftalık, aylık veya yıllık toplam zorunlu çalışma süresinin kısaltılması, emeklilik için ödenecek asgari prim gün sayısının düşürülmesi, evlilik, hastalık, doğum, yaşlı bakımı vb. için yıl içinde alınabilecek ücretli veya ücretsiz izin süresi veya asgari geçim desteği, çocuk yardımı, çalışmayan eş yardımı, eğitim desteği, yabancı dil tazminatı gibi değişik adlar altında yapılan ek ödemeler) yoluyla üretime olan katkı ile o üretimden elde edilen gelir arasındaki bağlantı gittikçe çok daha dolaylı hale gelmektedir. Asgari ücretin belirli formüllerle de olsa bir ölçüye bağlanıp sabitlenmesi, özellikle malul, dul, yetim, hasta, izinli, işsiz vb. kişilere asgari ücret benzeri, ağırlıklı olarak bu kişilerin, üretme kapasitelerine değil, kişisel durum ve ihtiyaçlarına bağlı olarak bir ödeme yapılması, mal ve hizmetlerin tüketim hakkının üretime katkı durumuna göre belirlenmesini zorlaştırma bir yana bu ikisi arasındaki ilişkinin adeta kopmasına yol açmaktadır.

Üçüncüsü, sadece aktif çalışanların değil çalışma hayatını tamamlayıp emekliliği hak eden kişilere emekli maaşı ödenmesinin gerekçesi de üretime olan katkı ile ilişkisiz biçimde değişmeye başlamıştır. İlk kitlesel emeklilik fikri, çalışırken gelirinden yapılan kesintilerin ayrı bir emeklilik fonu olarak biriktirilmesi ve geçen zaman içinde bu fonun değerlendirilmesiyle bir düzenli gelir yaratılmasından oluşuyordu. Bir nevi bankaya yatırılan ve uzun süre orada bekletildikten sonra azar azar kullanılmaya başlanan para gibi. Her ne kadar kişinin kaç yıl emekli maaşı alarak yaşayacağının bilinmemesi nedeniyle sonunda ödenecek toplam miktar konusunda bir belirsizlik olsa da başlangıçta emekli maaşının bağlanma gerekçesi, çalışırken elde ettiği gelirden emeklilikte kullanmak amacıyla tasarruf ettiği bir kısmının değerlendirilmesi idi. Tıpkı çalışırken satın alınan bir gayrimenkulün kirasıyla emekli olunca geçinmek gibi. Ancak zaman içinde çalışanlardan yapılan kesintileri biriktirecek bir ortam oluşamadığı, çalışanlardan yapılan kesintiler hemen transfer ödemesi olarak şimdi emekli olanlara aktarıldığı için, emekli maaşları emeklilik fonunda biriken tasarrufların nemalandırılmış hâli olmaktan giderek uzaklaşmaya başladı. Emeklilik hakkının daha geniş kitlelere yaygınlaştırılması ve maaşlarının günün koşullarında yaşamaya imkân verememesi gerekçesiyle iyileştirilmesi çabaları, onlara yapılan ödemelerin üretime olan katkılarıyla bağını tümüyle koparmıştır. Buna erken yaşta emeklilik gibi uygulamalar, dul, yetim, malul olduğu için veya birkaç yıl prim ödeyerek emekli maaşı hak etme uygulamaları eklendiğinde, sistemin üretime katkı ile irtibatı büyük ölçüde sembolik hale gelmiştir.

Emekli maaşlarında bu bağlantının kopmuş olduğunu iki yoldan görebiliriz. Birincisi aynı miktar prim ödeyenler fiilen aynı süre emekli maaşı almıyorlar. Örneğin aynı süre çalışan ve aynı primleri ödeyen iki kişiden biri emeklilikten sonra 10 yıl diğeri de 20 yıl yaşarsa veya birinin sadece kendisi diğerinin öldükten sonra eşi veya çocukları da bu maaşı almaya devam ederse, bu emekli maaşının yatırılan prim miktarı ile doğrudan bir ilişkisi olduğu söylenemez.

İkinci gösterge, mevzuat değişikliği ile özlük haklarını değiştirmenin meşruiyet sorunu taşımamasıdır. Örneğin meclisten çıkan bir kanunla, dün, maaşı ile mesela yüz ekmek alabilen birisinin bugün, maaş artışı yapıldığı için 150 ekmek alabilir hale gelmesinin hiç kimsenin kafasında hak edip etmeme anlamında bir meşruiyet sorunu oluşturmamaktadır. Bu durum, reel mal ve hizmetler üzerinden hesaplandığında (enflasyon etkisi ortadan kaldırıldığında) bugünkü tüketim hakkının, tüketimi talep edilen mal ve hizmetleri ortaya çıkaran üretim sürecine yapılan katkı ile kolay kolay açıklanamaz. Kısaca günümüzde emekli maaşları, belirli yaşın üstündekilere veya çalışamaz hâlde olanlara, büyük oranda üretime olan katkılarından bağımsız ve adeta bir vatandaşlık hakkı olarak yapılan bir ödeme haline gelmiştir.

Yani aktif çalışanların gelirlerinin yanı sıra emekli maaşlarının da üretimle olan doğrudan bağlantısı giderek zayıflamaya başlamıştır. Bunlara değinmemizin sebebi, bunun bir yanlış gidiş olduğunu ima etmek değil, tersine belki de zaman içinde oluştukları için yeterince dikkat çekmiyor olmalarına işaret ederek hak ve meşruiyet algısının nasıl değiştiğini bu somut örnekler üzerinden göstermektir.

Kısaca, içinde yaşadığımız toplumda emeğin karşılığı olarak tanımlanan gelirlerin üretim ile bağlantısı öylesine dolaylı hale gelmiştir ki, her bir gelir sahibinin hangi katkısı karşılığında bu geliri hak ettiğinin ayrıştırılması neredeyse imkânsızdır.

Şimdi asıl meseleye geliyoruz: Aradaki ilişki dolaylı hâle gelmiş olsa da (çalışılan gün sayısı, ödenen prim vb.) emek ile üretim arasında bir ilişkiden hâlâ bahsetmek mümkündür. Ancak gelecekte robotların üretimde baskın hale gelmesi, bireyler ile hâsıla arasında herhangi bir ilişki kurulmasını tümüyle imkânsız hale getirecek gibi görünüyor. Şimdi günlük mesai, çalışılan gün sayısı, yatırılan prim gibi hesap kalemleriyle bir kişinin toplam üretimde ne kadar hakkı olduğunu belirlemeye dönük, üzerinde uzlaşılan iyi kötü bazı kriterler söz konusudur. Bireyin üretim sürecinde bulunmasının artık gereksiz hâle gelmesi, iktisatçıların tabiriyle emeğin marjinal verimliliğinin sıfır olması hâlinde insanlara hangi kritere göre ve nasıl bir gelir dağıtımı yapılacağı şu an tümüyle belirsizdir. Ortada büyük bir üretim var ama bunun ortaya çıkışında aslan payının robotların olması nedeniyle kişilere dağıtımında hangi kriterlerin esas alınacağı ciddi yeni bir tartışma konusu olacağa benziyor. Eğer emek hâlâ “kutsal” olacaksa üretimin ne kadarının insanlardan ne kadarının da robotlardan geldiğinin belirlenmesi büyük önem taşıyacaktır. Buradaki önemli konu, eğer üretime insanların katkısı çok az olacaksa, bu durumda emeğe kutsallık atfetmenin çok da bir anlamı olmayacağıdır.

Kutsallığı onlar aracılığı ile sağlamak için herkesin bir robotu olsun diyemeyiz. Zira robotlar insanlar gibi işin bir kısmını yerine getiren yekpare unsurlar değildir. Kaldı ki yukarıda insanların da giderek katkıları kesin olarak ölçülemeyenler grubuna daha yakın hâle geldiğini söyledik. Üretim robotları, çoğunlukla büyük birer otomasyon sistemleri oldukları için onların belirli bir parçasının katkısını diğerlerinden üstün kılacak bir hâsıla taksimatı kolay kolay yapılamaz. Amir de memur da sonunda robot olacağı için robot sahipliği yoluyla insanların üretimden alacakları paylar farklılaştırılamaz. O zaman şöyle bir soru ile karşı karşıya geliyoruz. Robotların üretim işini üstlendiği bir ekonomide bireylerin hak talebi, emeğin üretime olan katkısı ile meşrulaştırılabilir mi? El cevap: Acı ama meşrulaştırılamaz. Çünkü bireyin bir katkısı olacaksa o şimdikine göre çok daha marjinal ve daha dolaylı olacağı için büyük ihtimalle üretim süreçleriyle irtibatlandırılarak anlaşılması mümkün olmayacaktır. Bu durumda üretim yapılmasının amacı, robotların kendi bakımlarını karşılama olmayacağına göre, bu üretimden insanlara pay verilmesinin “başka” gerekçelerinin olması gerekir. İşte bu “başka” gerekçe, ne olacaksa artık, robot çağının hak talebinin meşruiyet aracı olacak gibi görünüyor.

Aslında, bu gerekçe değişiminin temelleri, robotlaşma dönemi öncesinde de yukarıda kısaca temas ettiğimiz ücret-maaş-emekli maaşı süreçlerinin oluşumunda kısmen atılmış durumdadır. Bugün birçok ülkede yeni doğan bir bebeğin ebeveyninin sunacağı özel şartlar bir yana bırakılırsa, kendi üretiminden bağımsız olarak, temel sağlık ve eğitim hakları vardır. Ayrıca ebeveyni ölürse veya ona sahip çıkacak durumda değilse ona devlet asgari düzeyde (bazı durumlarda ebeveyninden daha iyi şartlarda) yaşama imkânı sağlamayı garantilemektedir. Peki, ne karşılığında? Şimdiki örtük gerekçe şudur: İlgili gelecekte aktif bir birey olduğunda üretime katılarak yapacağı katkılar karşılığında şimdi ona yatırım yapılmaktadır. Peki, kişi ya engelli ise? Yani ömür boyu aktif üretici olamayacaksa ona bakılmayacak mı? Ölüme mi terk edilecek? Muhtemelen çok eski zamanlarda “lanetli” diye bu durumda olanlar ölüme terk edilebiliyordu ama bugün değil. Çünkü her doğan bireyin “yaşama hakkı” var. Bu yaşama hakkı nereden geliyor? Üretime olan katkıdan gelmediği aşikâr. Aslında bu yaşama hakkı, insanlık tarihinde de çok eski bir durum değil. Bir ülke vatandaşı olarak ülkenin imkânları ölçüsünce sağlanan pozitif haklar, ağırlıklı mesai saatine bağlı olarak ödenen düzenli maaş ile çalışamayacağı dönemde ödenen emekli maaşı da son yüzyılda hızla yaygınlaştı. Hâlâ bu haklardan yoksun yörelerin çok olmasının sebebi, bu bölgelerdeki norm eksikliğinden ziyade üretim eksikliğidir. Bu sebeple insanlar üretimi yeterince artıracak araçlar geliştirdikçe bu yeni gelir dağıtım yöntemlerini kolayca ve hızlıca uyarlayabiliyorlar.

Şimdi sırada tüm işleri robotların yaptığı ve çok az insanın üretimde rol aldığı bir bolluk dünyasında, kime ne kadar gelirin, hangi gerekçe ile verileceğinin belirlenmesi işi var. Bunun için akla gelen bazı öneriler var ama onlara bir sonraki yazıda değinelim.

(Sonraki Yazı: Robot Ekonomisinde Gelir Bölüşümünde Bir Yöntem: Evrensel Temel Gelir)

 

[1] Teoride üretimden emeğin payının hesaplanmasında “üretime olan katkı” ana meşruiyet gerekçesi olmakla birlikte fiilen bu katkının ne olduğunun belirlenmesinde bireyin beşeri sermaye (yetenek, deneyim ve eğitim) ve sosyal sermaye (güvenilirlik, işbirliğine yatkınlık, ilişki ağlarında örtük bilgi, yetenek ve deneyim kazanma durumu vb.) seviyesi ile o an için ilgili işgücü piyasasında emek arzı (çalışmak isteyenler) ve emek talebi (boş sayısı) etkili olur. Sayılan bu faktörlerin işgücünün üretimden aldığı payın hesaplanmasında etkili olması, zaman zaman bu payın üretime olan katkı ile bağının kopmasına yol açar. Yani fiilen aynı işi yapsa da, çalışmak isteyen sayısı, boş işlerden fazla ise emeğin üretimden aldığı pay düşüş gösterir.

[2] Her ne kadar yakınlara verilen mirasın, miras sahibinin yaşarken ve üretim yapma imkânı yokken hayatını kolaylaştırıcı yönü meşrulaştırmak için makul bir gerekçe olsa da, tüketim hakkının üretime katkı ile olan bağını dolaylı hale getirdiği açıktır.

Ömer Demir –

İnsan-benzeri muhakeme ürünü kararlar oluşturarak düşünme/çözümleme/üretim sürecine katılan makinelerin bu özelliği, yapay zekâ olarak isimlendirilmektedir. Her geçen gün ekonomilerde otomasyon sistemleri ve birçok işi insandan daha hızlı ve kusursuz yapan robotların rolünün arttığını görüyoruz. Robotlaşma[1] olağan bir yapma yöntemi haline geldi. Bir ekonomi ne kadar gelişmiş ise, o kadar da robotlaşmaya aday hale geliyor diyebiliriz. Bunun detaylı süreç bilgisi, yeterli hammadde ve ölçek ekonomisi olmak üzere üç temel nedeni var: İlki, bir üretim faaliyetinin robotlar tarafından yapılabilmesi için ayrıntılı bir teknik süreç bilgisi gerekiyor. Bu süreç bilgisinin derinliği, ekonominin gelişmişliği ile doğrudan orantılıdır. Doğal olarak gelişmiş ekonomilerde daha fazla üretim süreç bilgisi birikiyor.

İkincisi, bizzat robotların imalatı için belirli düzeyde hammadde ve yarı mamul maddeye ihtiyaç duyuluyor. Robot üretimi için gerekli olan girdilerin de ancak belirli düzeyde bilgi ve sermaye birikimi olan yerlerde temini mümkün olabiliyor.

Üçüncüsü, robotlaşma işgücü kullanmaya göre maliyetleri düşürüp rekabet avantajı sağladığı ölçüde yaygınlaştığı için, büyük ölçekli üretimler robot kullanmaya daha eğilimli oluyor. Üretim ölçeği büyüdükçe robotlaşmanın cazibesi de artıyor. Küçük ölçekli üretimleri robotlara yaptırmak çok verimli olmadığı için büyük ölçekli üretim yapan firmalar ve hacmi büyük ekonomiler robotlaşmayı daha çok teşvik ediyor.

Tüm robotlar, belirli düzeyde otomasyon içerse de yapay zekânın devreye girmesi bu alanda yeni bir durum sayılabilir. Yapay zekâ, ana üretim alanları olan tarım ve sanayi yanında hizmet sektöründe de robot teknolojilerinin kullanılmasına imkân sağladığı için çok farklı bir durum ortaya çıkıyor. Bu yeni durum bazı yeni tartışmaları da beraberinde getiriyor.

Üretim süreçlerinde otomasyon sistemlerinin yaygınlaşması ve yapay zekâ destekli robotların devreye girmesi ile ilgili sosyal alandaki en çok ilgi gören ve tartışılan konuların başında, gelecekte robotların insanların işlerini tümüyle ellerinden alıp almayacağı, alacaksa bunun olası sonuçları gelmektedir.[2] Buradaki kaygının görece büyük olmasının nedeni, sadece, tüm “akıllı” robotlar tarafından yapılması halinde insanların işlerini kaybetmeleri nedeniyle nasıl geçinecekleri değildir. Bu, işin önemli ama sadece bir yönünü ifade ediyor. Diğer önemli bir konu, hayatını yaptığı işle anlamlı kılan kişilerin, olmadığında bu anlam boşluğunu nasıl dolduracaklarıdır. İlk kez insanlık ile hayatın anlamı arasındaki ilişkide yeni bir evreye giriyor. Bunun ne anlama geldiğini anlamak için olarak isimlendirilen insan faaliyetlerinin hayatımızdaki yeri ve rolüne biraz daha yakından bakalım.

Şu an işi olan ve çalışan herkesin yaptığı işten uzaklaşması hâlinde nasıl bir durum ortaya çıkacağını tahayyül edelim. İlk olarak, şimdi günlük zamanlarının çoğunu istekli veya zorunluluktan yaparak geçirenlere, zamanlarını dolduracak yapacak yeni “şey”ler bulmak gerekecektir. İkincisi, yaptıkları şeylerin onların hayatına en az şimdiki “” kadar anlam kazandıracak nitelikte olması gerekir. Bu anlam sorununa daha sonra tekrar döneceğiz.

Bir zamanlar işleri ellerinden alınan köylü ve işçilerin makineleri yakması,[3] mucitlerin ev ve işyerlerinin kundaklanıp icatlarının ortaya çıkmasının engellenmeye çalışılması gözlemlenen kitlesel tepki türleri idi. Bugün bunlar komik geliyor ama acaba geleceğin insanları, bu sorunun çözümünde akıllı robotlara meydan okuyan ideolojiler geliştirmeye mi odaklanacaklardır? Geliştirseler bile bu ideolojiler bir işe yarayacak mıdır? Kim bilir! Her hâl-ü kârda yeni değer yargılarına ihtiyaç olacaktır ama bunların sistematik bir ideoloji kalıbında olması biraz zor görünüyor.

Geçmişe baktığımızda teknolojik değişimlere bağlı olarak, olası olumsuz sonuçları bertaraf edecek, tümüyle eşzamanlılığı yakalamayı başaramadığı için arada zaman farkları olsa da, bazı yeni değer yargılarının geliştirildiğini görüyoruz. Bunlardan en uzun ömürlü olanı, üretimde kullanılan insan emeğine adeta kutsallık derecesinde yüksek değer yükleyen değer yargıları gelmektedir. Buna göre emek insana aittir ve bu aidiyet ona üretimde gördüğü işlevden ayrı olarak özel bir kutsallık kazandırmaktadır. Olumlu veya olumsuz şekilde emeğe dokunan, insana da dokunmuş olacaktır. Bu bağlamda, çalışma biçimleri (amir, memur, işçi, çiftçi, beyaz yakalı, mavi yakalı, esnaf, adamı, vb.) ve ücret sistemleri (ömür boyu istihdam -kölelik-, yıllık, aylık, günlük, haftalık, götürü usulü vb.) ne kadar farklılaşsa da üretim ve bölüşümde emeğin merkezî öneminin sorgulanması şimdiye kadar hiçbir zaman gündeme gelmemiştir. Ancak şimdilerde, hızla robotlaşma ile birlikte bu alanda da ciddi bir kırılmanın yaşanacağı yeni bir dönemin arifesinde olduğumuz söylenebilir.

Öte yandan bu yeni sürecin, yayıldığı zaman dilimi bakımından, hızlı ama kendi içinde çok katmanlı ve kademeli olarak gerçekleşmesi, geçmişte kitlesel hareketlere vücut veren ve ideolojik temeli olan güçlü bir reaksiyona imkân tanımayacağı izlenimi veriyor. Zira hem bu alanda yaygın kabul görecek bir ideoloji geliştirmenin zorluğu hem de robotlar sayesinde meydana gelen büyük üretim artışının dayanılmaz çekiciliği, bir “teknoloji karşıtlığı ideolojisine” taban oluşturmak yerine uzlaşmacı bir yolun izleneceğine daha yüksek ihtimal oluşturuyor. Bu da, robotların dışlanacağı değil, insan emeğinin üretimdeki rolüne ilişkin yaklaşım ve bu alandaki değerlerin değişeceği, bölüşümün şimdikinden farklı kurumsal yapılarca yerine getirileceği bir sürecin bizi beklediğine işaret ediyor.

Ekonomide artan robotlaşmanın, kusursuz süreçler, verimlilik artışı ve sonuçta bol üretimdeki rolü çok tartışılmakla birlikte, bununla yakından ilişkili olmasına rağmen, “emeğin değerine” ilişkin tartışmanın biraz kenarda kaldığını görüyoruz. Yani, hızlı robotlaşma emeğin muhayyilemizdeki değerini nasıl etkileyecek? İnsan emeği hâlâ kutsallığını koruyacak mı? Bu yazının amacı bu konuya bir giriş yapmak. Yavaş yavaş söyleyelim desek de işin özünde artık emek elden gidiyor! Ne mi demek istiyoruz?

Soruyu şöyle soralım: Acaba insan emeği ile yapılan tüm işler robotlar tarafından yapılırsa bugün emek ve onun sahibi emekçiye atfedilen değer ne yönde ve nasıl değişecek? Sorunun kalıbından anlaşılacağı üzere, değişeceğine dair kesin bir kanaat var ama hangi yönde ve ne kadar değişeceği belirsizlik içeriyor.

Emek Kutsal Ama Her İş İçin Gerekli Olan Kutsal Emek Farklı

Tarihin bilinen dönemlerinden günümüzde var olan farklı toplum modellerine baktığımızda, ve ona atfedilen değerin, uzun zaman dilimlerine dağılmış biçimde de olsa, dönemden döneme değiştiğini görüyoruz. İş yapma ile çalışma zaman zaman birbirinden farklılaşır. Çoğunlukla parasal getirisi olan işler “çalışma” olarak nitelenir. Bu nüanslara bakmadan biz bu metinde çalışma ve yapmayı eşanlamlı olarak kullanıyoruz.

Çalışmanın bir bütün olarak veya bazı üretim faaliyetlerinin özgür bireylere değil de sadece kölelere uygun bir faaliyet olarak görülmesinden (eski Yunan ve Roma), sıkı çalışmanın birey için en uygun özgürleşme aracı ve önemli bir erdem olduğuna kadar ve çalışma farklı şekillerde konumlandırıla gelmiştir. Ancak tembelliğe övgü kabilinden az sayıda bazı methiyeler olsa da insan için emeğini ortaya koymak anlamında çalışmak hep olumlu ve yükselen bir değer olarak görülmüştür. Emeksiz yemek ve zahmetsiz rahmet olmayacağı, insan emeğinin karşılığının verilmesi gerektiği, insan emeğinin kutsal olduğu en temel sosyal değerler arasında sayıla gelmiştir. Başkasının malına/varlığına/üretimine göz dikmek kınanmış ve verdiği emeğin karşılığını talep etmek de en meşru haklar arasında kabul edilmiştir. Bu bağlamda geçtiğimiz yüzyılın en büyük ideolojik kampları emek taraftarlığı ve karşıtlığı üzerinden inşa edilmiştir.

Bu arada, soyut insan emeğine olan bu yüksek hürmet emek harcanan somut işlere yansımasına bakıldığında farklı bir tablonun ortaya çıktığını görmekteyiz. Zira her dönem işler arasında bir hiyerarşik yapılanma oluştuğunu, her işin herkes için uygun görülmediğini, bazı işlerin kadınlar (örneğin eğlence, temizlik, çocuk bakımı, ev işleri vb.), bazılarının ise erkekler için (örneğin savaş, madencilik, denizcilik, yönetim vb.), bazı işlerin de kadın erkek ayırımı olmaksızın düşük eğitimliler için daha uygun bulunduğunu[4] (örneğin genelde kas gücü gerektiren mavi yakalı işler), dahası her dönemde farklı işleri yapanların emeğinin farklı değer gördüğünü de biliyoruz. Bu durum günümüzde de devam etmekte, mesleklerin sadece getirileri değil saygınlıkları da farklılaşmaktadır. Genel bir gruplama olan kas ve beyin gücü ayırımı yeterli olmamakta, hem beyaz hem de mavi yakalı işler kendi içinde hiyerarşik olarak gruplaşmaktadır. Ne yaptığınız, toplumsal değerinizin oluşmasında çok önemli bir role sahiptir. Kısaca emek kutsaldır ama o emeğin tezahürü olan işlerin, hem parasal karşılığının hem de mesleki itibarının birbirinden farklı olduğu bir işgücü piyasası her dönemde söz konusu olmuştur. Yani, soyut olarak insan emeği “kutsal” olarak nitelenmekle birlikte her somut emeğin pratikte aynı kutsallığı taşımadığı görülmektedir.

Çalışmanın Dışsallık ve İçsellikleri

Emeğin toplum hayatındaki rolü ve buna dayalı olarak toplumsal değeri üzerinde konuşurken süreçlerinde yer alan emeğin bazı parasal olmayan farklı boyutlarının olduğunu da göz önüne almak gerekir. Toptan olarak çalışma konusu ve emeğin üretimdeki rolü söz konusu olduğunda bu farklı boyutların dikkate alınması önemlidir. O sebeple bu konuya kısaca değinelim.

Her şeyden önce bir işte çalışıyor olmanın bir kısmı mali, bir kısmı sosyal, bir kısmı siyasal, bir kısmı psikolojik birçok sonucu vardır. Bu sonuçların bazısı olumlu bazısı da olumsuzdur. Bunları dikkate almadan veya bunlardan sadece bir veya birkaçını dikkate alarak yapılan muhakeme, doğal olarak eksik veya hatalı olacaktır.

Bu çerçevede bir işte çalışmanın olası sonuçlarını üç ana grupta toplayabiliriz. İlki, çalışma karşılığı alınan ücret veya maaş ve parasal olan veya olmayan bahşiş, ikramiye, komisyon, konut desteği, emeklilik ve diğer ayni veya nakdî sosyal haklardır. Bunlara günlük veya haftalık zorunlu çalışma süresi, esnek çalışma, uzaktan çalışabilme veya izin durumu da dâhil edilebilir. Çalışmanın en görünen ve bilinen sonucu parasal ölçü ile ölçülebilen sonuçlardır. Her biri parasal bir sonuca işaret etse de kısaca aynı parasal sonucu daha kısa süre içinde vadeden işler daha çok talep görür.

İkinci olarak, bir işte çalışıyor olmanın doğrudan çalışma kararını etkileyecek özelliği olmayan birçok dışsallığı (externality) ve üçüncü olarak da yine çalışma kararının verilmesinde etkili olmayan ama kazanç veya kayıp getiren birçok içselliği (internality) bulunur. İktisat diline yeterince aşina olmayanlar için bu içsellik ve dışsallık kavramları ile ilgili kısa bir açıklama yapalım. Dışsallık, bir olay ve sürecin doğrudan gerçekleştirme hedefi olmadığı halde kendi dışındakiler üzerinde oluşturduğu etkilere diyoruz. Tersinden içsellik de olay veya sürecin aktör üzerindeki, işlem tanımlanırken doğrudan amaçlanmayan etkilerine denir. Dışsallık ve içsellik olumlu da olabilir olumsuz da. Örnekleyelim: İşi olan bir kişi daha az suça karışır, kurallara daha çok uyma eğiliminde olur ve bu yönüyle toplumsal istikrara daha çok olumlu katkıda bulunur, kamusal tanınırlık ve saygınlık elde eder. Bunlar, kişinin düzenli gelir getirici bir işte çalışmasının pozitif dışsallıklarıdır. Negatif dışsallıklara örnek olarak, çalışan kişinin, zamanının daha azını sevdiklerine veya dostlarına ayırmasını verebiliriz. Bazen pozitif ve negatif dışsallık iç içe geçer, o zaman net sonuca bakmak gerekir. Örneğin çalışan kişi aracıyla yola çıktığında trafik bundan olumsuz etkilenir, böylece bir negatif dışsallık oluşur ama arabasıyla bir arkadaşını da evine bırakırsa bu pozitif dışsallık oluşturur. Çalışan kişi işe giderken dolmuşa binerse, dolmuş sahibi için ilave gelir yaratır, pozitif dışsallık oluşur ama o önce oturduğu için diğer dolmuşa binemeyenler ve gideceği yere geç ulaşanlar için bu durum negatif dışsallığa dönüşür. Çalışan kadının çocuğuna ayırdığı zamanın daha az olması negatif dışsallık, çocuğuna bakıcı tutması ve ona ücret ödemesi ise pozitif dışsallık oluşturur.

Öte yandan, çalışan kişinin günlük hayatını çalışma sayesinde düzene sokması, neyi ne zaman yapacağını işine göre ayarladığı için düzenli bir hayatının olması, böylece günlük hayatında belirsizliklerin azalması; iş tatmini ölçüsünce kendini mutlu hissetmesi; ortamı nedeniyle yeni bir ilişki ağı edinmesi de çalışmanın birey üzerindeki pozitif içselliklerine örnek olarak verilebilir. Çalışmanın negatif içselliklerine ise yoğunluğu nedeniyle oluşan yorgunluk ve stresin yol açtığı hastalık, tahammülsüzlük, sabırsızlık veya her türlü olumsuz insan ilişkileri; ortamındaki gerginliklerin yarattığı kaygı ve gerilimler, terfi edememe veya işi kaybetme korkusunun verdiği kaygı ve tedirginlikleri sayabiliriz.

Aynı olay birden çok içsellik veya dışsallık oluşturabilir. Bu açıklamalardan anlıyoruz ki, bir faaliyetin toplum için net etkisini hesaplarken dışsallık ve içselliklerin getiri ve götürülerini göz önüne almadan sadece parasal sonuçlara bakmak yanlış ve eksik olacaktır.

Bunlara niçin değiniyoruz? Çünkü çalışma ve kuralları değiştiğinde beraberinde bu içsellikler ve dışsallıklar da değişeceği için, kapsamlı bir değerlendirmede bunlar mutlaka dikkate alınmalı, işleri robotlar yapınca sadece çalışmama sonucu olası gelirden yoksun kalmayı değil, bunun yanı sıra tüm bu pozitif ve negatif dışsallık ve içselliklerin gördüğü işlevlerin ne olacağı da belirginleştirilmelidir. Maliyet yükleyen negatif dışsallık ve içselliklerin zaten olmaları arzu edilmediği için emeğin robotlarca ikame edilmesi onlar açısından pek bir sorun oluşturmayacaktır. Ancak fayda sağlayan pozitif dışsallık ve içselliklerin yerine nelerin ikame edileceğinin de ayrıntılı düşünülmesi gerekir.

Yapay Zekâ İşlerde İnsana Özgülüğü Ortadan Kaldırıyor mu?

Robotlar ve çalışma hayatı ilişkisine dönecek olursak, modern ekonomilerin emek-yoğun üretimden sermaye yoğun üretime doğru evrildikleri, bu eğilim doğrultusunda yapay zekâ ile destekli olarak çalışan robotların üretim süreçlerinde gittikçe daha çok yer alacağı ve bu yer almanın geçmişte alet ve makinelerinin işgücünün bir kısmını devralmasından çok daha farklı sonuçlara yol açacağı konusunda pek fazla şüphe yok gibi. Buna karşın geçmişte makinelerin insan zekâsının devreye girdiği “nitelikli” işlerden içeri pek giremiyor olmalarına dayanarak robot-baskın üretimin olduğu bir ekonomide insanların makinelerce teslim alınacağı distopyasını yaymanın da fazla “gerçekçi” olmadığını düşünüyorum. Çünkü bu bağlamda sadece üretilen sonuçların hız ve büyüklük bakımından kas veya beyin gücü kullanılan insan yetenekleri ile geçmişle karşılaştırma yapmak çok doğru olmasa gerek. İnsanın kendisinden kat kat daha büyük güçle yapabilen (örneğin araba, vinç …) hatta kendi beden gücüyle hiçbir zaman yapamayacağı işleri yapan (örneğin uçak, füze …) alet ve makineler üretebilme yeteneğinin, bazı olumsuz sonuçları olsa da (kötüye kullanım, savaş ve kirlilik gibi) distopya olarak adlandırılabileceği ve insanoğlunun önüne kalıcı ve çözümsüz sorunlar koyduğu söylenemez. Geniş boyutları olan bu tartışmada emeğin rolünden fazla uzaklaşmamak için alet geliştirmenin işgücünü nasıl etkilediğinin izini sürelim.

Toprağı sürme işini önce kendi kas gücü, sonra at veya öküz benzeri hayvanların yardımıyla ve saban gibi aletler kullanarak, ardından da makinalara devretmede insanların pek sorun yaşamaması gibi elektrik, televizyon, internet, cep telefonu kullanma ve önceleri kulübelerde yaşarken şimdi gökdelenlerde yaşamaya uyum sağlama konusunda da fazla sorun yok gibi. Bu sebeple yapay zekânın sonuçlarının “farklı” olacağı doğru olmakla birlikte bunun insanın tasfiyesine gideceği distopyasının tarihsel örnekleri olmaması yanında mantıksal bir temeli de olmadığı kanaatindeyiz.

İnsanoğlu tarihsel süreç içinde bir yandan yoğun bir mal ve hizmet üretimi gerçekleştirirken diğer yandan o üretimin bireyler arasında dolaşım ve dağılımına dair bir değerler dünyası da inşa etmektedir. Bu kadar çok insanın birbiri ile ilişki kurabilmesi, üretimle eş zamanlı yaygınlaşan bu değerlerin varlığı sayesindedir. Bu bağlamda diyebiliriz ki, insanı diğer canlılardan ayıran sadece sistematik biçimde mal ve hizmet üretme kabiliyeti değil bu kabiliyetin disipline edildiği bir değerler dünyası kurabilmesidir. Bu sayede milyarlarca insan, birbirini görmeden ürettiklerini tüketebiliyor, dil ve kültürü farklı ülkeleri ziyaret edebiliyor, birbirinin sanat, kültür ve entelektüel üretimlerini kendilerine transfer edebiliyorlar.

Emeğin üretimle ilgisine dönecek olursak, aslında şimdiki kurumsal yapıların dönüştürülmesindeki işlevi göz önüne alındığında, niteliksel bir farklılığın olacağı görülmekle birlikte, insanoğlunun ürettiği aletlere yüklediği işlerin büyüklüğü konusunda yapay zekânın etkisinin biraz abartıldığını bile söyleyebiliriz. Bu dönüştürücü etkinin farklılıklarının hakkını teslim etmekle birlikte, büyüklük bakımından fiziksel güç oluşturan aletlerden çok daha ileride olmadığı kanısındayız. Konuyu daha iyi anlatmak için şöyle bir örnek verebiliriz. İnsanoğlu kendi gücü ile kaldıramadığı ağırlıkları kaldırmak için önce ağaçtan manivela, sonra piston ve şimdi dev vinçler icat etmiştir. Bunun ne kadar önemli olduğunu, tek başına henüz vinçler icat edilmeden piramitlerin inşasında dev kayaların oraya nasıl yerleştirildiğine dair ortaya çıkan hayretten bile anlayabiliriz. Bugünün teknolojisi ile o piramitleri inşa etmek artık Laz müteahhitlerin sıradan işi olabilecekken onların birer dünya harikası olarak görülmesi, insanoğlunun yük kaldırma teknolojileri konusunda aldığı mesafeyi gösterir. Yani yük kaldırma gücünü esas alırsak bugün insanoğlu kendisinden kaç kat daha fazla yükü kaldırabilecek düzeyde güce sahip makinelere eşdeğer olacak, (her ne kadar bu ikisi bir ölçek cinsinden karşılaştırılabilir olmasa da) insanın muhakeme gücünü artıran yapay zekâ yazılım ve donanımlarını henüz ya üretilmemiş ya da ancak üretmiş olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Bu demektir ki, kendisinden kat kat fazla işlem gücü olan alet veya makinelere devretme konusunda yapay zekânın sadece uygulama alanı (insan muhayyilesi ve muhasebesi) farkı bulunmaktadır. İnsanlar, makinelere kaldırttıkları ağırlıkların altında kalma riski ile yüzleşmedikleri gibi ömür boyu toplayamayacakları bilgileri saniyeler mertebesinde okuyup değerlendiren bilgisayarların köleleri olmaları için de yeni bir sebep yoktur. Yani zekâ ve strateji gerektiren satranç oyununda bilgisayara yenilmek ile bilek güreşinde yenilmek arasındaki fark, öyle abartıldığı kadar fazla değildir. Bu uygulama alanının farklılığı, ekonomik ve sosyal kurumlar üzerinde şimdiye kadar hiç olmayan bir etkide bulunacak oluyor olması, onu üzerinde düşünmeye değer özgün bir konuma yükseltmesi bir distopya habercisi olarak görülmemelidir. Yapay zekâ ve dijital teknolojilerin etkileri konusundaki bu iyimser yaklaşımımız, gelecek değişimin büyüklüğünün farkında olmamaktan değil, bu olası büyük değişimin ancak çalışma hayatı ve paylaşım konusundaki değerler dünyasındaki köklü bir değişimle dengeleneceğine dair tahminimizden kaynaklanıyor. Nitekim bu yazının konusu da, bu bağlamda olası teknolojik gelişmelerin kurumsal yapılar ve emeğin değerine ilişkin yerleşik sosyal kurumlar ve değerleri nasıl etkileyeceğine dair bir değerlendirme yapmaktır.

Bugüne kadar tarım devrimi, sanayi devrimi, enformasyon devrimi adıyla ifade edilen önce teknolojik ardından sosyo-ekonomik dönüşüm evrelerinde, alet ve makine geliştirilmesi nedeni ile insanın çalışma hayatının dışında kalması, küçük ölçekli ve kısa süreliydi. Küçük ölçeklilik teknolojinin yaygınlaşma hızı ile kısa sürelilik de yeni işlerin ihdas edilebilmesi için gerekli zaman ile sınırlıydı. Yeni teknolojinin girdiği yerlerde kısa süreliğine işsiz olanlar için işsizlik sigortası, açığa çıkan işgücü için yeni gelişen işlere uyum sağlayan beceri geliştirme programları ile sorun çözülüyordu. Bu dönüşümlerin hiçbirinde özellikle kas gücü dışında kalan işlerin tümüyle makinelere devri hiçbir zaman düşünülmüyordu. Otomasyon bandı kendi kendine çalışıyordu ama ne kadar üreteceğine, onu nerelere sevk edilmek üzere hangi ambalajlarda paketlenip hangi kargo şirketine teslim edileceğine insanlar karar veriyordu. Traktör yüzlerce insanın yapacağı işi yapıyordu ama onun hangi araziyi ne zaman işleyeceğine bir insan karar veriyor, fiilen o işi yaparken de onu bir insan kullanıyordu.

Şimdi tüm siparişleri çevrimiçi alıp, talep mekânına göre değerlendiren ve üretim hızına göre önceliklendirip paketleme servisine aktaran ve oradan dağıtım şirketine teslim eden makineler icat edildiğinde veya arazi durumuna göre zaman ayarlı ve otopilotlu traktörler devreye girdiğinde, işlerin insana özgü kısımlarının da yavaş yavaş kaybolmaya başlayacağını göreceğiz. Daha önce insana özgü işler hep olacak, bir alanda makineleşme olunca insana özgü yeni alanları açılıp istihdam bu yeni alanlara kayacak ve böylece üretim sürecinde her zaman insana özgü emeğe ihtiyaç olacak inancı ciddi ciddi savunuluyordu. Artık yapay zekâ ile bu inanç köklü biçimde sarsılmaya başladı. Evet, üretim sürecinde insanlar yine olacak ama bu süreçte ihtiyaç duyulan insanların sayısı, şimdiki gelir getiren istihdam kapsamında düşünüldüğünde ihmal edilebilecek kadar az sayıda olacaktır. Bu bağlamda gelecekte yeni teknolojiler nedeniyle açığa çıkan kitlesel bir emek istihdamını çekecek yeni alanlarının ortaya çıkacağına dair açık bir işaret de göremiyoruz. Mutlaka şimdi bilmediğimiz yeni alanlar ortaya çıkacaktır ama bunların kitlesel istihdam oluşturması olası görülmemektedir. İster inanın ister inanmayın ama iktisat teorisi bize şunu söyler: Eğer makineler insandan daha düşük maliyete üreteceklerse, hasıladan pay almasına vesile olsun diye üretim sürecinde insanı devrede tutmanın, bu yolla herkesi gizli işsiz yapmanın ekonomik olarak bir gereği yoktur. O zaman bırakalım üretimi makineler yapsın, toplum hayatının sürekliliği, güvenliği ve istikrarı için gerekli olan gelirin yeniden dağıtımı için yeni modeller üzerinde düşünmeye başlayalım. Çünkü buna daha çok ihtiyaç olacak. Zira tarih boyunca bunun çok sayıda örneği var.

(Sonraki Yazı: Emek Üretimde Devre Dışı Kalırsa Bölüşüm Nasıl Olacak?)

 

[1] Robotlaşma nötr bir kavram değildir: İnsan için kullanıldığında, insani özellikleri kaybetme çağrışımı nedeni ile olumsuz; makineler için kullanıldığında ise kusursuzlaşma ima ettiği için olumlu içerik taşır. İnsanın robotlaşması istenmeyen, üretimin robotlaşması ise istenen bir özelliktir. Her ne kadar el emeği, olumlu çağrışım yapsa da “el değmeden üretim” daha az kusur içereceği için olumlu değer taşır. Burada robotlaşma el değmeden üretim anlamında kullanılmaktadır.

[2] Bu konuyu başka bir yazıda ele almıştık. Bkz. https://bilimteknik.tubitak.gov.tr/system/files/makale/robotlar.pdf

[3] Bu konudaki örnekler için bkz. Daniel Susskind (2021). Çalışılmayan Bir Dünya, (çev. Taner Gezer) İstanbul: Optimist.

[4] Zaman zaman, örtük biçimde, bazı prestij ve geliri düşük mavi yakalı işleri (başka çaresi olmadığından) “gönüllü” yapacak kişilerin mevcudiyetini temin için isteyen herkese yüksek öğretim imkanı verilmesinin yanlış olduğu bile savunulmaktadır.

Ömer Demir –

2024 mahallî idare seçimlerine az bir süre kaldı. 31 Mart’ta şehirlerimizi yönetecek yeni ekipler belirlenecek. Partiler de kimlerle şehirleri yöneteceklerine dair adaylarını belirlemiş durumda. Sonucun ülkemiz için hayırlı olmasını dileriz. Bu yazıda yerel seçimlerde siyasal partilerin yanında adayların da öne çıkmış olmasının farklı yönlerine işaret edeceğiz.

Yerel seçimlerde aday niteliklerinin daha fazla öne çıktığını, partilerin “hangi adayla seçimi alırız” araştırmaları yaptırdıklarını, bu sebeple de genel seçimlerde çok sık rastlanmayan biçimde adaylık için partiler arası transferlerin arttığını görüyoruz. Bu süreçte halkın teveccühünü kazanmak için aday ve partinin rolünün ne olduğuna bakmak yararlı olacaktır. Sadece adaya odaklanma veya parti merkezli oy vermenin ne tür sonuçlar getireceğine işaret edeceğiz.

Konunun biri seçimlerde seçmenin karar verme, diğeri de politik karar süreçlerinin oluşma tarzı olmak üzere iki yönü var. İki farklı yönden bakılınca manzara farklılaşıyor. Önce politik karar süreçlerinin oluşumunda aday ve partinin rolüne bakalım, ardından bireylerin tercih sürecindeki tutumlarına.

Siyasi Parti Gerekli mi?

Genel olarak insan hayatını etkileyen iki ana karar türünden bahsedebiliriz. Biri, bireylerin kendileri tarafından alınan kararlar, diğeri de topluluk adına verilen kararlar. Bireylerin kendi adlarına karar vermelerinde uyulması gereken kurallar konusunda insanların çok fazla tereddütleri yoktur. Bireyler neyin kendileri için uygun veya doğru olduğuna ikna olurlarsa, o doğrultuda karar verirler. Yanılma ve isabet etme konusunda aralarındaki farklılık, insanlar arası farklılığın doğal bir sonucu olarak görülür. Aynı konuda birbiriyle uyumlu, farklı veya zıt birçok karar, taraflarca büyük bir isteklilikle verilir. Birileri alır diğerleri satar, birileri girer diğerleri çıkar, taraflar memnun olduğu sürece farklı sonuçlar elde edilmesinde bir sorun görülmez.

Fakat topluluk adına karar vermeye geldiğinde işler biraz değişir. Topluluğun lehine veya aleyhine olan kararın ne olduğu konusunda uzlaşmak ve ortak bir fikre ulaşmak bireyin kendisi için karar vermesine göre hem hayli zordur hem de sonuçları çok farklıdır. Bireyin kararlarının olumlu veya olumsuz sonuçlarına, başkalarını etkilese de, ağırlıklı olarak kendisi katlandığı için kişisellik ağır basar. İş, topluluk ile ilgili kararlara geldiğinde, çıkar çatışması büyüyeceği için en uygun kararın ne olduğunun belirlenmesinde bireysel düzeydeki kararlar alınırken kullanılanlardan farklı bir yöntem bulmak gerekir.

Birey iyi kötü, doğrudan veya vekilleri aracılığı ile kendi adına karar verebilir ama topluluk “hayali” bir varlıktır, birey gibi karar veremez, onun adına mutlaka bireylerin karar vermesi gerekir. Bu bireylerin kim olacağı çok çetin bir konudur. Aslında bu konuda bulunan yöntemler çok çeşitli de değildir. Aile ve küçük gruplar içinde daha bilgili ve görgülü olduğu için topluluk adına karar verme yetkisi daha çok yaş itibari ile büyüklere tanınır. Bu çok pratik ve gerekçeleri kolay anlaşılabilir bir tutumdur. Topluluk ölçeği aileden kabileye doğru büyüdükçe, topluluk adına kararların, kişisel özellikleri ile temayüz etmiş kabile önderlerinin vermesi makul bulunmuştur. Bu önderler de genelde soya dayalı olarak belirlenir. Kimlerin daha iyi yönetici olacağı konusundaki tartışmaların evrimi uzun bir konudur. Günümüze gelindiğinde, yüzyıllar boyu kan bağı ile ebeveynden çocuğa geçen topluluk adına karar verme yetkisi (monarşi ve aristokraside olduğu gibi), demokratik yöntemlerin gelişmesi sonucu topluluğun oyları ile seçilen yöneticilere doğru evrilmiştir. Konumuz olan “siyasi parti niçin var” sorusu tam da burada devreye girmektedir. Topluluğun bireylerinin “en uygun karar vericileri” seçmesi için önlerinde bazı seçeneklerin olması gerekir. Günümüzde bu seçenekleri büyük ölçüde siyasi partiler vücuda getirmektedir.

Siyasi partilerin bu bağlamda iki temel işlevi vardır. İlki, illerde ve ilçelerde örgütlenen siyasi partiler, ülke içindeki imkân, duyarlılık, beklenti ve algıların tespitini mümkün kılacak etkili iletişim kanalları oluştururlar. Bu yolla toplumun farklı kesimlerinin ihtiyaç ve beklentilerini tespit eder ve bunları esas alan politikalar oluştururlar. Böylece farklı toplumsal kesimlere hitap eden farklı siyasi partiler ortaya çıkar.

İkincisi, partiler ülkenin en ücra köşelerine kadar yayılan parti teşkilatları oluştururken kullandıkları geniş insan havuzu ile kendilerine yetki verildiğinde vaatlerini kimlerle yerine getireceklerine dair de bir nevi kadro tanıtımı yaparlar. Farklı siyasi partilerin teşekkülü sonucu, toplumda belli başlı düşünme biçimleri ve sorunlara çözüm önerileri gruplanmış ve örgütlenmiş olur. Böylece her grup, kendilerine yetki verildiğinde hangi sorunlara odaklanacaklarını, ne tür çözüm önerileri düşündüklerini ve bu çözüm önerilerini hangi kadrolar ile hayata geçireceklerini göstermiş olurlar. Her bir seçmen de, bulunduğu yerdeki parti temsilcilerine baktığında, onlarla diyaloğa geçtiğinde oyunu kime verirse daha uygun olacağı konusunda doğrudan ve somut bir iletişim kanalına kavuşmuş olur. Böylece siyasi partiler hem geniş kitleler arasından seçilmiş temsilcileri yoluyla süzülerek gelen sorun ve beklentileri tespit etme hem de iktidara geldiklerinde önerilerini kimlerle hayata geçireceklerini kitlelere iletme fırsatı bulurlar.

Bireyler için bu siyasi parti kimliği, vaatlerin gerçekçiliği ve yerine getirilmesinin münferit kişilerden ziyade kişilerden bağımsız görece istikrarlı bir tüzel kişiliğin olması nedeniyle önemli bir güvence oluşturur. Vaatler ve onları hayata geçirecek siyasi partiler, onları dile getiren tekil bireylerin değil, benzer düşünen birçok bireyin yer aldığı, kendi içinde karar mekanizmaları olan bireyler topluluğunun ortak projesi haline gelir. Böylece seçilen birey, sözünde durmaz ise veya vaatlerine zıt işler yaparsa onu da denetleyecek bir tüzel kişilik oluşturulmuş olur. Bu yolla sahada vaatleri dile getiren parti adayları çekilse, hastalansa ya da ölse bile o politikaların sahibi olan parti aynı politikaları sürdürecek yeni kişiler görevlendireceği için çözüm çabalarının sürdürülebilirliği sağlanır. Bu, aynı zamanda yönetici adaylarının can güvenliği açısından iyi bir emniyet supabı olarak görülebilir. Yönetime talip olan adaylar kadar, partiler de bu sürecin ana parçası olarak bir nevi psikolojik garantiler oluştururlar ve dolayısı ile kendi adaylarına yöneltilecek suikast, alıkoyma ve diğer eylemler (tehdit, şantaj) ile partinin önünün kesilmesi çok zor olur. Çünkü parti aynı ideallere sahip çok daha geniş bir insan havuzuna sahip olduğundan bireylerin teker teker ortadan kaldırılmaları hem mümkün olmaz hem de rasyonel değildir. Hâlbuki iktidarın soy yoluyla aktarılmasında hanedanın tüm üyeleri can korkusu yaşar. İktidarın tek bir bireyin elinde toplandığı totaliter yönetimlerde de aynı durum söz konusudur. O yüzden totaliter yönetimlerde lider çekildiğinde yeniden bir totaliter lider gücünü konsolide etmez ise (çok büyük bir ihtimaldir) toplum büyük bir ihtimalle kaosa sürüklenir.

Sonuç olarak siyasal parti, toplumdan yönetim için yetki talep ederken, geleneksel ya da kabile tarzı yönetimlerde olduğu gibi, birkaç kişinin kişisel yeteneklerini değil, oluşturulan bu kolektif süreçlerin sağladığı bir tüzel kişiliği topluma muhatap olarak sunar. Seçmene, vaat edilen işlerin yapılması konusunda üstün yetkilerle/yeteneklerle donatılmış bir bireyle değil, bir kurumsal yapı ile iletişime geçebileceğinin güvencesi verilir. Böylece toplum, hem sorunların tespitinde geniş tabanın görüşlerini alma hem de yönetici seçiminde geniş bir yetenekli insan havuzundan yararlanarak tercihlerini yapma konusunda tek tek bireylere göre daha güvenilir bir karar sürecine kavuşmuş olur. Siyasal parti oluşturarak seçime gitme mantığının arkasında bu tarz basit bir düşünce olduğu söylenebilir.

Bu, olayın seçim ve siyasal parti sistemi oluşturma yönünü ifade eder. Bir de bu ulusal süreçte bireylerin karar verme mekanizmalarının arka planına bakmak gerekir.

Halo Etkisi ile Davranan Rasyonel Cahil Seçmen

Başlıkta iki kavram geçiyor, önce onları açıklayalım. Halo etkisi, bir insanın sahip olduğu olumlu ya da olumsuz bir özelliğinin, onunla ilgili genel bir yargının oluşmasına ve diğer özelliklerinin bu çerçevede değerlendirilmesine yol açmasıdır. Rasyonel cahillik ise rasyonel bir bireyin bilginin edinilmesinde onu “elde etmenin maliyeti” ile ona “sahip olmanın sağlayacağı fayda”yı karşılaştırarak bilgi edinme maliyetinin ona sahip olmanın sağlayacağı faydayı aşması hâlinde, bilinçli olarak o bilgiden yoksun kalmayı tercih etmesi durumudur.

Denebilir ki, “siyasal partilerin adaylarının yarıştığı ortamlarda bireylerin karar süreçlerini büyük ölçüde rasyonel cahil tutumla halo etkisi şekillendirir. Seçmen rasyonel cahil tutum takınır, çünkü kullandığı oyun sistem içinde nihai kararın verilmesi ve yönetici kadronun belirlenmesinde etkisinin çok sınırlı olduğunun farkındadır. Yüzlerce, binlerce veya milyonlarca seçmenden birisidir. Nihai karar tek başına kendi tercihine bağlı değildir. Oy kullanması veya kullanmamasının etkisinin çok sınırlı olduğunun farkındadır.[1] Vatandaşlık bilinci ve sorumluluğu söylemlerinin gücü bu farkındalığı ortadan kaldırmaya yetmez. Dolayısı ile kullanacağı oyun belirleyiciliği düşük olduğu için kendisine çok zahmet yüklemeyecek bir karar verme metodunu tercih eder.

Her bir siyasi partinin vaatlerinin gerçekçiliği, o vaatleri yerine getirmek için gerekli kaynakların mevcut şartlar altında temin edilebilirliği ve bu işi yapacak potansiyel kadroların yeterliliğinin tespiti, ancak onlarca uzmanın üzerinde çalışıp karar verebilecekleri çok zor ve maliyetli bir iştir. Bütün vaatlerin ve adayların tek tek incelenmesi ve her birinin olabilirliğinin tespiti için gerekli teknik donanıma sahip olup olmama bir yana, altyapı müsait olsa bile bu için gerekli zaman ve emeği harcamayı maliyet olarak düşündüğümüzde etkisi çok sınırlı olacak bir oy için her bir seçmenin bu maliyetlere katlanmasını beklemek hiç de rasyonel değildir. Bu sebeple rasyonel seçmen, birçok detaylı bilgiyi edinmek ve onlar arasında karşılaştırma yapmak yerine sınırlı bilgi ile karar vermeyi yeğler. Bunun sonucunda da, çoğunlukla, görünürlüğü fazla olan parti liderleri veya adayların fiziksel özelliklerine odaklanır. Güzel konuşma bunların başında gelir. Ancak güzel konuşma, başarılı ekipler kurma, isabetli kararlar alma, sözünde harfiyen durmanın, kısaca yaptığı seçim vaatlerinin gerçekçiliğinin bir garantisi olamaz. Öyle olsaydı tüm seçimleri, kitleleri ekranlara kilitleyen, her türlü rolü başarı ile oynayan tiyatrocu veya oyuncuların kazanması gerekirdi. Oysa iyi giyim, güler yüz ve güzel sözlerle kitlelerle başarılı bir iletişim kurabilmek, büyük maliyetler gerektiren vaatlerin hangi maddi kaynaklarla hangi ekiplerle yerine getirileceği konusunda yeterli bir bilgi vermediği gibi bunların ilgilinin hakiki düşünceleri olduğuna dair bir güvence de içermez. Ancak seçmen, halo etkisi ile, düzgün konuşabilen, iyi iletişimi olan bir aday bile belirleyemeyen bir siyasi partinin diğer vaatlerinin de düzgün olamayacağı sonucuna varan çok basit bir muhakeme yürütür. Yani tersinden, seçmenin ‘bu aday konuşmayı beceremiyor ama sorun çözme kabiliyeti süper’ biçiminde düşünmesi için bir sebep yoktur. Bu şekilde öne çıkan aday portrelerine, reklam filmlerine bakarak oy verme kararını şekillendiren seçmenin bu davranışında fazla bir yanlışlık olduğu söylenemez. Tam da bu sebeple doğru düzgün bir reklam filmi çekemeyen bir partinin çok çok düzgün bir yönetim sergileyeceğini düşünmek için de bir sebep yoktur. Filmi çekemeyen icraatı nasıl yapacak!

Toparlayacak olursak, seçmenin parti programları ve diğer belgeleri dikkatlice inceleyip karar vermek yerine kolay değerlendirilebilecek, adayların kişisel özelliklerine odaklanması gayet rasyonel bir tutumdur. Bunu yaptığı için seçmen duyarsızlıkla suçlanamaz. Bu doğru olmakla birlikte belediye başkanı seçimlerinin “üstün” kişisel özelliklere sahip aday merkezli yürütülmesi, siyasal partilerin temel meşruiyet kaynağı olan toplum önüne kurumsal yapıları ile çıkmaları gerekliliği ile uyuşmamaktadır. Yönetme yetkisi verilirse nelerin, kiminle ve nasıl yapılacağını, üzerinde ince ince çalışılmış bir program ile belirlemesi, siyasi partilerin temel var olma gerekçedir. O sebeple mahalli seçimlerde tüm tartışmaların başkan adaylarının kişisel nitelikleri üzerinden yapılması, aslında siyasi partilerin toplumsal taban oluşturma konusundaki zafiyetlerinin bir sonucu olarak görülebilir. Ön tespit ve araştırmaları yeterince yapılarak parti programına girmemiş vaatler ile adayların temel kişilik özellikleri (dürüstlük, doğru sözlülük, toplum yararını düşünmek vb.) hatta isim veya soy isimleri ile kafiyeli sloganları öne çıkaran bir seçim kampanyasını, bir nevi kabileciliğe dönüş olarak niteleyebiliriz.

Bu bağlamda seçimlerde bir siyasal partinin ideallerini hayata geçirmeye aday uygun aktör olarak değil de, sahip olduğu “üstün” kişilik özelliklerini öne sürerek kitlelerin karşısına çıkan adayların modern bir yönetici değil, birer “kabile reisi” olmaya öykündüklerini söylemek çok yanlış olmaz. Ancak burada hassas bir denge söz konusudur. Seçmen, karar vermenin işlem maliyetlerini düşürmek için partiye mutlak sadakat gösterip adaylara hiç dikkat etmemeye (kim aday gösterilirse oy vermeye) veya partiyi göz ardı edip sadece adaylara odaklanmaya zorlanmamalıdır. Seçmen tercihlerinde sağladığı kurumsal güvence nedeniyle siyasal parti kimliği önemlidir, zira modern toplumun sorunlarını çözmek için “üstün” yetenekli liderlere değil, iyi çalışan kurumsal yapılara ve o yapıları çalıştıracak rasyonel ve sağduyulu yöneticilere ihtiyaç vardır. Öte yandan aday da önemlidir zira aday siyasi partinin kurumsal karar süreçlerinin ne kadar isabetli işlediğine dair güçlü bir gösterge niteliğindedir. Bu bağlamda seçmenin istikrar beklentisi ve kurumsal kapasiteye güveninin göstergesi olan parti sadakatinin istismarı anlamına gelen özensiz aday belirlemenin, sadece seçim kaybetme değil aynı zamanda demokrasinin sağlıklı işlemesi için esas birimin liderler değil kurumsallaşmış siyasal partiler olmasına dönük kültürün aşınmasına yol açacağını da unutmamak gerekir. Bunda ısrar edilirse, yerel düzeyde demokratik katılımın anlamsızlaşması sorunu ile de baş başa kalınabilir. Bu da seçime katılım oranını azaltır ve demokratik seçime güveni aşındırır ki bundan kaçınmak sağlıklı bir demokrasinin işlemesi için gereklidir.

[1] Aslında çok kişinin oyuyla seçilen adaylar da bu durumun gayet farkındadır. Oy toplarken herkesin oyunun önemli olduğunu vurgular ancak seçildikten sonra tutum değiştirirler. Her alanda kitlesel seçimle kazanan adaylar, her bir seçmenin tek tek ele alındığında, kendisinin seçimindeki rolünün ve etkisinin göz ardı edilecek ve dikkate dahi alınmayacak kadar az olduğunu bildikleri için onlara minnet duygusu değil, patronluk tavrı geliştirirler. Ünal Gündoğan bu duruma rasyonel patron etkisi diyebileceğimizi söyler.

 Ömer Akpınar –

Bir şarkı iki millet! Biz, bir millet iki devlet deriz oysa. Hem coğrafi hem de kültürel, Azerbaycan ve Türkiye’den birbirine daha yakın iki Slav halk olan Ukraynalılar ve Ruslar, Türkler gibi tek kaderin ortak paydaşları olarak görmediler kendilerini. Gerçekten de öyle değiller. Japonya’ya sınır Kamçatka’daki Rus, Polonya’ya sınır Liviv’deki Ukraynalıyla aynı kadere inanmadı. Ama iki halk da aynı şarkıya, aynı Slav güzeli Katyuşa’ya inandı. Çünkü asker vatanını korurken Katyuşa ise aşkını içinde sakladı (Пустьонземлюбережетродную, А любовьКатюшасбережет).[1]

24 Şubat 2022 tarihinde Rusya tüm Ukrayna’yı işgale kalkıştı. “Katyuşa sadece Rus askerinin aşkını içinde taşır” diyen Vladimir Putin, Rus ordusuna doğrudan Ukrayna’nın başkenti Kiev’e saldırma emri verdi. Böylece dünya, nihai hedefi hâlâ meçhul olan Rus işgal girişimine şahit oldu. Ukraynalı Katyuşa da asker yolu beklerim dedi ve Ukrayna direndi. Savaşın başlamasının üzerinden tam iki yıl geçti. Üçüncü yılına giren savaşın öngörülebilir bir zamanda bitmesi mümkün gözükmemektedir. Savaşla geçen iki yılın bir analize ihtiyacı olduğu muhakkaktır. Bu sebeple, bu yazıyla, Rusya-Ukrayna savaşı, savaşın mevcut gidişatı temel alınarak incelenmiştir.

Savaşta Mevcut Durum

Savaş Rusya’nın lehine ama dengede gitmektedir. Rus ordusunun, tüm istatistiklerde dünyanın ikinci büyük ordusu olarak gösterilmesine rağmen, Ukrayna karşısında önemli bir başarı elde ettiği söylenemez. Kesin rakamlar belli olmamakla birlikte Rusya’nın 300.000 ve Ukrayna’nın 300.000 olmak üzere toplam 600.000 civarı askerinin savaş dışı (ölü veya yaralı) olduğu tahmin edilmektedir. Oryx[2] sitesinin fotoğraflarla ispatlı verilerine göre, Rus ordusuna ait 14.516 araç imha edilmiş veya ele geçirilmiştir. Bunların 2.754’ü tanktır. Buna karşılık Ukrayna’nın kara savaş aracı kaybı 748’i tank olmak üzere 5.213’tür.Yine aynı sitenin verilerine göre Rusya 539, Ukrayna ise 325 uçak ve helikopter kaybetti. Rusya’nın en ciddi kaybıysa denizde oldu. Rusya’nın Karadeniz donanması 16 savaş gemisini kaybetti. Bunlara bayrak gemisi (kruvazör) Moskva, 1 adet denizaltı ve 2015 yılında yaşadığımız uçak krizinden sonra İstanbul Boğazından geçerken bir askerin üstünde füzeyle şov yaptığı CeaserKunikov çıkarma gemisi de dahildir. Diğer yandan Ukrayna’nın kaybı 27 gemidir. Bu gemilerin 17’sine doğrudan el konulmuştur. Tekrar etmek gerekirse yukarıdaki sayıların tamamı fotoğraflarla ispatlıdır. Yani gerçek sayılar çok daha fazladır.

Rusya bir referandumla Ukrayna’nın dört bölgesini (Herson, Zaporijya, Donetsk ve Luhansk) topraklarına kattığını duyurmuştu. Şu haliyle Rusya, bu dört bölgede, yüzde yüz kontrole sahip değildir. Buna karşılık Ukrayna’nın geçen yıl planladığı taarruz harekâtı da başarılı olamadı. Azak Denizine ulaşamayan Ukrayna, son günlerde Avdivka gibi 2014 yılından beri istihkam ettiği kasabaları kaybetmeye başladı. Ukrayna bu tür kayıpları taktiksel çekilme olarak sunarken Moskova büyük zafer anlatısına dönüştürüyor. Esasındaysa bu al ver durumu ne taktiksel ne de zaferdir. Yenişemeyen iki ordunun birbirini yıpratma çabasıdır. Ancak stratejik öneme sahip bölgeler savaşın gidişatını değiştirme potansiyeline sahiptir. Mesela Bahmut, Soledar, Liman, İzyum ve son olarak Avdivka önemli stratejik bölgelerdir. Bazen demir yollarının, bazen kara yollarının, zaman zaman da coğrafi şekil olarak ovaya açılan yükseltilerin veya nehir kenarlarının yerleri olan bu stratejik bölgeler son zamanlarda Rusya lehine el değiştirmektedir.

Savaşta Ukrayna’nın Sorunları

Savaşın başladığı ilk günde Volodimir Zelenski’nin kurmaylarıyla birlikte cep telefonu kullanarak çektiği 30 saniyelik “biz buradayız” videosu[3] Ukrayna’nın teslim olmayacağını gösterdi ve tüm ülke tam kapasite savunmaya geçti. Bugüne geldiğimizde Ukrayna’da büyük değişiklikler oldu. Rusya çekilmek zorunda kaldı. Ukrayna bu cesaretle Kırım dâhil tüm ülkeyi işgalden kurtarmaya girişti. Ancak başarılı olamadı. Ukrayna’nın taarruzda tamamen başarılı olamamasını şu sebeplerle açıklayabiliriz.

İlk olarak Batı askerî desteği Ukrayna’nın ihtiyaç duyduğu ölçüde gelmedi. Ukrayna Savunma Bakanı Rüstem Umerov (Kırım Tatarı) Ukrayna’ya vaat edilen silahın zamanında ve söz verilen miktarda gelmediğini söyledi. Hatta bazı kaynaklar söz verilen silahların yarısının dahi Ukrayna’ya ulaşmadığını belirtiyor. Örneğin 300 km menzilli HIMARS roket sistemleri savaşın ortalarında gidişatı değiştirmişti. Özellikle parça tesirli mermileri Rus güçlerine büyük kayıplar verdirmiş ve Rusya’nın derinliklerde savunma yapmasına sebep olmuştu. Aynı şekilde yeterince tank desteğinin olmaması, Ukrayna’nın ısrarla talep ettiği F-16’ların verilmemesi gibi sebepler Ukrayna’nın savaşta zafiyet göstermesine sebep olmuştur. Bugün normal piyade mermisinin ikmalinde dahi sıkıntı yaşandığı söylenmektedir. Hatta kimi kaynaklar top atışlarında bire on Rusya’nın üstünlüğü olduğunu söylemektedir. Askerlik yapan herkes bilir ki cephede tek üstünlük ateş üstünlüğüdür. Bugün bu üstünlük tartışmasız Rusya’nın elindedir.

İkinci olarak coğrafi ve ekonomik nedenler Ukrayna’nın başarısında olumsuz etkendir. Ülke doğal savunma için dağ, deniz ve derin platolara sahip değildir. Ayrıca ülke batıdan doğuya doğru uzanmaktadır. Desti Kıpçak olarak bilinen bu coğrafya ne kadar verimliyse o kadar korumasızdır. Ayrıca önemli sanayi merkezleri savaş bölgesindedir. Ülkenin önemli üretim merkezlerinin ve limanlarının uzun süre işgal altında kalması Ukrayna’nın hem ekonomisine hem de askerî lojistiğine büyük darbe vurdu. Yaklaşık 1.200 km’lik cephe hattının ikmali Ukrayna için mümkün olmadı. Çünkü savaş doğuya kaydıkça arazi yükselmekte, Dinyeper nehri dâhil bazı doğal engeller ortaya çıkmakta, arazi sulak hale geldiğinden ağır askeri araçların hareket kabiliyeti azalmaktadır. Savaşın sürdüğü bölge Ukrayna’nın merkezine ve Batısına çok uzaktır. Oysa Rusya bu bölgeye yakın olduğu için daha kısa sürede lojistik sağlamaktadır. Savaşın ilk zamanlarında ihracatı tamamen duran Ukrayna doğudaki tahıl depolarını da Rusya’ya kaptırmış ve en önemli ihracat kalemi olan tahıl ihracatı büyük kayba neden olmuştur. Ülkenin gayri safi milli hasılası IMF verilerine göre 200 milyar dolardan 160 milyar dolara düşmüştür.

Üçüncü olarak insan faktörü Ukrayna’da önemli bir sorundur. Ukrayna SSCB’den 1991 yılında ayrıldığında nüfusu 53 milyondu. 602.000 km2’lik bir Avrupa ülkesi için dengede bir durum söz konusuydu. Ancak bu sayı 35 milyona kadar düştü. Savaş öncesi Ukrayna tekrardan toparlanma sürecine girmiş, yurt dışına giden insanlar geri gelmeye başlamış ve nüfus 42 milyona yaklaşmıştı. Ancak savaşla tekrar ülkeden kaçış başladı. Özellikle savaş bölgesindeki nüfusun kaybı ve diğer nüfus hareketleriyle ülke nüfusu 29 milyona kadar geriledi. Nüfustaki bu değişiklik sadece kadın, çocuk ve yaşlıların ülkeyi terk etmesiyle değil savaşma gücü olan erkeklerin de kaçması sonucu oluştu. Savaşma gücü ve yaşı olan erkeklerin ülkeden çıkışı normalde yasak. Ancak yolsuzluklar savaş sürecinde de devam etti.

Dördüncü olarak ülkedeki yolsuzluk düzeni sona erdirilemedi. Özellikle para karşılığı askerliğe uygun olunmadığına dair raporlar bazı olağanüstü tedbirlerin alınmasına sebep oldu. Hatta bazı üst düzey siyasi ve bürokratların cephedeki askerlerin gıda ihtiyacını karşılamada yolsuzluk yaptığının tespiti Savunma Bakanı Oleksii Reznikov’ukoltuğundan etti. Yerine 1982 Özbekistan doğumlu Müslüman Kırım Tatarı RustemUmerov atandı. Ayrıca Ukrayna Parlâmentosu (VerkovnaRada) savaş yolsuzluğunun vatana ihanet olduğuna dair kanun çıkardı. Ancak Ukrayna ordusundan henüz bir Halit Paşa çıkmış değil.[4]

Son olarak askerî durum Ukrayna’da büyük sorun oluşturmaktadır. İki yıldır cephede savaşan asker yıprandı. Orduda bir bıkkınlık söz konusu. En azından, bir süre, savaşa ara vermek isteyen askerlerin yerine yeni birlikler sevk edilememektedir. Askere alım ve eğitim sorunu Ukrayna tarafından henüz çözülmüş değil. Bu sorunu çözmek için bazı yasalar devreye konulmaktadır. Yurt dışından ülkeye dönecek olanlara soruşturmaların yapılmaması, çifte vatandaşlık önündeki engelin kaldırılması gibi birkaç yasal adım atıldı. Bir ara kadınların da orduya zorunlu alınacağı söylentisi çıktı ancak hükûmet bu söylentiyi reddetti.

Bir noktayı daha burada belirtmek gerekir: O da Ukrayna Genel Kurmay Başkanı Valeri Zalujni’nin görevden alınmasıdır. Barış zamanında bile kriz çıkaracak bir olayı Zelenski yumuşak bir şekilde atlattı. Sebebin savaştaki yaklaşım farkı olduğu söyleniyor. Times’a kapak olan ve “Demir General” olarak bilinen Zalujni 1973 doğumlu genç bir general. Kiev savunmasının ve karşı taarruzun mimarı. Milliyetçi çevrelerin hayran olduğu bir isim. İddia edildiğine göre, özellikle Bahmut savunmasında çekilme taraftarıydı. Hâlbuki Zelenski savunmada ısrar etti. Ayrıca Zalujni Zelenski’nin iktidarını gölgeliyordu deniliyor. Geleceğin cumhurbaşkanı gözüyle bakılıyordu. Zelenski’nin görevden alarak onu tasfiye ettiği söyleniyor. Zalujni yerine Kara Kuvvetleri Komutanı Oleksander Siyrski atandı. Siyrski’yi şahsen 2019’dan beri takip ederim. İlginç bir kişilik. Spor hastası. Çalıştığı her karargâha spor salonu yaptırır ve body yapar. 2019’da Zelenski’nin cumhurbaşkanı seçilmesinden çok hoşnut değildi. Çünkü Zelenski Donbas sorunu için çözüm taraftarıydı ve Minsk sürecinin işlemesini, Rusya ile anlaşmak gerektiğini savunuyordu. Siyrski o dönemde Donbas bölgesindeki kuvvetlerin komutanıydı. Sakin kişiliğine rağmen aşırı milliyetçi bir insan olan General, Rusya’yla olası bir ateşkese uymayacağını ve savaşa devam edeceğini ilan etmişti.

Savaşta Ukrayna’nın Başarısı

Ukrayna, yüz yıl sürecek millet olma sürecini bu savaşla birkaç yılda gerçekleştiriyor. Parlâmentoda parmak saymayla kurulmuş ülkelerin, maalesef, sonraki nesle büyük acıları miras bıraktığı tarihi bir gerçektir. Ukrayna eski Sovyet ülkeleri içinde, Azerbaycan’dan sonra –Karabağ savaşları sebebiyle- millet ve devlet yaratma fırsatını yakalamış ülkedir. Bu sebeple, bu savaş nasıl biterse bitsin tarih sahnesine çıkmış bir Ukrayna milleti ve Ukrayna devleti vardır. Bu millet ve devlet modern kodların hâkim olduğu tarih boyunca varlığını sürdürecektir. Bugün ülkenin yaklaşık %18’i işgal altında olsa da bu durum değişmez. Hatta değil 602.000 km2’lik ülke, 10 km2 dahi kalsa artık bir Ukrayna devleti ve Ukrayna milleti vardır.

Savaş sürecinde görünen şu ki Ukrayna çok akıllıca savaşmaktadır. Savaşta kullandığı teknikler harp tarihinde önemli bir yere sahip olacaktır. Yeni savaş tekniklerinde şüphesiz Türk kurmay zekâsının etkisini inkâr etmemek lazım. Hatta Karabağ savaşını iyi okuyan Ukrayna, Türkiye’den Bayraktar TB2 gibi araçların kullanımıyla yeni bir savaş konsepti sunmaktadır. Örnek vermek gerekirse Bayraktar TB2’yle havadaki helikopteri vurmaları konvansiyonel savaş teknik ve araçlarının yeniden gözden geçirilmesi gerektiğini bize bildirmektedir. Birkaç milyon dolarlık iki füzeyle 1 miyar dolarlık Moskova gemisini batırmak apayrı bir zekâdır.

Ukrayna savaş sürecinde siyasetini, ekonomisini ve devlet yapısını Batı tarzı devlet yapısına hızla dönüştürmektedir. AB, NATO vd. kurumları modelleyen Ukrayna eski Sovyet’ten kalma işlevsiz kurum ve organizasyonlarından hızla kurtulmaktadır. Bu süreçte eski oligarklar ayak bağı olamamaktadır. Çünkü savaş sürecinde alınan siyasi kararların önceliği memleket olmaktadır. Böylece ülkenin en kötü durumunda dahi işleyecek kurumlar inşa edilmektedir.

Ukrayna’nın bir diğer kazancı da savaş sürecinde demokrasisini geliştirmesidir. Zelenski savaş gerekçesiyle meclisi (Rada) kapatmadı. Hatta meclis tüm süreçlerde çok aktifti. Muhalefet dâhil meclisin tüm bileşenleri varlık-yokluk mücadelesine girdi. Bu esnada yürütmeye sert eleştiriler de yapıldı. Özellikle yolsuzluklar konusunda ortaya konulan siyaset bazı bakanların ve üst düzey bürokratların işlerinden olmasına sebep oldu. Böylece Ukrayna siyasi iklim olarak Rusya’dan tamamen koptu. Kendi içinde daha demokratik ve esnek, daha çok kamu yararını gözeten, sorunları memleket meselesi boyutuna taşıyabilen siyaset yapma becerisine kavuştu.

Sonuç Yerine

Üçüncü yılında bu savaşı analiz ederken iki cepheyi daha incelemek gerekir. Bunlardan birincisi Rusya diğeri ise Türkiye’dir. Wagner lideri Yevgeni Prigojin ve Rus muhalif lider Aleksey Navalni’nin öldürülmesini yaşayan, diğer yandan iki drona karşı çaresiz kalıp denizaltısını bile koruyamayan Rusya, bütün bunlar olurken Karadeniz’de mutlak egemenliğini ilan eden Türkiye!

Ukrayna kelime anlamı olarak kray’dan(край), yani sınırdan gelmektedir. “U” Rusçada civar anlamındadır. Yani Ukrayna “sınır civarı” demektir. Ukraynacada ise kray ülke demektir. İki tanımdan biz Ukrayna ismini “serhat” olarak çevirebiliriz. Serhatte çarpışan iki ordu tarihte ilk kez iki farklı Katyuşa’nın şarkısını dinlemektedir. Çünkü Katyuşa’nın söylediği şarkı uzak sınırdaki askere selam söyler. Tolstoy her evin hüznünü mutluluklarıyla birlikte dört duvara hapsetmişti. Biz de şarkıyı savaş bitene kadar susturalım ve Tolstoy gibi lirizmi mahreme gömerek şöyle söyleyelim: Her milletin Katyuşası kendine!

[1]https://www.youtube.com/watch?v=7J__ZdvsZaE

[2]https://www.oryxspioenkop.com/

[3]https://www.youtube.com/watch?v=u0-Yeqh4PFY

[4] Erzurum Narmanlı biri olarak Halit Paşa hikayeleriyle büyüdüm. Halit Paşa bizim coğrafyada evliya gibi anılır ve bir efsanedir. Efsaneye göre Halit Paşa’nın iki tabancası vardır. Biri düşman için diğeri de savaştan kaçan bizim asker içindir. Denir ki, savaştan kaçan askerleri vurduğu silahın adı “namussuz”dur.

Ahmet Tıktık –

Mümkün fakat zor. Neden zor olduğunu bu makalede değerlendirmeye çalışacağım.

Önce Türkiye ekonomisinin yüzyıllık yumuşak karnı olan cari işlemler açığından başlamak istiyorum.

2006 yılında 9. Kalkınma Planını hazırlarken gelecek 7 yıllık dönemde çeşitli büyüme hedeflerinin ima ettiği makroekonomik görünüme baktığımızda şöyle bir tablo ile karşılaştık. Aslında bu tablo bizim için çok da sürpriz değildi ama sürdürebilirlik açısından önemliydi: Türkiye ekonomisi büyümek zorunda, kişi başına düşen geliri artırmak için büyümek zorunda. Her sene piyasasına giren bir milyon genci istihdam etmek için büyümek zorunda. Ama şöyle bir problemimiz var: Ekonomide ne zaman yüksek büyüme gerçekleştirsek, bu büyüme ithalat gereğini artırmakta ve bu da bizi kronik olarak cari işlemler dengesi açığı ve bu açığın finansmanı sorunu ile karşı karşıya bırakmaktadır. Cari açığın orta-uzun vadede sürdürülebilirliği, makroekonomik temeller açısından bir kırılganlık unsurudur. Bu kırılganlığın enflasyon, faiz, kur ve ücretler gibi temel makro fiyatlar üzerine sonuçları olmuştur. Bu da ekonominin yönetimini zorlaştırmakta ve kalkınma yolunda sağlıklı bir süreci engellemektedir. Korkumuz ve çekindiğimiz patika bu idi.

Peki, çözüm ne olabilirdi? Çözümü işte o süreçte bulduk: İhraç ettiğimiz malların ortalama kilo başına değerinin daha yukarılara, başka bir deyişle daha teknoloji yoğun ürün kompozisyonuna doğru evrilmesini sağlamak.

Geriye dönüp baktığımızda ihracatımızın ortalama kilo başına değeri 1,3 – 1,5 dolar civarında gerçekleşmiş. Yani ihraç mallarımızın teknolojik yoğunluğunda fazla bir gelişme sağlayamamışız.

Bu makalede, imalat sanayinin üretim ve ihracat yapısının, değer zincirinin daha üst halkalara evrilmesi için atmamız gereken adımları paylaşmak istiyorum. Bunu yapmadan önce, Cumhuriyetin birinci yüzyılında gerçekleştirdiğimiz gelişmeyi ve kısıtlarımızı paylaşacağım. Bunu yaparken de kalkınma performansımızı, sanayideki gelişme örneğinde ele alacağım. Tabii kalkınma çok boyutlu ve uzun bir süreç. Diğer boyutlara ve bunların zaman içindeki evrimlerine bu makalede değinmeyeceğim.

Cumhuriyet döneminde ekonomik ve sosyal alanda gösterdiğimiz gelişmeyi yadsıyamayız. Cumhuriyetin başlangıcındaki el işçiliğine dayalı küçük atölyeler ve işletmelerden şimdiki kapasitelere gelmişiz. Geçtiğimiz yüzyılda, sanayinin çeşitli dallarında gıdadan tekstile, tekstilden ağaç mobilyaya, sonra kâğıt, gübre, çimento, demir çelik, beyaz eşya, otomotiv ve elektroniğe kadar önemli kapasiteler oluşturmuşuz. Bu kapasitelerle hem iç talebi karşılıyoruz hem de global pazarlarda rekabet ederek 200’ü aşkın ülkeye ihracat yapıyoruz.

Fakat ekonomimizin önemli bir yapısal özelliği var, o da ithalata bağımlılığımız. İthalata bağımlılığımızın da iki boyutu var: Birincisi enerji bağımlılığımız. Toplam kullandığımız enerjinin %70-75’ini ithal etmek zorundayız. Bunun için de döviz bulmamız lazım. İkincisi ise ekonominin çeşitli sektörlerinin üretim sürecinde ithal girdi ihtiyacı ve bağımlılığı. Özellikle sanayi sektörünün üretim sürecinde demir-çelikten kimyaya, kimyadan ilaca, hatta bazı gıda sektörlerine kadar ara girdiyi ithal etmek durumundayız. Mesela ham yağ üretimi iç talebi karşılamaya yetmiyor. Türkiye’de bitkisel yağ üretmek için ham yağ ithalatı yapıyoruz. Bu yapıyla daha çok üretim ve dolayısıyla daha çok büyüme ithalatı uyarmaktadır. Bu da bizi cari işlemler açığıyla karşı karşıya bırakmaktadır.

Burada teknik tabirle cari işlemler açığını kabaca şöyle tanımlamak istiyorum: Dış dünyadan aldığımız mal ve hizmet giderlerinin, dış dünyaya sattığımız mal ve hizmet getirilerinden büyük olması. Bu kronik bir mesele. Yani Cumhuriyetin ilk yüzyılında Türkiye ekonomisi tarihi, cari işlemler açığı tarihi dersek çok yanlış olmaz. Geçtiğimiz yüzyıl boyunca toplamda 23 yıl fazla vermişiz. Diğer bir deyişle 100 yıl içinde sadece 23 yıl toplam döviz gelirlerimiz, döviz giderlerinden fazla olmuş. O da çoğu zaman ya ekonomide daralma ya da 2. Dünya Savaşı dönemlerinde gerçekleşmiş. Buna karşılık bu dönemin çoğunda (77 yıl) açık vermişiz. Bu açık bizim yumuşak karnımız. Bugün, güncel olarak da yumuşak karnımız. Bu açığı verdiğimiz zaman bunun finansman zorunluluğu var. Bunu karşılamamız lazım. Bunu karşılamak için de uluslararası rezerviniz yeterliyse oradan karşılarsınız veya dış borç alırsınız. Veya her iki kaynağı da kullanabilirsiniz.

Bunun sürdürülebilir olmaktan çıkması durumunda, yani açığın finansmanının soru işareti olması durumunda ise döviz kuru üzerinde baskılar oluşmaktadır. Böylece döviz kuru-enflasyon dinamiği harekete geçmektedir. İstikrarın bozulması, belirsizliğin artması ve öngörülebilirliğin azalması ekonomideki kaynak tahsisi ve sermaye birikim sürecini bozmaktadır. Bu süreç aynı zamanda özel ve kamu sektörleri finansman dengelerinin (bilançolarının) bozulması ile sonuçlanmaktadır. Tıpkı bugün olduğu gibi. Tıpkı 1958, 1970, 1980, 1994 ve 2001 krizlerindeki gibi.[1] Dolayısıyla önümüzdeki ikinci yüzyılda kalkınma performansımızı iyileştirmek, bir üst aşamaya, yüksek gelirli ülkeler grubuna geçebilmek için bu yapısal sorunu çözmemiz lazım.

Yapısal sorunun çözümünde anahtar rolü olan ihracat yapımıza bakalım.

Günümüzde ihraç ettiğimiz malların teknolojik yoğunluğu şöyle bir görünüm arz ediyor: Düşük teknolojili ihracatın payı yaklaşık %32 civarında. Orta teknolojili ihracatın payı %31 civarında. Ortanın üstü teknolojili ihraç mallarının payı aşağı yukarı %33 civarında. Yüksek teknolojili ihracatın payı ise %3 civarında.[2] Bu alanda yüksek teknolojili ihracatın payında OECD ortalaması %17, Kore %36, Japonya ve ABD %20, Almanya ise %16’dır.

2002’den bu yana teknoloji kompozisyonunda belli bir ilerleme sağlamışız: Düşük teknolojili ihracatın (gıda, tekstil, giyim, deri, ağaç/mobilya, kâğıt vb.) payı yüzde 47’den yüzde 32’ye düşmesine karşın orta teknolojili ihraç mallarının (lastik, plastik, cam, seramik, metal ana sanayi) payı yüzde 23’ten yüzde 31’e; ortanın-üstü teknolojili malların (taşıt, makine, kimya, demir-yolu araçları, elektrikli cihazlar, motorlar, tıbbi cihazlar) payı da yüzde 24’den yüzde 33’e yükselmiştir. Fakat maalesef yüksek teknoloji yoğunluklu mal kompozisyonuna (ilaç, hava ve uzay araçları ve ekipmanları, elektronik, bilgisayar ve optik ürünler) evrilme konusunda yeteri kadar bir mesafe kaydedemedik.

İhracatın mevcut teknolojik kompozisyonunun ima ettiği ortalama kilo başı değerine bir bakalım. Türkiye İhracatçılar Meclisinin yayınladığı bilgilere göre ortalama kilo başına ihracat değerimiz 1,3 – 1,5 dolar civarında. Yıllardır bu böyle. Orta-uzun vadede sürdürülebilir bir büyümeyi ve cari işlemler dengesini sağlayabilmemiz için bu değeri daha yukarılara çıkarmamız (tüm ürünlerde değer zincirinin daha üst halkalarına geçmemiz) lazım. Böylece ekonomi, makro temeller açısından sağlam bir zemine oturacak, döviz kuru üzerindeki baskılar azalacak ve istikrarlı bir büyüme patikasında ilerlememiz mümkün olacaktır.

İhracatımızda teknolojik dönüşümü gerçekleştirmek için atmamız gereken reform adımlarına geçmeden önce sanayimizdeki mevcut kapasiteler nasıl bir ortamda oluştu, uyguladığımız sanayi politikaları ne idi ve nasıl bir makroekonomik ortama maruz kaldılar onu da kısaca özetlemek isterim.

Cumhuriyet dönemi boyunca önce kamu eliyle sonra da özel sektör eliyle önce tüketim ve ara malları sanayiinde daha sonra da yatırım malları sanayiinde önemli kapasiteler oluşturuldu. Bu yatırımlar yapılırken şöyle bir strateji izlendi: 1980’e kadar iç piyasaya dönük üretimi teşvik eden bir sanayi politikası uygulandı. Bu süreci, dış ticaret rejimi de ithalat kotaları ve yasakları ve lisanslama araçları ile destekledi. Bu sistemle 1980 yılına kadar geldik.

1970’li yıllar, ekonominin dış şoklara maruz kaldığı yıllar olmuştur. 1973 yılında dünyada enerji fiyatları 3 misli arttı: 3 dolarlardan 11 dolarlara. Sonra 1978-79’larda ikinci petrol fiyatları şoku yaşandı ve ham petrolün varil başına fiyatı yaklaşık 35-40 dolarlara çıktı ve bu da ülkeye döviz bazında ilave finansman yükü getirdi. Türkiye’nin bu yeni ortama uyumu, döviz rezervlerini kullanarak ve yurt dışından borçlanma şeklinde olmuştur. Öte yandan sanayi yapımız içe dönük üretim yaptığı için döviz üretme kapasitesi hemen hemen yoktu ve ilave döviz talebine olumlu katkıda bulunamıyordu.

Bu yapı sürdürülemez bir duruma gelince 1980 yılında radikal bir karar alındı. Rahmetli Turgut Özal’ın mimarlığında ve öncülüğünde ekonomiyi dış piyasalara açma, dışa dönük üretim yapma konusunda önemli reform adımları atıldı. İçe dönük yapı olmanın önemli bir göstergesi de ihracatın toplam millî gelir içindeki payının 1980 yılında sadece yüzde 5 olmasıdır. Bu günlerde mal ihracatının payı yüzde 30 civarında. Yüzde 5’lik bir ihracat payının daha yukarılara taşınması için hakikaten Türkiye çok önemli bir dönüşüm geçirdi ve ekonomi daha liberal bir yapıya kavuştu: Dış pazarlar öğrenildi, ihracatçılara geniş teşvikler verildi ve desteklendi.

Ekonomiyi dışa açma çabaları ile 1980’li yılların sonlarına geldiğimizde ihracatın millî gelir içindeki payının yüzde 5’lerden yüzde 18’e ulaştığını görürüz. Buradaki temel uyum, üretimi iç piyasadan dışa kaydırarak olmuştu. Bir ekonomide ihracatı, iç talebi kısarak, iç piyasaya daha az satarak, dış piyasaya daha fazla satarak artırabiliriz. İç talebi kısmak, reel ücretleri aşağı getirerek mümkün olur. Türkiye’de de 1980’li yıllarda iç talebi kısmak için reel ücretler aşağı getirilerek bir süreç yaşandı. 1989-90’lara geldiğimizde maalesef bu süreç toplumsal olarak daha fazla sürdürülemedi ve tersine çevrildi. 1989 yılı ile birlikte reel ücretlerde önemli artışlar gerçekleşmeye başladı, bu da iç piyasadaki talebi canlandırdı. Bu süreçte şunu öğrendik yurt içi tüketimi kısarak ve ihracatı artırarak dış dengeyi daha yönetilebilir bir patikada sürdürmek zor idi.

1990’lı yıllar maalesef kayıp yıllar oldu. Ekonomideki diğer sektörler gibi sanayi sektörü de yükselen ve kronik bir yapı arz eden enflasyon ortamına maruz kalmıştır. Sanayi sektörü bunun yanında bir de 1996’da yürürlüğe giren AB ile Gümrük Birliği anlaşmasının getirdiği rekabete uyum sağlama sürecine maruz kalmıştır.

1990’lı yıllarda maalesef bazı stratejik hatalar yaptık. Bu stratejik hataların altını çizmek istiyorum. Çünkü önümüzdeki ikinci yüzyılda benzeri stratejik olarak yanlış tercihleri yapmaya devam edersek ve bunların sonucu olarak ekonomideki kaynak dağılımını yanlış yaparsak (kamusal politikalar neticesinde) yine orta gelirli bir ülke konumumuzu sürdürmeye mahkûm olmaya devam ederiz.

  1. Birinci stratejik hatamız: 1989da sermaye hareketlerine serbestlik sağlanmakla birlikte bunu kontrollü bir şekilde yönetemedik. Turgut Özal Türkiye’deki iç tasarruf oranı düşük olduğu ve tasarruflarımız yetmediği için yurt dışından kaynak gelsin, yatırıma gitsin, yeni teknolojiler getirelim, ülkenin üretken kapasitesini artıralım düşüncesi ile böyle bir karar aldı. Sermaye hareketlerinde kontrolleri kaldıran ve Kambiyo Rejimini serbestleştiren düzenleme (Türk Parası Kıymetini Koruma Hakkında Karar) ile Türkiye’ye yeni dış kaynak girişinin önü açıldı. Bu şu demekti: Yurt dışındaki yerleşik kişi ve kurumlar, tasarruf sahipleri ve yatırımcılar, Türkiye’de finans piyasalarına, satın almalara, borsaya, bankalar kesimine rahatça girmelerine imkân tanındı 1989’un sonunda. Bu özünde doğru bir şeydi. Fakat bu yeni uygulamayı maalesef kontrollü bir şekilde yönetemedik. Beklentimiz yeni gelecek olan kaynak girişi, ülkede gerçekleştireceğimiz sabit sermaye yatırımlarına ve üretken kapasitenin gelişmesine finansman sağlayacaktı. Ama 90’lı yıllar boyunca gelen yurt dışı kaynaklı finansman çoğunlukla iç tüketimin finansmanına gitti; tüketime gidince tabii bu sürdürebilir bir görünüm arz etmiyor. Bu birinci hatamızdı, bunu daha kontrollü bir süreç ve yöntem içinde yapamadık. Mesela Şili ve Malezya benzer bir uygulamayı daha kontrollü yaptı. Örneğin Şili, bir yıldan daha kısa vadeli finansmanın ülkeye girmesine izin vermedi.
  2. İkinci hatamız: Sosyal güvenlik sisteminin parametrelerini bozduk. 1991 yılına kadar sosyal güvenlik sistemimizde denge (kabaca çalışanlardan kesilen prim gelirleri ile emeklilerin maaş ve sağlık giderleri arasındaki fark) yaklaşık başa baştı, yani açığımız yok derecesinde idi. 1991 yılında kadın çalışanlarda 20 yıl, erkek çalışanlarda 25 yılını dolduran herkese emeklilik hakkı vermek çok yanlış bir uygulama oldu. Bugün sosyal güvenlik sisteminin açığını her sene bütçeden 32-33 milyar dolar vererek karşılıyoruz. Türkiye’nin yıllık bütçesi 190-200 milyar dolar civarında, bunun 33 milyar doları Sosyal Güvenlik Sisteminin açığını kapatmakta kullanılıyor. Bu yıl EYT (Emeklilikte Yaşa Takılanlar) uygulaması ile sosyal güvenlik parametrelerini daha da bozduk. Bu seneden itibaren her yıl kabaca ilave 10 milyar dolarlık yük gelecek. Bu ikinci stratejik hatamızdı. Yani o dönemde siyasetçiler bu parametreleri gevşeterek erken emekli olma imkânı tanıdılar. Bu da geriye dönülmez bir durum. Yani aldığınız kararlar geri dönülmez bir şekilde sistemin performansını etkiliyorsa o sizin önünüzdeki 10 yılı hatta 100 yılınızın performansınızı da olumsuz etkiliyor.
  3. Üçüncü stratejik hatamız: Hiç yoktan kendi elimizle 1994 yılında “faizleri düşüreceğiz” diye bir kriz yarattık. Nisan 1994 krizi. Bu krizin önünü almak, bankacılık sisteminde olabilecek bir çöküşü engellemek için bankalardaki her türlü mevduata %100 kamu garantisi getirildi. O an için belki de gerekliydi ve doğruydu. Ama onun zaman içinde kaldırılmaması bankaların rasyonel bazda karar alma süreçlerini bozmakta; buna literatürde Moral Hazard” (Ahlaki Zarar/Tehlike) deniliyor. Bu uygulama, bankaları rasyonel davranmamaya, (devlet garanti ettiği için) ve yatırım ve kredi kararlarında daha riskli davranmaya ve bankacılık sisteminde risklerin birikmesine neden oluyor. Nitekim hem 1994 hem 2001 ekonomi krizlerinde bankacılık sisteminde ortaya çıkan hasarların ve bunların toplumsal maliyete dönüşmesinde bu uygulamanın da önemli katkısı olmuştur.
  4. Dördüncü stratejik hatamız: Yine 90’lı yıllarda bütçede ayrılmış kaynağı olmadan, çiftçi ve esnafa destekleme ödemeleri için kamu banka kaynaklarını kullanmakla, kamu bankalarında önemli bir bilanço hasarı oluşturduk. O bilanço hasarını da 2001-2002 yıllarında bu bankaların sermaye yapılarını güçlendirerek ödedik. Bunu da IMF’den aldığımız borç kaynakla ödedik. Ekonomi yönetiminde stratejik hatalar ülkenin performansını önemli derecede etkiliyor ve önümüzdeki on yılları işgal eden, rehine eden, bir duruma sevk ediyor. Kamudaki yanlış politika tercihleri, daha sonra kamunun elindeki bütçe imkânlarının hareket alanını kısıtlıyor. Bu hareket alanımızı kısıtlamaya bir örnek de: 90’lı yıllardaki bozduğumuz kamu mali disiplin neticesinde Hazinenin 2002 yılında yapmak zorunda olduğu iç ve dış borç faiz ödemeleri, devletin bütçesindeki toplam harcamaların yüzde 44’üne ulaşmasıdır. Faiz ödemelerinin bütçe içindeki bu ağırlığını 2002’den sonra uyguladığımız reform süreci sonunda yüzde 8,5’e düşürdük.[3] Yüzde 44’ten yüzde 8,5’e düşürünce aradaki farkı altyapıya, eğitime, sağlığa, yapısal reformlara ve sosyal transferlere ayırdık. Bu da ülkenin refahının artması için önemli bir gelişme oldu.

Sanayimiz, 1980’den sonraki süreçte içe dönük yapısından dışa dönük, ihracat ve dış pazarlara yönelik bir yapıya geçti ama bu arada 1990’lı yılların getirdiği belirsizlik ve olumsuz makroekonomik ortamın da katkısıyla maalesef ölçek, teknoloji, kurumsallaşma ve yönetişim açılarından kapasitesini fazla geliştiremedi.[4] Bu arada 1990’lı yıllarda üç dışsal gelişme sanayimize yeni rekabetçi baskılar getirdi:

1) Sovyetler Birliğinin çöküşünden sonra daha liberal bir dünya ekonomisi ortaya çıktı.

2) 1996 yılında AB ile Gümrük Birliği anlaşması yürürlüğe girdi ve bunun getirdiği rekabete uyum sağlama süreci başlamış oldu.

3) 2001’de Dünya Ticaret Örgütüne üye olan Çin, uluslararası ticaret sistemine, ölçek olarak ve çok rekabetçi maliyetlerle yeni ve önemli bir aktör olarak dâhil oldu.

Tüm bu iç ve dış ekonomik gelişmeler sanayimizin uyum sağlaması gereken rekabetçi bir ortamla karşı karşıya kalmasına neden oldu. Bugün geldiğimiz noktada, “sanayicilerimiz bu ortama nasıl bir uyum gösterdi” diye baktığımızda ihracat alanında mal çeşitlendirmesini sağladıklarını, yeni piyasalara ulaştıklarını fakat küçük ve orta ölçekli, düşük ve orta teknolojili bir paydan çıkamadıklarını görüyoruz. Bugün ihraç mallarımızın ve hatta imalat sanayindeki toplam üretimi içinde yüksek teknolojinin payı hâlâ %3. Yüksek teknolojili ve yüksek katma değerli bir yapıya maalesef ulaşılamadı. Buna ulaşmamızın en önemli yolunun insan kaynaklarımızın kalitesini ve yetenek seviyesini artırmaktan geçtiğine inanıyorum. Makalenin temel önermesi de bu.

Yüksek teknolojiyi ülkemize getirme ve bunun için gerekli sermaye konusunda problem yok. Uluslararası finans piyasalarında yatırıma uygun alanlar arayan trilyon dolarlık global tasarruf havuzu var. Bugün, sadece 20 OECD ülkesinin sosyal güvenlik sistemlerinin aktüeryal açıklarının 80 trilyon dolar civarında olduğu tahmin edilmektedir.[5] Söz konusu açığı kapatmak için özellikle ileri ülkelerdeki sosyal güvenlik fonlarını yöneten kurumsal yatırımcılar, yönettikleri emeklilik fonları için dolar bazında yıllık yüzde 6’yı aşan bir yüksek getiri arayışı içindeler. İstikrarlı ve güvenilir bir ortam ve kârlı ve fizibilitesi olan projeler ve finansal enstrümanlar sunduğunuz vakit kaynağa erişim nispeten daha kolay. Dolayısıyla sermaye konusunda problem yok. Esas problemimiz beşerî sermayemizin kalitesi ve yetenek seviyesidir. Şimdi, bu alanda hangi durumdayız onu paylaşmak istiyorum.

İnsan kaynağının yetenek seviyesini ölçme anlamında en önemli değerlendirme, kavramsallaştırma yeteneğidir (conceptualization/cognitive skills). Bu yetenek, bilişsel beceriler olarak da adlandırılıyor. Bu konuda çeşitli performans karşılaştırmaları yapılmaktadır. OECD, kısa adı PISA olan (Programme for International Student Assesment – Uluslararası Öğrenci Değerlendirme Programı) bir program kapsamında her üç yılda bir (en son 2022’deki sınava 38’i OECD üyesi 81 ülke katıldı) 15 yaşındaki çocukların, büyük çoğunluğu 10. sınıfa giden öğrencilerin matematik, fen bilgisi ve okuma alanındaki kavramsallaştırma yeteneklerini ölçmektedir. 2022 sınavına Türkiye’den yaklaşık 7.250 öğrenci katıldı: %56’sı Anadolu liselerinden, % 23’ü mesleki ve teknik liselerden, % 10’u Anadolu imam hatip liselerinden, %5,6’sı fen liselerinden ve kalanı diğer lise türlerinden katılmıştır.

Sorular 6 farklı düzeyde sorulmaktadır: Seviye 1 (asgari temel yeterlilik düzeyi altı), seviye 2 (asgari temel yeterlilik düzeyi), seviye 3-4 (üst düzey) ve seviye 5 ve 6 (kompleks) sorulardan oluşmakta. Matematik alanında Türkiye’den katılan 7.250 öğrencinin % 5,4’ü 5 ve 6 seviyesindeki soruları doğru cevapladı. Öğrencilerin % 39’u asgari temel yeterlilik düzeyinin (seviye 2) altında kalmıştır. Singapur’dan yaklaşık 6.600 öğrenci girmiş, bunların %41’i 5 ve 6 seviyesindeki soruları yapmış. Tayvan’lı öğrencilerin %32’si matematikte 5 ve 6 seviyesindeki soruları yapmıştır. Ülkemizden katılan öğrenciler, fen okuryazarlığı ve okuma becerileri alanlarında da benzer performans göstermişlerdir. Kanaatimce, Cumhuriyetimizin ikinci yüzyılında kalkınma başarımızı esas test edeceğimiz nokta burasıdır.

OECD benzer bir ölçmeyi, hâlen hayatında olan çalışan yetişkinler üzerinde de yapmış. 5.277 çalışanın katıldığı sayısal beceri alanında kompleks soru seviyesini çözebilenler sadece yüzde 1,4 olmuştur. Bu konuda OECD ortalaması %11, Almanya %14.[6]

İnsan kaynağı stokumuz ile ilgili bir veriyi daha paylaşmak istiyorum. 2022 yılı verilerine göre ülkemizde çalışan sayısı 30.8 milyon kişidir. Bu stokun eğitim düzeyi dağılımı şöyledir: Eğitim düzeyi lise altı olanların payı yüzde 41, lise mezunu olanların payı yüzde 13, meslek lisesi mezunlarının payı yüzde 11,4 ve üniversite mezunlarının payı yüzde 27,6’dır.

Çalışma hayatına hazırladığımız ve hâlen eğitim sürecinde olan insan kaynağımız (okul öncesi, ilköğretim ve ortaöğretim) sayısı 2021-22 öğretim yılında 19.2 milyon. Böylesi bir stoku geleceğe hazırlayan ve onların kavramsallaştırma yeteneğinin gelişmesine en önemli rol oynayacak olan öğretmenlerimizin mesleki yeterlilikleri de kalkınma performansımızı bire bir etkileyecek en önemli faktördür diye inanıyorum. Bununla ilgili olarak yeni mezun öğretmenlerin kendi branşlarında ÖSYM tarafından bu yıl uygulanan test sonuçlarına bir bakalım: 2023 yılında 420 bin öğretmen adayı sınava girmiş ve kendi alanlarında 75 soru sorulmuştur. Buna göre alan bilgisi ortalama doğru net cevap sayısı Türkçe: 36, matematik: 23 (ilköğretim) ve 19 (lise), fen bilimleri: 23, fizik: 27, kimya: 23 ve İngilizce: 30.

Beşerî sermayemiz (hâlen piyasasında olanlar, öğrenciler ve öğretmenler) ile ilgili yukarıdaki performans göstergelerini paylaşıyorum ki hakikaten bu stokla bizim ileri teknolojili ve yüksek katma değerli bir sanayi yapısına geçmemizin kolay olmayacağını bilmemiz gerektiğidir.

Şimdiye kadar sunduğum tüm bilgilerden ülkemizin Cumhuriyetin ikinci yüzyılında gelişmiş ülkeler sınıfına dâhil olabilmesi için iki alan öne çıkıyor: Eğitimde reform ve AR-GE/inovasyon kapasitemizi artırmak.

Birinci alan, eğitim konusunu, partiler üstü olarak düşünmemiz lazım. Çünkü eğitim reformu sabır gerektiren kompleks ve uzun bir süreç. En başta da öğretmenlerin eğitimi. Ülkelerarası çalışmalarda bu alanda başarılı ülkeler pratiğinden de çıkan bulgular bu yöndedir.

Ülkemizde her yıl 50.000’e yakın öğretmen adayı mezun oluyor ve Milli Eğitim Bakanlığının atama havuzuna geliyor. Bakanlık her yıl 25-30 bin, biraz kamuoyu baskısı olursa 35 bin yeni öğretmen ataması yapıyor. Bu şekilde havuzda biriken toplam aday sayısının 500 bine yaklaştığı tahmin ediliyor. Bu durum bir ülkenin beşerî ve kamu kaynaklarının israf edilmesine ve verimsizliğine somut bir örnek teşkil etmektedir. Eğitim reformunun en önemli parçası olan öğretmenlerin yetişme sistemini gerçekten ele almamız lazım. Bugün bir pilota pilotluk belgesi verirken gösterilen çok titiz sertifikasyon sürecinin bence öğretmenlere de uygulanması lazım diye inanıyorum.

Tabii ki üniversite alanındaki reform da eğitim reformunun önemli bir parçası. Bu alandaki sistem verimsizliğine bir örnek olarak ülkemizde ve ABD’de yüksek lisans ve doktora yapılan ilk on alanı paylaşmak istiyorum. Chicago Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Ufuk Akçiğit ve arkadaşlarının yaptığı bir araştırmaya göre Türkiye’de ve ABD’de seçili alanlarda yazılan tezler sırasıyla[7]:

Türkiye Sıra ABD
İşletme 1 Bilgisayar mühendisliği
Psikoloji 2 Elektrik mühendisliği
Ziraat 3 Klinik psikoloji
Tarih 4 Makine mühendisliği
İlahiyat 5 Moleküler biyoloji
Ekonomi 6 Halk sağlığı
Hukuk 7 Biyokimya
Türk dili ve edebiyatı 8 Sinir bilimi
Makine mühendisliği 9 Biyomedikal mühendisliği
Elektrik mühendisliği 10
Bilgisayar mühendisliği 11

 

Görüldüğü gibi Türkiye’de mühendislik alanında yazılan tezler 8. sıradan sonra geliyor. İki ülke arasındaki ilk on tez alanını karşılaştırdığımızda, eğitimin kalitesi ve düzeyi kadar, bu eğitimin, geleceğin teknolojilerine yön veren alanlarda yapılıp yapılmadığını da görebiliyoruz. Bu veri, Türkiye’nin teknoloji alanında ilerlemesi ve sanayisinin bu yönde yapılanması hakkındaki bir fırsatı iyi kullanmadığını göstermektedir.

İkinci alan AR-GE/inovasyon alanında da kapasitemizi yukarı çekmemiz lazım. Bugün İsrail’de ve Kore’de Ar-Ge harcamaları toplam millî gelirin % 4 – 5’i. OECD ortalaması % 3. Bizde ise sadece % 1. Bu oranı artırmamız, mevcut AR-GE desteklerini gözden geçirmemiz ve inovasyon eko-sistemini (kamu ve özel sektör, üniversiteler ve diğer kurumsal altyapı) daha verimli bir şekilde kurgulamamız lazım. Üniversite mezunları arasında temel bilim ve mühendislik bölümlerinin payını artırmalıyız.

Son olarak, bütün bunları yapabilmek için üç temel ön koşulu gözetmemiz gerekmektedir. Birincisi, makroekonomik temelleri sağlam tutmak (fiyat istikrarı, kamu maliyesinde disiplin/denge, aşırı değerlenmemiş TL ve aktif bir bankacılık gözetim ve denetimi). İkincisi, hukukun üstünlüğünü ve iyi yönetişimi (kamu yönetiminde hesap verilebilirlik ve şeffaflık, kamuda kurumsal kapasite, düzenleyici kalite ve sözleşmelerin etkin uygulanması) sağlamak. Üçüncüsü, sosyo-politik zeminin (adil gelir dağılımı, sosyal mobilite ve kapsayıcı siyasal kurumlar) sağlam olması. Bu ön koşulları gözetmiş, kapsamlı bir eğitim reformunu başarmış ve kaynaklarını verimli bir şekilde kullanan Türkiye, Cumhuriyetin ikinci yüzyılında kalkınmış ülkeler arasında hak ettiği onurlu yerini alacaktır. Buna yürekten inanıyorum.

[1] Bu krizlerde ekonomi yönetimlerinin uyguladıkları politika tercihlerinin rolünü yadsımıyoruz.

[2] 2024 Yılı Cumhurbaşkanlığı Yıllık Programı, Cumhurbaşkanlığı Strateji ve Bütçe Başkanlığı, 2023.

[3] Bu oranın 2023’te yüzde 10’a çıkacağı bekleniyor.

[4] Sanayi sektörü bu hususlara ilave olarak dijital dönüşüm, işgücü piyasası ile ilgili yükler, yatırım ortamı ve düzenleyici çerçevenin getirdiği yükler, insan kaynaklarındaki İngilizce açığı, iklim değişikliği hedeflerine uyum (Yeşil Mutabakat) gerekliliği vb. alanlarda kamunun desteği ile iyileşme/uyum sağlamak zorundadır. Bu konuda OECD Economic Surveys (2013-2014)’e bakılabilir.

[5] Huge pension fund deficits are a global crisis in waiting, The Conversation, February 2018.

[6] Skills Matter: Additional Results From the Survey of Adult Skills, OECD 2019

[7] Türkiye Akademik Diaspora Raporu: Beyin Göçünden Beyin Gücüne, Ufuk Akçiğit vd. Nisan 2023

Ömer Demir –

Yardımsız Topluluk Oluşmaz Karşılıksız Yardım ile Kalıcı Çare Oluşturulamaz

Bireyler arasındaki ilişkilerde farklı ihtiyaçları daha düşük maliyetle çözme, kurumların gelişiminde çok önemli bir ayrıştırıcı unsurdur. Kural daha düşük maliyetli olan zamanla diğerinin yerini almasıdır. Kırsal hayatın yoğun olduğu yerlerde yatılı misafirlik, gece konaklama sorununu düşük maliyetle çözmek için geliştirilmiş iyi bir kurumdur. Bu bağlamda otellerin veya diğer konaklama imkânlarının çok az olduğu veya ailelerin bu dışarda barınma hizmetlerine yeterince bütçe ayrılamadığı dönemlerde insanların evlerinde geniş misafir odalarının olması çok anlaşılabilir bir durumdur. Buna karşılık ulaşımın kolaylaştığı ve erişilebilirliğinin arttığı bir toplumda misafir odalarının işlevsizleşmesi, toplum refahında bir geri gidiş anlamına gelmediği gibi insanlar arası ilişkilerin olumsuz yönde etkilendiği anlamına da gelmez. Halen kırsal bölgelerde evde yatılı misafir ağırlamanın yaygınlığı, birilerinin evinde gecelemenin oralarda şimdide açık bir ihtiyaç olmasındandır. Bu bağlamda büyük şehirlerde, sınırlı zamanlarda ortaya çıkan yatılı misafir ağırlama ihtiyacı için, evin bir köşesine uzun dönem atıl kalacak ve bu nedenle de yüksek maliyetli büyük odalar tahsis etmek yerine otel veya misafirhaneleri kullanma daha rasyonel bir sorun çözme yöntemi gibi durmaktadır. Açıktır ki, ihtiyacı karşılama yönteminin değişmiş olması, insanların o ihtiyaçları gidermede rehberlik edecek değer yargılarında da değişime yol açmaktadır. Ama unutmamak gerekir ki değer yargılarının da nihai amacı, bireylerin topluluk halinde daha az ihtilaflı, daha az acı ve üzüntü veren ve mümkün olduğunca daha çok kişinin daha fazla uyumlu ve mutlu yaşamasını sağlamaktır. Kurumsal yapılarda değişim, onları işler kılan değer yargılarında da değişikliğe yol açabilir. Bu sebeple evinde yatılı misafir ağırlamanın yüksek bir değer yargısı olması, gördüğü işlevden ayrı düşünülemez. Evinde yatılı misafir ağırlama ihtiyacının azalması, ona dönük değer yargılarını da doğal olarak etkileyecektir.

Şimdi yardım eksenli bir bakış açısını kristalize edebilmek için iki ideal model tasarlayalım. Bir yanda her bireye çalışma imkânı vererek, geçmiş, şimdi veya gelecekte yaptığı veya yapacağı çalışmalar karşılığında ömrü süresince tüm ihtiyaçlarını karşılıklılık kuralı çerçevesinde kendisi karşılar hâle gelmesi ve hayatının devamında birilerinden doğrudan yardım istemek durumunda kalmaması durumunu düşünelim. Diğer yanda da bazı insanların her yönüyle diğerlerinden daha yetenekli ve daha görür halde olmaları nedeniyle olmayanlara, herhangi bir karşılık beklemeden doğrudan yardımda bulunmaları söz konusu oluyor olsun. Bu iki seçenek için ideal model dememizin sebebi, gerçek hayatta hiç kimsenin bu iki kutuptan birinde ömrünü geçirmediği, herkesin hayatının farklı dönemlerinde bu iki uç arasında bir yerlerde bulunmaları nedeniyle somut durumları değil soyut birer pozisyonu ifade etmeleridir.

İnsanlar gen yapılarından getirdikleri ile sosyal miras yoluyla kazandıkları ve üzerinde dünyaya geldikleri coğrafyanın sunduklarının farklılığı nedeniyle hayat becerilerinde büyük ölçüde farklılaşırlar. Bu farklılaşma birileri lehine yarattığı fırsatlar nedeniyle çatışmalara da zemin hazırlar. Zira imkân ve yaşam kalitelerini farklılaştırdığı ölçüde değerli olana sahip olanlar ile olmayanlar birbirine aynı gözle bakmazlar.

Öte yandan bu farklılık sadece çatışma getirmez, farklılaşma bireyler arasındaki birliğinin de ana sebebidir. Toplumsal kurumların en büyük işlevi, bireyler arasındaki birliğini artırmak ve çatışmaları azaltmaktır. İnsanlık tecrübesi, kısa vadeli farklılıkları çatışma yaratmadan bölümü ve uzmanlaşma yoluyla, herkesin birbiri için fayda yarattığı ve bunları değiş tokuş ettiği bir üretken ortam oluşturmanın mümkün olduğunu göstermiştir. Bu ortam çoğunlukla kendiliğinden oluşmaz. Onu mümkün kılacak kurumsal yapılar gerekir. Eşitsizliğin keskin ve büyük olduğu durumlarda gerilimi azaltacak ve birlikte yaşamı mümkün kılacak uzlaştırıcı kurum, olanın olmayana doğrudan kaynak aktardığı doğrudan yardımdır. Faydanın şimdi veya gelecekte nasıl oluşacağı konusunda tecrübe ve bu tecrübeyi kalıcı kılan kurumsal yapılar olmazsa, bireyler arasındaki fayda mübadelesi sadece kısa vadeli hale gelir.

Bu iki ideal modeli biraz daha somutlaştıralım. Birinde tüm fertler yeteneklerini en etkili biçimde kullanarak şimdi ve gelecekteki ihtiyaçlarını karşılayacak kadar üretebiliyor, kimseden karşılıksız doğrudan yardım alma beklentisi olmuyor olsun. Diğerinde toplumun dörtte üçü kendi başının çaresine bakabilecek düzeyde üretme ve kazanç elde edebilme durumundayken dörtte biri ancak başkalarının yardımı sayesinde hayatlarını devam edebilecek durumda olsun. Bu ikisinden hangisi tercihe daha fazla mazhar olur? Birinde doğrudan yardım var diğerinde ise yok. Herkesin ilk modeli isteyeceği gayet açıktır. Çünkü yardım insan ilişkilerinin temelinde yer alır ve asıl olan, bu yardımın karşılıklılık niteliği korunarak dolaylı süreçlere yayılmasıdır. Yani bugün alanın karşılığında ya bugün, olmadı yarın, o da olmazsa ertesi gün karşılığını oluşturabileceği bir beklenti olmadan istikrarlı bir ilişki oluşturmak mümkün değildir.

Veren el alan elden üstündür” sözü üretip başkalarına muhtaç olmamayı, mümkünse şu veya bu nedenle üretemeyenlere destek olmayı öğütler. Doğrudan yardımı mutlak iyilik olarak görecek olursak tersinden “alan el, en az veren el kadar üstündür” benzeri bir tavsiyeye sahip olmamız gerekirdi.

Vardığımız sonuçları özetleyelim. Birincisi, yardımlaşma toplumsallaşmanın ilk adımıdır. Birbirine yardım etmeyenler birliği ve bölümü yapamaz, paralı ekonomi kuramaz, vadeli ödeme sitemleri, emeklilik sistemleri oluşturamazlar. Çünkü tüm bu sistemler birbirine zaman farkı ile geri almak üzere birbirinin işini görme temel mantığı üzerine kurulmuştur. İlişkilerdeki bu karşılıklılık o kadar yaygındır ki, çocuğuna iyi bakmayan bir ebeveynin çocuklarının kendisine bakmalarını bekleyecek yüzü bile olmaz. İlişkilerin özündeki bu yardımlaşmanın doğrudan ve dolaylı şekillere bürünmesi onun yardımlaşma niteliğini ortadan kaldırmaz.

İkincisi, yardım ancak varlıkla mümkündür. Varlık az kişi elinde birikirse bunun yaratacağı gerilimi azaltmak için olanın olmayana düzenli bir kurala bağlı olmaksızın elindekinden vermesi anlamında doğrudan yardım iyi bir seçenektir. Bu, veren için koruma maliyetlerini azaltırken alanı olandan çatışma yoluyla pay elde etmenin risklerinden korumuş olur. Her iki taraf için de yararlıdır. Bu yolla paylaşım odaklı gerilim düşer, varlığın korunması ve devamlılığı kolaylaşır.

Üçüncüsü, varlığı geleceğe aktarmada bunu ihtiyaç fazlasını stoklamak yerine gelecekte üretim yapma kabiliyeti olan birileri üzerinden yapmak (şimdi onlara verip ileride onlardan geri almak) daha güvenli ve düşük maliyetli bir yöntemdir. Bu sebeple bugün birilerinin ihtiyacı olanı onlara verip gelecekte oluşacak ihtiyacı da onların üretiminden karşılamak dolaylı ama çok etkili bir yardımlaşma yöntemidir.

Dördüncüsü, bireyler arasındaki gerilimi azaltıcı bütün sosyal sistemlerde temel beklenti, bireylerin kendi işlerini karşılıklılık çerçevesinde kendilerinin görmesidir. Karşılığın beklendiği zamanın farklı olması (bugün, yarın veya ahirette) eylemin karşılıklılık niteliğini ortadan kaldırmaz. Nitekim dinî tavsiyelerde sık sık ve yoğun biçimde yapılan yardım çağrıları, birer karşılıksız yardım şeklinde değildir. İyi bir insan olarak kabul görmek için yapılan yardımların da karşılığı vardır, karşılığı yardım yapılandan değil en halis şekliyle Allah’tan beklemenin kendisi de açık bir “karşılık” beklentisi içerir. Allah rızası için adını kimsenin bilmemesi şartıyla yapılan yardımları, “karşılığı” olmayan faaliyetler grubuna katmak, onlara hak ettikleri değeri vermemek olur.

İnsan toplumları, yardımlaşmayı dolaylı hâle getiren ama özünde bireylerin birbirlerinin ihtiyaçlarını görecek etkili kurumsal yapılar oluşturuldukça (yetenek kazandıracak veya geliştirecek eğitim, uygun şartlarda kredi kullanma imkânı, yeterli imkânlar sunan emeklilik sistemleri, geçici kayıplarında destek olan işsizlik fonu, beklenmedik hastalıklarda tedavi imkânı sunan temel sağlık kurumları, süreğen engeller nedeniyle çalışamayanlara destek olan anonim yardım fonları vb.) insanlar arasında doğrudan yardım ilişkilerinin azaldığı görülmektedir. Bu, aynı insan topluluklarının geçmiştekilere göre birbirinin sorunlarını çözmede, birbirlerinin ihtiyaçlarını gidermede, kısaca birbirlerine yardımcı olma bağlamında daha kötü durumda oldukları anlamına gelmez. Tersine her bireyin karşılıklılık çerçevesinde ihtiyaçlarını karşılama imkânı olduğunu gösterir.

Sonuç olarak, eskiden insanların doğrudan yardımı daha çok yapıyor olmaları, içinde yaşadıkları toplumsal sistemlerin bugünkülere göre gelişmişlik durumuyla alakalıdır. Bireylerin ihtiyaçlarını karşılıklılık çerçevesinde giderecek kurumsal yapılar geliştikçe, bireyden bireye doğrudan yardım ihtiyacının azaldığı doğru olmakla birlikte bu, o toplumun bireylerinin birbirleri için fayda oluşturma amaçlı gayret sarf etmesi anlamında yardımın azaldığı değil, dolaylı hâle geldiği ve daha görünmez olduğu anlamına gelmektedir.

Ömer Demir –

İş ve İmkânları Dengeli Dağıtmada Yardımın Rolü

Başka birilerine güvenerek bir işe koyulmadan sadece tek başına tüm ihtiyaçlarını karşılamak ancak çok minimal bir hayat tarzı için mümkün olabilir.

Birden çok kişinin birlikte yapmasının en temel şartı, önce karşılıklı güvenin sağlanmasıdır. Güven, her bir eyleme, muhatabının oluşmuş olan beklentilere uygun tepki vereceği inancıdır. Genellikle oluşumu uzun zaman alan bu inanç hâli olmadan hiçbir kalıcı ilişki tesis edilemez. Çünkü bir ilişkide kalıcılık, nüve olarak da olsa gelecekte olup biteceklere dair iyimser bir beklenti barındırır. Bu sebeple en küçük topluluk olan ve “karşılıksız”[1] ilişkilerin en yoğun olduğu ailede bile karşılıklı güvene dayalı bir bölümü yapmadan aile içi üretimin sağlıklı biçimde organize edilmesi mümkün değildir.

Bir sürecinde bölümü yapıldığında, aslında herkes işin bir ucundan tutmak yoluyla ilişki zincirinde yer alan bireyler birbirlerine “dengeli” biçimde “yardım” ederler. Burada dengeli ve yardım kavramlarına dikkat çekmemiz boşuna değil. Dengelilik, bünyesinde doğrudan veya dolaylı bir karşılıklılığı, yardım da kısa veya uzun dönemde fayda sağlamayı ifade eder. Faydanın kısa veya uzun vadeli yahut doğrudan veya dolaylı olması işin özünü değiştirmemekle birlikte nasıl algılandığında farklılıklara yol açabilir. Hem belirsiz bir gelecekte, başkaları tarafından karşılığı verileceğini umarak biri lehine fayda oluşturmak hem de bir bölümünde gönüllü olarak işin bir kenarından tutmak, karşılığı kesin olmasa da en azından pozitif olması umulan birer yardımlaşma tarzıdır. Umulan dememizin sebebi, işin içinde niyet, beklenti ve zaman farklılığı olması halinde çok arzu edilmesine rağmen kesinliğin sağlanması her zaman mümkün değildir.

Bir kamp ortamında balık avlayıp onları pişirerek birlikte yiyen iki kişi ve onlara eklenecek diğerleri üzerinden anlatmak istediklerimizi ayrıntılı biçimde örnekleyelim. Birisinin dere kenarında, suyun yolunu değiştirerek balıkların görülmesini ve yakalanmasını mümkün kılacak küçük havuzlar yaparken diğerinin de ormandan kuru odunları toplayıp ateş yakması ve sonunda balıkların pişirilmesi kampçılarımızın ortak işleri olsun. Buradaki bölümü, balıkları birlikte yakalayıp birlikte odunları toplayıp ateşi yakmak şeklinde de cereyan edebilir. Bu durumda aynı işin bölümlerini yaparken bölümü yapılmış olur. Yakalanan balıklar sadece iki kişinin bir öğünlük yemek ihtiyacını karşılayacak kadar ise daha sonra tüketmek için saklama sorunu olmayacak, bu iki kampçı her gün aynı işleri yaparak ancak günübirlik biçimde yaşayacaklardır. Bir ya da her ikisi hasta olduğunda yahut hava koşulları avlanmaya imkân vermediğinde maalesef aç kalacaklardır. İşe çıkmadıklarında aç kalmamaları için bir günlük ihtiyaçlarından daha fazlasını üretmeleri ve onu bir sonraki gün yenilebilecek biçimde saklamanın bir yolunu bulmaları gerekir.

Şimdi yan yana kamp kurmuş çok sayıda kampçının olduğunu düşünelim. Eğer hepsi aynı balıklardan ve sadece kendilerine yetecek kadar avlamışlarsa, pişirme usulleri de tıpatıp aynıysa aralarında “sen bana ver ben de sana, birbirimizinkinin tadına bakalım” kabilinden bir dostluk ilişkisine de fazla imkân olmayacaktır. Çünkü dostluk, içinde ilave yarar olan bir ilişki tarzıdır. Eğer birisi ızgara diğeri tavada kızartma yaparsa veya birisi tuz ve baharat katarak çiğ balık menüsü hazırlar ise nihai tüketilebilir ürün farklı olacağından komşular arasında değiş tokuş için makul bir sebep olacaktır. Ya da balıkların avlanma ve pişirilmesinde zaman farkı varsa, o da komşular arasında değiş tokuş için makul bir sebep oluşturabilir. “Bizimkisi şimdi pişti, sizinkisinin bir saati var, pişince biz de sizinkinin tadına bakarız” deyip komşuya bir tabak balık uzatıldığında burada ilave bir yarar oluşturma durumu vardır.[2] Başka türlü herkes kendi avladığını pişirip tüketecek, yardımlaşma sadece işleri yaparken aralarında bölümü yapan her bir kampçı ekip içinde gerçekleşecektir. Çünkü yardımın yapılmasına aracılık edecek üretim fazlası olmayacaktır. Başta demiştik yardım için elde verecek bir şeylerin olması gerekir.

Yandaki komşu kampçı, nasıl avlanılması gerektiğini bilmediği için aç kalma durumu ile karşılaşılırsa ona birkaç şekilde “yardım” edilebilir. İlk yol, avlanan balıklardan ona da verme yoludur. Eğer ilk kampçılarımızın her gün kendilerine yetecek ve komşuya da verecek kadar balık avlama imkânları varsa, bir kısmını komşuya vermek bir doğrudan yardım yoludur. Komşu, balık avlama işlerini tam bilmediği için avlanamıyorsa onu bir gün yanlarına alıp neler yapması gerektiğini ona öğretip uygulamalı bir eğitim de verilebilir. Bunun karşılığında hiçbir şey istenmemesi doğrudan bir yardım olur.[3]

Kendi başına avlanmayı bilmeyen komşuya eğitim verme yerine onu da bölümüne katarak iki kişilik ekibi üç kişi yapıp ona göre yeni bir bölümü oluşturarak av hasadı artırılabilirse, böylece her gün değil, iki günde bir avlanma yoluyla başka amaçla kullanılabilecek ilave boş zaman kazanılabilir. Her gün ava çıkılsa da bölümü nedeniyle avlanma zamanı düşürülebilir, günün geri kalan kısmında boş zaman oluşturulabilir veya gün içinde katlanılan av yorgunluğu azaltılabilir yahut av dışı diğer faaliyetlerde de bölümü yapılacağı için, örneğin yemek hazırlama için harcanacak süre daha kısaltılabilir. Yani üç kişi, iki kişiye göre daha etkili bir bölümü ve sonuçta daha fazla üretim yapabilir. Tamam da bunların “eskiden daha yardımseverdik şimdi ise yardım sevmez olduk” ile ne alakası var demeyin. Biraz sabır, çok alakası var, göreceğiz.

Kampta yan çadırdaki komşu ile olası ilişkilerde üç seçenek elde ettik. 1. Üretilenden komşu hakkı diyerek ona da pay vermek, 2. Nasıl avlanabileceğine dair eğitim verip kendi başına avlanıp karnını doyurmasına katkı sağlamak, 3. Onu da bölümüne katarak iki kişilik yerine her gün üç kişilik av yapmak ve birlikte pişirip yemek (bu sürece ve bölümüne katılamayacak kadar hasta, engelli, yaşlı veya çocuklar ise ayrı bir konu).

Örneğimizi yeni kampçılarla biraz daha genişletelim. Sol tarafımızda da birisinin kamp kurduğunu onun da avlanma ve pişirme konusunda kendi başının çaresine bakamadığını düşünelim. Sağdaki kampçıya yapıldığı gibi soldakine de yardım yapılabilir. Her ikisine ilk seçenek uyarlandığında (tutulan balıktan pay verildiğinde) asıl üretimi gerçekleştiren avcıya yeterince balık kalmayabilir, yani eldekinden her iki komşuya da verilirse avcılarımız güçsüz düşer ertesi gün ava çıkamaz hale gelebilirler. Bu sefer üç komşu da aç kalabilir. Bu yeni komşuyu da, bir gün yanlarına alıp nasıl avlanacağını öğretebilir veya ekibi dört kişi olarak yeniden örgütleyebilirler.[4] Dört kişi olunca daha etkili bir bölümü imkânı olabilir, daha önce olduğu gibi, üretim artışı, zaman tasarrufu veya daha az yorulma seçeneklerinden biri veya bir kaçı devreye girebilir.

Örneği biraz daha büyütelim. Her iki yanımıza onlarca kampçının yerleştiğini ve hepsinin durumunun aynı olduğunu düşünelim. Eğer aralarında karınlarını nasıl doyuracakları konusunda bir etkili üretim yöntemi üzerinde uzlaşamazlarsa doğrudan yardım ile sorunu çözmeleri mümkün değildir. Baştaki tanımı hatırlayalım, yardım için mutlaka verecek bir şeyler olmalıdır.

Şimdi geliyoruz kritik soruya: Bu üç seçenekten hangisi en muteber olanıdır? Yani, birilerinin üretim süreci dışında kalıp diğerlerinin onlara doğrudan yardım etmesi mi (birinci seçenek), eğitim ve çalışma sistemini herkesin üretime katılmasını sağlayacak biçimde tabana yaymak mı (ikinci seçenek), tek tek görme kabiliyetlerini etkili bir bölümü çerçevesinde birleştirip üretim artışı, zaman veya emek tasarrufu (aynı yemeği daha az yorularak ve daha az zaman harcayarak elde etmek) sağlamak mı?

Yardım dediğimizde aklımıza daha çok ilki geliyor. Hâlbuki diğerlerinde de komşu kampçıya yardım etmiş oluyoruz. İlkinde, hiç üretime katılmadığı halde ona az da olsa bir pay veriyoruz. İkincisinde yol yordam öğretip kendi başının çaresine bakacak hâle gelmesini sağlıyoruz; üçüncüsünde ise ona verip karşılığında üretimimize ortak ediyoruz. Dikkat edilirse son ikisi olmadığı durumlarda ilkine daha çok ihtiyaç olmaktadır. Eğer herkes kendi ihtiyacını karşılayacak biçimde üretim yapabilirse başkalarının üretime katkıda bulunmadan ve bulunmayı taahhüt etmeden pay alma anlamında doğrudan yardıma pek gerek olmayacaktır. Çok esaslı bir ihtiyacı karşılamayan komşular arasında “tadına bakma” kabilinden daha çok törensel değiş tokuşlar olacaktır.

Üretimin dengeli dağılmadığı yerde ortaya çıkan gerilimi gidermek için akla gelen ilk yol doğrudan yardımdır. Dolaylı yardımlar, bir arada yaşarken insanlar arasında ortaya çıkan potansiyel veya fiili gerilimleri gideremediğinde, doğrudan yardım hemen öne çıkmaktadır. Ancak bireyler arasındaki gerilim dolaylı yardım sistemleri ile çözüldüğünde doğrudan yardıma ihtiyaç azalmaktadır. Aslında biraz karmaşık olmasına rağmen dolaylı yardım süreçleri, bireylerin bir arada yaşamaları sırasında ortaya çıkan gerilimleri azaltmada daha iyi bir sorun çözme biçimidir. Bireylerin başta bugünkü ihtiyaçlarını karşılamaları olmak üzere birbirlerinin işlerini şimdi veya gelecekte makul bir karşılıkla yerine getirmelerini sağlayacak biçimde donanıma sahip olmaları ve bu donanıma sahip olunduğu varsayımına dayalı olarak kurumsal yapıların zayıf olduğu yerlerde “karşılıksız yardımın” teşvik edilmesi ve yüceltilmesi, eşitsizliklerin yol açacağı başta istikrarsızlık olmak üzere tehditleri bertaraf etme amacıyla yakından ilişkilidir. Kısaca doğrudan yardımın, hayatın rutininin bir parçası olmak yerine dolaylı yardım süreçlerinin iyi işlemediği ve sorun ürettiği yerde devreye girmesi beklenen istisnai bir durum olması daha makuldür.

Haftaya Devamı: Yardımsız Topluluk Oluşmaz Karşılıksız Yardım ile Kalıcı Çare Oluşturulamaz

[1] Hayırlı ve hayırsız ebeveyn veya evlat ilişkileri dikkate alındığında aile içindeki “karşılıksız” olarak kodlanan ilişkilerde de derin bir karşılıklılık beklentisinin bulunduğu görülebilir. Beklentinin uzun vadeli olması ve somut olarak dillendirilmemesi karşılıklılığı ortadan kaldırmaz.

[2] İktisat eğitimi almış olanlar hemen fark edeceklerdir ki aynı şekilde pişirilmiş aynı miktardaki bir tabak balık, yemeğin pişmesini bekleyenler için yemeğin sonuna doğru gelmiş olanlara göre (azalan fayda prensibi gereği) daha fazla fayda sağlar. Çünkü birisi açlık ihtiyacının yüksek olduğu bir evrede ikramı alırken diğeri doymak üzere iken aynı ikramı almaktadır. İkinciler için aynı balık daha az şiddetli bir açlık ihtiyacını gidermekte olduğu için daha az değerlidir.

[3] Komşu kampçıya balık tutmayı öğretmenin hiçbir karşılık beklemeden yapıldığı söylenemez. Eğer aç kalırsa sizin az olan balıklarınızı çalması, gücü yeteceğini düşünürse sizinle avladığınız balıklar için açıktan çatışmaya girmesi her zaman ihtimal dâhilindedir. Ne demiş atalarımız “aç köpek fırın deler”; “aç bıraksan hırsız, çok söylesen arsız olur”. Bunun modern politik versiyonu “boş tencerenin deviremediği hükümet yoktur”dur. Ayrıca hastalandığınızda, balık tutamadığınızda balık tutmayı öğrettiğiniz komşunun size balık vermesi veya bu komşunun açlıktan fenalaşma, hastalanma hatta ölmesine şahitlik etmenin üzerinizde yaratacağı olumsuz hislere muhatap olmama da küçümsenmeyecek bir karşılık olarak görülebilir. Kendini iyi hissetmek için yapılan yardım da kendi iyiliğini artırmaktır

[4] Burada üretimin kişi sayısı arttıkça artırılabilen ölçeğe göre sabit getiri özelliği varsayımı yapılmıştır. Gerçek hayatta durum hiç de öyle olmayabilir. Nihayetinde deredeki balıkların bir çoğalma hızı varsa ve bu ancak bir avcıyı besleyecek kadar günlük balık tutulmasına uygunsa bu işbirliği senaryosu tümüyle çöker. Kimse kimseye yardım etmez.

Ömer Demir –

Elde Olanı Sonraya Aktarmada Yardımın İşlevi

İnsanoğlu bugüne kadar elindeki kullanım fazlası olan şeyleri başka zaman veya mekânlarda kullanabilmek için birçok mekanizma keşfetmiş veya geliştirmiştir. “Kullanım fazlası” her zaman var olanın çok bol olması anlamına gelmez. Kıt olan şeyler de zamana veya mekâna bağlı olarak kullanım fazlası olabilir. Az olan bir şeyi, kullanım ihtiyacı olabilecek başka dönemlerde kullanmak üzere zamanlar arasında dengeli dağıtma arzusu, istikrarlı ve güvenli bir insan hayatı için de en temel planlamalardan biridir ve bunu sağlamaya dönük bireysel yöntemler yanında birçok kurumsal yapı ortaya çıkmıştır. Zira üretilen veya elde edilen değerli bir şeyi hemen kullanıp tüketmek yerine olası ömür süresi içinde dengeli biçimde kullanmak üzere uygun olacak şekilde dağıtmak insanın hayat istikrarı bakımından keşfettiği en temel formüllerden biridir. Bu sebeple genelde eldekilerin bir kısmı tüketilir, bir kısmı da gelecek için saklanır. Bu şekilde geleceği güvence altına alma arzusu hem biyolojik hem de sosyal süreçlerde en güçlü motivasyonlardan biridir.

Bir tüketim malını, şu an yerine başka bir zamanda kullanabilme imkânı oluşturmanın iki temel yolu vardır. Akla gelen ilk yöntem gelecekte tüketmek üzere saklamaktır. Gıda maddeleri özelinde stoklamanın güvenli bir yerde paketleyerek muhafaza etme yanında ilave işlemler gerektiren kurutma, tuzlama, konserveleme, soğuk ortamlarda dondurarak saklama gibi birçok yöntemi keşfedilmiştir. İlk insandan beri stoklama (saklama, gizleme) bir yol olarak hep akla gelmiştir ama bugün elde olanı geleceğe aktarma konusunda stoklama hem bu konudaki araçların işlevselliği hem de saklama maliyetleri bakımından her zaman en iyi seçenek değildir. Bunun sebebi, sadece bugün kullanışlı ve değerli olanın, eskime, aşınma veya bozulmadan güvenli biçimde kullanım ihtiyacı olacak zamana kadar muhafaza edilmesi için gerekli işlemlerin maliyetli olması değildir. Böyle bir sorun vardır ama bundan daha büyük bir sorun daha vardır: Özellikle hizmetler, doğası gereği stoklanamazlar. Hizmet üretimi ile meşgul kişiler için bugünkü hizmetlerin bir kısmını geleceğe aktarma, önce mübadele yoluyla bir mala çevirme sonra da o malı stoklama gibi iki aşamalı bir işlem dizisi gerektirmektedir. Örneğin avladığınız balıkları kurutabilir, tuzlayıp veya dondurup saklayabilirsiniz ama hastalık teşhis ve tedavi becerinizi ilerde mübadelede kullanmak üzere depolayamazsınız. Burada birazdan değineceğimiz başka mekanizmalara ihtiyacınız var.

Bugün elde olanı geleceğe aktarabilmenin ilk yolu saklama dedik. Saklama yolu ile geleceğe değer aktarma hem saklama maliyetleri nedeni ile pahalıdır hem de fiilen ihtiyaç duyulacak kullanım zamanının uzunluğu nedeniyle büyük belirsizlikler, dolayısıyla organizasyon güçlükleri içerir.

Eldekini geleceğe aktarmanın ikinci yolu, onu bugün ihtiyacı olan birilerine verip ihtiyaç olacak zamanda daha az, aynı miktarda veya daha fazla olacak biçimde geri almaktır. Eğer elinizdeki kullanım fazlasını başkasına verip ilerde güvenli biçimde ondan geri alma imkânı varsa, bu söz konusu malları uygun koşullarda stoklamaya göre daha çok tercih edilecek bir tüketimi geleceğe aktarma yolu olabilir. Burada paraya çevirmenin de bir üçüncü yol olduğu düşünülebilir ama aslında para (altın, döviz, hisse senedi vb.) sadece kullanmak üzere başkalarına verip ileride geri almanın yöntemlerinden biridir. İlkinde (malı birine ödünç verme) eldeki malın somut bir muhataba verilip ileride ondan geri alınması beklenirken ikincisinde (paraya çevirme) ortak değer ölçüleri olan (aynı para birimini kullanan ve aynı soyut varlıklara benzer değer atfeden) bir insan topluluğuna olan güven sayesinde eldeki malın topluluğa emaneti söz konusudur. Çünkü bugün paraya çevrilen bir mal, aslında başkaları tarafından bugün kullanılmakta, parayı elinde bulunduran kişiye, ihtiyaç duyduğunda ihtiyacı olan malları üreten birilerinden temin edilebileceğinin güvencesi verilmektedir. Bu garantinin kesinliği, sıfır enflasyon ortamında ve kaydi paraların ortadan kalkmayacağını temin eden bir siyasal ve ekonomik sistemin olmasına ve daha da önemlisi gelecekteki ihtiyaçları karşılayacak bir üretim kapasitesinin ayakta tutulabilmesine bağlıdır. Yani para değerini koruyacak ve istendiği an ekonomide o paranın alabileceği mal ve hizmetin üretimi garanti edilmiş olacak. Aslında bu ikisi (paranın değerini koruması ve gerekli malın üretilmiş olması) aynı durumun iki farklı ifadesidir. Zira elde talebi karşılayacak mal yoksa para değerini koruyamaz.

Sonuç olarak, bugün var olan kullanım fazlasını geleceğe aktarmada doğrudan kendi kullanımı için stoklama veya bugün başkalarına verip gelecekte onlardan geri alma olmak üzere iki temel yöntemin varlığından bahsedebiliriz. Onlardan geri alırken aynısı mı, daha azı mı yoksa fazlası mı alınır meselesi, ayrıntıda önemli olmakla birlikte işin doğasının bir karşılıklılık ilişkisi olduğunu değiştirmez. Bugün verilen bir birim malın karşılığı etkili bir üretim sürecinde kullanılırsa gelecekte iki birim olabilir yahut tersinden saklama maliyetleri yüksekse bugün verilen iki birim gelecekte bir birim olarak geri alınabilir. Örneğin iki kilo peyniri, bir kilosunu geri almak üzere soğuk hava deposunda bir yıl bekletmek üzere depo sahibine verirseniz, bu makul bir geleceğe aktarma maliyeti olabilir. Yahut elinizdeki fazla fındığı, fındık bahçesi oluşturması için birine verip üç yıl sonra size iki çuval olarak geri verilmesi de makul bir geleceğe aktarma yolu olabilir. İlkinde kendiniz saklarsanız saklama maliyetleri soğuk hava deposununkinden daha fazla olabilir. İkincisinde bir çuval fındığı depoda beklettiğinizde hem depo maliyeti hem de yağlanma nedeniyle oluşacak kayıp söz konusu iken onu bahçe yapabilecek birine verdiğinizde üretim kapasitesi artışından hem ödünç alan bahçe sahibi olarak kazançlı çıkar hem de üç yıl sonra bir çuval fındık yerine iki çuval fındığınız olur. Bugün verilenin gelecekteki karşılığının ne olacağı, saklama maliyetlerine, beklenen ömre, gelecekteki üretme kapasitesine ve üretim süreçlerin verimlilik katsayısına bağlı olarak değişebilir.

Hem stoklama hem de birilerine verip gelecekte onlardan geri alma bazı risk ve maliyetler içerir. Bugün bir çuval fındığı başkasına verip üç yıl sonra iki çuval olarak geri almak, geri gelmeme ihtimali bakımından riskli, ama bozulmayacak ortam oluşturma ve çalınmaya karşı koruma bakımından ise daha az maliyetlidir. İkinci yolun (şimdi başkasına verip sonra ondan geri alma) düşük maliyetli olması, bireyler arasında kurulan bağların gücüne bağlıdır. Bireyler arasındaki güçlü bağlar, sevgi ve saygı yanı sıra hak ve sorumlulukları düzenleyen ve onlara güçlü yaptırım gücü desteği ile hukuki koruma sağlayan kurumların varlığına olan güveni de kapsar.

Sonuçta bugün fazla olanı geleceğe aktarma yolları içinde, birileri üzerinden aktarma, en eski keşiflerden biridir. Bu birileri, önce aile fertleri ve yakın akrabalar olmuştur. İnsanlar biyolojik yakınlarına her zaman daha çok güvenmişlerdir ve hâlen bu durum birçok yerde geçerliliğini korumaktadır. Genelde miras çocuklara bırakılır ve ilerde büyüklerine onların bakması beklenir. Çalışamaz duruma geldiklerinde insanlar bakma yükümlülüğü yerine getirmede, yakın akrabalardan sonra yüz yüze ilişki kurulacak komşulardan başlayarak ilişki içinde bulunulan diğer insanların sorumluluk alması beklenmektedir.

Bugün ihtiyacı olana verip gelecekte ondan geri almanın insanlar arasında bir yardımlaşma biçimi olduğu açıktır. Bugün ihtiyacınız olmayanı ihtiyacınız olan zamana kadar sizin için birisinin saklaması (yahut şimdi tüketip o zaman size geri vermesi) hayatınızın devamına temel bir katkı olarak önemli bir yardım türüdür. İhtiyacınız olduğunda sizin tüketiminizi de karşılayacak birilerinin olmadığı bir durumu düşünürseniz bunun ne kadar büyük bir yardım olduğunu anlamak daha kolay olur. Örneğin tüm emeklilik haklarının geçersiz sayıldığı, herkesin bankalarda parasının olduğu fakat tüketim için ihtiyaç duyulan mal ve hizmetleri, kendi ihtiyaç fazlası olarak üretecek hiçbir ferdin olmadığı yahut üretimin azlığı nedeni ile sadece o an üretim sürecinde bulunanlara pay verilecek bir üretim yapılabildiği durumları tahayyül edelim. Her bir durumda da aslında refahın istikrarının insanlar arasındaki birbirine yardım sözleşmesine bağlı olduğu açıkça görülür. Tapular, hisse senetleri, banknotlar hatta altın ve dövizler, kendi başlarına refah artışına katkıda bulunamazlar. Tüm bu mal dışı kaydi değerler, karşılığında mal ve hizmet temin edilebildiği zaman işe yararlar. Bu temin edilebilirliği belirleyen de o an üretim yapanların gerçekleştirdiği üretim miktarıdır. Bu miktar yeterli ise kaydi değerler, hatta sözler işe yarar, değilse yaramaz. Üretenler öncelikle kendi ihtiyaçlarını karşılarlar.

Kısaca insanlar ürettiklerini aralarında bölüşür; özellikle de yarın (aynısını, azını veya çoğunu) almak üzere bugün birilerine verirken güvene dayalı bir yardımlaşma gerçekleştirirler. Bugün birinde mevcut olanı alıp ihtiyacı olduğu zaman ona veren, aslında hayatını devam ettirmede o kişiye yardımcı oluyor demektir. Bu yardım ilişkisinin aldığı farklı formlar, işin özünde bir yardım olduğunu görmeyi engellememelidir.

Verileni daha sonra geri alma konusunda güven çok önemlidir. Bu sebeple güven, başkaları ile şimdi birlikte yapmada olduğundan daha çok gelecekte karşılığının verileceği ilişkiler oluşturmada hayati önem taşır. Bu sebeple hem kuşak içi hem de kuşaklararası bu değiş tokuş sözleşmelerine uymayı sağlayacak değer yargıları ve somut kurallar birlikte yaşamın en temel yapı taşlarıdır. Dolayısı ile güven olmadan bölümü olmaz, borçlanma olmaz, dolayısıyla yardım da olmaz.

Haftaya Devamı: İş ve İmkânları Dengeli Dağıtmada Yardımın Rolü

Ömer Demir –

Değer yargıları içinde yardımseverlik en önemli sırayı alır. Dört yazıdan oluşan bu yazı dizisi, geçmişe göre yardımseverliğin azaldığı gözlemine dayalı değerlendirmeleri daha soğukkanlı bir zemine taşımayı amaçlamaktadır. Meramını kısa cümlelerle anlatamayanlar, konuyu iyi anlatma gerekçesine sığınarak uzun metinler yazarlar. Belki bir gün bu konuyu da yazı konusu yaparız ama şimdilik bu uzun yazı dizisi için okurlardan anlayış talebimizi sürdürüyoruz. Toplu topu 5.870 kelime, zaten 70’ı gitti! Geriye kaldı sadece 5.800.

Hafıza Sınırlı, Yanlı ve Seçicidir

Günümüzde elli yaşının üstündekilerin hayat tecrübeleri, birbirinden çok farklı, zaman zaman da taban tabana zıt en az iki dünyayı bir arada görmeye imkân verdiği için büyük çelişkilerle doludur. En kaba şekliyle yokluk ve varlık çoğunlukla birbirini takip eder, şimdi varlık içinde olanlar, çoğunlukla önceden görece yokluk çektiklerini anlatırlar. Bu sebeple heyecanla anlattıkları hayat hikâyelerinde, bu yokluk dönemine ait anılar daha fazla yer tutar.[1]

Bu yokluk dönemlerini istekle anlatmanın arkasında, bugünlere gelmek için harcanan emek, gösterilen çaba, gayret ve fedakârlığın yeni neslin nezdinde ıskalanma kaygısının ve buna bağlı olarak da bütün bunları hayatında bir araya getirmenin gerektirdiği takdirin gösterilmeme korkusunun yattığı söylenebilir. Kısaca bu anılarla “biz bu günlere öyle kolay gelmedik” mesajı verilmek istenir. Bu mesajlarda, yeni kuşaklara, içinde bulundukları rahat ortamın oluşması sürecinde çekilen zorlukların farkında olunması gerektiğini (ne işe yarayacaksa!) hissettirme arzusu baskındır.

Yine bu kesimden, tam tersine, önce var olduğu halde şimdi olmayan “ah nerede o eski günler” kapsamında bazı yakınmalar da duyulur sık sık. Bunlar arasında “Eskiden insanlık vardı, komşuya, akrabaya, yolda kalana, düşmüşe el uzatılır, menfaat beklentisi olmadan hal ve hatır sorulurdu. Mahallenin çocukları sadece kendi aile büyüklerine değil, tüm büyüklere hürmetkâr davranır, saygıda kusur etmezlerdi” şeklindeki yakınma, öne çıkan yakınmalardan en çok paylaşılanıdır denebilir.

Zihin araştırmaları kapsamında şunu artık çok iyi biliyoruz ki insanlar geçmişi, bugünü ve geleceği şimdiki konumları, eğilimleri ve beklentileri muvacehesinde kısmen “yanlı” tasavvur ederler. Bu yanlılığa büyük ölçüde hafıza da çanak tutar. Zira araştırmalar hafızanın tüm olup bitenleri kaydetme anlamında sınırlı, o sebeple de seçici ama daha çok insan varlığının devamını sağlamaya katkı sağlamaya dönük değer yükleme anlamında da yanlı olduğunu söylüyor. Yani olan her şey hatırlanmaz, bazıları olduğundan farklı kaydedilir, bunlar içinden seçilip hatırlananlara daha yüksek değer atfedilir. Tam da bu sebeple olup biteni “doğru” anlayabilmek için başta istatistik teknikleri, şimdilerde büyük veri ve yapay zekâ uygulamaları olmak üzere, bu eksiklik ve yanlılığı bertaraf etme amacıyla birçok bilimsel yöntem geliştirilmiştir.

Bu yazıda konumuz bunlar değil. Konumuz, eskiden insanların daha yardımsever olduğu düşüncesinin izini sürmek. Neredeyse dünyanın her yerinde art arda gelen kuşakların böylesine değer yüklü alanlarda zıt yönlere savrulması için yeterli gerekçeler olmadığı varsayımına dayalı olarak bu kuşağın iyilikseverlik konusunda yanlı olabileceğini söyleyerek yukarıdaki yakınmaların sebebini tam olarak anlamış olamayız. Bir nesil aynı konuda toptan yanılmayacağına göre (bunu garantileyen bir şey olmasa da) geçmiş ile bugün arasında bu konuda bir farklılığın olduğu ve bunun geçmiş lehine bir özlem yarattığı aşikâr duruyor. Bu durumu, dünyada daha az yaşayacak günü olanların geçmiş yaşantılarını idealize etmesinin doğal bir sonucu olarak görenler de olabilir. Bu, çok da yabana atılası bir yorum olmamakla beraber buna sığınarak da işin içinden kolay kolay çıkamayız. Geçmişe özlem, iyi insanların beyaz atlarına binerek gittiği, kötülerin sürekli çoğaldığı ve artık dünyanın bozulmaya (bu bozulma eskiden ahlak eksenli idi şimdi ise daha çok ekolojik düzen merkezli) doğru gittiğine dair yaygın kabul gören karamsar yaklaşımın cazibesi üzerine başka bir yazı yazmıştık.[2] Şimdi, sadece karamsarlığa övgü güdüsü ile açıklanamayacağını düşündüğümüz, geçmişte insanların daha yardımsever olduğu düşüncesinin niçin kök saldığının izini süreceğiz.

Öncekilerin Daha Yardımsever Olduğunu Bilmek İçin Kişisel Tecrübe Yeterli mi?

Öncelikle belirtmek gerekir ki, geçmişteki insanların şimdikilerden daha yardımsever olup olmadığı konusu üzerinde bir hüküm verilecekse, bunun tahmin veya kişisel gözlem yahut hislere değil, nesnel bir veriye dayalı olarak verilmesi gerekir. Neden veri gerekir konusunda, detayına girmeden en azından iki ana gerekçe söylemeliyiz. Birincisi, yukarıda ifade edildiği üzere hafıza insan hayatının devamını sağlamaya katkısı olacak olanları daha çok hatırlamaya eğilimlidir, yani yanlıdır. İkincisi, geçmişte hayatın olağan akışında hava gibi ancak olmadığında fark edilecek birçok gizli kurumsal yapıların[3] etkisiyle oluşan durumlar, insanda sebep sonuç ilişkileri oluşturacak biçimde bir bilinç üstü bilgi haline gelmeyebilir. Kan bağı, arkadaşlık, kan kardeşlik, komşuluk, vatandaşlık, kirvelik, töre, namus veya adam olmak biçiminde somutlaşan kurumsal yapılar, tıpkı örtük bilgi[4] kabilinden hayatın akışına olan etkilerinin farkında olunmaz, dolayısı ile de kolay kolay bireysel gözlemlerle rapor edilemezler.

Konumuz bağlamında ihtiyacı olana geçmişte kimler hangi yollarla nasıl yardımcı oluyordu, şimdi hangi yollarla oluyor konusunu net biçimde ortaya koyup arada fark olup olmadığı, varsa hangi dönemin lehine olduğunun karşılaştırılmasını, kişilerin sadece öznel tecrübelerine dayanmayan, kanıta dayalı nesnel biçimde yapılmadan geçmiş veya günümüz lehine bir yargıda bulunmak elbette isabetli olmaz. Ancak burada olayın bu veriye dayalı mukayesesi değil, başka bir yönü, yardımın değişen niteliği üzerinde duracağız. Bu sebeple konuyu tam anlayabilmek için yardım kavramını biraz açalım.

İnsan Diğerlerine Nasıl “Yardım” Eder?

Eskiden “çok” yardımsever olan insanların çocuk veya torunlarının şimdi daha “az” yardımsever oldukları yargısını analiz etmek için önce yardımseverliğin kökeni üzerinde biraz düşünmemiz faydalı olur. Burada “çok” ve “az”ı tırnak içinde yazmamızın sebebi, daha önce belirttiğimiz gibi, bunun ispata muhtaç bir yargı olduğuna işaret etmek içindir.

Yardım, en genel tanımı ile “kendi” güç ve imkânlarını, “başkalarının” yararına kullanmayı ifade eder.[5] Yardımın bin bir çeşidi vardır. Destek olma, kolaylaştırma, imkân sunma, fırsat verme, yol gösterme, bağışta bulunmanın her biri birer yardım çeşididir. Yardımın varlık nedenini anlamak için önce “niçin başkalarına yardım ederiz?” sorusu üzerinde biraz duralım. Doğal olarak bu soru, yardımın olumlu bir tutum, yardım etmenin de olumlu bir davranış olduğunu varsayar. Biz de bu varsayımı koruyoruz.

İlk adım olarak, başkalarına yardım edebilmek için neye sahip olmamız gerektiğine bakalım. Bu ifadeden, yardım edebilmenin bir “varlık” işi olduğunu hemen anlıyoruz. İster yol gösterme, nasihat etme, ister mal mülk, isterse cesaretlendirme kabilinden olsun yardım edecek olanda başkalarına verilebilecek bir şeylerin olması gerekir. Rahmetli babam “sağlıklıysan birinin elinden tutarsın, atın veya araban varsa birinin yükünü taşırsın, evin varsa birini misafir edersin, ekip biçtiğin varsa ondan verirsin, iyilik yapmak için her varlık bir imkân oluşturur” derdi. İyiliğin ortaya çıkabilmesi için kişinin bir şeylere sahip olması ve onu başkaları adına kullanması bir ön şart gibi görünüyor. İnsan niye elinde olanı sadece kendisi için kullanmak yerine başkaları için kullansın ki! En kritik soru bu. Bu soruya “insan olmak için” gibi genel yuvarlak cevaplar verilebilir. Ama niçin insan olma ile iyilik yapmanın bu kadar iç içe geçtiği üzerinde yine de düşünmek gerekir.

Burada konuyu üç yönden ele alacağız. İlk önce bugün sahip olunanın korunmasında, ikinci olarak onun geleceğe aktarılmasında üçüncü olarak da mevcut imkân ve yeteneklerin topluluk içinde dengeli dağıtılmasında yardımın rolüne bakacağız. Bu üç konudaki açıklamaların, eskiden daha mı çok yardımseverdik konusunda bir açıklama getireceğini umuyoruz. İlkinden başlayalım:

Sahip Olunanı Korumada Yardımın Rolü

“Biri yer biri bakar, kıyamet ondan kopar” diye bir atasözü vardır. Bu söz, herkesin yararlanmak istediğinden birkaç kişi yararlanır, diğerleri dışlanırsa orada ciddi çatışma çıkacağını ifade eder. Aynı ortamda yaşayan insanların karşılıklı olarak birbirlerinin sahip olduklarına saygı göstermesi, yani bu sahipliği meşru görmeleri, sahipliğin kendi durumlarına fiilen gerçekleşen veya algılanan katkısı ile yakından ilişkilidir. Başta sosyal, ekonomik, siyasal ve entelektüel miras ile çalışma olmak üzere sabır, sebat, şans vb. birçok faktörün etkisiyle insanların sahip oldukları şeyler, zamanla birbirinden farklılaşır. Bu farklılık arttıkça meşruiyet sorununa bağlı olarak kıskançlıklar ve sorgulamalar baş gösterir (sen de var ben de niye yok). Farklılığı kabul edilebilir kılan en düşük maliyetli yöntem, farklılığın taraflarca meşru görülmesini sağlayan değer yargılarıdır. Sonuçta farklılığı meşru görme, her iki tarafın birbirinin durumunu kabullenmeleri ile gerçekleşir. Bu kabullenme durumu birçok ön şarta bağlıdır. Bu şartlar içinde en önde gelen boyut, kuşkusuz bireyler arasındaki daha sonraki ilişkilerin durumudur. Mekân bakımından yakın veya uzak olmak, ilişkilerin doğrudan veya dolaylı olması ve birlikte daha uzun süre yaşama ihtimali, meşruiyet algısını farklılaştırır. Aynı ortamda veya uzun süreli ve istikrarlı ilişkiler uzun erimli yatırım gerektirir. Buna ileride değineceğiz.

Eğer elinde olan kişi, elinde olmayana yani mahrum kişiye bir miktarını verirse, bu takdirde onun gözünde sahipliğinin meşruiyetinde artış olur. İlişkilerin kökeninde yer alan ve büyük ölçüde meşruiyeti sağlayan karşılıklılık ilkesi gereği, yardım alan bunun karşılığını yardım verenin sahipliğini meşru görerek yerine getirir. Farklılığı ve başkalarının sahipliğini meşru görmek özünde bir karşılıklılık ilişkisidir. Bu sebeple elinde olan olmayana ne kadar çok yardım ederse, elindekilere sahip olmanın meşruiyetini o ölçüde artırır. Olanda gözü olmayanın sayısı arttıkça var olanı korumak kolaylaşır, dolayısıyla sahipliği gayrı meşru görenlerin sayısı veya görme şiddetini azaltmak, onu koruma maliyetlerini büyük ölçüde düşürür. Zira meşru görülemeyen varlıklar, el konma, yağmalanma veya çalınmaya daha açık hale gelir. Onları korumak için artık fiili engel oluşturmak (depo yapmak, sur yapmak, sınır oluşturmak ve sınırları korumak, vb.) veya fiziksel güç kullanmak (bekçi, özel koruma, polis, asker bulundurmak vb.) icap eder. Güç kullanımının her türünün bir bedeli vardır. Üstelik korumayı tek başına gerçekleştirmek çoğu zaman mümkün değildir. O sebeple güç kullanımı için de birileri ile birliği yapmak gerekecektir.

Kısaca, yardım süreçlerinde örtük veya açık bir karşılıklılık söz konusudur. Yardımı kendi güç ve imkânlarını başkaları lehine kullanma olarak tanımlamıştık. Başkaları lehine olanın kişinin aleyhine olması durumunda yardımın gerekçelendirilmesi hayli zordur. Örneğin sizi öldürecek birinin mermisi bittiğinde ona mermi vererek yardım etmezsiniz ama sizi öldürmek isteyen kişinin mermisi bittiğinde açlıktan ölmemesi için yiyecek verip veya onu tedavi edip hayatta kalmasını sağlayarak ona yardım edebilirsiniz. Birincide (kurşun vermede) yardımın size zararı açık iken ikincide (yemek verme veya tedavi ederek yaşamasını sağlamada) size zarar verip vermemesi en azından o an için belirsizdir. Yemek verirken veya tedavi ederken size sinsice zarar verme veya iyileştiğinde tekrar size saldırma ihtimalinin (hele yardımdan sonra) düşük olması, hatta bu davranışınızın sonunda karşı tarafta oluşacak minnettin size olumlu yansıması ihtimalinin de yüksek olması beklentisi belirleyici olabilir. Belki yardım, tam da bunu sağlamaya dönük iyi bir stratejidir.

İlk sonucumuz, yardım yapılacak kişinin yardım edene zarar verme kabiliyetinin düşük olması beklenir. İkincisi, yardım edilenin, sırf bu yardım nedeniyle, yardım edene zarar verme eğiliminde azalma ortaya çıkacaktır. Zira yardım, olmayanın olanda kendi lehine hak talep etme iddiasını zayıflatır. Olmayana verilenin olandakine göz dikmeyi engellediği ölçüde eldekini koruma maliyetleri düşer. Maliyet azaltıcı seçenekler her zaman tercihe şayandır.

Dolayısı ile yardım sadece edilene değil edene de şimdi veya gelecekte büyük “fayda” sağlar. Yani “az sadaka çok belayı def eder”. Bu sebeple tüm tarih boyunca varlıklı insanların olmayanlara bol ikramda bulunması takdir edilen ve yaygın kabul gören bir uygulamadır. Çünkü bu şekilde doğrudan yardım her iki tarafın da yararına, sonuçta birlikte yaşamayı kolaylaştıran ve sonuçları hemen alınabilecek bir uygulamadır.

Haftaya Devamı: Elde Olanı Sonraya Aktarmada Yardımın İşlevi.

[1] Doğal olarak bütün insanlardaki geçmiş tasavvuru konusunda tek bir bakışın geçerli olduğu söylenemez. Mega şehirlerdeki apartmanlarda, küçük kentlerde veya kasaba ve köylerde, gecekondularda, feodal dönemde, sanayileşme döneminde, dijital devrim zamanında yaşayanın geçmiş, iyi ve kötü algısı farklı olabilir. Ayrıca yaşadığı dönemde kişinin toplumsal sınıfının ne olduğu da (köle/fakir/din adamı/asker/yönetici/komutan/er/zengin/aristokrat/hanedan üyesi vs.) geçmişe dair iyi ve kötü algısının farklılaşmasına yol açabilir. Bu sebeple buradaki analiz belirtildiği şekliyle bir önceki kuşakla birlikte yaşayıp kendi hayatı içinde iki dönem mukayesesini geçmişte olan lehine değerlendirenler için geçerli olabilir.

[2] https://www.sosyalbilimlervakfi.org/tr/2021/11/batsin-bu-dunya-kasvetli-olmak-nicin-bu-kadar-havali/

[3] Gizli kurumsal yapı ile kendisini saklayan gizli örgütler değil etkilerinin ortaya çıkması bilince ihtiyaç olmayan düzenli anlayış, inanç ve değerler kastedilmektedir.

[4] Örtük bilgi, kişinin kullandığı ama sözlü ve yazılı olarak kolayca ifade edemediği hatta bazen bildiğinin farkında olmadığı daha çok deneyim ile elde edilen (yürümek, konuşmak, yüzmek, anlamak, şiir yazmak, bir notayı dillendirmek, müzik aletini çalmak, makine ve aletleri kullanmak gibi) bilgidir.

[5] “Kendi ve başkalarının sınırları nereden başlar nerede biter”, çok karışık bir durumdur o sebeple oraya hiç girmiyoruz.

Ömer Demir –

 

Yapay Zeka Özeti[1]

“Yazınızda, günümüzde ülke meselelerinde doğruyu tespit veya yanlıştan kaçınma konusunda “akil adamlar”ın tavsiyelerinin, yöneticilerin takdir yetkisini kullanırken göz önünde bulundurabileceği unsurlar olabileceğini, ancak bunların tek başına yeterli olmayacağını savunuyorsunuz.

Bu görüşün doğruluğuna katılıyorum. “Akil adamlar”ın tavsiyeleri, yöneticilerin karar verme sürecinde önemli bir rol oynayabilir. Ancak bu tavsiyeler, her zaman ve her durumda doğru ya da uygulanabilir olmayabilir.

Örneğin, bir “akil adam”ın, bir ekonomik krizin çözümü için düşük faiz ve yüksek enflasyon politikası önerdiğini düşünelim. Bu tavsiye, bireysel düzeyde makul ve geçerli olabilir. Ancak, toplumsal düzeyde, bu politikanın istenmeyen sonuçlara yol açması mümkündür.

Bu nedenle, “akil adamlar”ın tavsiyelerini, yöneticilerin takdir yetkisini kullanırken göz önünde bulundurması önemlidir. Ancak, bu tavsiyelere körü körüne bağlanmak yerine, mevcut koşullara ve olası sonuçlarına göre değerlendirerek karar vermek gerekir.

Yazınızda, “akil adamlar”ın tavsiyelerine duyulan aşırı güvenin, modern toplumların kurumsal yapılarını zayıflattığına da dikkat çekiyorsunuz.

Bu görüşün de doğruluğuna katılıyorum. Modern toplumlar, karmaşık toplumsal ilişkileri yönetmek için çeşitli kurumsal yapılar geliştirmişlerdir. Bu kurumlar, uzmanlık, bilgi ve deneyim birikimi ile karar süreçlerine katkıda bulunurlar.

“Akil adamlar”a duyulan aşırı güven, bu kurumsal yapıların işlevselliğini azaltabilir. Zira, “akil adamlar”ın tavsiyelerine fazlasıyla itibar eden yöneticiler, kurumsal yapıları devre dışı bırakabilirler.

Bu durum, karar süreçlerinde etkinliğin ve şeffaflığın azalmasına neden olabilir. Ayrıca, “akil adamlar”ın tavsiyelerinin hatalı olması durumunda, topluma daha fazla zarar verebilir.

Sonuç olarak, günümüzde ülke meselelerinde doğruyu tespit veya yanlıştan kaçınma konusunda “akil adamlar”ın tavsiyelerine duyulan aşırı güvenin, hem karar süreçlerinde etkinliği hem de toplumsal refahı olumsuz etkileyebileceğini düşünüyorum.

Bu sorunun çözümü için, modern toplumların kurumsal yapılarını güçlendirmek ve bu yapılara daha fazla yetki ve sorumluluk vermek gerekir. Ayrıca, “akil adamlar”ın tavsiyelerinin sınırlarını ve olası risklerini de dikkate almak önemlidir.”

Her Şeyi Bilen Akil Adam Yanılgısı

Önceki yazıda takdir yetkisi konusuna fazla ağırlık vermemizin sebebi, “akil adam”ların üst yöneticilerin takdir yetkilerini kullanırken onlara vereceği suflelerin bu yetkilerin etkili ve yerinde kullanılmasına hayati katkı sağlayacağına dair iyi niyetli beklentinin yanlış olduğunu göstermektir. Şöyle ki:

İlk olarak, takdir yetkisi kapsamına giren konularda doğru bilginin ve isabetli kararın ne olduğunu önceden kesin olarak bilen birilerinin olduğu varsayımı yanlıştır. Bu konularda belirsizlik daha yaygın bir durumdur. Onun için belirsizliğin etkilerini azaltacak karar süreçleri oluşturmak, “her şeyi bilen akil adam” arayışının önüne geçirilmelidir. Yani, en bilgili, en zeki, en akıllı, en ferasetli kişilerin seçilip her konuda “en uygun” kararları onların verebileceğini düşünmek yanıltıcıdır. Ne kadar parlak geçmişleri ve etkileyici karar envanterleri olursa olsun mutlak doğru bilgiye sahip olan bireylerin olabileceği ve onları bulup kararları onların vermesine terk eden yaklaşım, zihinsel konfor bakımından ne kadar cazip olursa olsun, kanaatimizce, sorunludur. Mutlak bilgiye hâkim birey varsayımı sadece sorunlu değil aynı zamanda, geri dönüşü imkânsız zararlara yol açma riski barındırması bakımından da çok tehlikelidir.

İkinci olarak, devlet düzeyinde alınan tüm kararların o toplumda yaşayan veya o toplumla ilişkileri olan tüm paydaşların lehine olması, sadece teoride geçerlidir. Yani 85 milyon sadece teoride kazanır. Pratikte her toplumsal olayda az veya çok “kazananlar” ve “kaybedenler” olur. Örneğin ucuz ve bol üretim, pahalı ve az üretim olan duruma göre genelde refah artışı getirse de, refaha geçiş süreci bile bir kısım bireylerin statü ve gelirlerini olumsuz etkiler, yani onlara kaybettirir. Bir ülkenin daha uygun maliyetleri nedeniyle ihracatını olumlu etkileyen dış partner değişimi, alışverişini azalttığı dost ülkenin aleyhine sonuçlar verir. Birbiri ile çatışan grupların çıkarlarını dengeleyen bir toplumsal düzenleme veya kararın net etkileri, çoğu zaman karar alındıktan sonra ve zamanla ortaya çıkar. Önceden kesin olarak bilinmesi mümkün olmaz. Bu sebeple toplumsal düzeyde “en uygun” kararın tek bir bileşiminden bahsedilemez.

Üçüncüsü, toplum ölçeği farklılaştıkça etkili kurumsal karar süreçleri de farklılaşır. Bu bağlamda modern devletin karar süreçleri hem kullandıkları bilgi ve deneyim birikimi hem de karar verme mekanizmaları bakımından küçük informel gruplardan büyük ölçüde farklılaşmıştır. Küçük informel gruplarda deneyimli, ferasetli ve birikimli bir akil kişinin tavsiyeleri işlevsel olduğu ölçüde makro siyasi kararlarda etkili olması, önceki maddelerde belirttiğimiz gerekçelerle mümkün olmaz. Çünkü olası makro düzenleme veya kararların etkilerinin neler olabileceğini bir iki kişinin kişisel tahmini ile belirlemenin büyük risk oluşturduğu gözlenmiştir. Bunun için yüzlerce ihtiyaca özel yeni karar düzenekleri ve kararları şekillendirecek kurumlar oluşturmak gerekmektedir.

Dördüncüsü, gücü ancak güç frenler. Güçlü liderler, özellikle kendi kararlarının doğru olmadığına dair tavsiyeleri dinlemeye karşı son derece isteksizdirler. Çünkü onları güçlü kılanın karar verme süreçlerindeki eşsiz başarıları olduğunu düşünürler. Başarılı oldukça liderlikleri güçlenir, güçlendikçe kendi çıkarımlarına daha fazla değer verilmesi gerektiği inançlarını pekiştirirler. “Siz yetki sahibisiniz, liderlik vasıflarına sahipsiniz ama biz sizden daha isabetli düşünüyoruz” mealindeki bir akil adam tutumu, muhtemelen muktedirlerin en sevmediği muamelelerden biridir. Nezaketen gülümseseler de içten içe bu tür yol göstermelere veya tavsiyelere kızarlar. Çünkü bunun açıkça yeteneklerinin küçümsenmesinin bir işareti olduğunu düşünürler. Onların gücünü ancak başka bir güç frenleyebilir. Yani güç ancak güç ile frenlenebilir, nasihat veya tavsiye ile değil. Bu sebeple toplumsal tabanı mobilize etme bakımından benzer gücü olmayanların söz ve tavsiyelerinin etkisi sınırlıdır.[2] Kuşkusuz gücün ahlak ile sınırlanması imkânsız değildir. Zira gücü ahlak sınırları içinde kullanma, yöneticilere meşruiyet kazandırır. Gücün kontrolünde umudu tamamen ahlaka bağlamak da ondan tamamen umudu kesmek de yanlış olur.

Şimdi bu söylediğimiz soyut gerekçelere somut kurumlar üzerinden bazı örnekler verelim.

İlk sorumuz şu olsun: Politik konularda hangi kararların ülke lehine hangilerinin aleyhine olacağı, bu kararların ilgili vatandaşlar üzerinde nasıl bir etkide bulunacağı konularındaki kararların alınmasında kimlerin tavsiyelerinin alınması uygundur? Modern siyasal toplum, bu soruya en uygun cevabın tek tek bu alanlarda uzmanlaşmış bilim insanları, dinî liderler veya süper zeki danışmanlar değil siyasi partiler tarafından verileceği sonucuna varmış, bu varsayıma göre kurumsal yapılanma gerçekleştirilmiştir.

Farklı siyasi partiler ülke gündemine dair konularda çözüm önerilerini ve bu işleri kimlerle yapacaklarına dair kadrolarını oluşturur toplumun karşısına çıkarlar. Bu süreçte parti lideri çok önemlidir zira toplum ilk aşamada oyunu partinin iyi bir lider seçme kabiliyetine verir. İsabetli bir lider seçemeyen parti mekanizmalarının ülkenin gündemine çok hâkim olunduğu ve önemli konularda isabetli kararlar vereceğine toplumu inandırması hayli zordur. Ancak siyasi partinin tek işlevi, toplum önüne bir lider sunmak olduğu fikri yanlıştır. Liderin kararlarını besleyen ve şekillendiren en uygun mekanizmanın tüm illerde ve ilçelerde örgütlenmiş olan parti teşkilatının olması beklenir. Bu teşkilatlar bir yandan partinin çözüm önerilerini tabana yayarken diğer yandan ülkenin her bir yerinin öncelikleri, duyarlılıkları ve tepki verme saikleri farklı olan kesimlerin hassasiyetlerinin en uygun formda parti politikası haline getirilmesine katkıda bulunurlar.

Tüm ilçelerde örgütlenmiş olan partinin ilçelerinden başlayarak politik kararların nasıl algılanacağı, oy davranışına nasıl yansıyacağı konusundaki tespitlerine güvenmeyip, ilçe veya köyler düzeyinde ayrıntılı bilgisi olması mümkün olmayacak, sınırlı gözlemlere dayalı bir danışmanın bu konularda daha isabetli olacağı beklentisi temelsizdir. Eğer ilçelerden süzülerek gelen kanaatlerin, ilçelerin bu konularda ehil ekiplerle kanaat tespiti yapacak kapasiteden yoksun oldukları gerekçesiyle “gerçek” durumu göstermeyeceği gerekçe gösterilecekse, bu siyasal konularda karar oluşturmada modern bir kurumun aslına uygun olarak tasarlanamadığı anlamına gelir. Yani siyasi konularda toplumun sinir uçlarını takip etme amacıyla kurulan parti teşkilatını bu işi yapmaya ehil kişilerden oluşturmayıp bu işi “keskin zekâsı ve güçlü siyasi feraseti” ile yapacak “akil adamlar” arayışına girmek karanlıkta kaldığı için kaybedileni aydınlıkta aramaktan farksızdır.

Kısaca siyasi liderleri neyin doğru neyin yanlış olduğuna ikna edecek en uygun makamlar, siyasi hareketi tasarlayan, planlayan ve kampanyaları gerçekleştiren parti teşkilatları olması beklenir. Bu kurumsal yapıların meşruiyet gerekçesi buradan gelir. Bu teşkilatları, sadece güçlü liderlerin talimatlarını sorgusuz sualsiz kabullenecek, zaten ferasetli fikir üretemeyecek, üretse de bir sonraki dönem listelere giremem kaygısı ile söyleyemeyen dirayetsiz kişilerden doldurup ardından bu işlevi yerine getirecek “akil adam” arayışına bel bağlamak isabetli bir yaklaşım değildir. Toplumu parlamentoda temsil edecek en iyi adayların kimler olacağını, ülke refahı için en uygun düzenlemelerin neler olacağını belirleme görevini yapamayan bir siyasi parti teşkilatının görevini hakkıyla yaptığı ancak buna rağmen parti liderinin neyi nasıl yapacağı konularında “akil adamların” tavsiyelerine kilit rol atfeden bir sistem tasarlamak, bu kurumsal yapılara dayalı politik bir sistem kurmanın mantığına aykırıdır.[3]

Benzer muhakemeyi yasal ve anayasal kurumların işlevleri konusunda da yapmak mümkündür. İş piyasasının nasıl bir seyir izleyeceği, eğitim kurumlarının kazandırdığı yetkinliklerin yeterli olup olmadığının tespiti için Mesleki Yeterlilik Kurumunun; üniversitelerin eğitim-öğretim sorunlarının tespiti ve olası düzenlemelerin neler olacağı konusunda YÖK’ün, firmalar arası rekabetin ülke ölçeğinde etkinliği konusunda Rekabet Kurumunun alanlarında ülkenin en “akil kurumları” olarak muamele görmesi beklenir. Zira sırf kendilerine çizilen alanda rahatça faaliyette bulunabilmeleri için yasal yetki, uygun vasıflı personel ve teçhizat ile tüm bunlar için gerekli mali kaynak ile donatılmışlardır. Bu kurumları şu veya bu gerekçe ile (ehil kişilerin yönetimde bulunmaması, zamanla köhneleşmeleri ve beklenen görevleri yapamaz hale gelmeleri, yeterli kaynak, mevzuat ve personele sahip olamamaları vb.) devre dışı tutup, kişisel gözlem, bilgi birikimi ve deneyimlerine dayanarak bazı “akil adamlara” bu işlevi yüklemek isabetli değildir. Zaten bütün bu kurumlar, bu işlerin birkaç kişinin fikrinin alınarak yapılmasının mümkün olmadığı gerekçesiyle kurulmuştur. Eğer kuruluş amacını gerçekleştirmeleri konusunda zafiyet varsa çözüm, onları devre dışı tutup karar süreçlerini “süper akıllı” danışmanlara emanet etmek değil, tespit edilen eksiklik veya zaafları gidererek sağlıklı karar verebilen kurumlar haline getirmektir. Ancak bunu yapabilen toplumlar “başarılı” toplumlardır. Başka yerlerde uzun uzun tartıştığımız üzere,[4] iyi insanların beklenen iyi işleri yapabilmeleri için iyi kurumlar ile desteklenmeleri gerekir. Aksi durumda hem sorununun kaynağını hem de nasıl çözüm bulunulabileceğini tespit etmek giderek zorlaşmaktadır.

Kısaca, içinde yaşadığımız dönemde karmaşık toplumsal ilişkilere yön verecek ve beklenen sonuçları ortaya çıkaracak karar süreçlerini oluşturmak için dünyanın muhtelif yerlerinde zaman içinde geliştirilen kurumsal yapılardan, ülke şartlarında en etkili olanları seçip (mümkünse mevcutlara yenilerini de ekleyerek) uyarlamak ve verimli biçimde çalışır hale getirmek yerine, daha çok bireysel yetkinliklere ve idealize edilen lider özelliklerine dayalı geleneksel karar süreçlerine umut bağlamak, sonunda hayal kırıklığı olacak büyük bir yanılgıdır. Bu konudaki yanılgıyı artıranın, her konuda en isabetli kararları verecek gerekli tüm erdemlere sahip melekvari karar vericiler tahayyül ederek onları bulup göreve getirmenin veya mevcut yetkililere danışman kılmanın, geniş kitlelere çok cazip bir yönetim şekli olarak görülmesidir. Kişilere takdir yetkisi tanıyan ama bu takdir yetkisinin etkin kullanımını sağlayacak kurumsal karar süreçlerinin ihdas edilmesinin önemine işaret ederken akademisyen, düşünür, yazar, fikir insanları, sanatçı, sivil toplum kuruluşu temsilcileri, dini cemaat veya toplumsal kanaat önderlerinin yahut sıradan insanların doğru olduğunu düşündükleri görüş, öneri ve tavsiyelerini yöneticilerin duyması ve dikkate alması beklentisiyle kamuoyuna açıklamalarının gereksiz veya faydasız olduğunu asla söyleyemeyiz. Tersine her kesimin ne düşündüğünü kolayca ifade etmesine uygun ortamlar oluşturulmalı, hakaret içermeyen her türlü eleştirinin serbestçe yapılması teşvik edilmelidir. Lakin her bir alana özgü en uygun idari ve siyasi kararların alınmasına imkân sağlayacak gerekli karar süreçlerini oluşturmayıp, sadece üst düzey yöneticilere danışmanlıkla sorunların çözülmesini beklemek, insan tabiatına uygunluk bakımından çok doğal bir tutum olmakla birlikte hiç de gerçekçi değildir. Üstelik bu tür bireysel danışmanlıkların, tek ve sınırsız yetkili yöneticilerin olduğu toplumlarda daha çok işe yaraması beklenir. Hâlbuki günümüzde insanlar krala iyi danışmanlar seçme yerine bir kral oluşturmadan işleri yürütmenin daha etkili ve güvenli olduğunu keşfetmişlerdi. Demokrasinin yükselen değerler arasında yer almasının ana sebebi budur. Bu nedenle kanaatimizce “ey oğul…” dönemi artık geçmiştir. Eğer hâlâ bunun bir yararı olacağı düşünülüyorsa bu yazı bir “ey oğul devri geçmiştir ey oğul” seslenişi olarak görülebilir!

[1] Bu yazı Google’un Bard yapay zekâ programına 29.09.2023 tarihinde özetletilmiştir. Yapay zekâ özet metnine hiç dokunulmamıştır. https://bard.google.com/chat

[2] Bu aynı zamanda, “neden siyasi liderler bilim insanlarına değil de tarikat liderleri veya sanatçılara daha fazla kulak kabartıyorlar” sorusunun da cevabıdır. Birisi oy kaybı veya kazancı yoluyla iktidarın seyrini değiştirme gücüne sahipken diğeri doğru olanın muhafızlığını yapıyor olmaya güvenir. Doğru olanın yanında durmanın kazancı çok uzun vadede gerçekleşebilir. Gücün o kadar sabrı olmayabilir.

[3] Her zaman birey için zorlu bir olan karmaşık ve çoklu bilgileri yönetmek için istihdam edilecek danışmanları “akil adam” istihdamı kapsamda düşünmemek gerekir.

[4] https://www.sosyalbilimlervakfi.org/tr/2022/12/omer-demir-geri-kalmislik-uzerine-4-5-bireysel-iyilik-hali-toplumsal-iyiyi-getirir-mi/