“Bir şeyin Türkçesi” deyimi, asıl anlamın saklı olduğu durumlarda onu doğrudan söylemek için kullanılır. EYT hayata geçti, yani Emeklilikte Yaşa Takılanlar artık yaş durumu gözetilmeden emekli olabilecekler. Bu durumda olup emekliliği bekleyenler için yasal düzenlemenin güzel bir imkân olduğu gayet açık. Peki, toplum için bunun anlamı ne? Bu yazıda biraz bu konuya bakalım.

Önce emekliliğe daha yakından bir göz atalım. Emeklilik, kısaca çalışılamayacak zamanlar için yapılan hazırlık demek. Her toplumda çalışamayacak durumda olanların nasıl geçineceğine dair bir çözüm mutlaka vardır. Günümüzde emekli maaşı, çoğumuzun sandığı gibi, çalışma çağında iken birikimlerimizin bir fonda yatırıma dönüştürülüp değerlendirilerek belirli bir yaşa geldiğimizde bize dönen kazançları (yani Bireysel Emeklilik Sistemindeki gibi) değil. Yani emeklilik günümüzde “bireysel birikimlerin değerlendirilerek sonunda size geri dönmesi” mantığını kökten değiştirmiş durumda. Bunu biraz açalım.

Altın Emeklilik Sistemi

Mevcut emeklilik sistemimizde bireylerin emeklilik fonuna olan katkılarının dönem sonuna kadar uygun yatırım araçlarında değerlendirilerek, zamanı geldiğinde kendilerine aylık ödeme olarak dönmesi süreci başka bir moda dönüşmüştür. Konuyu kolay anlatabilmek için “altın emeklilik sistemi” ve “prim emeklilik sistemi” olarak iki ayrı sistem düşünelim. Altın emeklilik sistemi, çalışırken tüketim fazlası olarak yaptığınız üretimin karşılığında düzenli olarak altın alıp güvenli bir kasada biriktirip (mesela ayda bir yarım altın) artık ihtiyaçlarınızı karşılamak için çalışamaz hale gelince her ay düzenli olarak bu altınları bozdurup tüketim ihtiyaçlarınızı karşılayabildiğiniz sistem olsun. Burada altını, değer yaratan bir tür yatırım değil, sadece bugünkü tüketim hakkını yarına ertelemeyi mümkün kılan bir değer koruma aracı olarak düşünelim. Bu durumda sizin takdirinize bağlı olmakla birlikte alacağınız emekli maaşının miktarı örneğin bir altın ise, süresi de birikim yaptığınız ayların yarısı kadar olacaktır. Ne kadar yaşanacağı tam olarak bilinse, bu sistemde herkes kendi emekli maaşını kendisi tam olarak tayin edilebilir. Emeklilik döneminde bazı aylar yarım bazı aylar iki altın tüketerek ortalamayı tutturabilirsiniz. Yani hem maaşınızın süresi hem de miktarı elinizin altında. Ancak bu sistemin üç temel bilinmezi var: İlki, ne kadar yaşayacağınız; ikincisi, ilerleyen yaşlardaki olası sağlık sorunları gibi nedenlerle beklenmedik harcamaların ne olacağı; üçüncüsü de altının alım gücünde meydana gelecek değişimler. En büyük sorun ise bu üç sorunun da sizin kontrolünüzde olmaması. Yani, ne kadar ömrünüz olduğunu kesin bilemezsiniz, ileri yaşlardaki hastalıklarınızı öngöremezsiniz ve altının ölçü birimi ve değer stok aracı olarak kontrolü sizde değil. Diyelim ki sizin biriktirdiğiniz dönemde almış olduğunuz yarım altın 100 ekmek alıyor olsun. Emekliliğinizde bozdurduğunuzda yine yüz ekmek alıyorsa değerini koruyor, 80 ekmek alıyorsa alım gücünüz düştü demektir (artık yaşlandık 80 ekmek de bize yeter demeyin; ekmeği az tüketseniz de ilaç masrafı var, hastane masrafı var, kaplıca giderleri var, vs. vs. vs. …!).

Bu belirsizlikleri gidermek sizin elinizde olmadığı için alabileceğiniz yegâne tedbir her ay sadece altın değil, ihtiyaç halinde paraya çevirebileceğiniz başka tasarruf araçları ile tasarrufunuzu çeşitlendirmektir. Yüzyıllar, hatta bin yıllar boyu insanoğlu bunu yapmıştır. Ancak tüm farklı değişim aracı veya mal biriktirme denemelerinde beklenmedik durumlar ortaya çıkabildiği için en iyi tasarruf biçiminin gelecekte de üretim yapabilecek ve yaptığı üretimden size de pay vermeye razı olacak “hayırlı evlat” yetiştirmek olduğu görülmüştür. Yani “hayırlı evlat” metaforu, gücü, takati ve imkânları varken ürettiği fazlalığı kendisine yaşlandığında döneceği umuduyla tasarruflarını başta kendi çocukları olmak üzere insanlar üzerinden geleceğe aktarmayı ifade eder. “Hayırlı evlat kurumu”nun ikili bir sigortası var. İlki ve en önemlisi yaşlandıklarında büyüklere bakmayı önemli kılan yaygın değer yargılarıdır. Tüm toplumlarda yaşlılara bakmak önemli ve üstün bir değer yargısı olarak yüceltilir. Bu bağlamda “hayırsız evlat” kötü bir damgadır ve kimse onunla damgalanmak istemez. Bu değer yargısının varlığı ve önemli oluşundan, büyüklere bakmayı salt biyolojik saiklerle sağlamanın yeterli olmadığını anlıyoruz. Zira tüm bu değer yargılarına rağmen hâlâ “hayırsız evlat” çok! İkinci sigorta ise hem onların sizden daha uzun yaşamama risklerini bertaraf etmek hem de vefasızlık durumlarında ortada kalmamak için olabildiğince çok çocuk sahibi olmak. Sistemin özü, genç ve çalışabilir durumdayken olabildiğince çok çocuk sahibi olmak, onlara büyüklerine bakmalarını sağlayacak bir terbiye vermek ve bu yolla yaşlanınca da kendine bakımı temin etmek.

Tüm eğitim ve değer yargılarına rağmen, farklı sebeplerle, güçten, takatten ve itibardan düşünce çocuklarınızın (yakın akrabalarınızın) size iyi bakacağı hiçbir zaman garanti değildir. O sebeple bir yandan çocuk yetiştirirken diğer yandan mal mülk de biriktirirsiniz ki, onlara miras yoluyla sahip olma hakkı olanlar size yaşadığınız sürece bakmaktan imtina etmesin, tersine istekli olsunlar. İşte farklı ülkelerde farklı biçimler alan miras sistemlerinin arkasında, biraz dikkatle bakınca, burada nesiler boyu yaşam istikrarının sağlanmasını temin etme amacının saklı olduğunu bir biçimde görürüsünüz. Tersine bir kişinin biriktirdiği kazancını, yetişkin yaşlara kadar bakıp büyüttüğü, koruyup kolladığı çocuklarına miras bırakma güdüsünün doğuştan geldiğini söylemek biraz zorlama olur.

EYT tartışmalarından çok kopmamak için hızla günümüze gelelim. Günümüzün emeklilik sistemlerini, yukarıda basitçe mantığını ortaya koyduğumuz ebeveyne çocuklarının bakması metodu özünde korunup, bahsettiğimiz üç belirsizliği giderecek özellikler katılarak, çocukların ebeveynlerine bakması değil de kuşakların birbirine bakması haline getirilmiş şeklidir diyebiliriz. Yani siz çalışma çağındayken, çalışma çağı geçmiş olan önceki nesle bakarsanız, çalışma çağı sonrasında da size o zaman çalışma çağında olan kişilerin bakacağına dair örtük bir toplumsal sözleşme yapılır. Bunu yasalarla (uzun süre değişmeyecek kurallarla) teminat altına alırsanız, bireyler kendi çocuklarına değil toplumun çocuklarına güvenmeye başlarlar (çocuk sayısı da dramatik biçimde düşer!). Size baksın diye çocuklarınız üzerinden geleceğe dönük tasarruf etmeye ihtiyacınız olmadığı için çocuklarınızın vefalılığı maddi olmayan ilişkilere kayar. Artık arayıp arada bir hatırınızı sormaları yeterli. Hayatınızı devam ettirmek için size bakmak üzere toplumun size verilmiş sözü var: Sen gençliğinde toplumunun yaşlılarına bakarsan senin yaşlılığında da o zamanın toplumunun gençleri de sana bakacak. Vefa birebir bireyler arası değil, nesiller arası bir özellik kazanmıştır. “Ben çocuklarımdan bana bakmalarını değil kendi ayakları üzerinde durmalarını bekliyorum” diyen “çağdaş” bir ebeveyn, aslında kendisine bakılma işinin toplumun genç kuşaklarına havale edilmiş olmasının rahatlığı ile bunu söyler. Kendi çocuklarının değil, çocuklarının da içinde bulunduğu neslin kendisine bakacağının güveni içindedir.1

Prim emeklilik sistemi

Peki, bu nasıl olacak? Bireysel biriktirmeye dayalı “altın emeklilik sisteminde” her ay yarım altın biriktirince, çalışmaktan yorulduğunuzda birikmiş ne kadar altınınız olursa emeklilikte o kadar potansiyel geliriniz oluyordu. Kalan ömür tahmininize göre istediğiniz gibi tüketebilirdiniz. Yani emeklilikte toplam tüketim hakkınız, tümüyle emekli oluncaya kadar biriktirdiklerinizle sınırlıydı. “Prim emeklilik sisteminde” ise refah düzeyini sizin emekli olduğunuzda o dönem çalışanlardan yapılan kesintiler belirliyor. Siz emekli olduğunuzda ne kadar çok kişi aktif çalışma içindeyse, size toplam gelirden düşecek pay da o kadar çok olacaktır. Sistemde bir çalışana (kayıtlı ve kendisinden emekli primi kesilen) karşı kaç emeklinin olduğu veya kaç çalışanın bir emekliye baktığı durumu nüfusun bağımlılık oranı olarak ifade edilir.2 Diğerlerine bağımlı olan nüfusun çocuk (0-14 yaş arası) ve yaşlı (65 üstü) olmak üzere iki unsuru vardır. Bu denklemde şimdi çocuk statüsündeki bağımlı nüfusun çok olması, gelecekte emekli olacaklar için iyi bir işaret. Çünkü onlar ileride gücüne katıldıklarında potansiyel olarak emekli aylıklarının sürdürülebilir olmasına ve hatta artmasına katkı sağlayabileceklerdir ( yerlerinde uzun süre çocuk izni nedeni ile işten ayrılanlara eleştirel bir gözle bakanlar, bunun emeklilikte refah artışına işaret olacağını düşünüp eleştirellikten olumluluğa dönebilirler!).

Bu toplumsal sözleşmede, temel mantık olarak, gelir durumuna göre herkesten farklı primler kesilse de bir kişiden yapılan kesinti, yaşlı bir kişinin maaşı için yeterli olmayacağı için bir emekli aylığı ödemek için kaç kişinin çalışması gerektiği önemli hale gelir. İnsanların genç yaşlarda emekli grubuna katılıp bu ortak havuzun müşterisi olmaları durumunda, onlara başlangıçta taahhüt edilen gelirin verilebilmesi ya daha çok yeni kişinin sisteme girmesi veya sisteme prim ödeyenlerin primlerini artırmaları gerekecektir. Başka türlü sistem kendisini döndüremez, dışardan yeni kaynak girişine (örn. bağışlar, gayrimenkul satımı, borçlanma, değerli madenler -petrol, doğal gaz, altın, gümüş, uranyum vs.) ihtiyaç duyar.

Emeklilik Ekonomik Olmaktan Çok Bir Sosyal Sözleşmedir

Burada birkaç maddede mevcut durumu özetleyip EYT’ye gelelim.

İlk olarak, günümüzün emeklilik sistemi nesiller arasında bir “örtük” sosyal sözleşmedir (bir tür nesiller arası dayanışma). Örtük dememizin sebebi, hiç kimsenin açıktan böyle bir sözleşme metnini imzalamamış olmasıdır. Ama yapılan birçok sözleşme bu örtük sosyal sözleşmeye dayanır. Bu sözleşme çalışanlar ve emeklilerin refah düzeyleri arasında bir denge kurulmasını öngörür. Yani size kesin bir gelir miktarı taahhüt etmek yerine, emekli olduğunuzda şimdiki emeklilere ödenen kadar bir ödeme vadeder. Bu vaat, zamanla sizden yapılan kesintilerle de bağını koparır. Herkes emekli olunca alacağı aylığı hesaplatır ama kendisinden bu amaçla yapılan kesintileri dikkate almaz. Bireyler kendilerine vaat edilen bugünkü emekli aylığının benzerinin yeterli olup olmadığını düşünerek gerekirse başka destekleyici tedbirler alma yoluna giderler. Kısaca sistem, çocukların ebeveynlerine değil, nesillerin birbirine bakmasını öngörür. Açıktır ki, sisteme prim ödemek üzere giren genç çalışan sayısı oran olarak azalınca, hem bugün hem de gelecekte emekli olacak olanların refahının bundan olumsuz etkilenmesi kaçınılmazdır.

İkincisi, emeklilikte taahhüt edilen düzenli gelirin geçmişte biriktirilen ve fona aktarılan tasarruf miktarına (kesintilere) değil de bir kısım katsayılara dayalı olması, sistemi ekonomik rasyonaliteden uzaklaştırır ve sosyal statü yarışına yol açar. Bireyler kendilerinden ne kadar kesinti yapıldığının değil, hangi katsayı grubuna katıldıklarının hesabını yapmaya başlar. Özellikle kamu sektöründe emekli olmadan yüksek gösterge ve katsayılı bir işte az da olsa çalışmak bürokratik maharet olarak görülür. Eğer herkes, çalıştığı süre boyunca havuza olan katkısına bakmaksızın en yüksek dilimden emekli olursa, sistemin açıkları her geçen gün büyür. Bu durumda hukuki olmasa da ekonomik meşruiyet açısından (havuza kattığıyla orantısız pay alma anlamında) “haksız kazanç” oluşur. Haksız kazancın kitleselleşmesi (herkesin, örneğin 3600 veya 6400 ek göstergeden emekli edilmesi) çalıştığı süre boyunca sisteme daha fazla katkıda bulunma istekliliğini azaltır.

Üçüncüsü, hangi sayıda çalışan kişinin bir emekliye baktığı (aktif/pasif oranı) emekli aylığında kritik sorudur. Yukardaki “altın emeklilik sisteminde” bir kişi çalıştığı her ay yarım altın biriktirdiği için geri kalan ömrünü doğru tahmin edebilirse her ay yaklaşık kaç altınlık gelir harcayabileceğini de bilebilirdi. Birikim sağladığı dönemin dörtte biri kadar yaşarsa, her ay iki altın harcayabilir. Ama üç altın harcarsa, son günlerini zor dönemlerde ödünleşmek üzere kendileriyle sözleşme yapmadığı başkalarının yardımına muhtaç biçimde sefalet içinde geçirebileceğini de bilir. “Prim emeklilik sisteminde” katkı ve bölüşüm anonim olduğu için kişinin her ay reel olarak kaç birim katkıda bulunduğuna bakılmaksızın, yaşadığı süre boyunca mensup olduğu emeklilik statüsü için tayin edilen miktar kadar geliri olur. Burada emekliye sağlanan güvencenin devamı, sisteme yeni girişlerin azalmasına, yaş piramidinin değişmesine çok duyarlıdır.

Dördüncüsü, “prim emeklilik siteminde” çalışanlardan toplanan primler, emeklilere yetmediği durumlarda emeklilik fonuna merkezi bütçeden transfer yapılır. Yani, sosyal güvenlik açıkları, devletin başka alanlarda faaliyette bulunmak için topladığı gelirler ile (bu gelirler yeterli olmadığında borç alınarak) kapatılır. Yani, maliyet önce daha sonraki yıllara aktarılır ve bu aktarma süreklilik kazanınca da ileriki kuşakların üzerine binen yük artar.

Beşincisi, emeklilik yaşının sabit kalıp ortalama ömrün uzaması, havuzdan çıkan suyun havuza akan sudan çok olmasına yol açar. Bu da nesiller arası sözleşmeyi tehlikeye atmaya başlar. Özellikle hastalıklarla mücadelede edinilen başarılar ve sağlıklı beslenme sonucu ortalama ömrün her geçen gün uzadığını düşünürsek havuzdaki birikim sürekli erime eğiliminde olur, bir nevi su seviyesi sürekli düşer. Ayrıca yaşlılık döneminde sağlık giderlerinin de artma eğiliminde olması bu sürece açıkları büyütme yönünde etki yapar.

Bu bilgiler çerçevesinde şimdi de EYT’nin beklenen sonuçlarına bakalım. Sonuçların bazıları olumlu bazıları da olumsuz olacaktır.

EYT Müjdesinin Olası Sonuçları

Tam sayı henüz açıklanmamakla birlikte (kanunun yürürlüğe girmesiyle birlikte 2 milyonu biraz aşkın kişi, kısa vade sonunda ise 5 milyon civarında kişi emeklilik hakkını kazanmış olacak. Ne kadarının emekli olacağını ise kestirmek mümkün değil) çok sayıda kişinin emeklilik sistemine dâhil olmasının kısa vadeli şok ve uzun vadeli tedrici etkileri olacaktır. Kısaca bunlara değinelim.

  1. Gelir dağılımı etkisi. Geçmiş dönemlerde bir şekilde çalışmış ama emeklilik için öngörülen yaş sınırını sağlayamayanların düzenli bir gelire kavuşmaları, kişisel yaşamlarının istikrarı bakımından olumlu etkide bulunacaktır. Bu emekli gelirine ihtiyacı olanların mensup olduğu gelir dilimi üst gelir grupları olmadığı varsayımı altında, yeni emekliler dalgasının gelir dağılımında düzeltici bir etkisi olacağı söylenebilir. Bu kapsamda emeklilik fonuna yapılacak aktarımlar alt gelir gruplarına transfer niteliği taşıyacaktır. Keşke ülke ekonomisi yeterli üretim yapabilse de herkese, yaşına, çalışma ve sağlık durumuna bakılmadan belirli bir gelir sağlayabilecek bir ekonomik/sosyal sistemimiz olsa (Bu konuyu ayrı bir yazı konusu yapacağız).
  2. Beklentilerin karşılanması. Prim şartını yerine getirdiği halde emekli olamadığı için göreli yoksunluk duygusu içinde olanların, bu sebeple sisteme yabancılaşanların bu duygusu giderilerek, toplumsal barış ve uyum için olumlu bir hava oluşacaktır.
  3. Enflasyon etkisi. Üretime katkısı olmadan çok sayıda kişinin emekli aylığı almaya başlaması talebi artıracak ve enflasyonu yukarı doğru baskılayacaktır. Eğer ekonomide durgunluk olsaydı, bu enjeksiyonun talep artışı yoluyla ekonomiye dinamizm kazandıracağını söyleyebilirdik; ancak mevcut koşullar altında zaten artma eğilimindeki enflasyon üzerinde artış yönlü etki yapacağı görülmektedir.
  4. Üretim etkisi. Üretimi artırmayan bölüşüm kararları, birilerinden alıp diğerlerine verir. Burada yasalarla oluşturulan “ekonomik hak” kavramı üzerinde biraz duralım. Yasaların bazı kişilere bazı hakları vermesi, o hakların hayata geçmesi için yeterli olmaz. Hakların karşılığında öngörülen payların fiilen üretilmiş olması gerekir. Üretimi artırmadan, gelir dağılımını düzelterek de refah artışı sağlanabilir. Buradaki sınır, dağıtılması öngörülen üretimin var olmasıdır. Olmayan bir üretim için yasal hak oluşturmak refah artışı sağlayamaz. EYT’nin üretim artırıcı bir unsuru yoktur. Dolayısıyla bu düzenleme var olan üretimin daha çok kişi ile paylaşımı yasasıdır.
  5. Reel ücret etkisi. Aynı toplam prim (başka bir deyişle toplum tarafından üretilen refah), yasanın getirdiği imkânlar çerçevesinde daha çok kişi arasında bölüşüleceği için gelecek dönemde tüm emekli aylıklarının reel olarak düşmesi beklenir. Emekli aylığı artış oranları belirlenirken, emeklileri enflasyondan koruma güçleşecektir. Her bir emekli kategorisi için gelecekte şimdikinden reel olarak (ya da satın alma gücü paritesi hesabına göre) daha az gelir söz konusu olacaktır. Örneğin bugün emekli bir öğretmenin emekli aylığı ile alacağı mal ve hizmet miktarı birkaç yıl sonra azalacaktır. Bu durumda şimdi ek yapma ihtiyacı olmayan emekliler de geçim sıkıntısı ile daha fazla karşılaşacak ve işgücü piyasasında ek yapma telaşına/arayışına düşeceklerdir.
  6. İstihdam etkisi. Çalışma gücü, kuvveti, enerjisi ve motivasyonu olduğu halde yeni düzenleme ile emekli olanların, özellikle de vasıflı işgücü olan kısmı, özel sektörde büyük ölçüde de kayıt dışı olarak çalışmaya devam edeceklerdir. Hem daha deneyimli oldukları hem de firmalara sosyal güvenlik kesintisi yükü olmaması nedeniyle bu genç emekliler, yeni işe girecekler için bir engel oluşturacaktır. Bu engel iki şekilde tezahür edecektir: Biri, artık emekli EYT’li çalışanlar nedeniyle özel sektörde daha az sayıda yeni (ilk kez işe giren) istihdam talebi olacaktır; diğeri de yeni işe girişlerde çalışanlara daha düşük ücrete razı olma baskısı oluşturacaktır.3 Çünkü işverenler sosyal güvenlik yükü olmayan, ayrıldığında tazminat riski taşımayan bu genç emeklileri istihdam etmede eskisinden daha fazla istekli olacak, aynı işi yapmak isteyen yeni işgücüne daha düşük ücret teklif edebileceklerdir. Bu da genç işsizlikte artış demektir.4
  7. Prim Açığı Etkisi. Tahmin edileceği üzere önümüzdeki 2-3 yıl içinde yaklaşık 5 milyon kişi sistemden çıkacağı için sosyal sigorta fonunda büyük çaplı bir gelir azalması oluşacaktır. Belki bunlardan bir kısmı tekrar aynı düzenleme ile getirilen teşvik kapsamında kayıt içinde SGDP ödemek suretiyle çalışmaya devam edecektir. Ancak sistemden çıkan her bir kişinin fondan çıkacak miktarı artıracağı gayet açıktır. Bu etki nedeniyle fon her geçen yıl daha fazla açık verecek, genel bütçeden açığı kapatmak için daha fazla kaynak aktarmak gerekecek, zaten açık veren genel bütçede de açığın daha da artmasına yol açacak, bu da, doğal olarak, borçlanmayı artıracaktır.
  8. Alternatif maliyet etkisi. Kamuda toplanan fonlar (sosyal güvenlik kesintileri, ceza ve vergiler) kamusal ihtiyaçlar için kullanılır. Emeklilik fonunda toplanan prim gelirleri ve onların nemaları ile giderler birbirini karşılamadığı için genel bütçeden aktarma ihtiyacı artacaktır. Gelirlerde artış olmadan emekli aylığı harcamalarında artış, kamunun başka alanlardaki harcamalarını kısmasını gerektirecektir. Yeni prim girişi veya başka yollarla gelir artışı olmadan daha çok kişiye emekli aylığı vermek, kamunun kullanabileceği ekonomik imkânları (gelir veya borç) bu alana tahsis etmesi, yapılabilecek başka transfer veya harcamalardan vazgeçileceği anlamına gelir. Buradaki ayrıntı şudur: EYT nedeniyle kimlerin emekli aylığı aldığını görmek mümkünken, onlar emekli aylığı aldığı için hangi kamusal hizmetlerin yapılamadığını bilmek mümkün değildir. Yani bir şey “yapıldığında” onun olumlu veya olumsuz sonuçlarını görebildiğimiz rahatlıkta “yapılmayan” bir şeyin sonuçlarını görmek mümkün değildir. Örneğin yapılan bir ihale nedeniyle ortaya çıkan sonuçları takip edebiliriz ama yapılmayan bir ihale nedeniyle neden olunan hizmet ve üretim kaybının izini süremeyiz, boyutlarını bilemeyiz. Genelde yapmayanın hata yapmadığını zannederiz, hâlbuki bazı durumlarda bir işi yanlış yapmak ile hiç yapmamanın yol açtığı olumsuz sonuçları karşılaştırdığımızda hiç yapmamanın olumsuz sonuçlarının daha fazla olduğu görülebilir. Bir yolu zamanında yapmamak, su şebekesini zamanında tamir etmemek, bir düzenlemeyi zamanında yapmamanın yol açtığı kayıpların büyüklüğünü ancak tahayyül ile bilebildiğimiz için onların etkisini tam ölçemeyiz. Bu sebeple EYT yoluyla bütçenin emekli aylıklarına aktarılacak kısmı yerine yapılabilecek hangi hizmetlerin aksayacağını tam olarak bilemesek de, bu alternatif maliyet etkisinin genel olarak kamu hizmetlerinde nicelik ve kalite düşüşü, altyapı yatırımlarının kısılması, daha fazla borçlanma nedeniyle borç yükünün artması olarak tezahür edeceğini tahmin edilebiliriz.

Sonuç

Yasalar üretim artışını sağlayacak düzenlemeler içerdikleri ölçüde toplumsal refah artışı sağlarlar. Aynı üretim düzeyinde birilerine yasal olarak ilave tüketim hakkı vermek, ilave üretim ile desteklenmediği sürece toplam refah üzerinde aşağı yönde baskı yapar. Örneğin toplam 100 ekmeğin üretildiği 200 kişinin yaşadığı bir ekonomide herkesin bir ekmek hakkı olduğuna dair, değil yasa anayasa hükmü oluşturulsa bile bireyler bu haklarını “fiilen” kullanamazlar. Yasal olarak eşit bölüşüm kuralı olursa herkese en fazla yarım ekmek düşer. Yani üretimi artırmadan sırf yasayla toplam refahı artırmak mümkün değildir. Öyle olsaydı bir parlamento kararı ile tüm çalışanların gelirini birkaç kat artırmak (hatta sonsuza kadar artırmak) mümkün olurdu. Bir yasal düzenleme üretimi artırıcı unsurlar içerirse refah artışına katkı sağlayabilir. Üretimi artırmadan “gelir dağılımını düzelten” yasalar da birlikte yaşama iradesini güçlendirip refahı tabana yayma işlevi gördüğü için olumlu görülür. Üretim kadar üretimin toplum içinde adil dağılımı da sosyal refahın bir parçasıdır. Ancak yasayla “herkese” verilen, herkese verilecek üretim varsa herkese gider. Aksi durumda birilerinden alınarak diğerlerine verildiği er geç ortaya çıkar. Sonunda kendilerinden alınanlar ve kendilerine verilenler karşılıklı rıza içinde olurlarsa ortada bir sorun yok demektir. Bunu fatura geldiğinde anlayacağız.

EYT’nin beklenen etkileri ortaya çıktığında, deprem yıkımları sonrasında aranan ama bulunsa da kayıpların telafisinde işe yaramayacak suçluları aramaya benzer bir tablo ile karşılaşılacağını tahmin etmek için müneccim olmaya gerek yok. Üstelik ülkemizde geçmişte yaşanılan tecrübelerden de görüldüğü üzere (70’ler, 80’ler, 90’lar) kaynakların bu şekilde üretimi artırmadan aktarımları tüm ekonominin kaldıramayacağı bir seviyeye ulaşabilir. Bütçede kara delikler temel yapısal sorun haline gelir ve sonuçta günümüz EYT’lilerinin şikâyet ettiği yasalardan daha ağır koşulları içeren yasaların gündeme gelmesi beklenebilir. Şu an bir sorunu çözüyoruz çabası aslında ileride emeklilik yaşı ve diğer emeklilik unsurları açısından daha ağır düzenlemelerin yapılması sürecini tetiklemektedir.

 

 


  1. Sosyal güvenlik hukukçuları, yaşlılık aylıklarının finansmanında iki yöntemden bahsederler: Kapitalizasyon (biriktirme) yöntemi, dağıtım yöntemi. Birincisinde fon oluşturulur, değerlendirilir ve artan değerle birlikte yaşlılık aylığı ödenir. İkincisinde ise yıl içinde toplanan prim gelirleri yılsonuna kadar tüketilir.

  2. Bağımlılık oranı doğrudan emeklilik sistemi ile sınırlı değil. Çocuk olduğu için çalışma dışı tutulan (0-14 yaş arası) ile çalışama hayatı dışında kalması beklenen (65-yaş üstü) nüfusun 15-64 arası nüfusa oranı bağımlılık oranı olarak tanımlanır. 15-64 arası nüfusun hepsinin aktif olarak çalışmadığı göz önüne alındığında, fiili bağımlılık oranı yaş kompozisyonunda farklılaşır.

  3. Burada marjinal verimliliği düşük olduğu halde çalışıyor görünen, yani gizli işsiz statüsünde çalışma hayatı içinde olanların EYT ile ayrılmasının, yeni istihdamı artırıcı etkide bulunacağı söylenebilir. Net etkiyi, emekli olup çalışanlar ile emekli olanların yerine açılan yeni pozisyonların farkı belirleyecektir.

  4. EYT’lilerin piyasasına girmeleri sonucu göreli düşük işçilik maliyetleri nedeniyle firmalar için oluşacak maliyet avantajının, enflasyonunun tırmanış hızını bir miktar keseceği söylenebilir. Ancak bu, madde başlığı yapılabilecek bir etki gibi görünmemektedir.

Ömer Torlak –

“Ölümsüzlüğü arayan insana sosyal bilimler ne söyler?” başlıklı bir önceki yazıda[1] “Ölümlü olduğunu tüm tecrübe ve gözlemleri ile bilen, Yaratıcısının tüm örnekleri ile önüne serdiği bu gerçekliğin farkında olan insan, hiç ölmeyecek gibi nasıl yaşayabiliyor ve sosyal bilimler bu durumu nasıl açıklayabilir” sorusuna cevap aramış ve yazıyı sosyal bilimlerle ilgili pek çok alan bakımından örneklendirmeye çalışarak “insanın kendi ölümsüzlük arayışına ilişkin bir sosyal bilimci olarak cevap arama çabasının karşılık bulup bulmadığı ise ayrı bir yazının konusu” diye noktalamıştık.

Aslında ve özünde insanın ölümsüzlük çabasına sosyal bilimlerin katkısını irdelemek bir yönüyle de insanın ölümsüzlük arayışının incelenmesi demek. Dolayısıyla bu yazıda insanı anlama ve anlamlandırma çabasındaki sosyal bilimciyi, ölümsüzlük arayışı yolculuğundaki insan olma özelliği bağlamında biraz daha irdelemek istiyoruz.

Bu ikinci yazıya başlandığında henüz 6 Şubat deprem afeti yaşanmamıştı. Yazıya kaldığı yerden devam ederken, ölümsüzlük arayışında sosyal bilimcinin söylemi bağlamında deprem afetinin sarsıcı etkisini de dikkate aldığımızda yazının daha da anlamlı hale geldiğini söylemek sanırım yanlış olmaz.

Yaratılmış bir varlık ve bu yaratılışın bu dünya hayatı bakımından sonu olduğu inancına sahip insan bakımından iki husus önemlidir: Hayatı yaşamada referans noktaları ile sahip olunan her ne ise onların asıl sahipliği konusu. Başka bir ifadeyle, insanın asıl rehberlikten uzaklaşıp yanlış referans noktası konusunda dışsal ve içsel etkilerle hareket etmesi onu her türlü nesne ile kurduğu ilişkide müstağni konuma getirirken, egemenlik hakkını kendisinde görmeye başlamasına ve yine her türlü nesne üzerinde tasarruf yetkisinin sadece kendisinde olduğuna kendisini inandırmaktadır. Böylece referans çizgisinden uzaklaşan insan egemenlik konumunda kendisinden başkasını görmek istememekte. Bu yaklaşım beraberinde ölümlü olma fikrinden uzaklaşmayı getirmekte.

Öyle ki, insan, asırların ortaya koyduğu tarihi gerçekler ve verilere rağmen, doğal bir afet olan deprem kuşaklarını yerleşim alanı olarak seçmesi bir yana, kendisi ya da başkalarının hayallerini süsleyen ev ve işyerlerini imar ve inşa ederken dahi zeminde, betonda, demirde her türlü tasarruf hakkının kendisinde olduğu zannıyla hareket etmektedir. İşin teknik tarafında olanların şehir ve şehircilik adına tabiatın her alanında kendisini yetkili görmesi, inşa bakımından işin gerektirdiklerinden uzaklaşabilmesi her ne kadar teknik zafiyet gibi görülebilse de aslında özünde insanın tabiattaki egemenlik hakkını sadece kendisinde görmeye başlamasının bir sonucudur. Üretilen ürünlerin tasarımı ve pazarlanması açısından ekonomik, psikolojik ve sosyolojik her türlü çabada da ölümsüzlük arayışındaki insanın her nesneye karşı kendisini üstün görme ve onları kendi arzusu doğrultusunda kullanma yetkisinde görmesi yatmaktadır.

İnsanın diğer tüm nesneler ve kendisi ile olan ilişkisini ve etkileşimini açıklama çabasındaki sosyal bilim alanlarının tamamındaki tüm insanlar da böylesi bir durumdan uzakta değildir. Ütopya ya da distopya içeren edebiyatla uğraşan edebiyatçılar, tarihî gerçekleri aktarırken kişileri ve kurumları yüceltme gayretinde olan tarihçiler, kariyer gelişimi adına mit ve efsaneleri bağlamından kopararak kullanan psikologlar, toplumsal değerler ya da kültür kodlarını analiz eden ve yorumları bir otorite adına gerçekleştiren sosyologlar, iktisadi gerçeklikten kopuk değerlendirmeleri ifade edebilen iktisatçılar, dünyasının gerçek ihtiyaçları yerine günübirlik çözüm önerileri sunan işletmeciler, hukukilik yerine mevzuatı zorlayan yorumları ile hukukçular, otoriteyi destekleme adına tefsir, hadis, kelam ve fıkıhla ilgili fetva ya da değerlendirmeler yapan ilahiyatçılar gibi sosyal bilimlerin her alanındaki sosyal bilimcinin ölümsüzlük arayışına katkı sağlama çabasında olduğunu söylemek mümkün. Bu ve benzer konumdaki tüm sosyal bilim çabasında, yazının girişinde ifade etmeye çalıştığımız, ilahi rehberliğe rağmen Yaratıcının hilafına üstenci bir bakış yanında, tüm nesne ile olan ilişkisinde egemenlik hakkını kendinde görme çabası vardır. Bu çabalar da aslında insanı ve dolayısıyla sosyal bilimciyi ölümsüzlük arayışı yolculuğunda destekleyen en önemli hususlar olarak çalışılmakta, gündemde tutulmakta ve öne çıkarılmaktadır.

Yaratılmış varlık olarak insanların bir kısmını Yaratıcıya karşı konumlandıran en temel faktör, kendisini diğer yaratılmışlardan üstün görme eğilimi yanında yaratıcının muhataplığından uzaklaşması sonucu rehber edinmesi gereken ilkeleri göz ardı etmesidir. Böylesi bir konumlanma ile insan, yeryüzündeki egemenliğinin yanı sıra hemen tüm nesneler karşısındaki üstünlüğü öne çıkarmak suretiyle ölümü ve ölüm fikrini hayatından çıkarmayı çabuklaştırabilmektedir. Öyle ki, insan olarak üzerine düşeni yapmaktan kaçınabilmekte, kendisi ya da bir başkasının hayatına mal olabilecek sorumluluklarını yerine getirmekten uzaklaşabilmektedir. Sosyal bilimci olarak ise çalışma alanına ilişkin anlama, anlamlandırma ve açıklama çabaları yerine algı oluşturma, yönetme, yöneltme ve ikna çabalarını öne çıkarabilmektedir. Bunları yaparken dünyayı güzelleştirme, estetik ve eğlence adına yaptığını söylemekten de geri durmamaktadır. Şehrin planlanmasından toplumsal ilişkilerin konu edinildiği sosyolojiye, ticaret hayatının canlandırılması adına pazarlama ve reklamcılık çalışmalarında ölümsüzlük fikrini destekleyecek içeriklere ve benzer şekilde ölümsüzlüğü besleyecek sigortacılık konularına kadar pek çok sosyal bilim alanı ve bu konuları çalışan sosyal bilimcinin böylesi bir yaklaşım içinde olduğu ifade edilebilir.

Deprem vb. afetler sonrasında bile doğrudan ya da dolaylı olarak tüm sorumluluk sahibi olması gereken insanın kendi sorumluluklarını kadere yüklemesi ise bir başka garabet olarak karşımıza çıkmaktadır. Ölümsüzlüğü arama noktasında Yaratıcıdan uzaklaşan insanın çoğu kez sorumluluklarını yerine getirmemesinden kaynaklanan can kayıplarını ise O’nun tasarrufu olarak sunma çabası şeklinde anlamlandırılan kader anlayışına yüklenmesi bile başlı başına aslında insanın ölümsüzlüğe çare bulamadığının göstergesi olarak da okunabilir. Sosyal bilimcilerin bir kısmının bu tür söylemlere katılmasını da benzer şekilde okumak mümkün.

Egemenlik arayışındaki insanın dünya serüvenindeki güç sarhoşluğu, sosyal bilimci olarak her bireyin kendi alanına ilişkin de ortaya çıkabilen bir gerçekliktir. Başkasının görüşüne kulak kabarttığında ya da kabul ettiğinde kendi gücünün eksileceği, taraftar kaybedeceği ve artık itibar edilen bilim insanı olmaktan uzaklaşacağı gibi kaygılar, sosyal bilimcinin ölümsüzlük arayışını besleyen en önemli saikler arasındadır. Bu sebepledir ki, tüm insanlık tarihi boyunca, yetiştirdiği öğrencilerin kendisine itiraz etmesini isteyen ve kendisinden daha açıklayıcı anlam arayışı içine girmesini isteyen hoca ya da bilim insanı sayısı istisna düzeyinde kalmıştır. Güce ram olmuş azımsanamayacak çoğunluk içinde çok sayıdaki öğrenci de maalesef böyle bir sistem içinde kendi varlığını ancak güç sahibi hocası ya da bir başkasının gölgesi altında aramıştır. Diğer bir deyişle hemen her alanda olduğu gibi, yöneten-yönetilen ilişkisine benzer şekilde hoca-öğrenci ilişkisinde de egemenlik alanı oluşturabilenler başkalarına alan açmazken, egemenlik elde edemeyenler ya da elde etmek gibi bir çaba içinde olmayanlar ise ölümsüzlük arayışlarını güce ram olarak elde etmeye çalışmıştır.

İnsanın tamamını ilgilendiren böylesi bir konuyu sosyal bilimci açısından ele almaktaki ısrarımızın sorgulanması elbette tabiidir. Yönetilen ya da yönetilmeye aday çoğunluğun ölümsüzlük arayışındaki pasif konumlanması çözümlemekten yöneten ya da yönetime talip olanların ikna çabalarına varıncaya kadar insanı ilgilendiren her konuyu farklı yönleriyle açıklamanın sosyal bilimcilerin işi olmasından ötürüdür bu ısrarımız. Özetle insanı, onun oluşturduğu topluluk ve toplumlar ile aradaki ilişkilerin anlaşılma çabasının alanı olması bakımından sosyal bilimcinin önce insan olarak kendisinin sonra da anlamlandırmaya çalıştığı sosyal bilimler bağlamındaki ölümsüzlük arayışından kaynaklanan ruh hâlinin insanı ve toplumu getirdiği noktayı ifade etme çabası olarak da okunabilir yapmaya çalıştığımız şey.

Şimdi yazının başındaki soruya yeniden dönebiliriz. İktisadı ve iktisadi ilişkileri anlamlandırmaya çalışırken “kıt kaynaklarla sınırsız ihtiyaçların karşılanmasının verimli bir şekilde gerçekleştirmesi” ya da “görünmez bir elin alıcı ile satıcı arasındaki fiyatın oluşumunu sağlayabileceği ve piyasa dengesinin oluşacağı” şeklindeki yaklaşımların uzun yıllar kabul gören ve itiraz edilmeyen bir anlayış olarak iddia edilmesi ve yaygın görüş olarak kalmasının, insanın ihtiyaçlarını sınırsız olarak görmesine ve karşılanması noktasında herhangi bir hassasiyet gösterilmeksizin kaynakların kullanılmasına yol açtığını rahatlıkla ifade edebiliriz. Yönetme gücü ve otoritesini ne pahasına olursa olsun devam ettirme adına kaynak bilginin aksine ya da zorlayarak yorum getirme çabası içinde olan ilahiyat alanında çalışan sosyal bilimcinin de benzer biçimde haksızlığa yol açan yöneticilere destek olduğunu söylemek yanlış olmaz. İkna modellerini çalışan iletişim uzmanının ölümsüzlük fikrini besleyen mesaj içeriklerinin bir yandan insanın her türlü nesne üzerindeki egemenlik duygusunu kabartacağı diğer yandan ise mesaja yenik düşerek zaman başta olmak üzere çok sayıda diğer kaynağın da heba edilecek düzeyde kullanımına yol açacağı da unutulmamalıdır. Bu da aslında işletme, pazarlama ve reklam alanlarında çalışan çok sayıda sosyal bilimcinin ölümsüzlük fikrini besleyebilen ve onların da ortaya koyduğu düşünce ve yaklaşımlarla kendi çevrelerindeki öğrenci, uygulayıcı ve karar alıcıların hayata bakışlarını etkileyen bir süreci beslemektedir.

Sosyoloji, mimarlık, işletmecilik, psikoloji, ilahiyat, hukuk, edebiyat, iktisat, tarih, iletişim ve daha pek çok sosyal bilimcinin hem kendisi hem de etkileyebildiği diğer insanlar bakımından egemenlik hissi taşıdığı diğer tüm nesneleri hor kullanması sonucunda gelinen nokta ortada. Tasarımı daha güzel olacak bir mağazanın oluşumu için taşıyıcı kolonun kesilmesine göz yuman, estetik görünür değerlendirmesiyle insan hayatını zorlaştıran şehir tasarımını onaylayan, rüzgârı kesecek düzeyde yüksek binalarla toprağı ıslatacak yağmur bulutlarını etkileyen, insanlar arasındaki ilişkileri zorlamak suretiyle toplumsal değerlerin sinir uçlarını kaşıyan her sosyal bilimcinin ölümsüzlük fikrini ne denli beslediğine bakmak gerekir.

Kendisini müstağni görmeye başlayan insan, aynı zamanda sosyal bilimci olarak da hem varlığının hem de egemenlik hakkını kendisinde gördüğü canlı ve cansız her türlü varlığa hükmettiği düşüncesinin esiri olmaya görsün. Bu noktanın ötesi artık, ben ve benim fikirlerimi önemseyin, gerisi önemli değil bakış açısını yansıtır. Benzer bir yaklaşımla karşılaştığında içe kapanan ve izleyicilerini de o başka düşüncelere kapalı olmaya çağıran nice sosyal bilimci ve onların ortaya koymuş olduğu teoriler çöplüğü olarak da okunabilecek insanlık tarihinden söz ediyoruz. Buna rağmen, egemen olma düşüncesine kapılan her insanda olduğu gibi sosyal bilimci için de bu tuzak her daim var ola gelmiştir. Çünkü sosyal bilimci de insandır.

Sadece yaşanılan anı değil, gelecek nesli düşündüğünü iddia edeceksek eğer, nitekim son yıllarda sürdürülebilirlik kavramını dikkate aldığımızda, sosyal bilimci olarak her şeye sahip olduğumuz anlayışı içindeki ölümsüzlük fikrinden vaz geçebilmeliyiz. Denebilir ki, öyle bir iddiamız zaten yok. O zaman şu soruyu sormak da hakkımız sanırım: O halde kendi canını, ailesini ve en yakından başlayarak çevreyi ve içindekileri düşünmeksizin ve sanki hiç ölmeyecekmiş gibi karar ve uygulama, düşünce ve fikirde bu ısrar niye?

Birey ya da sosyal bilimci olarak her birimizin böyle bir soruya cevap verirken zihnimizin arka planında yer alabilecek ölümsüzlük düşüncesi ve egemen yaklaşımı sorgulayabilmek bile başlı başına bir maharet. Çünkü her konuda kendini yeterli gören, kendinden başkasını yok sayan veya önemsemeyen öylesine çok sosyal bilimci örneği var ki! Yeni mekân tasarımında mezarlıkları şehrin dışına taşımış olsak da nice vazgeçilmez gibi duran, ölümsüzlük fikri ile kendisi ve etrafını besleyen, yaşarken kendisi dışındaki her şeyin sahipliğini üstlenen nice insan ve onları düşünce ve iddiaları ile ikna etmeye çalışan nice sosyal bilimci, şehrin dışına çıkarılmış ve bizlerden uzaklaştırılmış mezarlıklarda. Onların sadece az bir kısmı yaşarken ölümlü olduğunu kabul ettiği için ve mütevazı kişilikleri sayesinde ortaya koydukları iyi niyetli düşünce, fikir ve eserleri ile yaşamaya devam etmekte. Çünkü o az sayıdaki insan ve sosyal bilimci ölümlü olduklarının farkında olarak, iyi niyetle uzmanlık alanlarına ilişkin anlama, açıklama ve anlamlandırma çabasının dışında bir iddia sahibi olmamıştı.

Böylesi bir yaklaşım onlara, önce kendilerine ve sonra da yönetici ve talebelerine karşı dürüst olma erdemi ile hareket etme rahatlığını sağlayabilmişti. Bize düşen, birey olarak da sosyal bilimci olarak da hayatımızın referans noktasını unutmaksızın ve etrafımızdaki her şeyin sahibinin biz olmadığımız düşüncesi ile hareket edebilmektir. Yeter ki, her şeyden önce kendimize karşı samimi olabilelim.

6 Şubat deprem afetinin üzerinden geçecek haftalar, aylar, yıllara bağlı olarak farklı zaman dilimleri için ortaya koyacağımız performanslar, insan ve sosyal bilimci olarak sahiplik ve ölümsüzlük fikri bağlamında samimiyetimizin testi de olacak aslında. İnsanlık tarihine bakıldığında bu tür testlerden çok da başarılı çıkamadığımız sonucu ortada olsa da, bir sosyal bilimci sorumluluğu yine de böyle bir hatırlatmayı gerektirir kanaatindeyim.

[1] https://www.sosyalbilimlervakfi.org/2023/01/omer-torlak-olumsuzlugu-arayan-insana-sosyal-bilimler-ne-soyler/

Ali Maskan – 

Hayatın her türlü yaşanmışlığının merkezinde insan vardır. Bu veriyle hareket edersek, kutsallık ve kudret atfettiğimiz her türlü yapı ve sistemin bireyin arzu, tutku veya kaprislerinden kaynaklanmış olduğunu rahatça söyleyebiliriz. Hayatı şekillendiren insanı da iki unsur yönlendirir: Yaratıcısı ve aşkı. Yani ilahi ve insani iki sevgi ve korkudan kaynaklanan duygular yönetir dünyayı. O zaman hayatı anlamak için insanın Yaratıcısı ve hemcinsi ile olan muhabbetini anlamak lazım gelir. Şimdilik meseleye sadece insani boyuttan bakmak kâfi gelecektir. Ancak Yaratıcıyla olan muhabbetin her hâlükârda her şeyi kapsadığını da bilelim.

İnsanlar arası ilişkinin hatırı sayılır boyuttaki gündemi sapkınlıktan en saf duygusallığa kadar geniş bir yelpaze oluşturur. Yelpazenin her perdesi ayrı bir makamdan şarkı söyler. Bizler ulusal ve uluslararası boyuttaki siyasi, toplumsal ve ekonomik ilişkileri ziyadesiyle kudretli insanların aklıselim bir şekilde gerçekleştirdiğini düşünürüz. Hâlbuki birey olan insan ile devleti yöneten vekil-i azam arasında abartılacak bir duygusal farklılığın olmadığını görürüz. Birisi tamamen kendi olmaklığı ile hareket ederken diğeri toplumsal bir aklın temsilcisi olarak hareket eder. Ancak bu toplumsal aklın da bireyler tarafından oluşturulduğunu unutmayalım. Aklıselimlerin doğrular imbiğinden beslenmesi gerektiğini kabul ediyorum. Lakin bu her zaman gerçekleşir mi orası soru işareti.

Erdemli devlet erkânının insani arzulardan kısmen de olsa münezzeh hâle gelmesi, onun devlet ricalindeki mertebesini belirler. Yaşın hikmeti de burada kendini gösterir. Yaşı kemale ermiş bir devlet adamı ile gençliğinin baharındaki delikanlı bir devlet adamının devlet adabına ilişkin farklı bakış açılarının temelinde tatmin edilmemiş arzular yatar. Lakin bu tatmin edilmemişliğin bir yaşı olmadığını da inkâr etmemek lazım. Gençlikte ötelenmiş veya örselenmiş her duygu bileklerde bir prangadır.

Hayat aslında tahmin ettiğimiz kadar karmaşık ve anlaşılmaz değil. Düşünün ki Büyük İskender Roksane’yi bulmak için genç yaşında dünyayı fethetti. Kleopatra ile Roksane eş zamanlı yaşamış olsalardı Büyük İskender bu kadar Büyük olabilir miydi acaba?

Bugün dünyayı yönettiğini düşündüğünüz insanlardan daha farklı düşünmüyorsunuz aslında, aranızdaki tek fark arzu ve tutkularınızı gerçekleştirebilecek kudrete sahip olup olamadığınızdır. Sonuçta, dünya, tarihi duygularına sahip olmuş veya olamamış âşıkların tarihidir. Yahya ve İbrahim üç günlük hayatıyla âşık olurken Jacob ve Abraham sürdürülebilir aşklar peşinde koşmakta. Gelecek nesillerin aşklarını tasarlamak bize çok mantıklı gelmeyebilir ama öyle işte.

Türkistan bozkırlarında Hanlar sevgileriyle orantılı devletler kurdular. Ve evlatlarına da bu duyguyu miras bıraktılar. Timur bu bireysel sevgiyi Yıldırım’a anlatmaya gelmedi mi? Cengiz Han biricik eşini eşkıyalardan kurtarmak zorunda kalmasa hayata karşı bu kadar acımasız olur muydu acaba? Tarihçiler hayatı ciddiyetle anlatmaya ve anlamlandırmaya dursun, tarih hepimize sevdiğimiz kadar uzak.

Rusya Ukrayna’ya düşman olduğu için girmedi, sevdiğini kaybetmemek için sevgiliyle savaşıyor. Her ikisi de yok olma pahasına aşk acısı çekiyor. Rakibini ortadan kaldıracak gücü olmayan âşık sevdiğini kimseye yar etmemeyi meşru görür. Aşk sevgiliye rağmen sevebilmekse eğer, savaş en masum ve meşru savunma hakkıdır.

Böylesine iddialı ve bir o kadar da rekabet kokan aşklar tehlikeli ilişkilerin kapısını aralamakta. Hiçbir şeyden korkmayacaksın aşığın zulmünden korktuğun kadar. Korkuyorsan da âşık olmayacaksın. Âşık olmak yürek ister, bedel ister. Yürek yeri gelir maşuku katledercesine âşığı meczup eyler. Zira aşk bazen sevgiliyi kimseye yar etmemek için onu yok edebilmektir.

Kimi zaman âşık sevdiğinin kalbinde depremler oluşturur. Telafisiz yıkımların ardından başucuna geçer ve titreyen sevgilinin elinden tutarak ona sevgisini fısıldar. Bilir ki onun şifası yine kendisidir. İki kadın arasındaki adamın çaresizliğidir aşk. Ya ölümüne birini tercih edecektir ya da kendini hayata bağlayan bir üçüncüsüne bağlanacaktır. Yıkıntılar içindeki çaresizliktir bu.

İki sevgili arasında kalanlar hesap gününü yaşar dünyada. Her insan bir devlet her devlet bir insandır dedik ya, doğunun masumları ya da şark kurnazları âşıkların girdabına girdiği günden bu yana gün yüzü görmedi ve görmeyecek. Nice depremler yaşasalar da o heybetli yürekleriyle dimdik ayakta durmaya çalışacaklar.

Ayağa kalkmak kolay, yeter ki tutunacak bir sevgili olsun. İşte o zaman delikanlının insani, ihtiyarın ilahi sevgisi devreye girer. Devlet delikanlı çağındaki bir sevgilinin aşkı ile erdemli ihtiyarın ruhunda can bulur. Birinin aşkı diğerinin hikmetidir devleti diri tutan. Denge bozulduğu an devlet aklı zeval görür.

Karşılık bulmuş aşklar dönemi barışı, iki sevgili arasındaki kalmışlık ise savaşı anlatır bize. Bir yerde savaş ve çatışma varsa bilin ki orada ya imkânsız aşklar ya da sapkın duygular vardır.

Her türkü bir yaşanmışlık, her şarkı bir duygudur. İnsan çoğu zaman kendini orda bulur. O vakit konuyu Yıldız Tilbe’nin muhteşem eseri “İki kadın, bir adam, aşk çekilir aradan” şarkısıyla sonlandıralım.

İki kadın, bir adam, aşk çekilir aradan,

İkimiz de severken ya ondan geç ya benden,

Hep sabrettim, hep affettim, beni aldat diye mi?

Sevenlerin kaderi ihanet mi çile mi?

Harap olan bu gönlüm senin için saray mı?

Viran olan bu gönlüm senin oyuncağın mı?

Ömer  Torlak –

Yeryüzünün imarına talip olmuş ve yaratılmışlar içerisinde Allah tarafından özellikli yeri tayin edilmiş olan insan, her yönüyle sosyal ve davranış bilimlerinin konusu olmuş ve olmaya devam ediyor. Kendisini özel olarak muhatap almış olan Yaratıcı, insana rehberlik etmiş, emin sıfatına sahip güvenilir elçileri aracılığıyla vahyini göndermiş ve yine elçilerinin bizatihi kendi hayatlarını onlara örnek olarak göstermiştir. Her bir peygamber kendi muhataplarına bizzat kendi hayatları ile insanın her türlü özelliği ile örneklik yaparak hayatlarını sürdürmüştür. Ta ki ölümleri ile sonlanan dünya hayatlarının tamamı ile ve tüm insani özellikleri ile insanlara örneklikleri devam etmiştir. Yani seçilmiş peygamberler nasıl ölümlü ise yaratılışı kendi elinde olmayan her insan da ölümle yüzleşmek durumunda olduğunun farkındadır. İnsanın eylemleri dikkate alındığında “acaba insan gerçekten vaktini bilmediği bir anda öleceğinin ne denli farkında” sorusu da karşımızda durmakta hiç şüphesiz.

İnsanın ontolojisine yönelik bu çok kısa girizgâhın niçin yapılmış olabileceği sorusuna sanırım başlıktan da hareketle bir anlam verebiliriz artık. Cevabını aradığımız soruyu özetle şu şekilde yazabiliriz: “Ölümlü olduğunu tüm tecrübe ve gözlemleri ile bilen, Yaratıcısının tüm örnekleri ile önüne serdiği bu gerçekliğin farkında olan insan, hiç ölmeyecek gibi nasıl yaşayabiliyor ve sosyal bilimler bu durumu nasıl açıklayabilir?”.

İnsana en güzel örneklik olarak Yaratıcısı tarafından ifade edilen peygamberler ve nihayetinde son peygamber Hz. Muhammed (as)’ın kendi kızına yönelik sözleri ve geride bıraktığı mirastan anlayabildiğimiz kadarıyla, her insanın ahirete ilişkin hesabını bireysel olarak vereceği ve kendisinin çok sevdiği kızı hakkında da elinden bir şey gelmeyeceğini biliyoruz. Yine onun çok yakınında olan yol arkadaşları kendisi vefat ettiğinde bu en yalın gerçeklik karşısında ölümsüzlüğü aramadılar.

Hayatın her alanında gençlik, makam, para, güzellik gibi güçlerle imtihan olunan insan, önündeki en yalın örneklere rağmen, gücün peşinde ölümsüzlüğü aramaktan da geri durmadı. Belki de şöyle demek daha uygun olur: İnsan herhangi bir güce sahip olduğunda bu gücün elinden gideceğini, bir gün bu gücünü kaybedebileceği düşüncesini aklına getirmek istemedi. Aklına geldiğinde ise bu düşünceyi güç elinde oldukça zihninden uzaklaştırmayı denedi. Güçten düştüğünde ya da çok yakınındakini kaybettiğinde ölümü hatırlayan insan zaman içinde mezarları yaşadığı mekânın dışına çıkarmak suretiyle hızlıca ölümsüzlük düşüncesine geri dönmeyi başarabildi.

Ölümsüzlüğü arayan ölümlü insanın kendi içine, topluma ve gruplara, ortamına ve sosyal yaşamına ilişkin davranışları ile Yaratıcısı ile olan ilişkisine yönelik niyet, tutum ve davranışları ve bunların sonuçlarına ilişkin her türlü konu ise sosyal bilimlerin ilgi alanında olmaya devam ediyor. İnsanı yaratan Allah, onu muhatap aldığı Kur’an’da doğrudan tasvir edici açıklamalarla birlikte kıssalar yoluyla ve bazen de daha açık ifadelerle özünde aynı olan insanın farklı güç kaynakları ile olan imtihanını örneklendirmeye çalışmaktadır. Eylem ve davranışlarının sonucuna ilişkin hesap verilebilir bir ömrü yaşayabileceği rehberliği kendisine sunmaktadır. Bunu yaparken de insanın ne kadar farklı yaklaşım içinde olabileceğinin örneklerini de sıralamaktadır. Doğrudan muhataplıktan her ne sebeple olursa olsun uzaklaşan insanların kahir ekseriyeti ise kendisini muhatap alan Yaratıcısı ile münasebetini birtakım aracılara havale etmekten imtina etmemiştir. Bugün de aynı şekilde çok sayıda insan aynı ilişki biçimini sürdürmektedir. Böylesi bir yaklaşım bazılarına görünmez bir güç kazandırmaya devam etmektedir.

Görünmez güç sahipleri gücün sarhoşluğu ile çoğunluk ise Yaratıcının hitabından uzaklaştığı için muhtemelen ölümsüzlüğü daha fazla arar hale gelmiştir. Din adına ve özelde İslam adına gücü kullananların beyin ya da beden ölümünün ötesine taşıdıkları ölümsüzlük düşüncesi tefsir, kelam, hadis, fıkıh ve benzeri sosyal bilim alanlarındaki kavram, konu ve araştırma sorularını nasıl farklılaştırabiliyorsa, hukuk alanında insan yerine kurumların önemsenmesine yol açabilmekte, iktisat alanında iktisadi insan benzeri kavramsallaştırmaların merkezde yer almasına yol açabilmekte, psikoloji alanında kişisel gelişim konularının alıcısı fazlasıyla artabilmekte, felsefede bağlamından kopuk müzakereler gündeme gelebilmekte, sosyolojide eklektik sorularla bütüncül bakıştan uzak cevaplar ortaya konabilmekte, bazı edebî eserler eliyle ise insandaki ölümsüzlük fikri beslenebilmektedir. Teknolojinin baş döndürücü hızla ortaya çıkardığı hemen her sonuç, insanın ölümsüzlüğü yakalamak için fırsata dönüştürülmek istenmektedir. İşletmeler ise tüm bu gelişmeleri dikkate almak suretiyle pazarın beklentileri ile uyumlu ürünleri geliştirme uğraşısını her zamankinden daha fazla ortaya koymaktadır. Dolayısıyla işletmecilik, pazarlama ve yönetimle ilgili sosyal bilim çalışmaları doğal olarak, verimlilik ve etkinlik bakış açısını odağına alırken ölümsüzlük fikrini hem müşteriler hem de çalışanlar için besleyen bir sosyal bilim alanına dönüşmektedir.

Tüm bu değerlendirmeleri yaparken elbette sosyal bilimlerin odağındaki insan psikolojisi, insan-insan ilişkisi, insan-grup, insan-toplum etkileşimi süreçlerini ve bunların sonuçlarını irdelemek ve bunlara ilişkin değerlendirme yapmak gibi asli işlevleri olduğunu inkâr etmiyoruz. Bu yazı ile vurgulamaya çalıştığımız sosyal bilimlere ilişkin hemen her alanda yapılan çalışmaların bu amaca ne kadar hizmet ettiği ya da insanda ölümsüzlük fikrini beslemek ve büyütmek suretiyle yine sonunda insanın hem yeryüzüne, insanlığa, gelecek kuşaklara hem de insanın hayatı ıskalamak suretiyle yıpranmasına yol açıp açmadığına ilişkin bir değerlendirmeden ibarettir.

Sahip olduğu ya da sığındığı gücün etkisindeki sosyal bilimci, bazen bile isteye bazen de farkında olmadan kitleyi ölüm fikrinden uzaklaştırıcı kavramların daha fazla konuşulmasını sağlayabilir bazen de kavramların bağlamından koparılması yolunu tercih etmek suretiyle kitlelerdeki ölümsüzlük fikrini besler. İnsanlık tarihi bu konularda, tefsir, fıkıh, hadis ve kelam ilmi ile uğraşan çok sayıda bilim insanının örneklerine fazlasıyla sahiptir. Bu örnekleri ortaya çıkaran şey ise genellikle gücün yanında yer alma arzusu, güçten korkma ve kişisel menfaat olsa gerek. Yine insanlık tarihi hakikati arayan ve ölümü göze alabilen örnekler yanında güce ram olan ve güçlünün etkisinde kitleye ölümsüzlük fikrini aşılayacak çalışma ve açıklamalar yapan örneklerden de yoksun değildir.

İlahiyat alanında çalışan kimi araştırmacılar bu şekilde davranırken sosyoloji, psikoloji, hukuk, iktisat, felsefe, edebiyat, tarih, antropoloji, işletme, pazarlama ve her alandaki sosyal ve beşerî bilimle uğraşanların ölümsüzlük arayan insana neler söylemiş olduklarına kısaca değinebiliriz şimdi. Bunu yaparken, örneklendirmeye çalışacağımız her alana ilişkin anlama, açıklama ve anlamlandırma çabalarına ilişkin işini iyi yapmaya çalışan sosyal bilimcilerin hakkını teslim etmeye çalışacağız tabii ki.

Toplumu, ilişkilerini ve toplumsal değişimi ve bunun altındaki göç, kentleşme, işsizlik vb. çok sayıda sosyolojik çalışma yanında, bedeni, mekânı ve tüketimi inceleyen çok sayıdaki çalışmalar eliyle insanın ölümsüzlük fikrinin beslenmesi de mümkün gözükmekte. Bu çalışmaları yapanların niyetinden bağımsız olmak üzere, araştırma sonuçlarını okuyanlar, bu sonuçlar üzerinden topluma ve insana verilen mesajlar eliyle ölümsüzlük arayışındaki insanın asli sorumluluklarından uzaklaşma ihtimalinin arttığını söyleyebiliriz.

Benzer biçimde kişisel gelişime evrilen psikoloji alanındaki çalışmaların pek çoğu, kariyerine odaklı bir insan profili üzerinden ölümsüzlük arayışlarını artırıcı etkide bulunabilmektedir. Bazı bağımlılıklara ilişkin psikolojik araştırmaların insanı sürükleyebilecek olumsuzlar karşısındaki uyarıcı etkisine karşılık kapitalist çalışma kültürünü besleyebilecek bazı psikoloji ya da sosyal-psikoloji araştırmaları eliyle kişi, şirket ya da kurumlardaki ölümsüzlük fikri kalıcı hale gelebilir.

Bazı düzenlemeleri, toplumları ya da yönetim biçimlerini, insanlığın geldiği son nokta olarak görebilen bakış açısı, hukuk ve tarih alanları bağlamında sosyal bilimler eliyle ölümsüzlük fikrinin beslendiği örnekler arasında sayılabilir. Yaratıcının muhataplığından uzaklaşmış insan üzerinde bu ve benzer etkileri fazlasıyla görmek mümkündür. Tarihin hamaset ve mitlere indirgendiği bir düzlemde insan geçmişe öykünmek yoluyla ölümsüzlüğü yaşamaya çalışırken, mevcut düzenleme ve kanunların idealize edildiği her değerlendirme, benzer şekilde insanı ölümsüzlük fikrine fazlasıyla yaklaştırabilir. Özellikle gücü elinde bulunduranlar, kendi lehlerine olan durumun devamı sayesinde hiç ölmeyecekmiş gibi hayatına devam etmek ister. Hele bir de vicdanında başkalarının hakkını ihlal ettiği gibi rahatsız edici bir ses varsa, bu durumda mevcudu korumak yoluyla ölümsüzlük fikrine kendisini alıştırmak suretiyle bu seslerden kurtulma çabası ağır basabilir.

Neo-klasikten liberal iktisada, finansal iktisattan davranışsal iktisada rasyonellik ile irrasyonellik arasındaki salınımlara ilişkin alıcı ve satıcı davranışları ile fiyat dengesini açıklama çabasında olan iktisat çalışmalarında da insanı ölümsüzlük arayışına sevk edebilecek yönlendirmelerden söz edebiliriz. Kaynakların verimli ve etkin kullanımına katkı sağlamayı amaç edinmiş iktisadi araştırmalar ve bunları gerçekleştiren iktisatçıların ölümsüzlük arayışı içinde olan insanın bu arayışına destek mahiyetinde sonuçlar ürettiği açık. Özünde daha fazlasını kazanma hırsı taşıyan insanı anlamaya çalışırken bizatihi iktisatçının kendisinin de aşırı kazanma hırsını artıran söylemlerde bulunması ihtimal dâhilindedir. Marjinal faydanın oluştuğu yerde arzın sınırlanmasını önerebilen bir iktisatçı, acaba ilave fayda oluşturabilecek bir çabanın engellenmiş olması sonucunda bazı insanları dayanışma ruhundan alıkoyup ondaki ölümsüzlük arayışına katkıda bulunabilir mi? Bu soru ilk bakışta anlamsız görülebilir. Ancak güçten beslenen bir hadis araştırmacısının kendince iyi niyetli olarak zayıf bir hadisi gerekçe göstererek insanların emeklerinden daha az maliyetle ve daha fazla yararlanılmasına yol açan çabası, ölümsüzlük arayışı bakımından insanı ne denli besleyebilirse, bir iktisatçının marjinal fayda kavramından yola çıkarak dayanışma ruhuna halel getirecek düzeyde bunu araçsallaştırması da ölümsüzlük arayışını en az onun kadar besleyebilir.

İktisadi eylemlerin aktörlerini inceleme konusu yapan işletme ile alıcı-satıcı arasındaki ilişkileri açıklama ve anlamlandırma çabasında olan pazarlama bilimleri de ölümsüzlük arayışını besleyebilir. Finans karar ve uygulamaları ile finansal tablolarda göz boyayıcı dokunuşlar yapmaya yol açabilen sosyal bilim çabaları, çalışanların seçimi, işe yerleştirilmesi ve kariyer yönetimleri ile ücretlendirme konuları bağlamında insan kaynakları yönetimleri ölümsüzlük algısını besleyecek şekilde araştırma sonuçlarını gündeme getirebilir. Pazarlama ve reklamcılık algıyı oluşturma ve yönetmeye aday çabalar olarak çok sayıdaki ipucu ile insanın ölümsüzlük arayışında onu yalnız bırakmayan destekleri gösterebilir. Dolayısıyla tüm bu mikro ölçekli sosyal bilim çalışmalarının en azından bir kısmının farkında olarak ya da olmaksızın insanın ölümsüzlük arayışına katkı sağlayan süreçlere dönüşmesi ihtimal dâhilindedir.

Kültürel değerler, kültürel çalışmalar ve antropoloji alanında da geçmiş insan topluluklarının ölümsüzlük arayışlarını besleyecek konuların iyi niyetle de olsa bazı sonuçlarının insandaki ölümsüzlük arayışını beslemesi mümkündür. Köy pazarları ve panayırlardaki insan davranışları ve değerlerini araştıran çalışma sonuçlarının en azından bazılarında ölümsüzlük arayışını artırması söz konusu olabilir.

Edebiyat alanında çok sayıdaki araştırma ve çalışma da benzer şekilde bir algıyı destekleyebilir.

Burada biraz soluklanıp şu soruyu sormak doğru olabilir: “Sosyal bilimler mi insandaki ölümsüzlük arayışını beslemekte yoksa insanda var olan ölümsüzleşme eğilimi mi sosyal bilimleri bu tür çabaların içine itmektedir?”.

Yukarıda sıralamaya çalışılan her bir sosyal bilim alanına ilişkin örnekler, bir yandan ölümsüzlük düşüncesini besleyen bir çaba olarak algılanırken, aslında yazının başlarında sorduğumuz soruyu dikkate aldığımızda, insandaki ölümsüzlük düşüncesini açıklamada sosyal bilimlerin ne denli ayrıntıya inen ve kuşatıcı örnekler olarak da okunabilir. Bir diğer deyişle, sosyal bilimlerin hemen her alanındaki çaba ve çalışmalar insanın ölümsüzlük düşüncesini hem açıklayan hem de besleyen bir yönü olduğunu ifade etmek yanlış olmayacaktır. Nihayetinde sosyal bilimci de ölümsüzlüğü arayan insan tarafından icra edilmektedir.

İnsan zekâsı ve zihninin geliştirdiği teknolojik gelişmelerin de katkısıyla ölümsüzlük arayışının bir sonucu olarak post-truth, post-human gibi arayışların distopik eserler başta olmak üzere edebiyata yansıdığını görüyoruz. Bu gelişmelerin edebiyatla sınırlı kalmayıp sosyal bilimlerin her alanında kendisini gösterdiği aşikâr. Arayış halindeki insan ise sosyal bilimlerin her alanında kendisinden yola çıkarak hemcinslerinin ölümsüzlük arayışına tercüman olmaktan geri durmuyor. Elbette bazı sosyal bilimciler de unvan arayışı ile ölümsüzlük arayışına girebiliyor. Kimisi kariyeri boyunca bu çabanın sonucunu alma peşinde koşarken kimisi ise öldükten sonra ismini ölümsüzleştiren eserlerle anılmaya devam ediyor.

Sonuç itibariyle ölümsüzlüğü arayan insanın hikâyesini öyle ya da böyle sosyal ve beşerî bilim alanlarında çalışan insanlar yazmaya devam ediyor. Bazen tekil olarak insanın hikâyesi ama çoğunlukla kitlesel insan hikâyelerini sosyal bilimler sayesinde okumaya devam ediyoruz. Kimimiz ise okuduklarımız arasında kendi hikâyemizi bulmaya ya da başkasının hikâyesinde kendimizi ölümsüzleştirmeye çalışabiliyoruz.

Değişen mekân ve zamanda sosyal bilimler, aslında çok fazla değişmeyen insanın ölümsüzlük arama çabasını açıklama ve anlamlandırma eylemlerine devam ediyor.

İnsanın kendi ölümsüzlük arayışına ilişkin bir sosyal bilimci olarak cevap arama çabasının karşılık bulup bulmadığı ise ayrı bir yazının konusu.

Enes POLAT –

Bu yazımızda milyonlarca kişiyi ve farklı personel kategorilerini ilgilendiren bir alanda sistem kurmanın ve kurulan sistemi sürdürebilmenin ne kadar zor olduğunu, kilit bir kavram olan “En Yüksek Devlet Memuru Aylığı/Maaşı” (EYDM Aylığı, EYDM Maaşı) üzerinden inceleyeceğiz.

Şimdi karşımızda bulunan resmi bir görelim:

Öyle bir memur kadrosu düşünün ki;

  • Bu kadronun eskisi var, yenisi var, ama eskisi mülga.
  • Eskisinden bahsettiğimizde yenisini kastetmiş olacağız.
  • Yenisine eskisinin maaşını ödeyeceğiz, ama yenisinin maaşı ve ek göstergesi eskisinden fazla.
  • Eskisine maaş ödemesinde dayanak olan mevzuat mülga, fakat uygulanacak.
  • Maaş dediğimiz aylık değil, aylık dediğimiz maaş değil… Ama maaşın içinde aylık var.
  • Adı “en yüksek” olduğu halde, maaşı ve ek göstergesi en yüksek kamu görevlisi o değil.
  • Diğer kamu çalışanlarının maaşları ve emeklilik hakları belirlenirken bazen bu kadronun maaşı, bazen aylığı dikkate alınıyor. Ancak maaş ve aylık derken yeni kadronun değil, eskisinin maaş ve aylığını dikkate alıyoruz…

Biraz kafanız mı karıştı?

Ama bu milyonlarca kişiyi ilgilendiren gerçek bir bulmaca sorusu…

657 sayılı Devlet Memurları Kanununun yürürlüğe konulduğu 1965 yılını başlangıç alırsak, kamu personel sistemimizin içinden geçtiği 58 yıllık süreçte kazanılmış hakların, farklı personel sistemleri ile farklı sosyal güvenlik mevzuatının bir arada uygulanmasının ve değişim süreçlerinin bir zorunluluk olarak ortaya çıkardığı bu karmaşık “bulmaca sorusu”nu birlikte çözmeye var mısınız? Hadi bakalım!

Kamu personel yönetimi üzerinde biraz bilgi sahibi olanlar, statüsü ne olursa olsun (memur, askerî personel, hâkim ve savcı, öğretim üyesi ya da sözleşmeli personel ve hatta bazı durumlarda işçi) kamu çalışanlarının, hatta milletvekili, bakan, bakan yardımcısı gibi Devlet görevlilerinin maaş ve/veya emeklilik sisteminin dayandığı temel kavramlardan birinin “en yüksek Devlet memuru aylığı/maaşı” olduğunu bilirler.

Aşağıdaki başlıklar, EYDM aylığı/maaşı kavramının kullanıldığı yerler konusunda bir fikir verir sanırım:

  • Kamu görevlilerinin maaşlarının önemli bir unsuru olan tazminatlar ve ek ödemeler EYDM aylığına endekslidir.
  • Hâkim ve savcıların maaş sistemi, EYDM maaşı üzerine kuruludur.
  • Milletvekillerinin aylık ödenek ve yollukları, EYDM maaşını temel alır.
  • Cumhurbaşkanı yardımcısı, bakan ve bakan yardımcılarının maaşının hesaplanmasında EYDM maaşı belirleyicidir.
  • Memurların, akademik personelin, askerî personelin, hâkim ve savcıların, bazı sözleşmeli personelin, hatta belediye başkanlarının emekli maaş ve ikramiyeleri EYDM aylığını baz alır.

Bu başlıklar da göstermektedir ki EYDM aylığı/maaşı, kamu kesiminde maaş ve emeklilik sisteminin temel belirleyici unsurudur.

O halde çalışmamızın başında sormamız gereken soruları soralım ve mevzuat.gov.tr’deki uzun yolculuğumuza başlayalım.

Soru 1- En yüksek Devlet memuru kimdir?

Soru 2- En yüksek Devlet memurunun aylığı/maaşı nedir?

DURAK 1: 375 sayılı Kanun Hükmünde Kararname (KHK), Ek Madde 34

Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemine geçinceye kadar en yüksek Devlet memuru Başbakanlık Müsteşarı idi. 2018 yılında yeni hükûmet sistemine geçildiğinde Başbakanlık kaldırılınca doğal olarak Başbakanlık Müsteşarlığı makamı da sona ermiş oldu.

Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sisteminin yasal alt yapısını kuran 703 sayılı KHK, pek çok kanun ve kanun hükmünde kararnamede değişiklikler yaparak yeni hükûmet sisteminin temelini oluşturdu. Bu bağlamda kamu personel maaş sisteminin ana belirleyici unsuru olan “EYDM” ve “EYDM aylığı/maaşı”na ilişkin düzenleme de 703 sayılı KHK ile yürürlüğe konulmuş oldu.

703 sayılı KHK ile 375 sayılı KHK’ye eklenen Ek 34. madde, “EYDM” ve “EYDM aylığı/maaşı” konusunda esas itibarıyla üç temel hususu düzenlemiştir:

  • En yüksek Devlet memuru, Cumhurbaşkanlığı İdari İşler Başkanıdır.
  • En yüksek Devlet memuru olan Cumhurbaşkanlığı İdari İşler Başkanına, Başbakanlık Müsteşarına, mülga mevzuat hükümlerinde kadrolarına bağlı olarak öngörülmüş mali ve sosyal hak ve yardımlar kapsamındaki ödemeler aynı usul ve esaslar çerçevesinde yapılır. Bu ödemelerden vergi ve diğer kesintilere tabi olmayanlar bu maddeye göre de vergi ve diğer kesintilere tabi olmaz.
  • İlgili mevzuatta mali ve sosyal hak ve yardımlar ile emeklilik hakları bakımından Başbakanlık Müsteşarına ve en yüksek Devlet memuruna yapılan atıflar Cumhurbaşkanlığı İdari İşler Başkanına yapılmış sayılır.

Buradan da anlıyoruz ki,

  • EYDM” dendiğinde “Cumhurbaşkanlığı İdari İşler Başkanı,
  • EYDM aylığı/maaşı” dendiğinde de ilgili mevzuat hükümlerine göre Başbakanlık Müsteşarına yapılan/yapılması öngörülen ödemeler

kastedilmiş olmaktadır.

En Yüksek Devlet Memuru Aylığı/Maaşı Nedir? Nasıl Belirlenir?

Bu aşamada “EYDM kimdir” sorusu, yukarıdaki hükümle netlik kazanmakla birlikte, mevzuatımızda geçen “EYDM aylığı veya maaşı” konusunda aynı netlikten bahsetmenin mümkün olmadığını belirtmek gerekir.

Yani yazımızın başında sorduğumuz iki sorudan biri cevabını buldu. Ancak ikinci soruya ilişkin yolculuğumuz devam edecek gibi…

Burada “yeni en yüksek Devlet memuru (Y-EYDM)” olan Cumhurbaşkanlığı İdari İşler Başkanının maaşının belirlenmesinde esas alınan “eski en yüksek Devlet memuru (E-EYDM)” Başbakanlık Müsteşarının maaşının nasıl belirlendiğine bakalım ve kendimize bir yol haritası çizmeye çalışalım.

Bu konuda ilk bakışta gidebileceğimiz iki adres var:

DURAK 2: 657 sayılı Kanunun Mali Haklar Bölümü,

DURAK 3: 375 sayılı Kanun Hükmünde Kararname, Ek Madde 10

Memurların maaşlarının hesaplanmasında esas itibarıyla iki usul söz konusudur:

  • Tüm memurlar için gösterge, ek gösterge, taban aylığı, kıdem aylığı, zam ve tazminatlardan ve sosyal hak ve yardımlardan oluşan maaş hesaplama sistemi (Bakınız, 657 sayılı Kanunun mali ve sosyal haklarla ilgili bölümü)
  • Bazı memurlar (uzman, müfettiş vb. kariyer meslek mensupları ile taşrada il ve bölge müdürü, merkezde de daire başkanı ve üstü yöneticiler) için “ücret” ve “tazminat” gibi iki ödeme unsuruna dayanan maaş hesaplama sistemi (Bakınız 375 sayılı KHK Ek 10. maddesi ve bu KHK’ye ekli II sayılı Cetvel)

(Burada belki parantez açarak teknik bir açıklama yapmamız sanırım iyi olacak: 2011 yılına kadar bazı küçük istisnalar dışında neredeyse tüm memurların maaş hesaplaması, birinci usule göre yapılmakta iken, 2011 yılında 666 sayılı KHK’yla 375 sayılı KHK’da yapılan düzenlemeyle uzman, müfettiş gibi kariyer meslek mensupları ile taşrada il ve bölge müdürleri, merkezde de daire başkanı ve üstü yöneticiler için “ücret” ve “tazminat” gibi iki ödeme unsuruna dayanan yeni ve basit bir maaş hesaplama sistemi getirmiştir.)

Bu aşamada üçüncü sorumuzu soralım:

Soru 3- Başbakanlık Müsteşarının maaşı bu iki usulden hangisine göre belirleniyor?

Cevap: “Hiçbirine”…

Şüphesiz 657 sayılı Kanunun mali haklarla ilgili bölümüne ve ilgili diğer mevzuata baktığımızda Başbakanlık Müsteşarı için (gösterge (1500), ek gösterge (8000), özel hizmet tazminatı oranı (% 345), zam puanı (4500) vb.) ödeme unsurlarının belirlenmiş olduğunu görmekteyiz.

Ancak Başbakanlık Müsteşarının fiilen alacağı maaş, bu hükümlere göre belirlenmiyor.

Diğer taraftan kendisi en üst düzey kamu yöneticisi olmasına karşılık, 375 sayılı KHK’nin yöneticilerin maaşlarının düzenlendiği Ek 10. maddesinde de Başbakanlık Müsteşarına yer verilmediğini görüyoruz.

Girdiğimiz bu yol, maalesef bize hedefimize varmak için çıkış yolunu göstermedi.

O zaman gelsin dördüncü soru:

Soru 4- Peki Başbakanlık Müsteşarının fiilen aldığı maaş neye göre belirleniyor?

Burada yeniden başlangıç noktamız olan 375 sayılı KHK’nın Ek 34. maddesine dönerek “navigasyon cihazı”mızın arama tuşuna basalım ve yeni rotamızı oluşturmaya çalışalım.

Dikkat edilecek olursa 375 sayılı KHK’nın Ek 34. maddesinde “… Cumhurbaşkanlığı İdari İşler Başkanına, Başbakanlık Müsteşarına, mülga mevzuat hükümlerinde kadrolarına bağlı olarak öngörülmüş mali ve sosyal hak ve yardımlar kapsamındaki ödemeler aynı usul ve esaslar çerçevesinde yapılır…” hükmüne yer verilmişti.

O halde yeni rotamızı belirleyebilmek için beşinci sorumuzu soralım:

Soru 5- Başbakanlık Müsteşarına ödenen maaşı belirleyen “mülga mevzuat hükümleri” nelerdir?

DURAK 4: Mülga 3056 sayılı Kanun, Madde 35

Bu konuda yaptığımız araştırma karşımıza Mülga 3056 sayılı Kanunun 35. maddesini çıkarıyor.

Mülga 3056 sayılı Başbakanlık Teşkilatı Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamenin Değiştirilerek Kabulü Hakkında Kanunun 35. maddesinde

Başbakanlık merkez teşkilatında, Müsteşar (…) kadrolarına atananlar atandıkları kadrolarda sözleşmeli olarak da, 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu ve diğer kanunların sözleşmeli personel çalıştırılması hakkındaki hükümlerine bağlı olmaksızın çalıştırılabilir.

Bu şekilde istihdam edilen Müsteşara 56.400 gösterge rakamının memur aylık katsayısı ile çarpımı sonucu bulunacak tutarda aylık ücret ödenir.

Ocak, Nisan, Haziran, Temmuz, Ekim ve Aralık aylarında birer aylık ücreti tutarında ikramiye verilir.

Yapılacak diğer ödemeler ile bu fıkranın uygulanmasına ilişkin usul ve esaslar Bakanlar Kurulunca tespit edilir.”

hükmüne yer verilmiş.

(Burada yine teknik bir hatırlatma yapalım: 666 sayılı KHK’yla 2012 yılı başından itibaren kamu kurumlarında kadro karşılığı sözleşmeli personel uygulaması kaldırılırken (NOT: Yukarıdaki mevzuat hükmünde “(…..)” şeklinde yer alan ibare, Başbakanlıkta kadro karşılığı sözleşmeli olarak çalıştırılma statüsü sona erdirilen, dolayısıyla madde metninden çıkarılan kadroları göstermektedir.) sadece Başbakanlık Müsteşarı için kadro karşılığı sözleşmeli personel uygulamasının devam ettirilmesinin sebebi hâkim ve savcılar ile milletvekilleri başta olmak üzere kamu kesiminde Başbakanlık Müsteşarının fiilen almış bulunduğu maaşa endekslenmiş çeşitli maaş sistemlerinin varlığıdır.)

Bu hükümle birlikte nihayet, Başbakanlık Müsteşarının aylık ücretini ve kendisine yılda altı defa ödenen ikramiyenin dayanak hükmünü bulduk. Ancak 35. madde ücret ve ikramiye dışında “yapılacak diğer ödemeler” konusunda Bakanlar Kuruluna yetki vermiş görünüyor.

O halde şimdi altıncı sorumuzu sorarak yeni rotamızı belirlemeye çalışalım:

Soru 6- Başbakanlık Müsteşarına yapılacak diğer ödemeleri belirleyen Bakanlar Kurulu Kararı nedir?

DURAK 5: Başbakanlıkta Çalıştırılacak Sözleşmeli Personel Hakkında Hizmet Sözleşmesi Esasları

Araştırdığımızda Başbakanlıkta kadro karşılığı çalıştırılan sözleşmeli personel hakkında uygulanan mevzuatın 30/11/1984 tarihli ve 84/8813 sayılı Kararname ile yürürlüğe konulan “Başbakanlıkta Çalıştırılacak Sözleşmeli Personel Hakkında Hizmet Sözleşmesi Esasları” olduğunu görüyoruz.

Bu Esaslarda öngörülen diğer ödemeleri de eklediğimizde kadro karşılığı sözleşmeli personel olarak çalıştırılmakta olan Başbakanlık Müsteşarına mülga hükümler kapsamında yapılan ödemeleri şu başlıklar altında toplayabiliriz:

  • 56.400 gösterge esas alınarak belirlenecek aylık ücret,
  • 56.400 gösterge esas alınarak belirlenecek ikramiye (yılda 6 kez ödeniyor, aylık bazda dikkate alırsak 56.400/2),
  • Başbakanlık Müsteşarı için ilgili mevzuatında öngörülen makam tazminatı tutarının yarısı (657 sayılı Kanuna ekli IV sayılı Cetvelde Başbakanlık Müsteşarı için belirlenmiş makam tazminatı göstergesi 15.000’dir),
  • Başbakanlık Müsteşarı için ilgili mevzuatında öngörülen özel hizmet tazminatının tamamı (kamuoyunda “Zam ve Tazminat Kararnamesi” olarak bilinen 2006/10344 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı eki Kararda Başbakanlık Müsteşarı için belirlenmiş ÖHT oranı, EYDM aylığının % 345’idir.)
  • Maktu fazla çalışma ücreti (EYDM aylığının % 35’i tutarında)

Maaş Farklı, Aylık Farklı…

Nihayet Başbakanlık Müsteşarına mülga hükümler kapsamında yapılan ödeme unsurlarının neler olduğunu bulduk. Başbakanlık Müsteşarına yapılan ödeme unsurları toplamına “EYDM maaşı” diyebiliriz.

Ancak görünen o ki işimiz daha bitmedi…

Çünkü yukarıdaki açıklamada bir şey dikkatimizi çekiyor:

“Başbakanlık Müsteşarına, “EYDM aylığı”nın

ödenmesi” öngörülmüş.

EYDM maaşını araştırırken, maaş unsurları arasında “EYDM aylığı” kavramına rastladık.

Demek “EYDM maaşı” ve “EYDM aylığı” birbirinden farklıymış.

Sanki “bir ben vardır bende, benden içeru” durumu var gibi.

Tabii burada belirtmeliyiz ki sadece Başbakanlık Müsteşarının değil, tüm memurların tazminatları “EYDM aylığı”na oranlanmak suretiyle belirleniyor.

O halde yedinci sorumuzu soralım ve yolculuğumuza devam edelim:

Soru 7- Tazminatların belirlenmesinde kıstas alınan “EYDM aylığı” nedir?

Bu soruya cevap verebilmemiz için “aylık “dendiğinde ne anlaşılması gerektiğini bulmamız ve böylece memurların aylıklarının nasıl hesaplandığını ortaya koymamız gerekiyor.

DURAK 6: 657 sayılı Kanun, Madde 43/B ve Madde 155

657 sayılı Kanunun 155. maddesi aylığın “bir kadro için belirlenen göstergenin memur maaş katsayısı ile çarpılması” sonucunda bulunacağını,

Aynı Kanunun 43/B maddesi ise, bir kadronun aylığı hesaplanırken “Kanuna ekli cetvellerde gösterilen ek gösterge rakamlarının da hesaplamaya dâhil edilmesi”ni öngörüyor.

Bu konuyu mevzuat dilinden kurtararak açıklarsak, bir memurun aylığından bahsettiğimizde

  • Öncelikle o kadronun derecesine göre belirlenen göstergesini, daha sonra da ek göstergesini bulacağız,
  • bu iki göstergenin toplamını alacağız ve memur aylık katsayısı ile çarpacağız.

“Aylık” dendiğinde uygulanacak formülü bulduk, bu kadar basit

Şimdi artık sekizinci soruyu sorabiliriz:

Soru 8- Başbakanlık Müsteşarı kadrosunun göstergesi ve ek göstergesi nedir?

DURAK 7: 657 sayılı Kanun Madde 43/A ve Kanuna Ekli II Sayılı Ek Gösterge Cetveli

657 sayılı Kanunun 43/A maddesinde dereceler itibarıyla memur kadrolarının göstergeleri belirlenmiş. Başbakanlık Müsteşarı için 1. derecenin 4. kademesi için öngörülen göstergeyi esas almalıyız: 1500.

Diğer taraftan 657 sayılı Kanuna ekli Ek Gösterge Cetveline baktığımızda Başbakanlık Müsteşarı için 8000 ek göstergenin belirlendiğini görüyoruz.

Bu da gösteriyor ki herhangi bir mevzuatta “EYDM aylığı”ndan bahsediliyorsa;

(Gösterge + Ek Gösterge) x Memur Aylık Katsayısı” formülünü kullanacağız.

Yani “EYDM aylığı” hesaplamamız şu şekilde olacak: “(1500 + 8000) x Memur Aylık Katsayısı

Buraya kadar yaptığımız açıklamalar bizi, “EYDM maaşı” ve “EYDM aylığı” gibi birbirinden farklı iki teknik kavrama ulaştırdı.

EYDM Aylığı/Maaşının Kullanıldığı Yerler Nelerdir?

Şimdi bu iki kavramın kamu kesimi maaş ve emeklilik sisteminde nasıl kullanıldığını görelim.

Tüm Memurların Tazminat Tutarlarının Belirlenmesi

DURAK 8: 2006/10344 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı

2006/10344 sayılı Bakanlar Kurulu kararıyla yürürlüğe konulan ve kamuoyunda “Zam ve Tazminat Kararnamesi” olarak bilinen Kararın 2. maddesinin (b) bendi

II ve III sayılı cetvellerde yer alan tazminatların miktarı, en yüksek Devlet memuru aylığına (ek gösterge dâhil), cetvellerde gösterilen oranların uygulanması suretiyle belirlenir.

hükmünü taşıyor.

Demek ki bir memura ödenecek tazminat tutarını bulmak için, belirlenen tazminat oranını EYDM aylığına, yani “(1500 + 8000) x Aylık Katsayısı” formülüne uygulayacağız.

Kamu Çalışanlarının Ek Ödeme Tutarlarının Belirlenmesi

DURAK 9: 375 sayılı KHK, Ek Madde 9

375 sayılı KHK’nın Ek 9. maddesi, kamu kesiminde kurumlar arası ücret dengesizliğini gidermek amacıyla kamu görevlilerine yapılacak ek ödeme tutarlarının belirlenmesinde KHK’ye ekli Cetveldeki ek ödeme oranlarının yine EYDM aylığına ((1500 + 8000) X Aylık Katsayısı) uygulanmasını öngörmüş.

Hâkim ve Savcıların Maaşının Belirlenmesi

DURAK 10: 2802 Sayılı Hâkimler ve Savcılar Kanunu

2802 sayılı Hâkimler ve Savcılar Kanununun 102. maddesi “Kıstas aylık” olarak

En yüksek Devlet memuruna malî haklar kapsamında fiilen yapılmakta olan her türlü ödemeler toplamının brüt tutarı

tanımını esas almış, her bir yargı mensubuna ne kadar aylık ödeneceğinin, bu kıstas aylığa oranlanmak suretiyle belirlenmesi öngörülmüş.

Kanunun 103. maddesinde de “Kıstas aylığı oluşturan ödeme unsurlarından vergi ve diğer kesintilere tâbi olmayanlar, bu maddeye göre yapılacak ödemelerde de aynı şekilde vergi ve diğer kesintilere tâbi olmaz.” hükmüne yer verilmiş.

Burada “(Gösterge + Ek gösterge) x Aylık Katsayısı” formülüne dayanan “EYDM aylığı”nı değil, biraz daha yukarıda anlattığımız “EYDM maaşı”nı esas alacağız ve o maaş unsurlarından hangisi vergiye tabi değilse onları da vergiye tabi tutmayacağız.

Milletvekillerinin Aylık Ödenek ve Yolluklarının Belirlenmesi

DURAK 11: 3671 sayılı Kanun

3671 sayılı Türkiye Büyük Millet Meclisi Üyelerinin Ödenek, Yolluk ve Emekliliklerine Dair Kanunun 1. maddesi,

Türkiye Büyük Millet Meclisi üyelerinin aylık ödeneklerinin tutarı, en yüksek Devlet memurunun almakta olduğu miktardır. En yüksek Devlet memuruna ödenenlerden gelir vergisine tabi olmayanlar bu Kanuna göre de gelir vergisine tabi tutulmaz.

Türkiye Büyük Millet Meclisi üyelerine bu madde uyarınca hesaplanacak aylık ödenek tutarının yarısı yolluk olarak ödenir.

hükmünü amir.

Burada da hâkimler ve savcılarda olduğu gibi “EYDM maaşı”nı esas alacağız.

Cumhurbaşkanı Yardımcısı ve Bakanların Ödenek ve Yolluklarının Belirlenmesi

DURAK 12: 3055 sayılı Kanun

3055 sayılı Cumhurbaşkanı Yardımcıları ve Bakanların Ödenek ve Yollukları İle Temsil Ödenekleri Hakkında Kanunun 4. maddesinde

Cumhurbaşkanı yardımcılarına ve Bakanlara temsil ödeneğinden başka, 26/10/1990 tarihli ve 3671 sayılı Türkiye Büyük Millet Meclisi Üyelerinin Ödenek, Yolluk ve Emekliliklerine Dair Kanunda tespit edilen miktarda ödenek ve yolluk; Cumhurbaşkanı yardımcıları için Cumhurbaşkanlığı bütçesinden, Bakanlar için görevlendirildikleri bakanlık bütçesinin aylık ve yolluk tertiplerinden göreve başladıkları tarihten itibaren ödenir.

hükmü yer almakta.

Görüldüğü üzere burada da milletvekillerinde olduğu gibi “EYDM maaşı”nı esas alacağız.

Bakan Yardımcılarının Maaşının Belirlenmesi

DURAK 13: 3046 sayılı Kanun

3046 sayılı Bakan Yardımcılarının Mali Hakları ve Bazı Düzenlemeler Hakkında Kanunun 21/A maddesi

Bakan Yardımcılarına en yüksek Devlet memuruna mali haklar kapsamında yapılan ödemelerin yüzde yüzellisi oranında aynı usul ve esaslar çerçevesinde aylık ücret ödenir.

hükmünü taşıyor.

Burada da “EYDM maaşı”nı esas almamız gerekiyor.

Yükseköğretim Kurulu Başkan ve Üyelerinin Maaşının Belirlenmesi

DURAK 14: 2547 sayılı Kanun

2547 sayılı Yükseköğretim Kanununun 6. maddesinde

Yürütme Kurulu’nun Başkan ve Üyelerinin ücretleri 657 sayılı Devlet Memurları Kanununa göre en yüksek Devlet memuruna ödenen aylık (ek gösterge, yan ödeme ve her çeşit tazminatlar dahil) iki katını geçmemek üzere Cumhurbaşkanınca tesbit edilir.

hükmüne yer verilmiş. (Bu ifadedeki cümle düşüklüğünü sanırım fark etmişsinizdir. Ancak yapılacak bir şey yok, öyle kabul edilmiş ve öylece yayımlanmış.)

Burada ise şu ana kadar zikrettiklerimizden tamamen farklı bir durumla karşı karşıyayız.

Çünkü bu ifadeden hareketle ne “(Gösterge + Ek Gösterge) x Aylık Katsayısı” formülünü, ne de “en yüksek Devlet memuruna yapılan fiili ödemeler toplamı”nı esas alabiliriz.

Burada yapmamız gereken 657 sayılı Kanunun mali haklar bölümüne gitmek ve orada en yüksek Devlet memuru için öngörülen hangi ödemeler var ise (gösterge, ek gösterge, taban aylığı, kıdem aylığı, özel hizmet tazminatı, güçlüğü ve temininde güçlük zammı, makam tazminatı, temsil tazminatı vb.) bunlara göre bir maaş hesaplaması yapmaktır.

Ancak burada yukarıdaki mevzuat hükümlerinde olduğu gibi “aynı usul ve esaslarla ödenir” ya da “bu ödemelerden vergi ve kesintilere tabi olmayanlar burada da vergi ve kesintilere tabi tutulmaz” gibi bir ifadeye yer verilmediği için hesaplama sonucunda bulunan tutar bir bütün olarak ele alınacak ve bu tutarın tamamından vergi kesintisi yapılacaktır.

Emekli İkramiyesi ve Aylıklarının Belirlenmesi

DURAK 15: 5434 sayılı T.C. Emekli Sandığı Kanununun Mülga Ek 70. Maddesi

Kamu görevlilerine ek göstergelerine göre ne kadar emekli aylığı ve ne kadar emekli ikramiyesi ödeneceğini belirleyen en önemli unsurtazminat yansıtma oranları”dır ve 5434 sayılı Kanunun mülga Ek 70. maddesinde düzenlenmiştir.

Kamu çalışanları arasındaki “daha yüksek ek gösterge elde etme mücadelesi”nin en önemli gerekçesi, bu madde uyarınca daha yüksek bir emekli aylığına ve ikramiyesine hak kazanabilmektir.

Buna göre örneğin;

  • 7000 ek göstergeli bir genel müdür için % 195,
  • 4200 ek göstergeli bir daire başkanı için % 145

tazminat oranı belirlenmiştir.

Belirlenen bu tazminat oranları “EYDM aylığı”na uygulanmakta, bu tutar da diğer unsurlarla birlikte o kamu görevlisinin emekli aylığını ve emekli ikramiyesini belirlemektedir.

İşte burada EYDM aylığı derken yine “(1500 + 8000) x Aylık Katsayısı” formülünü kullanacağız.

Buraya kadar www.mevzuat.gov.tr’de yaptığımız uzun yolculuk bize, en yüksek Devlet memurunun kim olduğunu, EYDM aylığı veya EYDM maaşı kavramlarının hangi unsurlardan oluştuğunu ve nerelerde kullanıldığını özet olarak gösterdi.

Bu aşamada sözü daha fazla uzatmayalım ve son bir soru sorup cevabını vererek konumuzu kapatalım.

Son Soru (9)- Mevzuatımızda en yüksek Devlet memuru olan Cumhurbaşkanlığı İdari İşler Başkanına, kıstas maaş olarak kullanılan “en yüksek Devlet memuru maaşı”ndan farklı olarak yapılan ödemeler var mıdır?

DURAK 16: 375 sayılı KHK Ek Madde 34 ve Ek Madde 38

Kamuoyunda ek gösterge düzenlemesi olarak bilinen 01/07/2022 tarihli ve 7417 sayılı Kanun ile 15 Ocak 2023 tarihinden itibaren hiyerarşik olarak daha altta bulunan kadroların ek gösterge ve maaşlarında yapılan düzenlemeler, en yüksek Devlet memuru olan Cumhurbaşkanlığı İdari İşler Başkanının mali haklarına ilişkin olarak da iki önemli düzenleme yapılmasını zorunlu kılmıştır.

375 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin Ek 34. maddesine eklenen fıkrada “Cumhurbaşkanlığı İdari İşler Başkanı kadrosunda bulunanların ek göstergesi 400 puan ilave edilmek suretiyle uygulanır. Bu ilave puan en yüksek Devlet memuru aylığı veya diğer herhangi bir mali ve sosyal hakkın hesabında dikkate alınmaz. Diğer kanunların bu fıkraya aykırı hükümleri uygulanmaz.” hükmüne yer verilmiştir.

Bu hüküm çerçevesinde Cumhurbaşkanlığı İdari İşler Başkanının ek göstergesi Başbakanlık Müsteşarının ek göstergesine 400 puan ilave edilmek suretiyle 8400 olarak uygulanacak, ancak zam ve tazminatların hesaplanmasında kullanılan Başbakanlık Müsteşarının ek göstergesi 8000 olarak kalmaya devam edecektir.

Diğer taraftan 375 sayılı Kanun Hükmünde Kararnameye eklenen Ek Madde 38,

  • Cumhurbaşkanlığı İdari İşler Başkanına 16.000 gösterge rakamının memur aylık katsayısı ile çarpımı sonucu bulunacak tutarda ek tazminat ödenmesini,
  • Bu tazminatın, ilgili mevzuatı uyarınca en yüksek Devlet memurunun mali ve sosyal hakları esas alınarak yapılan ödemelerin hesabında dikkate alınmamasını

öngörmüştür.

Bu düzenlemeyle birlikte

  • Yeni EYDM kadrosunun ek göstergesi eskisine göre 400 puan,
  • Yeni EYDM kadrosunun maaşı ise eskisine göre (16.000 x Aylık Katsayısı)

kadar yükselmiş olmaktadır. Ancak bu artışlar diğer kamu görevlileri için esas alınan EYDM aylığı ya da EYDM maaşı açısından bir yükselişe sebep olmayacak, o hesaplamalarda Başbakanlık Müsteşarı için öngörülen düzenlemeler uygulanmaya devam edilecektir.

Sonuç

www. mevzuat.gov.tr’de yaptığımız bu uzun yolculukta hedefimize varmak için 16 durağa uğramış olmak bizi fazlasıyla yordu. Ancak bu zorlu bulmacayı çözdüğümüz için rahatlıkla söyleyebiliriz ki bu yorgunluğa değdi…

Beşir Atalay –

Ankara Sosyal Bilimler Vakfının 2022 Kasım ayı söyleşi programında, Kıbrıs Vakıflar İdaresi (EVKAF) Başkanı Prof. Dr. İbrahim F. Benter, Osmanlı döneminden itibaren vakıf sisteminin Kıbrıs’taki önemini ve bugünkü vakıf sistemini anlattı. Osmanlı döneminin başladığı 1571 yılından itibaren Kıbrıs adasında 2.220 adet vakıf kurulmuş ve adeta orada sistemin ve hayatın eksenini bu vakıflar oluşturmuştur. 1878 yılında İngilizlerin Adaya hâkim olmaları ile birlikte vakıf sistemi zayıflatılmış, İngilizler bu konuda özel çaba sarf etmişlerdir. Bu vesile ile İbrahim Bey bir anlamda Kıbrıs’ın tarihini de tekrar anlatmış oldu.

Kıbrıs’ın tarihine çok kısa olarak tekrar bir göz atmak gerekirse:

Kıbrıs adası 1571 yılında Venediklilerden alınmış ve 1878 yılına kadar 307 yıl Osmanlı hâkimiyeti altında kalmıştır. 1878 yılında hükümranlık hakkı Osmanlı İmparatorluğunda kalmak üzere Kıbrıs adası İngiltere’ye devredilmiştir. Ancak Birinci Dünya Savaşında Osmanlı İmparatorluğu ile İngiltere’nin ayrı saflarda yer almasının sonucu olarak İngiltere 1914 yılında tek taraflı bir kararla adayı ilhak etmiştir. Daha sonra, Türkiye Ada üzerinde İngiliz egemenliğini Lozan Antlaşması ile tanımıştır. Ancak bu tarihten sonra Kıbrıs’ta sürekli Türk nüfusa karşı olumsuz politikalar geliştirilmiş, Türk nüfus oranını azaltma politikaları uygulanmıştır. Sürekli meydana gelen olaylar sonucu, Türk ve Rum toplum kesimlerin eşit taraflar olarak kabul edildiği bir anlaşmanın sağlanması çalışmaları Birleşmiş Milletler öncülüğünde başlatılmış, bu ise yıllar sürmüştür. Nihayet, 11 Şubat 1959 tarihinde Zürih’te Türkiye ve Yunanistan anlaşmaya varmışlar, Londra’da da İngiltere’nin ve Kıbrıs’taki iki toplumun liderlerinin onayını almışlardır. Bu şekilde ortaya çıkan Zürih ve Londra Antlaşmaları bağımsızlık, iki toplumun ortaklığı, toplumsal anlamda otonomi çerçevesinde çözüm Türkiye, Yunanistan ve İngiltere’nin etkin garantisi ilkelerine dayandırılmıştır. Böylece “Kıbrıs Cumhuriyeti” Adanın iki halkı arasında ortaklık temeline dayandırılan uluslararası antlaşmalar uyarınca 1960 yılında kurulmuştur. Fakat Rum kesimi bu demokratik cumhuriyetin yaşanmasına şans vermemiş, Türk toplumunu yok etme yönünde çalışmalar başlatmış, Adayı Yunanistan’la birleştirme çabaları başlamış, nihayet bu cunta 15 Temmuz 1974 tarihinde mevcut hükümete darbe yapmıştır. Bu gelişmeler üzerine Türkiye 1960 Garanti Antlaşması çerçevesinde, önce İngiltere’ye ortak müdahale teklifinde bulunmuştur. Türkiye, İngiltere’nin olumsuz cevap vermesi üzerine, Adadaki Türklerin güvenliğini dikkate alarak 20 Temmuz 1974 günü Kıbrıs Barış Harekâtını başlatmıştır. Böylece Kıbrıs’ın Yunanistan’a ilhakı önlenmiş, Kıbrıs Türk halkının varlığı güvence altına alınmış, Kıbrıs Türkleri kendi devletlerini kurmuşlardır.

Bu genel hatlarıyla kısa Kıbrıs tarihine ilişkin hatırlatma bilgilerinden sonra Kıbrıs’ta vakıf sistemine dönecek olursak: Bugünkü şartlarda Güney kesiminde kalan vakıfların durumu önemli bir sorun olarak devam etmektedir. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC) kısmındaki vakıf sistemi ise güçlü bir şekilde devam etmekte, bu konuda KKTC Vakıflar İdaresi önemli bir fonksiyon görmektedir. Özellikle, İbrahim Beyin çabaları ve yoğun çalışması ile KKTC’de vakıf sistemi tekrar güç kazanmış; kendi gayrimenkullerine, vakıf mallarına sahip çıkılmakta, yeniden toparlanmakta, bakım ve onarımları yapılmaktadır. Eskiden olduğu gibi vakıf sistemi ile sosyal yardım ve öğrenci bursları gibi konularda aktif bir rol oynamaktadır.

İbrahim Bey konuşmasında, Güney kesiminde Larnaka civarında yer alan “Hala Sultan Vakfı ve Tekkesinden” de bahsetti. Hala Sultan Türbesi, Kıbrıs için kabri İstanbul’da bulunan Eyüp Sultan Hazretlerinin istirahatgâhı gibi önemli bir semboldür. Hala Sultan Türbesi Kıbrıs’ta bir mühür olarak anılır. Rivayete göre, Hala Sultan, Peygamber Efendimizin “annemden sonra annem” dediği, çok sevdiği süt teyzesi Ümmü Haram’dır. Peygamber Efendimiz kendisine teyze diye hitap etmektedir, hem akrabası hem de annesinin süt kardeşidir. “Hale” kelimesi Arapçada “teyze” anlamına gelmektedir, bu sebeple Kıbrıs’ta “Hala Sultan” olarak anılmaktadır. Seferlerden birinde geri plan hizmetleri için katıldığı ve Kıbrıs adasında şehit düştüğü rivayet edilmektedir. Kabri Güney kesimde olsa da sıkça ziyaret edilmektedir.

Şu anda Kuzey Kıbrıs’ta, Lefkoşa’da ismi ile anılan bir “Hala Sultan İlahiyat Koleji” ve “Hala Sultan Camisi” ve öğrenci sosyal tesisleri ile bir kampüs bulunmaktadır. Bu önemli tesisin gerçekleşmesine ben de şahitlik ettim ve çalışmanın parçası oldum. Bu külliyenin kuruluş öyküsünü anılarım içinde sizlerle paylaşmak isterim. Bu vesile ile hem yakından tanıdığım, her köşesini gezdiğim ve iyi bildiğim, güzel dostlar ve anılar edindiğim, coğrafyamızın ve tarihimizin çok değerli bir parçası olan güzel Kıbrıs’la ilgili anılarımı tazelemiş olacağım hem de bu hayırlı işte emeği olanları anmış olacağım.

6 Temmuz 2011 tarihinde kurulan 61. Hükûmette Başbakan Yardımcısı idim ve diğer görevlerle birlikte Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ile ilişkiler de benim sorumluluğuma verilmişti. Türkiye’de her hükûmette bu sorumluluk bir başbakan yardımcısı tarafından yürütülmüştür. Şu anda ise Cumhurbaşkanı Yardımcısının sorumluluğundadır.

Kıbrıs’ın Türkiye için önemini zaten biliyoruz ve KKTC ile ilişkilerimiz bu hassasiyetle yürütülüyordu. Lefkoşa Büyükelçimiz, benim de Devlet Planlama Teşkilatında (DPT) görev yaptığım yıllarda orada çalışan değerli genç arkadaşlarımızdan birisi olan Halil İbrahim Akça idi. Bu da Kıbrıs’taki çalışmalarımızı daha da kolaylaştırdı. 2014 Ağustos ayına kadar çok verimli bir çalışma yürüttük. KKTC’ye Türkiye’den değişik resmî görevler için gitmiş çok güçlü bir ekip de vardı, onların tecrübelerinden de çok faydalandım.

Doğrusu, sorumluluğumda olan işlerde, genel olarak, sadece sürüp gelen rutin işleri yürütmekle yetinmem, o konuda daha ileri neler yapılabilir ve özellikle daha kalıcı bir şeyler yapılabilir mi diye bakarım. Mümkün olduğunca köklü sorunların çözümü için çalışırım ve kalıcı bir şeyler yapmak, geleceğe anılacak şeyler bırakmak isterim. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ile ilişkilerde hükûmetimizin bakışı da hep bu yönde olmuştur. Oranın her açıdan tahkimi ve Kıbrıs Türklerinin daha güvenli ve rahat yaşaması için gayret gösterilmiştir. Benim ilişkileri yürüttüğüm dönemde de bu çerçevede kalıcı olan yatırımlar yapılmış, önemli çalışmalar gerçekleştirilmiş, ciddi bütçe ayrılmıştır.

Bu dönemde en önde gelen üç konudan, üç büyük yatırımdan bahsetmek isterim.

Birincisi, duble (bölünmüş) yol ve asfalt yapımıdır. KKTC’nin bazı yolları bu yıllarda duble hâle getirilmiş ve asfaltlanmıştır. O dönem Ulaştırma Bakanı olan Binali Yıldırım’ın bu yönde önemli çalışmaları olmuş, duble yollar yapılmıştır. Birlikte Magosa tarafında bu yolların açılış törenini gerçekleştirdik. Bugün KKTC’de gerçekten şehirlerarası yollar çok güzeldir.

İkinci olarak bu dönemdeki en büyük ve hayati proje, Türkiye’den “KKTC Su Temin Projesi”dir. “Asrın projesi” olarak da isimlendirilmiştir. Konutlarda kullanılmak ve tarım alanlarını sulamak üzere Toros’ların suyunun Akdeniz’in altından Adaya ulaştırılması projesidir. Hükûmetimiz önceden buna karar vermişti ve bu amaçla Alaköprü Barajının temeli 2011 yılı Mart ayında atılmıştı. Biz bu projeyi hızlandırdık ve taraflar arasındaki tıkanmaları giderdik. Kıbrıs adasında, KKTC kesiminde suyun dağıtım hatlarının yapılması, kullanım alanları gibi konularda mutabakat ve anlaşmada bazı sorunlar vardı, bunları giderdik. Hükümetimiz bu projeye çok fazla önem vermiş, dönemin Orman ve Su İşleri Bakanı Veysel Eroğlu bu çalışmada çok çaba göstermiştir. Toros dağlarının suyu, Dragon Çayı (Anamur-Mersin) üzerinde yapılan Alaköprü Barajında biriktirilmekte ve buradan 23 kilometrelik boru hattı ile Akdeniz kıyısına getirilmektedir. Buradan 80 kilometrelik asma boru ile Akdeniz’i altından geçip Kıbrıs’a ulaşmaktadır. Kıbrıs’a ulaşan su kıyıdan, Güzelyalı terfi istasyonundan 3.5 km. mesafeden Geçitköy Barajına aktarılmaktadır. Buradan iletim hatları ile KKTC’nin her köşesine dağıtımı yapılmaktadır.

Bu proje ile KKTC’nin elli yıl boyunca kullanma ve içme suyu ihtiyacını karşılayacak şekilde yılda 75 milyon metre küp su ulaşmaktadır. Bu amaçla biri Anadolu’da diğeri Adada olmak üzere iki baraj yapılmıştır: Alaköprü ve Geçitköy barajları. Suyun deniz altından nakli için çok özel borular üretilmiştir. Hatta her biri 500 metre uzunluğundaki boruların taşınma sorunu sebebi ile boruların üretimi için Akdeniz kıyısında üretim tesisi kurulmuştur. Deniz altından giden asma boruların genişliği içinden yürüyerek geçilebilecek çapta, 1.600 mm’dir. Geçitköy Barajının temelini büyük bir törenle biz attık; Türkiye’den Veysel Eroğlu ve ben, KKTC’den Cumhurbaşkanı Derviş Eroğlu, Başbakan İrsen Küçük ve devlet erkânı bu törene katıldılar.

Bu asrın projesi ile Kıbrıs adasının Türkiye ile bağlantısı daha da güçlenmiştir. Bir anlamda Ada bir boru hattı ile Anadolu’ya bağlanmıştır. Bu açıdan su projesi stratejik öneme sahiptir.

Üçüncü önemli proje ise, bu yazının yazılmasına da vesile olan Hala Sultan İlahiyat Koleji ve Kampüsüdür. KKTC’de çocuklara ve gençlere dinî eğitim veren bir okul yoktu. Mevcut okulların müfredatında da bu konuda çok büyük yetersizlik vardı. Bu konu üzerinde çalışılması gerekiyordu. Bu konuda çaba göstermek isteyen insanlar da vardı. Çoğu Türkiye’den göçen KKTC vatandaşları önce bir dernek kurmayı düşündüler, ancak sonra bu düşünceden vazgeçerek Kıbrıs İlim Ahlak ve Sosyal Yardımlaşma Vakfını (KİSAV) kurdular. Planladığımız şey yeteri büyüklükte bir arsa bulmak, oraya okul binası ve eklerini yapmak, Hala Sultan İlahiyat Kolejini açmak için Milli Eğitim Bakanlığı ile görüşmek, izinleri almaktı. Bunun hepsinin ne kadar zor olduğunu biliyorduk. Arsa bulmanın zorluğunun ötesinde, Kıbrıs’ta bir İlahiyat Koleji açılmasına nasıl bakılacağını da tahmin etmek zor değildi. Bunu gerçekleştirmek için her imkânı kullanmaya kararlı idim. Bunu Cumhurbaşkanımız Sayın Abdullah Gül ve Başbakanımız Sayın R. Tayyip Erdoğan ile de paylaştım, yardımlarını istedim.

KKTC Başbakanı Sayın İrsen Küçük iyi bir insandı, yakın dostumdu, her konuyu rahatça konuşuyorduk. Arsa konusunu ancak o çözebilirdi. Uzun bir süre görüşmeler sürdü, tereddütler yaşandı. Sonunda Lefkoşa’nın çevresinde, Haspolat mevkiinde, yaklaşık 265 dönümlük bir vakıf arazisini bu işler için kurulan KİSAV’a tahsis ettiler. Bu arsa çok kıymetli bir yerdi. Hemen bitişiğinde bir özel üniversite (Uluslararası Kıbrıs Üniversitesi UKÜ) vardı. Lefkoşa – Ercan Havalimanı – Gazimağusa ana yolunun kenarında ve yeterince de büyük idi.

Allah rahmet etsin, bu projede en büyük rol o dönem Başbakan olan değerli dostum İrsen Küçük beye aittir.

Vakıf yönetimi hemen projeleri yaptırdı, kısa sürede inşaata başlandı. Acele ediyorduk. Doğrusu pek beğenmesem de projeye müdahale etmedim, bir an önce başlansın diye. Okul ve yurt binalarının yapılması için önce Türkiye’den çevrelerinden kaynak aradılar, ancak Vakıf yöneticileri kaynak bulamadı. Okul ve yurt binalarının tamamını o dönem benim sorumluluğumda olan Başbakanlık Tanıtma Fonundan, Büyükelçiliğimiz kanalı ile Vakfa kaynak aktararak karşıladık. TOBB Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu ile görüştüm, bu tesisin önemini anlattım, okulun sosyal tesislerini ve spor salonlarını da TOBB yaptı. Kısa sürede tamamladılar.

Hala Sultan İlahiyat Kolejinin açılma kararının verilmesi, müfredatı ve eğitime başlaması da bir dizi ciddi çalışmayı gerektirdi. Yine rahmetli Başbakan İrsen Küçük ve Milli Eğitim Bakanı Kemal Dürüst ve o dönem Bakanlar Kurulu bu riski göğüsleyerek kararı verdiler. Sendikalardan ve değişik çevrelerden, bazı basın kesiminden ve tabii muhalefetten büyük hücumlara uğradılar. Eğitim alanındaki sendikalar gösteriler, protestolar tertipledi. Dinî eğitim veren bir kolejin Kıbrıs topraklarında açılmasını kabul edilemez buluyorlardı. Hatta Kolejin eğitim öğretime başladığı ilk yıl sendikalar okuldaki öğretmenlere grev yaptırdılar.

Milli Eğitim Bakanlığına bağlı olarak açılan Hala Sultan İlahiyat Koleji, ilk olarak Haspolat mevkiindeki bir meslek lisesinin içinde tahsis edilen bir sınıfta eğitim öğretime başlamak üzere hemen ilan verdi. Çok başvuru oldu ve sınavla öğrenci aldı. Kemal Dürüst bizim Milli Eğitim Bakanı Ömer Dinçer ile görüşerek müfredatı belirlediler. Ömer Bey’in güzel desteği oldu.

Kolej ortaokul ve lise müfredatı içinde eğitime devam ediyor ve çok da başarılı mezunlar veriyor. Her sene kontenjandan fazla başvuru oluyor ve sınavla öğrenci alıyor.

Vakıf okulun ve öğrencilerin ihtiyaçlarının karşılanmasında yardımcı oluyor. Kız ve erkek öğrenciler için inşa edilen pansiyonların (yurtların) işletilmesini ve buralarda kalan öğrenciler için ek programlar gerçekleştiriyor.

Doğrusu İrsen Küçük ve Kemal Dürüst dostlarıma minnet duyarım. İrsen Küçük Mart 2019’da rahmetli oldu. Herhangi bir resmi görevde olmamama rağmen sadece şahsım olarak Kıbrıs’a cenazesine gittim, ailesine taziyede bulundum. Kemal Dürüst ile dostluğumuz hâlen sürer.

Hala Sultan İlahiyat Kolejinin açılmasından ve mezunlar vermesinden sonra Kıbrıs’taki iki üniversitede iki ilahiyat fakültesi açıldı. Birisi, büyük üniversitelerden biri olan Yakın Doğu Üniversitesinde. Üniversitenin kurucusu Suat Beyle görüşmüştük. Hem İlahiyat Fakültesi açtılar hem de Yakın Doğu Üniversitesi kampüsü içinde güzel bir cami yaptırdılar. Diğeri ise Hala Sultan İlahiyat Koleji kampüsü içinde sonradan kurulan Kıbrıs Sosyal Bilimler Üniversitesinde (KISBÜ) açıldı. Her iki üniversite de ilahiyat fakültelerine yüzde yüz burslu öğrenci alıyorlar.

Kampüs içinde aynı isimle bir caminin yapılmasının da enteresan bir öyküsü vardır: Türkiye Diyanet Vakfı Lefkoşa’da bir cami yaptıracaktı. Şehir içinde yer de tespit edilmişti. Ayrıntısını bilmemekle beraber, o yerle ilgili bazı sorunlar çıktı ve cami oraya yapılamadı. Diyanet İşleri Başkanımız Mehmet Görmez ile görüştüm ve Kolejin bulunduğu yerde cami için de yeterli büyüklükte arsanın bulunduğunu, caminin de bu kampüste olmasının çok anlamlı olacağını anlattım. Sağ olsun makul buldular ve gidildi, bakıldı, oraya yine Hala Sultan Camii olarak yapılmasına karar verildi. Gidip beraber caminin temelini attık. Caminin bir özelliği 1571 yılında Kıbrıs’ı da fetheden Sultan II. Selim adına Mimar Sinan tarafından Edirne’de yapılan Selimiye Camiinin birebir aynısının belirli bir oranda küçültülmüş hâli olmasıdır. Şu anda Kıbrıs’taki en büyük ve en güzel camidir. Hem Ercan Havalimanına inmek üzere uçak alçalmaya başladığında Lefkoşa tarafına baktığınızda uçaktan görülebilen hem de Ercan Havalimanından Lefkoşa’ya girerken karşınıza çıkan 4 minaresi ile muhteşem bir eser konumundadır. Böylece orası Hala Sultan İlahiyat Koleji tesisleri, yurt ve sosyal tesisleri ve Hala Sultan Camisi ile güzel bir kampüs oldu.

Bu güzel kampüs, Hala Sultan ismi ile şu anda Kıbrıs’a vurulmuş mühürlerden biridir, Kıbrıs’ın tapulardan biridir.

Ömer DEMİR –

Müslüman olmanın gerekleri ve muhtemel sonuçları bakımından yapılacak mukayeseli bir değerlendirme, günümüz Müslüman topluluklarının mevcut hâllerinden yeterince memnun olmadıklarını söylememize izin verebilir. Kişi başı gelir başta olmak üzere birçok olumlu göstergede nüfus büyüklüğü ile orantılı olmayan bir görünüm var. Bu memnuniyetsizliğin sebebinin Müslüman bireylerin iyi birer Müslüman olma konusunda hissettikleri eksiklikten mi yoksa dünyayı imar sürecinde ve diğer topluluklarla güç yarışında başkalarının arkasında kalmış olmaktan şikâyetçi olmalarından mı ileri geldiğini tamamen birbirinden ayrı iki konu olarak ele almak gerekir. Birincisi Müslüman olmanın hakkını verip verememeye odaklı iken ikincisi bu dünyaya dair beklentilerin gerçekleşmemesine yoğunlaşır. Birinci ile ikinci arasında bir ilişki olup olmadığı da ayrı bir sorgulama konusu.

Bu bölümde izini takip ettiğimiz soru birincisi değil ikincisi. Yani genel olarak Müslüman topluluklar için başkaları daha zenginken fakir olma, başkaları uzaya araç gönderirken günlük işleri için dahi yeterince araç üretememe veya başkaları dünyaya hükmedecek güç toplayabildiği halde güç toplayamamış olmanın sebepleri neler olabilir?[1] Ayrıca, tarihte bir dönem bu sayılan alanlarda öncü olan Müslümanların varlığının, soruyu “madem o zaman oldu şimdi niye olmuyor” anlamında daha da anlamlı hale getirdiği söylenebilir.

Bu çok tartışılan bir konudur ve sebepleri arasında, genelde bir kısmı Müslüman toplulukların içsel gelişmeleriyle, bir kısmı da daha çok onların dışındaki dünyada meydana gelen gelişmelerle ilişkili birçok faktör sayılmaktadır.[2] Bu sayılanların hepsi gerçekliğin bir boyutuna işaret etmek yönüyle anlamlıdır, kıymetlidir. Bu konuda bakış açısını olabildiğince geniş tutmak ve süreçler üzerinde etkili olabilecek tüm unsurlara dikkat çekmek, sadece içinden geçtiğimiz tarihsel süreci “doğru” biçimde anlama bakımından değil, geleceği daha iyi tasarlama bakımından da yeni ufuklar açabileceği için ayrıca önemlidir. Belki de bu ikinci husus, geçmişi ve bugünü doğru ve olduğu gibi anlamış olmaktan daha da önemlidir. Zira bu yazı boyunca açık veya örtük olarak dile getirilen temel iddialardan biri, tarihin tekerrür ettiği kadar tekerrür etmeyen yönlerinin de olduğudur. Sadece tekerrür eden yöne dikkat çekmek ve bu bağlamda olmuşa bakıp oradan olabilecekleri çıkarmaya çalışmak gelecekte olacakların yönlendirilmesinde inisiyatif alma işini başkalarına bırakma ile sonuçlanabilir. Günümüz Müslümanlarının güncel durumları çözümlerken yaptıkları en ciddi yaklaşım hatalarının başında bunun geldiğini söyleyebiliriz.

Burada konuyu farklı yönlerinden ortaya koymaya yardımcı olacağını düşündüğümüz üç tema üzerinde duracağız. Bu çerçevede, “geri kalmışlık” olarak nitelenen ve iyi olduğu düşünülen şeyleri yapamamış olmaya yol açan üç unsuru, kutsallık handikabı, yaparsak biz yaparız zafiyeti ve dünyayı anlamayı değersiz görmek başlıkları altında ele alacağız. Ancak öncelikle belirtelim ki, buradaki açıklamaların hiç birisi katı bir nedensellik iddiası taşımamaktadır. Sadece durumu anlama konusunda yardımcı olabileceği düşünülen değişik bir bakış açısı sunulması amaçlanmaktadır. Ek olarak, bu gibi konularda Müslümanların yaşadığı tüm coğrafyalarda her dönem için geçerli olan bir açıklama yapmanın mümkün olduğu kanısında da değiliz (üstelik önceki yazılarda bunu bayağı eleştirmiştik). O sebeple ileri sürdüğümüz her açıklama önerisinin açıklama gücünün sınırlı olacağının farkındayız, tıpkı bu konuda genellemeler içeren diğer açıklamalar gibi.

Kutsallık Handikabı: Külleri Kutsamak mı, Ateşi Tüttürmek mi Yoksa Isıyı Sürekli Kılmak mı?

Üzerinde duracağımız ilk konuya kutsallık handikabı ya da kutsala atfen yapılan çözümlerin yenilenme ihtiyacının kabulünün zorluğu sorunu diyelim. İslam dini insanlara dünyada varoluş gerekçelerini ve o gerekçelere uygun yaşama ilkelerini sunar. Konuya, neyin meşru neyin gayrimeşru olduğunu belirleme açısından bakıldığında “beşikten mezar”a her aşamada ve her işi kapsadığı görülür. Bu bağlamda bir açıdan baktığınızda “İslam dininin burada hükmü yoktur” diyeceğiniz herhangi bir alan neredeyse yok gibidir.[3] Bu durumda her , yorum, düşünce hatta tahayyülün kutsala atfen bir meşruiyet oluşturma zemini oluşur.

Bu durum hem büyük bir imkân hem de büyük bir handikaptır. İmkânlarının cazibesine kapılıp handikaplarını göz ardı etmemek gerekir.

Bu durum büyük bir imkândır, çünkü her türlü sorunun çözümünü, her önerinin kaynağını kutsal bilgiye dayandırma halinde, farklı eğilim, yönelim ve çıkarı olan bireylerden oluşan insan topluluklarını ortak hedeflere yöneltme, onları bir noktada buluşturma, en azından görece kolay biçimde uzlaşmalarını sağlama konusunda muazzam bir kolaylık sağlar. Kutsala atfen meşruiyet kazanan bir görüş, öneri veya uygulama, hızla ortak kültürün en baskın unsuru haline gelir ve kutsalın ait olduğu dine inananlar arasında alternatifsiz yüksek meşruiyet kazanır. Bunun sağladığı meşruiyet elde etme imkânı tek kelime ile muazzamdır. Bu sebeple tüm toplum tasarımcıları bu imkânı sonuna kadar kullanmak ister.

Aynı zamanda bu durum büyük bir handikaptır, çünkü meşruiyetini kutsal olana atfen kazanan görüş, öneri veya uygulamalar, değişime karşı gereğinden fazla güçlü bir zırh kazanırlar. Bu zırh meşruiyet ve istikrar getirerek topluluğu dağılmaktan korur, ama aynı zamanda değişen şartların getirdiği yeni sorun ve çözüm imkânlarını uygun biçimde değerlendirememelerine de sebep olur.

Bir dönem gayet ikna edici açıklama ve başarılı uygulamalar, zamanla meşruiyetlerini gördükleri işlerden, sağladıkları kolaylıktan veya faydadan ziyade kutsala atfen tanımlanmaları nedeniyle almaya başladıkları için güçlü bir dokunulmazlık zırhı kazandıklarında, topluluk, yeni durumlar karşısında sadece somut etkili çözümler üretmekten mahrum kalmaz, aynı zamanda büyük oranda sorun çözme becerisini de kaybedebilir. Toplumlar için her dönem fiilen sorunları çözebilme kadar, sorun çözme kabiliyetini ayakta tutabilme de önemlidir.

Buradaki ana varsayımımız, bir topluluk için başarının sürekliliğinde, ilk anda cazip görünen değişime rağmen sürekliliği sağlayan kalıcı çözümler üretmenin değil, kalıcı sorun çözebilme kapasitesinin korunmasının daha önemli olduğudur. Değişmeyen, eskimeyen, her zaman geçerli olan kalıcı çözüm, her zaman somut bir çözüm değil, sorun ile çözüm arasındaki ilişkiyi iyi kavramak olabilir. Örneğin, bütün iklim koşullarına dayanıklı tek tip bir barınak üretmeyi hedeflemek yerine, değişen iklim koşullarına uygun farklı barınaklar üretmeyi prensip olarak benimsemek, farklı coğrafyalar ve zamanlarda ortaya çıkacak kullanışlı ve dayanıklı barınak üretme ihtiyacını karşılamada daha uygun bir tercih gibi görünüyor. Protein ihtiyacını karşılaması için birisine hazır balık vermek pratik ama kısa vadeli bir çözümdür. Hâlbuki balık tutmayı, hatta yetiştirmeyi, balık çiftlikleri yapmayı öğretmek daha zahmetli, ama kalıcı bir çözüm olur. Bir adım daha ileri gidip amacın protein ihtiyacını karşılamak olduğu için bunu illa da balıktan karşılamak gerekmediği, alternatif protein kaynaklarından hangileri uygunsa onlara yönelme prensibinin daha uzun vadeli ve üretken bir yaklaşım olduğunu söyleyebiliriz.

Değişim ihtiyacı sadece zamanın geçmiş olmasıyla ortaya çıkmaz. Yüzyıllar boyu insanlar benzer durumlara benzer tepkiler vererek sorunsuz biçimde dayanıklı kurumsal yapılar oluşturabilirler. Ayrıca zamana dayanıklı yapılar kurmak da iyi bir başarı göstergesidir. Ancak dönemsel imkânlar ve ihtiyaçlar farklılaştığında geçmişin koşullarına uygun biçimde üretilmiş kurumsal yapılarda ısrarcı olmanın kendisi bir sorun kaynağı haline gelir. Örneğin herkesin birbirini büyük ölçüde tanıdığı, yetenekleri hakkında bilgi sahibi olacak kadar ortak bir geçmişe sahip olduğu, az sayıda kişinin yaşadığı bir toplulukta işlevsel olan bir yönetici seçme uygulaması, birbirini hiç tanımayan, ortak noktalarının neler olduğunu bile bilmeyen binlerce insanın aynı politik sistem içinde yaşadığı bir toplulukta hiç işe yaramayabilir. Ava giderken, göç ederken, oyun takımı kurarken kimin lider olacağını belirlemek için kullanılan usul ve araçlar farklı din, dil, etnik köken ve sosyo-ekonomik çıkar sahibi kişileri bağlayıcı kararlar verecek bir meclise üye seçerken benzer bir işlev göremeyebilir. Aradaki farkı görmeyip, yüz yüze ilişki gerektiren grup ölçeğinde etkili olduğu tecrübe edilmiş olan bir lider veya yönetici seçme usulünü, uzun yıllar başarılı biçimde kullanılmış olmasını gerekçe göstererek uygulanmasında ısrarcı olmak yanılmaya ve başarısızlığa yol açabilecektir.

Bu yönetim örneğini biraz daha açalım. Toplumların çeşitlenmesi bir yana başlı başına topluluk ölçeğinin büyümesi, yeni yönetim ve denetim usullerinin geliştirilmesini gerekli kılabilir. Lider seçme usulünü az bir grubu esas alarak belirlediğinizde işlevsel olan araç ve uygulamalar, topluluk heterojenleştiyse, daha geniş ve farklı coğrafyalarda yaşayan insanları kapsayacak bir nitelik kazandıysa, eskisi kadar işlevsel olmayabilir. Örneğin görece homojen bir grup içinde standart sayıda kişinin oyunu almayı öngören çok başarılı bir temsil uygulamasının yerine, etnik ve dinî kırılmaların olduğu, grup büyüklüklerinin dengeli olmadığı bir yerde temsilde meşruiyet sağlamada kota uygulaması daha etkili sonuçlar verebilir. En uygun temsil yöntemini bulmak, her bir topluluk için farklı kriterler gerektirebilir. Bu durumda sadece şimdiye kadar uygulanmış olanlara bakıp onlar arasından uygun olanı seçmek yeterli olmayabilir ve duruma uygun yeni “icat”lar yapmak gerekebilir.

Eğer belirli bir dönemde etkili olmuş bu tür uygulamalardan birine kutsallık atfedilirse, koşulların değişmesi nedeniyle bu uygulama hem ihtiyacı karşılamadığı için yönetim zafiyeti oluşmasına yol açar hem de alternatif çözüm yöntemlerini devre dışı bıraktığı için zamanla yönetim biçiminin meşruiyetini kaybetmesi yanında olası yeni seçeneklerin oluşmamasına sebep olur. Yüzyıllar boyu devam eden ve hâlen küçük ölçekli topluluklarda gören kabile yönetimi ve krallıkların bugün ulus devlet ölçeğinde meşruiyet krizi yaşamaları buna güzel bir örnek olarak verilebilir.

Başarılı çözüm önerilerinin kutsallık kazanmasında iki süreç birbirine ters yönde çalışır. İlki, bir topluluğun ekseriyetinin bugün için “doğru” veya “uygun” olanın zamanla değişebilir olduğuna inanmaya açık olması, sürekliliğin sağlanmasında zorluk yaşanmasına yol açar. Bu yüzden topluluk şimdi “uygun” veya “doğru” olanı dondurarak (bazen gelenek veya hukuk haline getirerek, bazen de bunlara ek olarak kutsallık atfederek) bu sorunu aşmaya çalışır. Yani “doğru” veya “uygun” olanın geçici olabileceği inancı, var olana dönük güçlü bağlılık oluşturmayacağı için, istikrarsızlık getirme riski taşır. Bu sebeple mevcut durumdaki egemenler, bu geçicilik algısını ortadan kaldırmak için daima süreklilik üzerine vurgu yaparlar. Örneğin daha yeni kurulmuş bir ulus devletin ilelebet yaşayacağı taahhüdünde bulunmak, başka arayışların önüne geçmek ve yeni oluşturulan kurumların oturmasını temin için sık başvurulan bir yöntemdir. Başarılı bir kutsallık atfetme faaliyeti bu süreklilik algısı oluşturma ihtiyacını daha kısa yoldan karşılar. Bu işin süreklilik, dayanıklılık kazandırma yönüdür.

İşin bir de ikinci yönü var: Eski köye yeni âdet getirilmesi, herkes için anında kabul edilebilir olmaz. Çünkü hiçbir uygulama ondan etkilenen herkesi aynı yönde ve aynı oranda etkilemez. Yeni durumlar, bazılarına yeni fırsatlar sunarken, diğerlerinin bilgi, yetenek ve birikimlerini boşa çıkarıcı sonuçlar doğurur. Bu bağlamda mevcut meslekler değer kaybedebilir, sosyal statü değişikliği sonucu olarak toplumsal itibar sistemi yeniden ayarlanabilir. Bu değişikliklerden olumsuz etkilenenler açıktan veya gizli olarak her türlü yeniliğe karşı konumlanırlar. Bir traktör geldiğinde, mülk sahipleri tarlalarını kolay, düşük maliyetli ve hızlı biçimde sürme imkânı elde ederken, geçimini başkalarının tarlalarında çalışarak temin edenlerin hepsi olmasa da en azından önemli bir kısmı işlerini kaybederler. Bu sebeple, işini kaybedenlerin somut gerekçe bulamasalar da traktörle birlikte bereketin kaybolacağı ve ortalığa uğursuzluk geleceğine inanmaları gayet anlaşılabilir bir durumdur. Aynı sebeple yeniliklere karşı çıkmada da kutsala atfen oluşturulmuş gerekçeler statükonun bozulmasından zarar göreceğini düşünenlere can simidi gibi gelir. Yani kutsallık atfı, çıkarları değişimden yana olmayanlara güçlü bir statükoculuk gerekçesi sunar. Kutsallıkla birleşen muhafazakârlık değişime karşı güçlü bir zırh oluşturur.

Genelde değişim ihtiyacı oluşan her yeni dönem, bir krizle karşılaşır. Özellikle başarılı bir dönemin ardından, başarıyı sağlayan fikirler kutsal olana olan referansları nedeniyle dondurulduğunda, alternatif olabilecek yeni arayışlar beyhude çaba olarak görülmeye başlanır. Bu sebeple eğer bir uygulama, çözüm, çare, şu veya bu nedenle, uygulama, çözüm veya çare özelliğini kaybederse kutsal olana atfen kurulan bağ onun ömrünü yapay olarak uzattığı gibi alternatif uygulama, çözüm veya çarelere yönelimi de engelleyici bir işlev görür. Adeta kutsallık kazanmış gibi nesilden nesle aktarılan geleneğin de rolü benzerdir. Bu şekilde gelenek olarak anonimleşen düşünme, davranma ve yapma biçimleri bir yandan işleri düzenli biçimde yapmanın işlem maliyetlerini düşürürken, diğer yandan yeni durumlara karşı direnç kaynağı olurlar. Kutsal ile bağlantılı hâle gelen gelenek bir yandan serbest yapmanın meşru çerçevesini çizerken, diğer yandan değişimin gerekli olduğu yerlerde karşı duruş, engel veya ayak bağı haline gelebilir. Bunun somut örneklerini, Müslüman ülkeler dâhil dünyanın dört bir yanında yaygın biçimde görmek mümkündür.

Burada amaç-araç ilişkisinde ince ve hassas bir denge söz konusudur: Amaca götüren her araç meşru görülemez o yüzden araçların meşruiyeti konusunda hassas olmak takdire şayandır. Ancak araçların niçin var olduğunu unutup adeta onların kutsallaştırılması da tehlikelidir. Burada amaç-araç ilişkisinde amaca götürdüğü düşünülen her şeyi mubah gören kaba bir araçsallıktan kaçınırken araçları kutsallaştırmanın olası risklerini de göz ardı etmemek gerektiğine işaret etmek istiyoruz. Yani kül, yanmış ateşin bir işaretidir, ama küle fazlaca odaklanıp ateşin nasıl tüttürüleceğini, hatta ateşten vazgeçip ortamın başka hangi yollarla sıcak tutulabileceğini ikinci plana atmamak önemlidir. İlla da bir tercih yapılacaksa aslolan ateşin yanması değil, ısının korunmasıdır. Kül ve ateş arasındaki gözlenen ilişkide küle odaklanarak arkada kül bırakmayan bir türlü ısı kaynağından mahrum kalmayla sonuçlanan tercihlerin makul olmadığını söylemek durumundayız.

Yaparsak Biz Yaparız Zafiyeti

İçinde yaşanılan dönemin ihtiyaçlarını etkili biçimde karşılayamamaya yol açan ikinci duruma yaparsak biz yaparız zafiyeti diyebiliriz. Bu zafiyet, aşırı özgüvenin yol açtığı “dışarı”da olup bitene olan ilgisizliktir. Yeni bir şeyi ilk kez yapmak yapana sırasıyla farklılık, ayrıcalık ve üstünlük hissi verir. Üstünlük hissinin kişilere ilave motivasyon sağlayacağı kesin olmakla birlikte bunun sürekli ve kalıcı olduğu zannının, bir feraset krizine yol açabileceğini göz ardı etmemek gerekir.

Olağan insan tecrübesi, sonuçlarından emin olunmayan işleri, ilk kez kendisi yapmak yerine başkalarının yaptıklarının sonuçlarına bakarak onları taklidi tercih etmeyi öngörür. Aslında bu bir tercih olmaktan öte çoğu zaman bir zorunluluk olarak gerçekleşir. Çünkü ilk kez yapmak, denemek her zaman maliyetlidir ve maliyet üstlenme kapasitesi insanlarda eşit değildir. Bu sebeple her toplumda sayıları az da olsa “yaparsa o yapar” denen öncüler olur. Bir topluluk içinde yol açma, çözüm üretme, yeni şeyler yapabilme bakımından önde olan bu öncüler, bu özelliklerini miras yoluyla gelecek nesle de devrettikleri için başarı yolunu genelde onlar açarlar. Toplumsal başarılar bütün bireylere özgüven kazandırır. Bu özgüven, başkalarının yapamadığını yapmaya dayandığı için topluluğa özgü dinamiklere bağlanır. Bu bağlamda geçmişlerinde büyük başarılar olan bireyler veya toplumlar, kolay kolay başkalarının da benzer başarılara imza atabileceğine inanmak istemezler.

Başarı ile dinî inanç birleştiğinde katmerli bir özgüven oluşturur. Bir topluluk bireyleri belirli bir dini tercih etmekle önemli bir karar verirler. Yani dinî inanç, benimseyen ile benimsemeyen arasında ayrıştırıcı ve dışlayıcı bir farklılaşma oluşturur. Bu yönüyle din, mensubunun gözünde, iktisat kavramını kullanacak olursak, ikamesi mümkün olmayan bir maldır. Zira dışlayıcı[4] bir dine mensup olan ile olmayanın eşdeğer görülmesi, o dinî inanca bağlanabilmenin doğası gereği mümkün değildir. Dünyada insanın varoluş amacına uygun yaşamayı sağlayacak aşkın (kutsal, ilahi) ilke ve değerlere inananlar, kendilerini bu yönüyle ayrı ve üstün görürler. Bu bağlamda, İslam’ın çağrısına kulağını kapayanların büyük bir hata içinde olduklarını kabul etme, Müslüman olmanın vazgeçilemez ön şartıdır. Yani İslam’ı seçen ile seçmeyen arasında son tahlilde birinci lehine bir “üstünlük” olduğuna inanmadan, dünyadaki varoluş amacını bilen ve ona uygun yaşayan ile bunu inkâr edeni müsavi görerek Müslüman olunamaz.

Zamanla bu üstünlük algısı, tüm insan faaliyetlerini kapsayacak biçimde genişletilmeye başlanır. Bu bağlamda Müslümanlar, hayatı anlamlı kılan değerleri benimsemeyenlerin kendileri için de yararlı işler yapacağına yüksek ihtimal vermeme eğiliminde olurlar. Bu, bir birey için en temel konu olan, dünyaya gelişinin anlam ve hikmetini ıskalayan birilerinin diğer alanlarda büyük çıkışlar yapamayacağını düşünmenin doğal bir sonucudur.

Dolayısıyla bir Müslüman, Müslüman olmayanların hayatlarını kolaylaştıracak hayırlı şeyler yapma kapasitelerinin de düşük olduğunu düşünme eğilimdedir. İnanıyor olmanın sağladığı üstünlüğü, her türlü yapabilme kapasitesinde de üstünlük olarak görmek, güçlü bir topluluk oluşturmada olumlu katkı sağladığı için Müslüman toplum önderleri tarafından da sürekli bu yaklaşım desteklenir. “İnanıyorsanız üstünsünüz” mesajı inançla elde edilen ayrıcalığı ifade etmekle sınırlı görülmeyip, her işi daha iyi yapabilme kabiliyeti ile donatılmış olmak olarak yorumlanmaya başlanır.

Bu durum, yenilikleri, yapanların dinî aidiyetlerine bakarak değerlendirme ve İslam dinini benimsemeyenlerin dünyevi işlere dair sorun çözme kapasitelerini küçümseme sonucunu getirir. Böylece kendisi değişen durumlara uygun yeni çözümler üretmediği gibi üretenlerin çözümlerini de kolay kolay benimsemeyen hatta onları küçümseyen bir kültür ortaya çıkar.

Eğer bütün bunlara rağmen başta teknolojik alanda olmak üzer herhangi bir konuda diğerleri tarafından makul bir çözüm ortaya konursa bunu kabullenmek üstünlük algısını yaralayacağı için onu da kendi kültür geleneğine atfen meşrulaştırma eğilimi devreye girer. “Onlarınki ne ki! Bizde daha iyisi var” veya “zaten bizden aldılar” biçiminde tüm olumlu hasletleri kendisine münhasır kılma tutumu gelişir.

Müslüman toplulukların da maruz kaldığı, ama genel olarak dünya işlerini görme konusunda başarılı uygulamaların uyarlanmasında ortaya çıkan ilgi azlığının arkasında bu tutumun kısmen etkili olduğunu söyleyebiliriz. Bu durumu ifade etmek için popüler dilde hor görme imalı “gâvur icadı” diye bir deyim bile vardır.

Bir dönem dünyada medeniyet öncüsü olmanın verdiği özgüven nedeniyle, iç ve dış birçok faktörün etkisiyle fiilî öncülüğün kaybedilmesine rağmen, gâvur icatlarına önem vermemenin Müslümanlar arasında dayanışmayı olumlu etkilerken, yaşanılan dönemin sorunlarına çözüm üretme kapasitesinde gerilemeye yol açtığını söylemek mümkündür.

Dünyayı Anlamayı Değersiz Görmek

İslam dininin herhangi bir bireyin inanması ve yapması gereken şeyleri anlaması için o kişinin akli dengesinin yerinde olması ve sorumluluk üstlenebilecek yaşa gelmiş olması yeterlidir. Ama herhangi bir kişinin insan hayatını şekillendiren toplumsal düzeyde etkili kültürel, siyasal veya ekonomik sistemler tasarlaması, tasarlanmış olanlar içinden en uygununu seçmesi; bireysel düzeyde üretken ve somut işleri yapması veya meslekleri icra etmesi için aynı şey söylenemez. Bunun için teorik veya uygulamalı eğitim almak, yol yordam öğrenmek, uzmanlaşmak tüm bunlar için de zaman ve emek harcamak gerekir.

Bireysel üretkenlik dışında topluluk için belirlenen amaçlara uygun, maliyet etkin, uzun ömürlü ve şartlara dayanıklı modeller geliştirmek bireyi aşan bir örgütlenmeyle destekli ortak bir irade oluşturmak gerekir. Örneğin iyi bir çiftçi olmak için, hangi ürünün hangi toprakta ve hangi koşullarda üretileceği, sulama, aşılama, seyreltme ve gübreleme işlerinin nasıl yapılabileceğine dair bilgi ve tecrübe gerekir. Tüm ve meslekler için benzer bir durum geçerlidir.

Bu alanlarda başarılı olmak için her bir alana özgü her bir dönemde gerekli ön hazırlıklar ve organizasyon biçimi diğerinden farklı olabilir. Bilgi biriktirme ve onu tecrübe biçiminde nesilden nesile uygun araçlarla aktarma, özünde dünyanın imarına dair bir iştir. İnsan toplulukları imkânları ve birikimleri çerçevesinde hangi alanlara yoğunlaşır ve o alanlarda iyi olmak için imkânlarını seferber eder, rakip toplumlardan daha iyi çıkarır ve onların yapamadıklarını yaparsa öne geçer ve “başarılı” olurlar. Bu anlamdaki başarının, her alanda geçerli ve hiç değişmez bir kuralından bahsedilemez.

Müslüman toplulukların bugünün dünyasının yeni bilgi üretme, işleri kolaylaştıracak teknolojiler ve modelleri ile yönetim sistemleri geliştirme ve sonuç olarak kişi başı üretim ve refah konusunda batı toplumlarından geride olmalarının arkasında, yarıştıkları alanlarda rekabet edecek donanımda olmamaları yatmaktadır. Bunun biraz totolojik bir açıklama olduğunun farkındayız. Doğal olarak asıl soru, niçin bu durumda olunduğudur. Ancak başta da söylendiği gibi toplumların gelişim seyrinde tekdüze bir süreç olmadığı gibi birkaç faktöre indirgenecek açıklamalar da gerçekçi değildir. Doğal kaynaklar, jeostratejik konum, tarihsel ve kültürel miras, kısaca geçmişten gelen her türlü mirasın ve bunlar üzerine inşa olunan kurumsal yapıların farklılığı, her ülkenin neyi, nasıl, niçin yapabildiği ve yapamadığını etkiler, hatta belirler. O sebeple bugünün dünyasında “geri kalma” ve “ileri gitme” konusundaki performans büyük oranda ülkeye özgüdür ve sebepleri ülke, hatta ülkenin farklı bölgeleri bazında tek tek ele alınmalıdır.

Bu konuda ciddi bir ikilemle karşı karşıyayız: Sebep ararken ülke, bölge, alt topluluklar hatta birey ayrıntısına inildikçe gerçekçiliğin artmasına karşın genel bir açıklama imkânı ortadan kalkmaktadır. Tersinden başat birkaç açıklayıcı değişkene bağlı başarı ve başarısızlık hikâyeleri akılda kolay kalmakta, çok ilgi çekmekte ve heyecan uyandırmaktadır ama yukarıdan beri bahsedilen sebeplerle hiçbir zaman gerçekçi değillerdir. Coğrafya başta olmak üzere paylaşılan ortaklıklar nedeniyle birbirini etkileme, birbirini aşağı veya yukarıya doğru çekme her zaman mümkündür. Bu sebeple zaman zaman genel eğilimler tespit etmek olasıdır.

Günümüzde dünyada bir merkezden çevreye doğru genişleyerek etkileşme şeklindeki küreselleşmenin seyri, tüm ülkelerin istikametini aynı noktaya çevirme yönündeki başarısı yönüyle takdire şayandır. O sebeple merkez ülkelerdeki gelişmeleri yakından takip etmek, eski dönemlerde olduğu gibi şimdi de gayet işlevsel görünmektedir. Ancak tarihsel gelişim tek merkezden talimat alıp onun gereğini yapma biçiminde ortaya çıkmadığı gibi her bir ülkenin karşı karşıya olduğu sorunların çözümünde de, tek merkezden gelecek talimatları beklemek makul olmayacaktır. Farklı bölgelerde, farklı kültürel iklimlerde yaşayan insanların alacakları inisiyatiflerin kendi topluluklarını öne çıkarmaya başlaması durumunda, gelecekte tarihin yönünün şimdikinden çok farklı bir biçimde evrilmesi pekâlâ mümkündür. Bu yorum, sadece bir imkâna işaret etme içindir. Yoksa örtük biçimde gün gelecek mutlaka Müslüman topluluklar dünyanın imarında tekrar öncü topluluklar olacaktır gibi bir beklenti ima etmemektedir. Böyle bir beklenti, Müslüman olmanın temel tezahürünün ancak dünyanın imarı ile belli olabileceği varsayımına dayanır ki,[5] önceki bölümlerde böyle bir yorumun doğru olmadığına işaret etmiştik.

Hem birey hem de topluluklar nezdinde nerede başarılı olunmak isteniyorsa o alana yoğunlaşmak ve orada zaman, emek ve kaynak harcamak gerekir. Bunun ardından gelen başarı, potansiyel (doğal kaynaklar, yetişmiş insan gücü, coğrafi konum vb.) ve fiilî kapasite (potansiyel kapasiteyi kullanabilme durumu) ile sınırlıdır. Doğal olarak her birey ve topluluk, dünyanın imarında başarılı olmak ister. İsteği başarıya dönüştürecek olan, imkânlar ile onları kullanan yönetim becerisinin uyumudur. Bu uyumun sırrı hayatın sırrına eşdeğerdir ve toplulukların bunu kendi kapasiteleri ile inşa etmeleri beklenir.

Öte yandan başarının ortaya çıkması için her zaman birey ve toplumlar arasında yardımlaşma kadar rekabet ve çatışma da söz konusudur. Rekabeti etkili işbirliğine dönüştürmede ve çatışmaları minimum maliyetle çözmedeki yönetim becerisi, burada anahtar rol oynar.

Bireyden topluluğa geçişte gerekli uygun düzenleme ve kurumsal yapılar olmadan, sadece değer ve ilkelere vurgu yapılarak iyi bireylerden iyi topluluklar oluşmaz. Bu çok kritik bir noktadır. O sebeple kendi topluluğu içinde bir türlü verimli olmayan birçok yetenek başka topluluklara karıştığında, birden beceri kahramanı haline gelebilir.

Günümüz Müslüman toplulukları toplumlar arası bu yarışta bekledikleri yerde değillerse, bunun sebebi hedefledikleri işleri yapma konusunda uygun araçları geliştirememeleri, araçlar varsa da yeterli gayret gösterememeleri, yani toplumsal enerjilerini uygun biçimde bu alanlara aktaramamalarıdır.

Konunun dünya hayatını öte dünya hayatı ile ilişkilendiren ilkelerle irtibatlı yönleri olmakla birlikte bunlar temel ilkeler seviyesindedir. Öteki dünyada hayatının her anının hesabını vereceğine inanmanın kişiyi, uyanık, sorumlu ve dikkatli yapması beklenir. Ama bu, sorumlu, uyanık ve dikkatli kişinin somut olarak ne yapacağını belirlemez. Onu yeteneklerini ve imkânlarını en etkili şekilde kullanarak kendisi bulacaktır. Bunun için ekip biçebilir, bina yapabilir, şiir, film senaryosu veya roman yazabilir, çobanlık veya genel müdürlük yapabilir. Bu alanlardaki başarısı her bir alanda başarılı olmanın kriterlerine uygun çaba ve emek gösterip göstermemesi ile ortaya çıkar. Yani dürüst olmak temel bir davranış kalıbıdır ama bir uzmanlık alanı değildir. Birisinin dürüstlükte değil, hastalık teşhis ve tedavisinde, duvar ustalığında, bilgisayar yazılımında, bina tasarımında, uzay araştırmalarında, makine öğrenmesinde, ekonometrik modellemede, pazarlama veya kamuoyu araştırmalarında yahut etkili ve güzel konuşma gibi konularda uzman olmasını bekleriz. Dürüstlüğün çok kıymetli bir haslet olduğu açık olmakla birlikte uzmanlığın yerine geçmeyeceği fark edildiğinde ilk önemli eşik geçilmiş olacaktır. Neyin iyi yapılması isteniyorsa ona yoğunlaşmak ve onu başarmak kendiliğinden gerçekleşmez. Yolunu yordamını öğrenmek için çaba sarf etmek gerekir. O çabanın nasıl bir şekil alacağı da zamandan zamana değişir.

Bu bağlamda aşağıdaki sorulara dikkatinizi çekmek isterim:

Yaşadığımız dönemde iyi bir çocuk nasıl yetiştirilir?

Hangi yaşlarda neleri nasıl öğretmek, bu amaçla hangi materyalleri kullanmak gerekir?

Günümüzde yetişkin bir gencin hangi bilgi, beceri ve yetkinliklerle donatılması gerekir? Nasıl?

Üretimde ve tüketimde gereksiz kaynak kullanımının önüne nasıl geçilebilir?

Her bir alana özel verimlilik nasıl artırılabilir?

Tasarruflar üretime en uygun yollarla nasıl aktarılabilir?

Şu an kullanmadığımız çevre dostu yeni enerjiler nasıl keşfedilebilir ve sonrasında da nasıl temin edilebilir?

Farklı (sosyal, dinî, etnik, mesleki kültürel vb.) kimlikler bir arada çatışmadan, uyum içinde nasıl tutulabilir?

Bunun için nasıl bir sosyalleşme süreci, ne tür temsil ve yönetim sistemleri geliştirmek gerekir?

Farklılık arz eden durumlarda daha etkili olmaları için yeni karar süreçleri nasıl tanımlanabilir?

İnsanların birbirine daha çok yardımcı olduğu ama birbirini sömürmediği bir emeklilik, sigorta ve maaş sistemi nasıl kurulabilir?

Birbiriyle en uyumlu yaşayabilecek çiftler hangi yöntemlerle seçilebilir ve bu yolla evlilik ilişkisi sağlıklı biçimde nasıl sürdürülebilir?

Hastalıkların teşhis ve tedavisinde daha etkili, maliyet-etkin ve insanların daha sağlıklı yaşamalarına imkân sağlayacak teşhis ve tedavi yöntemleri nasıl tespit edilebilir?

Eğer bu ve benzeri sorulara cevap olarak “bizim kültürümüzde bunların en iyisi var, özümüze dönüp, onları ortaya çıkarırsak tüm sorunlarımızı çözeriz” denilirse ve arkasından kutsal kitaplardan veya onları yorumlayan önceki parlak dönemlerin temsilcilerinden güzel metinler eklenirse durum şimdikinden pek farklı olmaz; kutsal metinler kalkan yapılıp rakipler “hakiki Müslüman” olmamakla suçlanmaya devam edilir. Ama “evet her birini yeniden ele alıp üzerinde uzun uzun düşünelim, birimiz değil hepimiz düşünelim, olabildiğince farklı ve çok sayıda öneri geliştirelim, sonra onları mukayese edelim; bu arada başkaları şimdiye kadar bu konularda neler yapmış, nasıl sonuçlar almış yakından bakalım ve biz onlardan daha fazla veya farklı neler yapabilirizin imkânlarını araştıralım; aklımıza gelen ilk fikri hemen anayasa, kanun veya yönetmelik maddesi yapmadan önce küçük gruplarda deneyelim, beklenen sonuçların oluşup oluşmadığını gözleyelim, beklenmeyen neticelere yol açıp açmadığını izleyelim bakalım” denilirse, yakınma, dövünme ve başkalarını suçlamadan kurtulma ümidi var demektir. Kanaatimizce bunu yapabilen kuşak bu alanda “başarılı” olacaktır, ama tabii ki bu, onların şimdikilerden daha iyi birer Müslüman olacağı anlamına gelmeyecektir.


[1] Aslında “Bu sayılanları yapıyor olmak çok gerekli mi? veya tersinden yapamıyor olmak Müslümanlara ne kaybettirir?” şeklinde bir ara soru sorulabilir. Bu soru tartışmaya değer olmakla birlikte burada bunun gerekli olduğu varsayımı üzerinden yeni sorular sorarak devam edelim istedik.

[2] Bu konudaki tartışmaları özetleyen bir analiz için bkz. Kanbir, Ö. ve Dikkaya, M. (2022). İslam dünyasının geri kalma nedenleri üzerine bir analiz. İktisadi İdari ve Siyasal Araştırmalar Dergisi, 7(19), 556-580, https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/2082046

[3] Olay, ilişki ve durumlara bir şey ya helal ya da haramdır bakışıyla yaklaşıldığında bu sınırların dışında kalan bir alan söz konusu değildir.

[4] Kendi dışındaki inanışların tümünü reddeden dini inançlar olduğu gibi (İslam da bu dışlayıcı dinlerden biridir. Hristiyanlık, Yahudilik ve peygamberlerin getirdiği diğer dinlerin eski devrilerde geçerli “hak din” olmalarına karşın bugün geçerliliklerinin kalmadığını belirtir) kendi dini tercihlerine benzer diğer tercihlerin de eşdeğer olabileceğini kabul eden dinler (Budizm’de, Şamanlık’ta ve Çin yerel inançlarında olduğu gibi) de bulunur.

[5] Böyle bir açıklama Max Weber’in Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu isimli eserinde Protestan ahlakına atfettiği şeyin İslam’a uyarlanması olur.

Ömer DEMİR –

Toplum bireylerden oluşur ama bireylerin toplamından fazlasını gerektirir. Bu durum, birey ve toplum arasında döngüsel ilişkiler yanında birbirinden bağımsız oluşumların da (gizli veya açık kurumlar) varlığını gerektirir. “İyi bireylerin” “iyi topluluklar” kurmaları beklenir ama bu kendiliğinden ve zorunlu biçimde meydana gelmez. Yani hâlâ bireysel düzeyde “iyi” olan bireyler “iyi” toplumsal organizasyonlar oluşturamayabilirler. İlk anda ters gibi duruyor ama değil, örnekleri gözlerimizin önünde. Açıklayalım.

İyilik Bireyde Başlar Ama Toplum Onu Dönüştürür

Bir toplumda insanlar sözlerinde durmuyorlarsa, bildiği doğruları karşısındakinin yanılmasından istifade etmek için söylemiyorlarsa, kasıtlı olarak taahhütlerini tam olarak yerine getirmiyorlarsa, daha iyi yapabilecekken işlerini iyi yapmıyorlarsa, gerektiği kadar çalışmıyorlarsa bunun sebebi, kuşkusuz sözünde durmanın, taahhütlerini yerine getirmenin, işini iyi yapmanın ve yeterince çalışmanın çok değerli olduğunun farkında olmamaları değildir. Beklenen başarının oluşmaması, içinde yaşanılan kurumsal yapıların (örneğin eğitim, üretim, yönetim, adalet, çalışma veya ceza sistemlerinin) bireysel düzeyde kolayca benimsenen değer veya ideallerin hayata geçirilmesini organize etmede yeterli olmamasıdır. Çünkü bireysel nitelikleri bakımından “iyi” insanlar salt bu iyiliklerine dayanarak, kendiliğinden iyi sistemlerin kurulmasını temin edemezler. İnsanlık tarihi bunun canlı şahididir. Dünyanın her yerinde tek başına milyarlarca “iyi” insan görürsünüz. Bütün toplumlarda “iyi” insanlar mutlak sayı olarak çoğunluktadır. Aksi taktirde bireyler topluluk haline gelemezlerdi. Ama o “iyi” insanlar çoğu zaman yetersiz ve işlevsiz bağlarla bir arada tutulmaya çalışıldıkları için kolektif olarak başarı hikâyeleri yazamamaktadırlar.

Çok sık duyduğumuz bir yakınmadır: “Tek başına çok başarılı insanlarımız var ama bir araya geldiklerinde başarısız oluyorlar.” Bu yakınma en genel olarak ülke vatandaşı kimliği için söylendiği gibi, belirli okulların mezunları, bir meslek grubu mensupları, bir hemşehri grubu, hatta akraba grupları için de söylenir. Daha özelleşmiş olanı “dünya tatlısı bir insan ama çok kötü bir yönetici”dir (ben bunlardan çok tanıyorum 😀). “İyi” bir insan olmak işlevsel, başarılı ve etkin toplumsal kurumlar oluşturmak için gerekli bilgi, yetenek ve tecrübeye sahip olmak, çevresindeki diğer bireyleri uygun biçimde motive edecek ilişkiler kurmak ve onların kapasitelerini azami derecede kullanmalarını sağlamak ve bu yolla iyi işler çıkarmak için kesinlikle yeterli değildir. Fazlası gereklidir. Hatta bazen “kötü” insanlar bu konuda daha başarılı bile olabilir. (Yeni yollar arayan, farklı tarzlar deneyen, kimsenin yapmadığını yapmaktan hoşlanan kişiler, her zaman “iyi” insan tanımının çağrıştırdığı uyumlu, geçimli ve erdemli insanlar olmayabilir. Bu konu başlı başına müstakil bir yazı konusudur.)

Ayrıca bu “iyi” birey meselesinde de dikkat edilmesi gereken bazı önemli hususlar vardır. Bunlardan biri, bireyin “iyi” olmasının, bir ölçüde, döngüsel nitelik taşımasıdır. Yeterince iyi ilişki ağı içinde yetişmeyen birey, beklendiği kadar “iyi” olamaz. Çünkü birey iyinin ne olduğunu içinde yer aldığı ilişki ağları sayesinde öğrenir ve benimser. O sebeple sadece tek bir kişinin olduğu yerde iyi-kötü pek bir anlam ifade etmez. Bir ilişki, ne kadar çok birey (insan, diğer canlılar ve nesneler de dâhil edilebilir) ile etkileşimden başarı ile beklenen sonucu vererek çıkarsa o kadar benimsenir. Örneğin, sözünde durmak herkes için iyi kategorisinde bir değerdir. O sebeple hiçbir toplumda hiç kimse sözünde durmamayı yerinde bir tutum olarak savunmaz. Birinin bireyin sözünde durmamanın istisna olduğu, diğerinin de çok sayıda sözünde durmayan kişinin bulunduğu iki ayrı grup içinde yetiştiğini düşünelim. Sözünde durmamanın istisna olduğu bir ortamda yetişen birisi için söz verdiğini yapmamak, grup içinde güvenle yaşamını devam ettirebilmesi için kolay kolay tercih edebileceği bir seçenek değildir. Ama gündelik ilişkilerinde sözünde durmayanlarla çok karşılaşan birisi, sözünde durmanın önemli bir değer olduğuna inanmakla birlikte, bu konudaki fiilî yükümlülüğünün daha az olduğunu düşünme eğiliminde olacaktır. Zamanla kişi, düşündüğü gibi olmazsa olduğu gibi düşünmeye başlayacaktır. İşte döngüsellik buradadır.

Kişi bu kısır döngüye bir kez kapıldığında, bu döngüden çıkabilmesi için, sadece kendisinin değil diğerlerinin de beklenen biçimde davranacağına inanması gerekir. Bu beklentinin gerçekleşmesinin de birçok koşulu olabilir. Bu kısır döngünün kırılması çok uzun zaman alabileceği gibi, hiçbir zaman gerçekleşmeyebilir de. Bu sebeple soyut değerlerin, kurumsal bağlam içinde somut davranışa dönüşürken sık sık farklılaştıkları görülür. Bireysel düzeyde kabul gören değer ve ilkeleri yeterli biçimde ödül veya ceza yaptırımına bağlayan kurumsal yapıların olmadığı yerlerde, lehine olumlu beyanda bulunulan tutumlar ile o tutumların tezahürü olması beklenen davranışlar arasındaki mesafenin giderek açılmaya başladığı görülür.

Toplum Sadece Keşif Değil İcatlarla Oluşur

İyi ilişki ağı, imkânlara, yeteneklere ve grup ölçeğine göre çoğu zaman bireysel isteklilik hâlinin bir devamı niteliğinde olmayan ve bu sebeple varlığı zihinlerde saklanan ama keşfedilebilir olmaktan çok “icat” edilen bir şeydir. Bu keşif ve icat farkı şu nedenle önemlidir: Keşif, var olduğu halde henüz insan bilgisi hâline gelmemiş olanı fark etmek; icat ise varlığı, kullanıldığında oluşan şeydir. Gece ve gündüzün birbirini takip etmesi ve mevsimlerin ortaya çıkmasını sağlayan düzenliliği fark etmek bir keşif, belirli malzemeleri belirli usule göre bir araya getirip havadar ve sıcak bir kulübe yapmak ise icattır. Hem icat hem de keşif insan zihninin aktif çalışmasıyla oluşur ama icat, keşifleri bir ileri aşamaya taşıma niteliği gösterdiği için hem daha üst bir beceri olarak görülür hem de başkaları tarafından aynen gerçekleştirilme ihtimalleri düşüktür. İcat yapılırken keşiflerden yararlanıldığı için (örneğin ev yaparken güneşin açısı, rüzgârın yönüne göre ısı ve havanın değişme durumu, yağmurun akış hızı vb.) başarılı keşifler yeni icatlara imkân oluşturur. Sosyal kurumların çoğu keşif değil icattır ve insan tabiatını anlamaya dönük keşifler üzerinde inşa edilirler. İnsan eğilimlerini keşfetmek, kurumlar için gerekli bir şart olmakla birlikte yeterli değildir. Grup halinde etkili işler yapabilmeleri, icat edecekleri bu kurumsal yapıların etkinliğine bağlıdır. Bu kurumsal yapıların birer keşif değil icat olduğunu fark etmek de önemli keşiflerden biridir. Uygun icatlar yapamayan birey ve topluluklar ile yapanlar arasındaki farklılık, bunu açıkça ortaya koymaktadır.

Yokluğunda Fark Edilen Kurumlar

Bu bağlamda bireylerden uyumlu ve başarılı bir toplum oluşturmak, birçok kurumsal icat gerektirir. Yani toplum, tek başına bireylerin ihtiyacı olmayan çok şeye muhtaçtır ve ancak onlar olursa toplum olur. O çok şey, çoğunlukla topluluğu oluşturan fertlerin zihinlerinde kendine yer bulur. Bu yönüyle çoğunlukla görünmez niteliklidir. Belirli bir tutum veya davranış olarak tezahür eder, ama çoğunlukla da varlığında değil yokluğunda fark edilir. Topluluğu birlikte daha üretken yapan kurumların bir kısmı örgütsel yapılara dönüştüğü için görülebilir ve kayda geçirilebilir niteliktedir. Bir kısmının varlık alanı sadece zihinlerde ve görünmez niteliktedir. Çoğu zaman topluluğun bu ortak zihni, eksiksiz olarak kayda geçirilemez. O sebeple de büyük oranda tam olarak nakledilemez ve taklit edilemez.

Dolayısıyla bireyden grup ve topluma geçişte gerekli ilişki ağları bir arada yaşamaya katkı odaklı gelişir ve sürekli yenilenmeleri gerekir. Eğer grup bireyleri arasında iyi bölümü yapılamaz ve bu sebeple kaynaklar etkili biçimde kullanılmazsa, iyi işleyen etkili ödül ve ceza sistemleri kurulamazsa, birlikte yaşam, başarısız kurumlar üzerinden ve ağırlıklı olarak kaba güç kullanmak suretiyle sürdürülür. Kaba kuvvet düzen oluşturmada görür ama meşruiyeti zayıftır. Politik sistemi kırılgan ve istikrarsız hâle getirir.

Belirttiğimiz gibi, amaca uygun ve verimli kurumlar kuramama, bireylerin yetenekleri ile ilişkili olmakla birlikte onların birebir sonucu da değildir. Bu esasen etkili kolektif karar alamama sorunudur. Genelde bir karar veya düzenleme ona uyacak olanların meşru görmesi ile benimsenir ve uzun ömürlü olur. Bu meşruiyetin nasıl sağlanacağının sırrı henüz tam olarak çözülememiştir. Bu konuda en başarılı kurumlardan birisi ulus devlet hayali ve onun bir tezahürü olan milliyetçiliktir. Tam olarak hangi bağlar olduğu bireysel olarak bilinmese de, bir milliyet duygusu etrafında birbirine bağlı bireyler oluşturma süreci (ulus devlet kurma da diyebiliriz), insanlık tarihi açısından önemli politik icatlardan biridir. Ortak hareket edilecek birimin millet olması, kolektif karar alma süreçlerine meşruiyet kazandırmada genel oy prensibi de diğer önemli icatlar arasında yer alır. Biz bu icatlardan bayrağı, seçimleri ve örgütleri görürüz, ancak onları etkili kılan zihinsel kurumlar olmadan işlevlerini yerine getirmediklerini hemen fark edemeyebiliriz. Yağ, un, şeker, su ve ateş varsa çok lezzetli bir un helvası garanti değildir. Helva yapmayı da bilmek gerekir.

Burada icat kavramına olan vurgu, bir insan topluluğunda bulunan bireyler arasındaki farklı duygu, çıkar ve beklentilerin ortak amaçlar için dönüştürülme biçiminin her topluluk için bir diğerinden farklı formüller gerektirebileceğine işaret etmek içindir. İnsan olmak yönüyle farklı topluluklarda bir ortak payda olmakla birlikte, geçmişten itibaren sahip olunan farklı kurumsal birikimler, sözünü ettiğimiz farklı formüllere görece farklı düzeylerde kalıcılık ve süreklilik kazandırmış olabilir. O sebeple insanlar arasındaki ilişkileri uygun bir kalıba sokan iyi kurumlar bütün toplumlarda birbirine benzemek zorunda değildir. İhtiyaç ve imkânların farklılığı, etkili çözümleri de farklılaştırabilir. Aynen aynı manayı çok farklı ses ve sembollerle üreten ve ileten diller gibi. Bazı diller yeni ortaya çıkan ihtiyaçları karşılamada belirli süreliğine yetersiz kalabilir.

Bu tartışmanın buradaki konumuzla ilişkisi şu: Peşinde olduğumuz sorunun (niçin bazıları ileri gitti de diğerleri geri kaldı) tam cevabını herkesi ikna edecek sadelik ve kesinlikte bilsek bile, bu bilginin, bundan sonra aynı sonuçları isteyen herkesin kullanabileceği bir çözüm formülü içerip içermeyeceği belirsizdir. Çünkü rehber niteliğindeki reçeteler, ancak onları hayata geçirecek bir kısmı açık bir kısmı örtük ilke, değer, kural ve uygulamalar içeren “kurumsal yapılar”la birlikte sonuç vermektedir. Gelişmiş ülkelerin nasıl kalkındığına dair kapsayıcı bir teori (veya açıklama), dünya çapında en çok satan kitaplar yazmaya veya iktisat alanında Nobel ödülü almaya sebep olabilir, ama bu bilginin dünyanın farklı yerlerinde farklı kurumsal yapılar içinde yaşayan insanların yaşamlarını ne yönde etkileyeceği, değişimin sadece bu bilgiye bağlı olmaması nedeniyle, belirsizliğini korumaktadır.

İnsanlık tarihi, sonuçları daha sonra dünya genelinde yaygınlaşan bazı önemli devrimler (tarım, sanayi, bilgi, dijitalleşme vb.) içerse de birçok değişim, ilk yapan ile sonradan yapanların karşılaştıkları durumlar bakımından birebir tekrarlanamaz bir gelişim seyri izler. Bunun birbirinden nitelik olarak farklı birçok nedeni vardır. Bazen bir şey, her yerde olabilecekken sadece bir yerde olur, bazen de başka yerlerde olmadığı için orada olur. Örneğin herhangi bir tohumun ıslahı, ıslah bilgisi bulunan ve iklimin elverdiği her yerde gerçekleşebilir, ama güçlü yayılmacı bir devlet, ancak daha başka güçlü devletlerin olmadığı yer ve durumda oluşur. Bir ürünü ilk kez üreten, pazarlayan veya satan, aynı işi yapan çok sayıda kişinin yaptığından farklı bir ortamda faaliyetini yürütür. Aynı dönemde başka yerler yeterli cazibe merkezi olamadığında, cazibeniz sizi dünyanın etkili bir merkezi yapar. Dünyada yetenekleri toplayan yeterince cazibe merkezi varken sizin onların yaptığının aynısını yapmanız sizi de onlar gibi cazibe merkezi yapmaya yetmediği gibi onlara da eski cazibe gücünü kaybettirebilir. Genel bir hastalık kategorisi tanımlayarak bu çerçevede önerilen tedavi usullerinin bireyler arasındaki farklılıkları göz ardı ettiğini ifade etmek üzere tıpçıların “hastalık yok hasta var” demelerine benzer bir durum ile karşı karşıyayız. Her bir ülkenin gelişme serüveninin başkalarına ilham oluşturacak birçok özellikler barındırsa da tümüyle kendine özgü yönleri vardır.

Katma Değeri Yüksek Ürün Üretme Herkese Çare Olmaz mı?

Burada kalkınma deyince hemen akla gelen katma değeri yüksek ürünler üretme “mucize” önerisine biraz değinmekte yarar var. Başkaları yenilik yapamadığında, sizin “katma değeri yüksek” ürünler geliştirmenizi sağlayacak yenilikler yaparak öne geçmeniz mümkün olur. Herkes aynı hızla yenilik yaparsa yenilik yoluyla katma değer farkı oluşturmak zorlaşmaya başlar. Tümüyle atıl duran bir kaynağı harekete geçirmek veya farklı kullanım alanları oluşturmak, bir ihtiyacı giderecek ürünü ilk kez üretmek, mevcut ürünleri daha ucuza veya kaliteli üretmek, saklamak ve nakletmek gibi birçok boyutu olan yenilikçilik, bir örnek üzerinden kavramsallaştırılamaz. Ancak burada da bir terkip yanılgısı 1 mal edip ona sattığınızda) aynı durumun hem girdileriniz hem de karşılığında nihai ürün olarak aldıklarınız için de söz konusu olacağı için, diğer mal ve hizmet üreticileri yerinde saydığı halde siz ön alırken elde ettiğiniz yenilik avantajı büyük ölçüde kaybolacaktır. Kısacası, bir yerde başarılı olan bir süreç, başarısını başka yerlerin yerinde saymasına bağlı olarak elde ediyorsa (Batıdaki bugünkü gelişmelerin birçoğunda, hatta günümüzün tartışılmaz kalkınma formülü olarak dillendirilen yenilik faaliyetlerinde de 2 olduğu gibi) bu formül her zaman ve her yerde herkes için başarı getirir diyemeyiz.

Zengin ülkelerin durumuna bakarak bütün ülkelerin aynı şeyi yaparlarsa benzer bir üretim artışı sağlayacakları beklentisi, örtük iki varsayımdan güç alır. İlki, bugün birilerinin tüketebildiği mal ve hizmetleri, isteyen herkesin tüketebileceği kadar artırmanın mümkün olduğu, yani üretimin isteyen herkesin talebini karşılayacak biçimde sınırsız olarak artırılabileceği varsayımıdır. Bunun bedava mallar dışında hangi mal ve hizmetler için ne kadar mümkün olabileceğini iyi düşünmeliliyiz 3

İkincisi, yapana bakan herkesin aynısını yapabileceği varsayımıdır. Bu varsayım da yanıltıcıdır. Bir oluşu incelerken odak noktasını sadece yapana çevirmiş olmak, oluş sürecinin tam olarak kavranmasını sağlamaz. Örneğin bir yarışmada sadece birinciye bakarak çok çalışmanın birincilik getireceğini söyleyebilirsiniz, ama bu ondan daha çok çalıştığı halde dereceye giremeyenlerin durumunu anlamanıza imkân vermez. Bunu daha açık biçimde ortaya koymak için şöyle de sorabiliriz: Birisi ultra lüks bir araba kullanıyorsa bu hepimizin kullanmasının da mümkün olduğu anlamına gelir mi? Ya da bir işçinin patronluğa giden hikâyesine bakarak bütün işçilerin aynı yolu izlerlerse bir gün patron olacaklarını söylemek mümkün müdür? Bütün işçiler patronsa, aslında ortada patron yok demektir. Çünkü patron olmak için belli sayıda sizin için çalışacak işçi bulmanız gerekir. Aynı anda herkese patronluk vadederseniz yeni tür bir “işçisiz patronluk” icat etmeniz gerekir. Bunun gibi kalkınma süreçlerinde de sadece sermaye biriktirenlere veya ar-ge yapanlara odaklanıldığında, sermaye birikimi için üretim fazlalıklarına el konanların gerekliliği, ar-ge yapamadığı için elindeki üretimi gittikçe aleyhine olacak biçimde bir değişim oranı ile elinden çıkaranların durumunu gözden kaçırıyor gibiyiz. Hâlbuki onların durumu madalyonun zorunlu öteki yüzünü oluşturur. Konuyu en masum görünen katma değeri yüksek ürün üretme yaklaşımından örnekleyelim. İlk kez üretildiği için bir birim maliyete üretildiği hâlde, diyelim 10 birime satılan ürünlere “katma değeri yüksek ürün” diyoruz. Bir ürünün maliyetinin 10 katı bir fiyata satılabilmesi için firmanın ya üretim bilgisini başkalarından saklaması ya da kullandığı kaynaklar bakımından fiilî tekel konumunda olması gerekir. Eğer ekonomide her üretici birim aynı şeyi yapabiliyorsa, yani herkes bire üretip ona satıyorsa, bu, her üretim girdisi, maliyetinin 10 katına bir fiyatlamayla piyasaya çıkıyor, dolayısıyla bütün üreticilerin kâr marjları birbiri ile aynı demektir. Toplam kâr miktarını belirleyecek olan katma değer oranı değil, üretim hacminin büyüklüğü olacaktır. Bu bağlamda üretim hacminin artmasının firma lehine büyük kazanç sağlamasında, kullanılan girdilerin piyasadan temin edilip edilmediği kritik önem kazanmaya başlar. Bu durumda bir üreticinin, sadece üretim miktarını artırma dışında diğerlerinden daha fazla kazanç elde etmesi mümkün değildir. Çünkü tüm sektörlerde kâr marjları aynıdır. Piyasaya yeni giren bir firma, ancak o ana kadar en yüksek üretim yapan firmanın üretim miktarını aştığında, lehine avantaj elde etmeye başlayacaktır. Bunu bir ekonomide üretilen tüm mal ve hizmetler için düşündüğümüzde, bunun imkânsız denecek kadar zor bir ihtimal olduğunu, yani her ar-ge yapanın kazançlarını katlayarak firması lehine sermaye birikimi yapabileceğini söylemenin zor olduğunu görürüz.

Kısaca, ancak başkaları kendi alanlarında aynısını yapamadığı hâllerde, bir alanda birileri bire mal edip ona satıyorsa (katma değeri yüksek ürün üretiyorsa) yüksek kazanç elde edebilme şansı yakalar. Bu durumda, her üretici birimin yüksek katma değerli ürün üreterek kalkınması tavsiyesi hoş gözüken bir illüzyondan ibarettir. 4

Burada her kazananın olduğu yerde mutlaka bir kaybeden olduğunu söyleyemeyiz, ama bütün oyunlar da pozitif toplamlı oyun değildir. Çoğunlukla göreli avantajlar sonucu oluşan kazançlar içinde, göreli dezavantajların da dolaylı katkısı olduğunu görmek gerekir. İş bulma şansı düşük birinin asgari ücretle çalışmaya gönüllü olarak razı olması, pozitif toplamlı bir oyun olmakla birlikte, herkesin bulma şansını eşitlediğinizde bu pozitif farkın ortadan kalkacağını da atlamamak lazım. Birileri kendilerini çaresiz gördüğü için gönüllü hâle gelebilir; ancak, çare bulunduğunda gönüllülüğü ortadan kalkacaktır. Kısaca bütün herkesi göreli avantajlı hale getirmeyi vadetmek, göreli avantajları büyük ölçüde ortadan kaldıracaktır.

Sonuç olarak, bireysel iyi olma halinin toplumsal iyinin ana omurgasını ortaya çıkardığını söyleyebiliriz. Ancak unutmamak gerekir ki, (iyi ya da kötü) toplumsal olan, hiç bir zaman bireysel olanın basit bir toplamı değildir. Fazlaca böyle olduğunu düşünmeye eğilimindeyiz ama bu yanıltıcıdır. Bu sebeple toplumsal iyinin ortaya çıkarılması ve artırılmasında, bireylerin potansiyellerini koordine edecek görünür ve görünmez kurumsal yapıların varlığı gereklidir. Bu yapıların karmaşıklığı ve mevcut veri koşullar altında nasıl oluşturulacağının basit bir formülünün olmaması, bu konudaki kafa karışıklığının ana nedenidir. Bu sebeple toplumsal iyinin oluşmamasının sorumluluğunu hemen bireylere yüklemek, bireysel olarak çok iyi özellikler olan bireylerin ortak performansının beklendiği kadar iyi olmamasını açıklamamaktadır.



  1. olduğunu unutmamalıyız. Çünkü herkesin yenilikçi olduğu bir dünyada, katma değeri yüksek ürün ürettiğinizde (yani bireTerkip yanılgısı, her bir parça için ayrı ayrı geçerli olan bir özelliğin bütün için de geçerli olduğunu düşünme yanılgısıdır. Kavramın ekonomideki izdüşümlerini ele alan ayrıntılı bir tartışma için bkz. Demir, Ö. (2019). Her Birimiz İçin Ayrı Ayrı Uygun/Doğru Olan Hepimiz İçin de Uygun/Doğru Olur mu? Terkip Yanılgısının Ekonomideki Yansımaları. Marmara Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi, 41(1), 106-125. https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/743960

  2. Bu konuyu ele alan bir makale için bkz. Demir, Ö. (2020). Herkesin Aynı Anda Yenilik Yapması, Herkesi Aynı Anda Kalkındırır mı? Terkip Yanılgısı Bağlamında Bir Analiz. Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, 75(1), 213-234. DOI: 10.33630/ausbf.571640

  3. Dijitalleştirilebilen ürünlerin bir kez üretildikten sonra isteyen herkes için sıfıra yakın bir maliyetle tekrar üretilebilmesi durumunun önemli bir istisna olduğunu belirtelim. Bu konuda bir analiz için bkz. https://www.sosyalbilimlervakfi.org/tr/2022/04/omer-demir-telif-hakki-nasil-bir-haktir-4/#:~:text=%C3%96mer%20Demir%20%E2%80%93,kullan%C4%B1lmas%C4%B1na%20bir%20s%C4%B1n%C4%B1rlama%20getirmeyi%20ama%C3%A7lar.

  4. Biraz yakından ve ayrıntılı olarak bakıldığında, bazı şeylerin ilk andakinden farklı olduğunu görmek can sıkıcı olabilir, ama hakikat arayışı böyle bir şey. Başka türlü, sadece birilerini günah keçisi ilan eden analizlerle baş başa kalmak mukadder olur.

Ömer Demir –

Kalkınma ve ilerleme bağlamında bilme ve yapma ilişkisinde şeytan adeta ayrıntılarda saklıdır. Bir yerlerde işe yaradığı gözlenen bir bilgiye sahip olmanın, sahibi tarafından hemen hayata geçirileceği beklentisi, gerçek hayatta bir araya gelmeyen birçok örtük varsayım içerdiği için tahminlerde yanılgılara sebep olmaktadır.

Soruyu şöyle soralım: Şu an dünyanın belirli yerlerinde başarı ile hayat bulan uygulamaların bir kısmı maddi kaynak gerektiriyor, ama bir kısmının gerçekleştirilmesi için maddi kaynak en önemli gereklilik değil veya ihtiyaç duyulacak kadar kaynak kolayca temin edilebilecek seviyede olmasına rağmen neden gereği yapılamıyor? Örneğin bazı toplumlarda kötü bir şey olduğu yeterince bilinmediği için mi yolsuzluk, rüşvet veya kayırıcılık yaygın? Ya tembellik, disiplinsizlik, plansızlık, umursamazlık, sorumsuzluk için ne demeli! Niye bazıları sabahın erken saatinde kalkıp için yollara düşerken, diğerleri öğlene kadar tembel tembel yatıyor? Daha yakıcı soruya gelelim, görev ve sorumlulukları ehliyet ve liyakat esaslı dağıtmanın iyi bir şey olduğu yeterince bilinmediği için mi pozisyonlar ülkelerin çoğunda büyük ölçüde tanıdıklık ve yakınlık kriterine göre dağıtılıyor? Sebep böyle bir kritik bilgiden yoksun olunması mı?

Bu konuyu açıklığa kavuşturmak için çok uzağa gitmeye gerek yok. Üniversitelerden örnek verelim. Dünyada iyi bir üniversitenin nasıl oluştuğu konusu, üzerinde biraz araştırma yapan hiç kimse için bir sır değil artık. Araştırma iklimi, akademik terfi ve öğrenci kabul sistemleri, kişi başına ayrılan kaynak vb. açılardan dünyanın önde gelen üniversiteleri birbirinden farklı araç ve yöntemler kullansalar da neyi, nasıl yaptıkları aşağı yukarı biliniyor. O zaman öncelikle akademisyenlerimize soralım: Nasıl oluştuğu büyük oranda bilinmesine rağmen her yıl sıralamalarda ilk başlarda yer alan “iyi üniversitelerin” aynıları veya benzerlerini niçin ülkemizde bir türlü hayata geçiremiyoruz? Üstelik üniversite günümüzde bütün toplumlarda adapte edilmesi en kolay görünen ve görece en nötr olarak değerlendirilen kurumlardan biri olduğu halde! Niçin üniversitelerimizdeki akademik üretkenliği bir türlü “ileri muasır üniversiteler” seviyesine çıkaramıyoruz? Bunu yapabilmek için hangi bilgimiz eksik? Akademik ilanlarımızı sadece akademik niteliği önde tutan ilkelere göre yapmamıza, insanların hangi ekol ve çevrelerden geldiğine değil üretkenliğine, akademik verimliliğine bakmamıza; dersleri öğretim üyeleri arasında dağıtırken sadece en iyi dersi kimin vereceğini göz önüne alarak bölümü yapmamıza; günlük jargonla söyleyecek olursak dersleri Bologna formlarında tanımlandığı şekilde ve içerikte yapmamıza; ders içeriklerini hazırlarken en son bilgi ve gelişmeleri sürekli dâhil etmemize; verimli ders ve bilimsel ortamı oluşturma dışındaki kriterleri elimizin tersi ile itmemize mani olan nedir? Senatolar veya yönetim kurulları uygun kararlar almada yetkisiz olduğu için mi? Veya parlamentomuz üniversiteleri istenen seviyede etkili ve verimli kılacak, daha da genişletelim, bütün yetkisizleri yetkili kılacak, kapsamlı bir yasal düzenleme yapma imkânından yoksun olduğu için mi?

Sorunun kapsamını genişletelim. Neden parlamento üyelerimiz ülkemiz için gerekli olan düzenlemelerin yapılma sürecinde uzlaşma odaklı bir yaklaşım yerine parti desteğine göre kamplara ayrılmayı olağan çözüm yöntemi olarak görüyor? Bunun sebebi, kazanımların güvenli ve kalıcı olmasının yolunun mensubu olduğu grup çıkarlarını savunurken diğer gruplarla uzlaşma sağlamaya bağlı olduğunu bilmemeleri mi yoksa parlamentoya seçilen üyelerin toplum ortalamasından sapan bir erdemlilik sorunu olması mı? Parlamento üyeleri serbest seçimlerle belirlendiğine göre öyle olmadığı aşikâr. O zaman neden en uygun düzenlemeleri hızlıca yasalaştırıp sorunları çözmüyoruz?

Benzeri soruları herkes ayrı ayrı olarak kendisinin en iyi bildiği konu ve özellikle de yaptığı ve icra ettiği meslek için kendisine soruversin. Öğretmenler, yargıçlar, savcılar, avukatlar, antropologlar, iktisatçılar, sosyologlar, tarihçiler, adamları, mimarlar, boyacılar, sıvacılar, perakendeciler, toptancılar veya Lâz müteahhitlerin tek tek cevaplarını alıp kaydettiğimizi düşünelim. Muhtemelen herkes son tahlilde yeterli maddi ve beşerî sermaye eksikliği; başlangıç şartlarının ülkeye özgü farklılık arz eden durumu; yerleşik güç dengeleri, kültürel sorun çözme, yapma ve karar verme alışkanlıkları; yetersiz hukuki düzenlemeler; makro düzeyde kararlar için siyasal aktörlerin günü kurtaran, geleceği yeterince göremeyen, görse de yeterince kaygı etmeyen kararlarına sorumluluğu yükleyen bir açıklama ile gelecektir.

Bu saydığımız gruplardan hiç birisi, sorun çözümünde “İşlerin nasıl daha iyi yapılacağını bilmiyoruz, bilsek yapmaz mıyız!” (yani sorun temelde bilgi eksikliğinden kaynaklanıyor) demeyecektir. Bu durumda biliyor olmanın önemli bir adım olduğunu, ama sadece bunun yapmak için yeterli olmadığını, ek olarak başka faktörlerin de bir araya gelmesi gerektiğini söylemek zorundayız. Bu başka faktörler o kadar önemli ki, biliyor olmayı, zaman zaman en çok ağırlık vereceğimiz faktör olmaktan çıkarıyor. Onlara biraz yakından bakalım.

Bilmek Değil, Kimin Bildiği Önemli

Burada meramı daha kolay anlatmak için bilgiyi, sonunda eylem veya uygulama olunca işlevsel hâle gelen bilgi ve bireysel kararlar ile toplu eylemler için yapılacak olana ilişkin bilgi olmak üzere iki ana gruba ayıralım. Somut örnek olarak da ilkine bir malı üretmeyi, ikincisine de bir alanda düzenleme yapmayı vererek aklımızda tutalım. Her iki kategorideki bilginin bir şekilde varlığı, onun gerekli olduğu yerde ve biçimde hayata geçmesi için yeterli olmaz. Niçin mi?

Eldeki kaynakların, bir mal ve hizmetin şimdikinden değişik bir şekilde üretilmesinde kullanılması halinde daha ucuza mal edilebileceği veya şimdikinden daha farklı bir ihtiyacı giderebilen yeni bir malın üretiminde kullanılabileceğini bilen kişi aynı zamanda bunu hayata geçirecek bir girişimci değilse o bilgi refah artışına yol açan bir bilgi hâline gelmez. O sebeple dünyasında sadece bilen değil inisiyatif ve risk alarak bilgisinin gereğini yapan kişiler (girişimciler) öne çıkarlar. Bu yüzden girişimci veya yenilikçi, bir fikri ilk kez dile getirene değil, onu kullanılabilir bir mal ve hizmete dönüştürene denir. Kısaca özel mal ve hizmet üretim sürecinde bir bilginin bir ya da birçok insanın zihninde oluşması veya olması, onun hayatı dönüştüren bir sürecin parçası haline gelmesini sağlamaz.

Benzer bir durum kamusal boyutu ağır basan bilgiler için de geçerlidir. Kimisi alanın uzmanı, kimisi de sıradan olmak üzere birçok insan ortak işlerin nasıl yapılması gerektiğine dair, hayata geçirilmesi halinde işe yarayacakparlak fikirlere sahiptir. Ama refah artışı sağlamak için buna dönük bir fikrin sadece var olması değil, onu hayata geçirecek kişilerin de var olması önemlidir. Bu sebeple bazı fikirlerin topluluğun tümünü veya makul sayıda çoğunluğunu bağlayıcı kararlar alma konumunda olanların zihninde oluşması gerekir. Örneğin bir kamu kurumunda alanında ihtisas sahibi çok iyi uzmanların, her bir durumu detaylı biçimde irdeleyen raporlar hazırlamaları ilk adım olarak önemlidir. Ama bundan da önemlisi o bilgileri kullanarak kurum adına karar verecek konumda olanların üretilen bu bilgilere karşı olan tutumlarıdır. Ortak karar merciinde yetkili olanların hem bilgiye ulaşmaları hem de ulaştıklarında onun gereğini yapmaları bazı işlem aşamalarını gerektirir. Bu aşamaları geçmek sanıldığı kadar kolay olmamaktadır.

Her şeyden önce, her toplumda kamu adına ortak kaynak ve yetki kullananların bilme kanalları önemli bir sterilizasyondan geçer. Sınırlı sayıdaki üst karar vericinin bilgi ağına girmek her bilgiye kolay kolay nasip olmaz.

İkincisi, yeni bilginin peşinde koşmak, onu elde etmek için zihinsel enerji, zaman, emek ve mali kaynak harcamak gerekir. Ayrıca bir toplumda alışılagelen ve şimdiye kadar yapılanların dışında bir şeyler yapmayı öngören bilgi sadece bu saydıklarımızı yapmayı değil, aynı zamanda risk almayı da gerektirir. Konum ve sorumluluk alma durumuna bağlı olarak bireylerin hesaplamaları gereken risk dereceleri de değişir.

Kamusal alanı düzenlemede, yani tam veya yarı kamusal mal üretmeye dönük bilgileri toplumun ortak karar süreçlerinde kullanıp kullanmama tutumunun oluşumunda, toplumdaki ortak güç kullanım kanalları nihai sözü söyler. Bu sebeple karar süreçlerini şekillendiren güç hiyerarşisinin farklı aşamalarında bulunanların aynı bilgiyi hayata geçirme iradesi farklılık gösterebilir. Bir uzman ile bir daire başkanının risk dağılımı farklıdır. Risk sonuçları bilinmeyen birçok kararın niçin alınamadığı, alanın uzmanları için iyi bir dedikodu malzemesidir. “Ben olsam…” diye başlayan birçok öneri, “olsam” denen gerçekleştiğinde rafa kalkmaya başlar. Bunun niçinlerini açıklamaya çalışan kocaman interdisipliner (psikoloji, sosyoloji, ekonomi, antropolojiyi bir araya getiren) bir literatür vardır.

Öte yandan bazı sebep-sonuç ilişkileri bilgi sahibine kesin gibi görünse de, bir sorun olup olmadığı ancak uygulamada ortaya çıkar. Her eylemin önceden niyetlenmemiş birçok istenen veya istenmeyen sonucu olabilir. Pilot uygulamaların yapılma biçimi ve süresi önceden olduğu düşünülen ilişkilerin uygulamada sınanmasını sağlar. Bu amaçla da olsa deneme-yanılma için zaman ve kaynak ayırmak gerekir. Karar vericiler bireysel düzeyde kendilerine yüklenecek maliyetlerin (çıkarları zedelenen odaklar tarafından hedefe konma, hiyerarşideki konumunu kaybetme riski, mensup olduğu siyasal partinin seçimi kaybetme riski, medya önünde eleştirilmenin yıpratıcılığı, geri dönüşü olmayan kararlarda ortaya çıkabilecek hataların maddi ve vicdani sorumluluğu) olası getirilerinden (görevini hakkıyla yapmış olmanın huzuru, pozisyonunu koruma veya terfi etmenin sağladığı mali ve sosyal imkânlar, alkış, saygınlık vb.) daha az olduğu bilgilere meylederler. Bu soyut maliyet ve getirilerin nasıl hesaplandığı karar süreçlerinin nirengi noktasıdır ve her birey bulunduğu konumla mütenasip bir muhasebe kabiliyetine sahiptir. Yani ne kadar bilmiyormuş gibi görünse de bireyler oraya nasıl geldiğini ve nasıl kalacağını veya terfi edeceğini bilir. İşte bu tür bilgilerin benimsenme düzeyi, toplumsal görme kapasitesini belirleyen görünmeyen kurumsal yapıların temel taşlarını oluşturur.

Burada bir ayrıntıya dikkat çekelim. Bu görünmeyen kurumsal yapıları ayakta tutan bilgiler, farklılıklara odaklanan ve ayrıntılara dikkat çeken bilgilerden ziyade kısa, pratik ve bir nevi mucize çözümler barındıran bilgiler olur. O alanda uzmanlık düzeyinde bilgisi olanların farklı açılardan olası farklı sonuçları dile getiren açıklamaları yerine karar vericiler “kesinlik” vadeden önerileri seçenekler arasında öne çıkarır. Karar süreçlerinde aktif sorumluluk alanlar için hayatının hızlı temposunda durup ayrıntılı bilgi edinme hali, doğal olarak hız kesicidir. Üstelik fazla bilgi, her zaman en isabetli karar vermeyi sağlamaz, hatta tereddütleri artırıp kararsızlığa yol açabilir. O sebeple politik ve idari karar süreçlerinde “tek kollu danışmanların” çekiciliği daha fazladır.1

Sayılan tüm bu sebeplerle kamusal alanda işe yarayacak bilgilerin hayata geçirilmesinde ilk yapısal engel, çoğu bilginin onu bilmesi halinde etkili olacak kişilere zamanında ve uygun formda ulaşamamasıyla oluşur. Çünkü bilgi üretenler ile eylemde bulunanlar her zaman olabilecek en uygun birliği içinde olmazlar. Bu ayrışma biraz da işin doğasından gelir. Farklılık ve ayrıntılara odaklanan bilgi, ona dayalı çözüm üretmeyi geciktirir. Karar vericilerin vakitleri sınırlıdır. Güç dengesi filtrelerinden geçmeyi başaran bilgilerin en iyi çözümü içeren bilgiler olduğu söylenemez.

Ayrıca en iyi çözüm bilgisinin çözüm için karar verme yetkisinde olan kişide olması da sorunu tümüyle çözmez. Alınan kararın toplumsal meşruiyeti ve uygulayıcılar tarafından hakkıyla gereğinin yapılması başka birçok değişkenin sonucudur. Buradaki toplumsal meşruiyet (kabullenme) kavramını, kararın olası sonuçları konusunda ondan etkilenenlerin olumlu kanaatleri anlamında kullanıyoruz. Karardan etkilenen, özellikle de maliyet üstlenen kitleler, uzun vadede, kısa vadeli maliyetleri aşacak çok iyi sonuçlar vereceği görüşünü paylaşmıyorsa, kararın toplumsal meşruiyeti azalır. Bunun politik sonuçları seçim kaybettirir. Bu içsel bağlantıyı yakalayamayanlar ya da kitlelerin yanılmayacağı varsayımıyla yorum yapanlar çoğunlukla bu popülist politikacıları suçlar. Onlar “suçlu” olabilir, ama bu durum popülizmin kitlelerin kısa vadeli beklentilerinin hayata geçirilme aracı olduğu gerçeğini ortadan kaldırmaz. Üstelik popülizm gelişmiş-azgelişmiş ülke ayırımı yapmadan her toplumda taban bulan bir tutumdur. Bu tutumun taban bulmasında çoğu kez zor ve zahmetli olan yararlı bilgi peşinde koşmaktansa mistik olanı izleme, hikâyenin çekici gücüne teslim olma gibi kolaycı ve haz verici bir eğilimin kitlelerce kolay benimsenmesinin etkili olduğu söylenebilir. Popülizmin küreselleşmeden olumsuz etkilenen kesimlerin ona bir tepki verme biçimi olması bu özelliğini ortadan kaldırmamaktadır. Yani, her toplumda bir kısmı sadece bilişsel bir kısmı sosyo-politik ama temel özelliği görünmez olan kurumlar2 daima devrededir. Burada ara bir sonuç olarak başarılı toplumların, görünür ve görünmez kurumlarını aynı hedefe yönlendirmeyi sağlayabilen toplumlar olduğunu söyleyebiliriz.

Bu bağlamda üniversitelerimizin ülkemizin sorunlarını çözecek yeni bilgiler üretemediğini dile getiren çok tipik bir yakınmayı sık sık duyarız. Buna hiç itirazımız yok. Peki, sebep nedir? Bu şikâyeti dile getiren bürokratik veya politik liderlerin masalarında dünyanın en iyi üniversitelerinin en son üretilen araştırmalarının durduğunu; sürekli onları okuyor olmaktan sıkıntı duyduklarını ve “niçin sürekli elimizin altında tuttuğumuz bu bilgilerin benzerini hatta daha iyisini bizim üniversitelerimiz üretmiyor” biçiminde bir yakınma içinde olduklarını düşünmeyelim. Veya adamlarının “üniversitelerimiz ar-ge yapacak mezun vermiyor” diye şikâyet ettiklerinde ür-ge veya ar-ge için ayırdıkları kaynakları kullandıracak yeterli donanıma sahip mezun bulamadıklarını sanmayalım. Zira herhangi bir toplulukta, bireysel ve toplu karar süreçlerinde hangi bilgilere daha çok değer verilirse, bilgi üreten birimler de (kişi veya kurum) onların üretimine odaklanırlar. “Marifet iltifata tabirdir” kuralı burada ziyadesiyle geçerlidir. Eğer bireysel veya kamusal karar vericiler, karar ve üretim süreçlerinde sürekli ve yeniden denemek üzere yeni bilgilerin peşinde koşarlarsa, onları üreten kurumlar da kendilerine ona göre istikamet çizerler. Asıl sorun, bu kısır döngüyü ilk olarak kimin nasıl kıracağında düğümleniyor. Hangi durumda, sadece bazı bireylerin değil topluluğun ortak karar alma iradesi, sadece kısa değil orta ve uzun vadede üretken sonuçlar verecek biçimde hayata geçecek? Bunun altın bir formülünü arıyoruz, ama o formül de bir keşiften ziyade her toplumun kendine uygun biçimde meydana getireceği bir icada benziyor. Burada vadenin çok önemli bir değişken olduğuna dikkat çekelim.

Zaman, İsteksizlik ve Belirsizlik

Bilgi ve uygulama ilişkisi konusunda çok etkili olan bir diğer faktör de zamandır. Bir bilgi, onu kullanabilecek olan ile buluştuğu anda hemen kendisine uygulama imkânı bulamayabilir. Bazı sonuçlar zamanla ortaya çıkar. Özellikle kamusal mal niteliğindeki sonuçları ortaya çıkaracak bilginin kullanımı, hem karar süreçlerinin karmaşıklığı hem de karar verenlerin müşevviklerinin farklılığı sebebiyle, özel mal ve hizmet üretimindeki kadar hızlı ve kolay gerçekleşmez. Sonuçları bir nesil sonra ortaya çıkacak kararların alınmasını gerektiren bilgiler, elde hazır biçimde bulunsa da, uzun süre onları kullanacak kişileri bekleyebilir. Bunu çarpıcı biçimde ifade etmek için kamu kurumlarının arşivlerinde, yapılabilecek her reform için yeteri kadar raporun bulunduğu söylenir.

Buradaki sorunun iki boyutu var: Biri, sonuçları belirli bir zaman sonra ortaya çıkacak bilginin kullanımındaki isteksizliktir. İnsan eldeki kuşu daldakine tercih etmeye meyyaldir. Bu sebeple bugün elde edilecek az sonuçlar, gelecekte elde edilecek çok sonuçlara tercih edilir. Diğeri de uygulamanın başarısının kitlesel kabul gerektirdiği durumlarda (ancak herkeste olunca veya herkes yapınca işe yaradığında) nereden başlanacağına dair belirsizliktir. Bu isteksizlik ve belirsizliğin nasıl giderileceğine dair genel geçer bir çözüm yoktur. Burada da icat yapmak gerekir.

Örneğin bir toplumda kimler, “kendi mahallesinde” kısa vadede oluşacak bazı kayıplara (refah kaybı, bireysel konforun bozulması, kişisel fırsatların yok olması, mahalle baskısına direnme vb.) rağmen bireysel olarak, “ortak yarar” için yapılmasının uygun olduğu aşikâr olan işlerin gereğini yapmaya hazırdır? Herhangi bir bireyin bu hazır olma durumu şimdi değilse ne zaman gerçekleşecektir? Birey kendisini ne zaman hazır hissedecektir? Bu hazır ortamın oluşumu için nereden başlanacak, kim önce elini taşın altına koyacaktır? Belki elini taşın altına koyacak yeter sayıda gönüllü kişi bulmak mümkün olacak, ama bunu yaptıklarına değeceğine onları kim, nasıl ikna edecek?

Çoğu zaman görünmez, derinlerde saklı duran, hiçbir zaman asıl faktör olduğunu hissettirmeyen “ben(biz) yaparım(z), ama ya diğerleri yapamaz ise” güvensizliği; “ben fedakârlık yaparım ama diğerleri yapmazsa enayi yerine konmuş olurum” kaygısı veya “mevcut sorunları hiç kimse çözemez” umutsuzluğunun kalkınma veya ilerlemeye dair bilişsel engellerin başında geldiğini kesin olarak tespit ettiğimizi varsayalım. Diyelim sorunun kaynağını bulduk! Sıra geldi çözüme. Bu durumda bu bilgiyi esas alıp çözüm üretimine kim, nereden ve nasıl başlayacak? Bütün kademelerde okullarda eğitim seferberliği mi yapılacak? Yoksa çok izlenen film ve dizilere “istersek yapabiliriz”i açıktan empoze eden veya subliminal mesajlar veren mini senaryolar mı eklenecek?

Yukarıda da ifade edildiği üzere birçok konuda işe yarar bilginin elde olmasının yanı sıra o bilgileri geçerli kılacak tutumların da kitleselleşmesine ihtiyacı vardır. Elitler, sayıca az oldukları ve görece diyaloğa daha açık oldukları için bir bilgi ve tutumu onlar arasında yaymak görece daha kolay olabilir (cedel kabiliyetleri ve bireysel çıkar güdüsü daha güçlü ve benzerleriyle daha iyi organize oldukları durumlarda daha zor da olabilir). Ancak elitlerin temsilcisi oldukları veya öncülük ettikleri kitlelerin ikna olması, zorlu ve uzun bir süreç gerektirebilir.

Burada iki aşamalı bir süreç var: Önce bu bilginin öngördüğü tutum topluma mal edilecek, sonra da etkili biçimde kullanılacak. Formül kolay görünüyor, ama konu nasıl yapılacağına gelince işler karışıyor biraz. Toplu davranışın hangi evrede (kaç kişi benimsediğinde) ve nasıl oluştuğu konusuna bakıldığında sayıyı oluşturan ana faktörlerin başında liderlerin rolünün önemli olduğu ortaya çıkıyor. Kitleleri, sorunlarının çözümünün nasıl olacağını bildiğine ikna edecek, çevresindekilere büyük güven veren ve mevcut imkânları en güzel şekilde seferber edeceği düşünülen liderler çıkarabilen topluluklar sorun çözmede daha kolay organize oluyorlar. Ama bazı toplumların iyi liderler çıkarırken, diğerlerinin niçin çıkaramadığını veya iyi liderlerden sonra neden toplum liderliğinin bir türlü dikiş tutturamadığını (İbn Haldun’un kulakları çınlasın) tam olarak bilemiyoruz. Yani toplumsal yapma kapasitesini teşkil etmede çok önemli rolü olan etkili liderlerin bu kapasiteyi grubu oluşturan üyelerin her birinin lehine olacak biçimde kullanacağının hem bilinen sabit bir yolu hem de benzer sonuç vereceğinin garantisi yoktur. 3 Burada da başarılı uygulamaların örnek alınmasının yanı sıra yeni icatlara da ihtiyaç var. Kuşkusuz olayın dikkate alınması gereken başka boyutları da var.

Bir sonraki yazı: Geri Kalmışlık Üzerine 4: Bireysel İyilik Hâli Toplumsal İyiyi Getirir mi?


[


  1. On the other hand diyerek her bir seçeneğin karşısındaki durumu da dile getiren ekonomi danışmanı istemediğini ifade eden Amerikan başkanı Harry Truman’a ait “tek kollu iktisatçı istiyorum” sözü, bu alanda bir darbı mesel haline gelmiştir.

  2. Görünmez kurumlar yeraltı örgütleri anlamında değil, özü itibariyle toplum içinde yerleşik düzenlilik arz eden tutum ve davranış kalıpları ve bilişsel yatkınlıklar anlamında kullanılmaktadır. Trafik ihlali yapan kişiyi tespit edip resmî makamlara bildirmek ile kural ihlali yapan kişiye ışık sinyali ile ilerde polis noktası olduğunu bildirmek arasındaki tutum farklılığı gibi.

  3. Burada başarı garantisi olan tek tip bir gelişme patikasından bahsedilemez. Güçlü liderlik, bir yandan bireylerin bir çatı altında toplanıp ortak irade gerektiren işlerde güç birikimi yapmalarını sağlarken diğer yandan liderin iradesi dışında olası tüm gelişme yollarının önünü tıkayabilmekte, bu da toplumu potansiyelinin altında bir görme kapasitesine mahkum etmektedir. Liderin aklına ve gündemine gelmeyen hiç bir şey oluş sahnesinde kendisine yeterince yer bulamamaktadır. Tersinden baskın lider figürleri olmayan bazı toplumlar, oluşturdukları güçlü kurumlar sayesinde kaynakları ortak faydayı büyütecek biçimde güçlü liderleri olan toplumlara göre daha etkin kullanabilmektedirler. Bu sebeple toplumsal başarılarda katkıda bulunan faktörler değerlendirilirken daima özgün bileşimlerin rolünü akılda tutmak ve özellikle etkileri kolay fark edilen liderliğin rolüne bakarken de her zaman bir alternatif maliyetinin olduğunun farkında olmak gerekir. Zira eldeki imkânlarla yapılabileceklerden şu veya bu sebeple yapılamayanların tespiti, (spor salonu yerine baraj yapılması veya otoban yerine okul yapılması gibi) yapılanları görmekten çok daha zordur. Güçlü liderlik dikkatleri daima yapılanlara çektiği için alternatif maliyetler dikkatten kaçar.

Ömer DEMİR –

Geri kalmışlık tartışmalarının cazibesinin arkasındaki ana itici güç, insanın sadece geçmişte olup biteni tam ve doğru olarak öğrenme merakı değildir. Kuşkusuz tarihi tam ve doğru öğrenmenin kendi başına bir değeri vardır, ama kalkınma ve gelişme yahut medeniyet tarihi olunca başka bir beklenti devreye girmektedir. Bu, eğer geçmiş “doğru” biçimde anlaşılabilirse gelecek de ona göre daha iyi kurulabilir, yani gelişmiş ülkelerin ne yaptıkları tam olarak öğrenilebilirse aynısı yapılarak diğer ülkeler de rahatça gelişebilir beklentisidir. Bu beklenti tümüyle yersiz değildir. Zira sosyal bilimlerin neredeyse tamamı tek tek insanlar veya grupların davranışlarında gözlenen düzenliliklerden bazı kurallar veya örüntüler çıkarılabileceği varsayımına dayanır. Ancak bu beklenti dinamik süreçlerde bazı revizyonlara ihtiyaç duyar. Özellikle gelişmenin doğasına yakından bakıldığında bu revizyon ihtiyacının gerekli olduğunu, düzenlilik olsa da bunun geçmişin birebir tekrarı şeklinde olmadığını söylemek durumundayız.

Çünkü birçok nedenle bugünün gelişmiş ülkelerinde, genel olarak beğenilen sonuçlar veren süreçlerin nasıl cereyan ettiğine dair açıklamalar üzerinde aşağı yukarı mutabakat sağlansa da, bu süreçlerin az gelişmiş veya gelişmekte olan tüm ülkelerde aynı şekilde işleyeceğinin bir garantisi yoktur. Bu durum, “geçmişte ne olup bittiğini anlamak bugün veya yarını inşa etmek için yeterli mi?” sorusu üzerinde ciddi ciddi düşünmeyi gerektiriyor. Çünkü bugün “ilerleme” denen durumların ortaya çıkmasını sağlayan her şey büyük oranda eksiksiz olarak bilinse de, bunların başkaları tarafından kolayca taklit edilemediği açıkça ortadadır. Bu da, doğal olarak, bu alanda her topluluk için geçerliliği olan bazı genel kuralların olup olmadığının sorgulanmasına neden oluyor. Yani, Batıda son üç yüz yıl içinde zamana yayılmış biçimde gerçekleşmiş olan “büyük ilerleme”nin kolayca başka yerlerde hemen uyarlanamıyor olması, bir yandan niçin bu olgunun başka yerlerde değil de Batıda ortaya çıktığı sorusunun gizemini daha da artırıyorken diğer yandan da bunun şimdi Batı dışı toplumlarda yaşayan insanlar için ne anlama geldiği üzerinde yeniden düşünülmesini zorunlu kılıyor. Nasıl mı? Birlikte düşünelim.

Bir Kez Gerçekleşmek, Her Yerde ve Sürekli Olarak Tekrar Edilmeyi Sağlar mı?

Gelişme ve kalkınmanın nasıl meydana geldiği konusunda dev bir literatür olmasına rağmen, dünya nüfusunun büyük ekseriyetinin “gelişme sorunu” ile boğuşuyor olması dikkatlerimizi “bir kez gerçekleşmiş olmak, her yerde ve sürekli tekrar meydana gelmeyi sağlar mı” sorusuna çeviriyor. Bu sorunun cevabı, etrafımızda şimdi ne olup bittiğini tam olarak anlama bakımından “bir şey ilk kez nerede, nasıl, hatta niçin oldu” sorularına verilecek cevaplardan çok daha önemli hale gelebilir. Zira devamlılık veya yeniden oluşu gerektiren şartlar sürekli değişiyorsa, geçmişte nerede, neyin, nasıl olduğunu anlamış olmak, merak giderme bakımından önemli olmakla birlikte, özellikle aynı veya benzerini yeniden yapma bakımından kendisinden beklenen işlevleri yerine getiremeyecektir. Bu da geçmişte neyin nasıl olduğunu öğrenmeye yüklenen anlamı değiştirecek, ona dayalı olarak oluşturulan bugün ve geleceğe dair beklentileri önemli ölçüde boşa çıkaracak, belki de tümüyle anlamsız kılacaktır. Bu aynı zamanda “gelişmenin ne kadarı bazıları ne kadarı herkes içindir” konusunu akla getirecektir. Zira hayatın diğer alanlarında da tüm oluşlar herkes için değildir.

İşin “anlarsak ne işimize yarar” kısmına geçmeden önce “dünün süreçlerini anlamanın bugünü anlamak için ne kadar yeterli olacağı” üzerinde biraz daha duralım. Yani, teorik araçlarımız mümkün kılsa bile, çoğu durumda pozitivistlerin hayal ettiği şekilde dünü tümüyle “olduğu gibi” anlamış olmanın bugünü de tam olarak anlamayı mümkün kılacağından; hasbelkader bugünü anlamış olmanın da yarını inşa etmek için yeterli olacağından emin olamayız. Hayatın devinim içinde olması kesinlikle daha fazlasına ihtiyaç göstermektedir. Bu durum, tüm çocukların az çok ebeveynlerine benzemelerine rağmen, tamamen onların aynısı olmamalarına benzemektedir. Bu sebeple “nasıl oldu” sorusuna tatmin edici, mantıksal, tutarlı ve kanıta dayalı cevaplar vermek çok önemlidir, ama bu cevapların gelecekte nelerin, nasıl olacağını da içereceğini düşünmek yanıltıcıdır. Bu konuyu biraz daha açalım.

Toplumsal olaylarda bir şeyin bir yerde meydana gelmiş olması, onun artık her yerde ve sürekli meydana geleceğini garantilemez dedik. Bunun birçok nedeni olabilir. Burada dört sebep üzerinde duracağız. İlkine ölçek sorunu diyelim. Ölçek sorunu derken bir bütünün bazı üyeleri için mümkün olanın, bütünün tümü için de mümkün olmamasını kastediyoruz. Bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı boğaza nazır bir yalı sahibi olabilir ama tüm vatandaşlar için bu imkânsızdır. O kadar sahil yoktur, yalı yoktur, çok istense de yapmak mümkün değildir. Bunun sadece herhangi bir şehrin herhangi bir yerindeki mülkler için değil maddi varlığı olmayan toplumsal statüler de dâhil bir şekilde değer atfedilen ama miktarı talepkâr sayısınca artırılamayan her şey için geçerli olduğunu söyleyebiliriz. Bu konuda iktisatçıların ekonomi bilimini üzerine inşa ettikleri kıtlık kavramıyla başımız büyük dertte anlayacağınız.

Ölçek sorunu, bir oluşun ölçeğini büyüttüğünüzde onu mümkün kılacak kaynağın olmadığı her yerde söz konusudur. Tartışmayı kalkınma meselesine transfer edecek olursak tüm ülkelerin şimdikiler gibi kalkınabileceğini söylemek, gelişmişliğin standartlarını karşılayacak kaynakların teminini gerekli kılar. Örneğin bugünün gelişmiş ülkelerdeki yaşam standardını tutturabilmek için alınması gereken günlük kalori veya üretim için kullanılması gereken enerji dikkate alındığında, bunun için gerekli olan kaynağın nereden bulunacağı sorusunun cevabını kabaca da olsa vermek gerekir. Satın alma gücü paritelerine takılmadan kaba hesapla söyleyecek olursak, 2022 yılında dünyada üretilen mal ve hizmetlerin değeri 100 trilyon dolar civarında. En zengin ülkelerdeki kişi başına düşen geliri de yaklaşık 100.000 dolar olarak kabul edelim. Yine yaklaşık 8 milyarlık dünya nüfusuna kişi başı yıllık yüz bin dolar gelir düzeyi için toplam üretim kapasitesini şimdikinin 8 katına çıkarmamız gerekir. Zengin ülkeler yerinde sayacak, diğerleri onlar seviyesinde mal ve hizmet tüketecek duruma gelecekler. Bu durumda suflesi yapılan “Aslında dünya kaynakları bol, israf etmez isek hepimize yeter” önermesi makul bir cevap değildir. Gerçekçi olmak gerekir. Yani iki yüz kişilik bir topluluk içinde her ay on kişi ziyafet için oturup bir kuzu tüketirse, mevcut kuzu stoku bunu karşılamaya yetebilir, ama kuzu eti yemek isteyen kişi sayısının iki yüz olması halinde 20 kuzu gerekir. Refah standardı ayda bir kuzu eti yemek olarak belirlenirse topluluğun her yıl eti yenebilir 240 kuzusu olması gerekir. Bu basit örnekten yola çıkarak gelişmiş ülkelerdeki hayat standardını esas alıp bütün tüketimleri benzer biçimde düşündüğümüzde dünya üretiminin ne kadar artması gerektiğini tahmin etmek zor değil. Bu durumda büyüme sınırsız değilse herkese gelişme vadeden açıklama yavaş yavaş bir illüzyona döner. Eğer çözüm, şu ana kadar bilinmeyen yeni hammadde, enerji ve besin kaynakları bulmak, bilinmeyen bir üretim yöntemi keşfetmekten geçiyorsa, o zaman geçmiştekinden farklı bir ilerleme yolu izlenecek demektir. Burada, böyle bir geleceğin imkânsız olduğu değil, sadece geçmiş deneyime bakarak ortaya konamayacağı ileri sürülmektedir.

İkinci olarak, ilk olmanın avantajlarını dikkate almalıyız. Hiç kimse yokken bir yerde olmak ile herkes varken orada olmak arasında, imkân ve fırsatlar bakımından büyük mesafeler vardır. Genel olarak toplumsal gelişim süreçlerinde sonuçları herkesçe beğenilen uygulamaların maliyet ve riskleri önden gidenlerce üstlenildiği için, arkadan takip etmenin birçok avantajı olduğu söylenir. Yani birileri uzun çabalar sonucu keşfeder veya icat eder, siz de çok düşük bir maliyetle kullanırsınız. Bu bilineni yeniden üretmede arkadan gelenlerin önde gidenler kadar sıkıntı çekmeyeceği anlamında doğru olmakla birlikte, arkadan gelenlerin yarını kurmada önde gidenlere göre eşit veya daha avantajlı hale geleceği anlamına kesinlikle gelmez. Yarını, bugün yapılanlar (dün veya evvelsi günden beri yapılmakta olanlar) inşa edeceği için önde gidenlerin bugünkü pozisyonları, yarının belirlenmesinde de arkadan gelenlere göre birçok avantajlar içerecektir. Çünkü her ne kadar tarih iniş ve çıkışlara şahitlik etse de günümüzde önden gidenlerin kritik konularda sahip olduklarına arkadan gelenlerin sahip olmalarının pek mümkün olmadığı görülmektedir. Bunun sebeplerinden birisi de, gelişme denen şeyi ortaya çıkaran şeyin, “gelişen” ve “gelişmeyen” arasındaki ilişkiyle irtibatlı olmasıdır. Birileri yarışın birincisiyse bunu diğerlerinin ikinci ve üçüncü olması sayesinde gerçekleştirirler. Birilerinin önden gidebilmesi, ötekilerin arkada olmasını zorunlu kılar. Herkesin önde gittiği yerde önde gitmekten bahsedilemez. Geçmişte önde olanların şimdi ve gelecekte de daima önde olmak istemeleri ve önde gidenlerin katlandıkları maliyetleri bölüşmeden arkadan gelenlerle elde ettikleri avantajları paylaşmaya yanaşmamaları anlaşılabilir bir durumdur. Ülke içi politik süreçle ilgili bir örnek vermek gerekirse, şu veya bu sebeple politik sistem aristokrasiden demokrasiye dönüşünce, önceki sistemin soyluları halkın içine karışıp orada “erimezler”. Tersine seçimle halktan yetki alan demokratik yönetici elitin esaslı parçalarından biri ya da yeni siyaseti yönlendirmeye çalışan zengin gruplar haline gelirler. Ülke içi veya ülkeler arası gelişmede de benzer durumlar söz konusudur.

Bu yaklaşım, dünya tarihinde hiç iniş çıkışların olmadığı veya olmayacağı, şu an önde olanların daima önde olacakları anlamına kesinlikle gelmemektedir. Kastedilen bu değildir. Kastedilen, şu an önde olanların, bir gün gelip geride kalacaklarsa bunun niçin ve nasıl olacağını, onları şimdiki duruma taşıyan süreçlere bakarak anlayamayacağımızdır. Böyle bir olası altüst oluşa yol açan her ne olacaksa (örneğin gelişmiş ülkelerin bulunduğu coğrafyalarda iklim ve diğer doğal koşulların değişmesi, nüfusun dramatik biçimde azalması, ülkeler arası nüfus hareketliliğine yol açan itici ve çekici siyasi, kültürel ve ekonomik faktörlerin tamamen değişmesi vb.), bunun dinamikleri bugünün dünyasınınkilerden çok farklı olacaktır.

Üçüncüsü, sosyal ve ekonomik gelişim süreci birikimsel bir nitelik gösterir. Birikimsellik zaman zaman norm değişimi de getirir. Bu bağlamda çoğu zaman gelişme süreci yukarıdakilerin, onları yukarı taşıyan merdivenleri farklı gerekçelerle bir bir “tekmelemeleriyle” sonuçlanabilir. 1Bu nedenle zamanla ilk oluş için meşru görülen araçların bazıları, sonrakiler için gayrı meşru olarak muamele görmeye başlayabilir. Kalkınma süreçlerinde bu konu özellikle önemlidir. Bugünü meydana getiren birçok kalkınma aracı artık meşruiyetini ya kaybetmiş veya kaybetmek üzeredir. Her ne kadar geçmişte yaygın biçimde kullanılmış olsa da belirli alanlarda devlet destekli tekeller oluşturma, insanları istemedikleri ve karşılığını almadığını düşündükleri işlerde zorla çalıştırma, çevreyi kirleten teknolojiler ve atıklar kullanma, insan haklarına aykırı olacak biçimde çocuk, esir, köle veya kadınları çalıştırma… gibi araçlar, bugün toplumların sermaye birikimine katkı sağlayacak “meşru” birer kalkınma aracı değildirler. Tam tersine geçmişte kalkınma ve büyümeyi sağlayan bu tür yaklaşımlar, gelişmekte olan ve geri kalmış toplumlar için iklim değişikliği ve yeşil mutabakat gibi küresel düzenlemeler yoluyla, onların ayaklarına bir pranga olacak şekilde karşımıza çıkmaktadır. Bu sebeple geçmişte kalıcı izleri olan ülkeler arası korumacılık yoluyla sağlanan avantajları yok eden serbest ticaret anlaşmaları, küresel kutuplaşma ve hegemonya ilişkileri, bir önceki dönemin yöntemleri ile benzer sonuçlar elde etme imkânını ortadan kaldırmaktadır. Burada bir yanlış anlaşılmaya meydan vermemek için hemen belirtelim: Kesinlikle gelişmekte olan ülkeler için serbest ticaret anlaşmaları, çalışma koşullarında haftalık azami çalışma sürelerinin belirlenmesi, asgari ücret uygulamaları, temiz enerji ve çevre dostu üretim teknolojilerinin kullanım zorunluluğu gibi kısıtlamaların yanlış olduğu, yani geçmişte sermaye birikimi ve kalkınma için yapılmış olan her şeyin bugün aynı durumda olan ülkeler için de serbest olması gerektiği ima edilmemekte, sadece dünün koşulları korunarak bugünün aynen tekrar edilemeyişinin sebeplerinden birine işaret edilmektedir.

Bu durum biraz şuna benziyor: Hayatının ilk evrelerinde büyük yokluklar çekip sıkıntılar yaşayarak (eğitim imkânı ve rehberlik yapacak kimsesi olmayan, geçim şartları çok ağır olan, hatta doğru düzgün çalışacak uygun işin olmadığı… vb.) servet ve statü elde edenlerin bu hâllerini edebiyatın da sağladığı inceliklerle betimlemek göz yaşartıcı başarı hikâyeleri yazmamıza imkân verebilir. Ama bu hikâyeler bugün, gelecekte benzer servet ve statüleri elde etmek isteyenlere başarının tekrarlanabilecek bir somut reçetesi olarak sunulamaz. Sunarsak şöyle anakronik hatta ironik bir reçete olur: Önce bugünkü eğitim imkânlarından kendini yoksun bırak (çünkü kahramanımız mecburen o yolu izlemişti), aile ve çevrenin oluşturduğu ağların hiçbirini kullanma (çünkü kahramanımız böyle bir ağdan yoksundu), anonim bir kimlik ile kol gücü gerektiren ve sosyal güvencesi olmayan işlerde burnun iyice bir sürtülsün, zaman zaman intihar etmenin eşiğine gel, sonra gelsin başarı! Başarı timsali mevcut kahramanımızın hayat hikâyesinden örnek alarak kendine yol bulmak isteyene bunu mu önereceğiz? Eğer bu hayat hikâyesinden, zorluklar karşısında pes etmeme ilkesini çıkaracaksak, bunun, işe yarar bir ilke olmakla birlikte, başarılı olmak için bugün ne yapılacağına dair somut bir reçete içermediği gayet açık. Bu örnekteki bireylerin hayatlarının aynen tekrarlanamazlığı, toplumlar için de büyük ölçüde geçerlidir.

Dördüncü olarak, toplumlar arası birliği ve rekabet bugün dünkünden farklıdır ve sürekli yenilenen bir ortam oluşturmaktadır. Her ülke sahip olduğu doğal kaynak, içinde bulunduğu siyasi ittifaklar ve coğrafi konum sebebiyle diğerinden farklı bir konumdadır. Bu konumlanmalar da doğal olarak bazı imkân ve kısıtlar getirmektedir. Güney Kore başardı ama onun o dönemde dünya güç dengesinde sahip olduğu çevresel koşullar bugün çok az ülke için söz konusu. Onlarda Güney Kore’nin sahip olduğu diğer özellikler de yok. Niye Güney Kore’nin yaptığını yapamıyoruz sorusunun cevabı bu özel konum dikkate alınmadan eksiksiz ve doğru olarak verilemez. Yani neyi yapmak istediğinizi bilmek, yapmanız için uygun ortamları kendiliğinden sağlamıyor. Başarının uyarlanması mümkündür, ama bu uyarlama birçok koşulun bir araya gelmesine bağlıdır. Çoğu zaman o koşulların bir araya gelmesi başka koşulları da gerekli kılan döngüsel bir yapı arz eder. Ülkeler arası birliği ve rekabet ortamları birçok başka faktörün de etkisiyle sürekli değişmektedir. Uygun koşulların bir araya geldiği coğrafya ve ülkelerde elde edilen başarının başka yerlerde tekrarlanması, benzer koşulların orada da yaklaşık olarak oluşmasına bağlıdır. Bu koşullar ülke içi dinamiklere (siyasal sistem, doğal kaynaklar, kültürel yatkınlıklar vb.) ve uluslararası güç dengelerine karşı son derece duyarlıdır. Kuzey ve Güney Kore arasındaki fark, bu konuda tipik bir örnektir.

Sonuç olarak, dünyadaki mevcut refah artışını sağlayan süreçlere dair bilginin bu süreçleri arzu eden tüm ülkeler için çalıştırabileceğini söylemek gerçekçi değildir. Bu kadar mı?

Devamı sonraki yazıda. Geri Kalmışlık Üzerine 3: Her Bilen Yapabilir Yanılgısı


[


  1. Bu konuda Ha Joon Chang’ın Merdiveni tekmelemek: Tarihi bir perspektif içinde iyi politikalar ve iyi kurumlar isimli eseri (2013) güzel örnekler sunmaktadır.